Powered By Blogger

16 Aralık 2022 Cuma

 KARŞILAŞMA (2002)


Yönetmen: Ömer Kavur, Senaryo: Macit Koper, Ömer Kavur, Görüntü Yönetmeni: Ali N. Utku, Müzik: Tamer Çıray, Yapım: Alfa Film/Ömer Kavur – Öbjektif Film Studio Kft/Janos Rozsa (Türk – Macar Ortak Yapmı) Kurgu: Mevlut Koçak, Sanat Yönetmeni: Selma Gürbüz, Yardımcı Yönetmen: Zeynep Günay, 2. Yönetmen Asistanı: Selin Arat, Işık: Recep Biçer, Oruç Demir, Nurettin Keleş, Turgut Pelit, Mustafa Gül, Saltuk Çapan, Uygulayıcı Yapımcı: Zafer Çelik,

Oyuncular: Uğur Polat, Lale Mansur, Çetin Tekindor, İsmail Hacıoğlu, Aytaç Arman, Berrin Koper, Ani İpekaya, Yüksel Arıcı, Kaman Usluer, Tomris İncer, ,

Konu: Oğlunun ölümünden kendisini sorumlu tutan Sinan ile geçmişinde işlediği bir suç yüzünden intihar noktasına gelen Mahmut’un terapi sırasında başlayan dostluğu, Mahmut’un bir adada öldürülmesiyle farklı bir boyut alır. Sinan dostunun ölümünü araştırmak için ıssız adaya gider ve önüne yeni bir yaşam sunulur.

& Yitip giden birinin ardından doğan boşluk... Üstelik aranızdan ayrılan evladınızsa. Ömer Kavur'un 'Karşılaşma'sı, Nanni Moratti'nin 'Oğul Odası'nın bizi bıraktığı yerden başlıyor sanki. Moratti'nin karakterleri, evlat acısını o hayattayken görmedikleri parçalarını işleyerek gidermeye çalışıyorlardı. Kavur'un kahramanı olan mimar Sinan ise aradan geçen iki yıla rağmen acıyı dindirme konusunda pek bir fikir geliştirmiş değil. Hatıralar peşini bırakmıyor, hatta oğluyla buluşmak için intiharı bile denemiş ama korkaklığı engel olmuş.

Bu noktada karşısına, tedavi gördüğü yerden tanıştığı Mahmut çıkıyor. Karanlık geçmişiyle, kendi gibi acımasız bir hastalığın pençesinde olan Mahmut, ona aradığı çıkış yolunu sunuyor. Çünkü, aralarındaki ilişkide öyle bir noktaya geliniyor ki; iki adamın kaderi birbirine karışıyor.

 

Saatler, saatler, saatler

Kavur, 'Melekler Evi' gibi vasat ve söyledikleri konusunda pek de kendinden emin olamayan bir yapımın ardından, kendi sinemasal geçmişinden ve referanslarından uzak durmayan (saatler, saatler, saatler; özellikle de köstekli olanları) ama öte yandan asıl olarak sırtını polisiyeye dayayan bir filmle karşımıza geliyor.

'Körebe'nin yarı polisiye havasını katmazsak, Kavur için de bir ilk olan bu deney, kimi aksayan yanlarına rağmen başarılmış görünüyor. Genel olarak Hitchcock'vari bir atmosfere sahip olan ama çıkış noktası aşamasında Antonioni'nin Yolcusuyla da akrabalıklar kuran 'Karşılaşma', hayattan umudunu kesmiş bir adamın, heyecanlanmasına ve böylelikle ayakta kalmasına neden olacak bir sırrı üzerine geçirmesini anlatıyor. Bir ada parçasında kendi oğluna benzeyen bir gencin, ardından da bir genç kızlık fotoğrafının kendi dünyasında bıraktığı izin peşine düşen orta yaşlı mimar, fazlasıyla Freudyen izler taşıyan bir öykünün içinde ilerliyor. 'Karşılaşma', ilk yarıda son derece sade çizgilerde ilerliyor. Mimar Sinan, temiz adımlara, hikâyenin ön aşamalarında geziniyor. Sonra işin polisiye örtüsünün altına giriyor. 30 yıldır hiçbir olayın yaşanmadığı adada bir cinayet işlenmiştir ve yumağın ucunda Sinan da vardır. İşte bu noktada çok da inandırıcı olmayan (kâğıt üzerinde inandırıcı ama işleniş anlamında değil) bir aşk hikâyesi, peşi sıra örtülü bir babaoğul ilişkisi gelişiyor. Öykünün kötü adamı olarak da komiser Hasan beliriyor. Sonra hikaye üç erkek ve onların merkezindeki bir kadına dönüşüyor. Bence polis karakteri abartılı; kadın da bu üç erkeği kendine bağlayacak oranda ışıltı barındırmıyor. Ve en önemlisi final; polisiyelerin böyle mutlu bitmesinin kimseye yararı yok. Mutlu aile tablosu eksik kalsaymış daha güzel, daha etkileyici olurmuş. Üstelik Türk sineması yeni bir katil modeline kavuşurdu.

 Karakter kurbanı Arman

Uğur Polat, hep özel bir oyuncuydu; burada da öyle. Aytaç Arman, 'Gönderilmemiş Mektuplar'ın ardından yine yan bir rolde sivriliyor ama bu kez biraz karakterinin dağınıklığına kurban gitmiş. Genç oyuncu İsmail Hacıoğlu bazı sahnelerde çok iyi ama sanki filmin sakinliğiyle onun denetimsiz oyunculuğu problem yaratıyor. Çünkü performansı, zaman zaman TV dizisi formatına kayıyor (meşhur lise dizileri yani). Çetin Tekindor mükemmel, Lale Mansur da ortalamayı tutturuyor. Ama filmi asıl ayakta tutan yan öğeler Ali Utku'nun görüntü yönetmenliği, Tamer Çıray'ın müziği ve Bozcaada'nın dev pervaneleri... (Uğur Vardan Radikal G, 26.12.2003)

& İsa'dan önce ikinci yüzyılda batı Anadolu uygarlıklarından İon kültürüne mensup bir düşünür olan Aşa, varoluşunun başlangıç noktasına, doğuya doğru yola çıkmaya karar verir. 'Karşılaşma', ilk yarıda son derece sade çizgilerde ilerliyor. Mimar Sinan, temiz adımlara, hikâyenin ön aşamalarında geziniyor. Sonra işin polisiye örtüsünün altına giriyor. 30 yıldır hiçbir olayın yaşanmadığı adada bir cinayet işlenmiştir ve yumağın ucunda Sinan da vardır. İşte bu noktada çok da inandırıcı olmayan (kâğıt üzerinde inandırıcı ama işleniş anlamında değil) bir aşk hikâyesi, peşi sıra örtülü bir babaoğul ilişkisi gelişiyor. Öykünün kötü adamı olarak da komiser Hasan beliriyor. Sonra hikaye üç erkek ve onların merkezindeki bir kadına dönüşüyor. Bence polis karakteri abartılı; kadın da bu üç erkeği kendine bağlayacak oranda ışıltı barındırmıyor. Ve en önemlisi final; polisiyelerin böyle mutlu bitmesinin kimseye yararı yok. Mutlu aile tablosu eksik kalsaymış daha güzel, daha etkileyici olurmuş. Üstelik Türk sineması yeni bir katil modeline kavuşurdu.

 Karakter kurbanı Arman

Uğur Polat, hep özel bir oyuncuydu; burada da öyle. Aytaç Arman, 'Gönderilmemiş Mektuplar'ın ardından yine yan bir rolde sivriliyor ama bu kez biraz karakterinin dağınıklığına kurban gitmiş. Genç oyuncu İsmail Hacıoğlu bazı sahnelerde çok iyi ama sanki filmin sakinliğiyle onun denetimsiz oyunculuğu problem yaratıyor. Çünkü performansı, zaman zaman TV dizisi formatına kayıyor (meşhur lise dizileri yani). Çetin Tekindor mükemmel, Lale Mansur da ortalamayı tutturuyor. Ama filmi asıl ayakta tutan yan öğeler Ali Utku'nun görüntü yönetmenliği, Tamer Çıray'ın müziği ve Bozcaada'nın dev pervaneleri... (Uğur Vardan Radikal G, 26.12.2003)

& İsa'dan önce ikinci yüzyılda batı Anadolu uygarlıklarından İon kültürüne menbaşlangıç noktasına, doğuya doğru yola çıkmaya karar verir. Son bir kes Apollo rahibesine danışır. Rahibe, Aşa'yı ulaşacağı yerde düşünemeyeceği kadar başka ve garip bir dünyayla karşılaşacağı konusunda uyarır. Aşa ise, onu ve temsil ettiği değerleri ardında bırakarak yola çıkar.

Aynı dönemlerde Anadolu'nun Kapadokya bölgesinde Zerdüşt dinine mensup rahipler, aydınlığın karanlığa karşı kazanacağı mutlak zafer gününe olan inançlarını, kutsal ateş kültüyle ve ayinleriyle her gece yenilemektedir.

Zerdüşt baş rahibi Muğ ile, İon düşünürü Aşa ertesi gün karşılaşırlar; Batı'dan gelen Aşa ile yüzünü batıya dönmüş Muğ, yaşam ve zaman hakkında konuşurlar.

& Ömer Kavur sinemaya dönüyor. Türk sinemasına Yatık Emine'den, Kırık Bir Aşk Hikayesi'ne, Amansız Yol'dan Anayurt Oteli'ne, Gizli Yüz'den Akrebin Yolculuğu'na onca güzel film armağan etmiş olan 2003 yılı itibariyle 60 yaşındaki yönetmenimiz, geçici bir durağanlık dönemi geçirdi. Şimdiyse, kimi filmlere usta işi senaryolar yazmış olan Macit Koper' den aldığı esinle, tam kendisine yakışır bir gizem, geçmişle hesaplaşma ve ruhun derinliklerine yolculuk öyküsüyle sinemaseverlerin karşısında ...

40 küsur yaşlarında iki adamın öyküsü bu ..

İkisinin de yaşamlarında gizli duran birer dram var. Mimar Sinan, gencecik oğlunu ölümcül bir kazada yitirmiş, üstüne üstlük ağır bir hastalığa yakalanmış. Karanlık bir adam olan zengin ve nüfuzlu Mahmut ise, hayatta sevdiği tek kadını yanlış davranışları yüzünden kaybetmiş ve şimdi onun peşine düşmüş ...

Bu iki yaralı erkeğin yolları, bir Ege adasında kesişiyor. Sinan, terapi sırasında tanıştığı Mahmut'un ölüm haberini alınca, ne olup bittiğini anlamak için adaya geliyor. Burada güzel ve gizemli bir kadın ve onun sorunlu oğluyla karşılaşacak ve arkadaşının kaderiyle kendisininkini birleştiren düğümleri birer birer çözmeye başlayacaktır... Evet, Kavur' a yakışır bir hikaye, insan ruhunun derinliklerine doğru bizleri sanki Avrupa sineması tarzı bir yolculuğa çıkaran bir suç, pişmanlık ve bedel ödeme öyküsü bu... Sinan ise, bulacağı gerçeğin ellerini yakacağını bile bile onu öğrenmekten ve eski deyimiyle hakikate ulaşmaktan çekinmeyen bir modern trajedi baş kişisi ...

Kavur'un kendine yakın bir öyküyle eski başarılarına yaklaştığı fillmde, yüksek bir oyunculuk gösterisi de var. Uğur Polat ve Çetin Tekindor gibi iki büyük oyuncu olmasaydı, yardımcı rolünde Aytaç Arman o denli görkemli bir karakter çizmeseydi, Lale Mansur gizemli güzelliğini fılme katmasaydı. .. Ama en önemlisi, sinemamız için gerçek bir kazanç olduğuna inandığım İsmail Hacıoğlu o son derece zor ve nankör, aynı zamanda da hikayenin düğüm noktası olan Osman rolüne öylesine asılmasaydı. .. Karşılaşma bu denli başarılı olur muydu? Elbette Ali Uğur'un görüntülerini ve Tamer Çıray'ın müziğini de unutmaksızın ... “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 105”

· Ömer Kavur'un sinemasında yol ve arayış daima bütün temalara galebe çalar. Bir Ömer Kavur kahramanı Alice'in Harikalar Diyarı'na düşüşüne paralel bir 'yan evren'e geçer hatta çoğu zaman!. O yüzden Kavur filmlerinde hakikat nerede başlar ve nerede biter, kestirmek zordur. Evet, bir kırılma noktası her zaman vardır ama öykünün gerçekliğe doğru mu kırıldığı, yoksa gerçeklikten tahayyüle doğru mu büküldüğü belki düğüm çözüme kavuşurken anlaşılır, belki de hiç anlaşılmaz. Bize bıraktığı son film olarak tarihe geçen "Karşılaşma" neresinden baksanız katıksız bir Ömer Kavur filmi bu açıdan. Filmin ilk 20 dakikasında Sinan (Uğur Polat) ve Mahmut'un (Çetin Tekindor) tanışmalarına ve ilişkilerinin kısa sürede 'iç içe geçmesine tanık oluruz. (Biraz daha beraber vakit geçirseler yerli ve eril bir "Persona" vakasına imza atabilirlerdi) Her ikisi de bir hastanede, bir terapi seansındadırlar. Sinan yıllar önce oğlu nu kaybetmiş, bunun sorumluluğunu da kendi vicdanına yüklemiştir. Evliliği bu yarıpsikosomatik ruh hali yüzünden çatırdamaktadır. Mahmut'la da tam bu esnada tanışır. Varlıklı, bu varlığın getirdiği baskınlığı da kişiliğine iliştirmiş, buyurgan bir adamdır Mahmut. İki adam birbirlerine bakınca sanki 'olmak istedikleri' kişileri görmektedirler. Belki de bu yüzden o hastane odasından çıktıktan sonra bağları kopmaz. Hatta, ölümcül bir hastalığın pençesindeki Mahmut kendisini öldürmesi için Sinan'a silah hile uzatır. Yapamaz Sinan. Ama Mahmut'u takip etmekten de kendisini alamaz. Evine girip özel eşyalarını karıştıracak kadar hem de ... Bir kadın fotoğrafı görür... Kimdir bu kadın? Mahmut'un eski bir sevgilisi mi?

Mahmut'un öldürüldüğünü öğrendiği andan itibaren her Kavur kahramanı gibi Sinan da kendisini çevreleyen sınırı aşacak cesareti toplar. Soluğu Mahmut'un öldüğü yerde, Bozcada'da alır. Yolda motosikletli bir çocuk yüzünden kaza yapar. Motosikletin üzerindeki genç ise oğluna çok benzeyen Osman 'dan (ismail Hacıoğlu) başkası değildir. Sinan hayal ettiği işi, eşi ve evladı kısa sürede Ada'da bulur ama Mahmut'un katiliyle de çok yakında yüzleşecektir.

Ömer Kavur'un kahramanları öteden beri yalnızlık çekerler. Tam da bu yüzden aidiyet duyguları yoktur ve dönüşü olmayan yolculuklara çıkma konusunda böylesine gözü kara olmalarının nedeni de biraz budur. Sinan da aidiyet duygusunu yitirmiş, suçluluk duygusundan fena halde mustarip bir adamdır; bu yolculuk sadece geleceğini şekillendirmeyecek, aynı zamanda ona geçmişiyle yüzleşme cesaretini de verecektir.

'Mutluluk nedir?' Osman'ın elindeki dijital kamerayla kayda girip çevresindekilere bu soruyu biraz da naifçe sorması Kavur'un bu filmdeki en taze temasına da işaret eder aynı zamanda. Ayrıca kameradaki bu görüntüler filmdeki polisiye unsurları besleyen bir katman ekler öyküye. İnsan kendi kendisine yalan söyleyerek mutlu olabilir mi? Osman'ın çekimleri bunu da yanıtlayacaktır. ..

Bundan yaklaşık beş yıl önce bir söyleşi esnasında Ömer Kavur'a filmin Bozcaada'ya kadarki bölümünün yarı uykulu bir atmosferde geçtiğini, kazıyla birlikte ise Sinan'ın sanki bir uykudan uyandığını söylemiştim. Çünkü filmin o ilk 20 dakikalık bölümünde kimi zaman Sinan'ın içi geçiyor, uyuyakalıyordu. Kaza sonrasında ayılması ise bu kırılmanın can alıcı noktasıydı. Kavur ise bunu reddetmiş, tam tersine filmin ilk bölümünde Sinan'ın hayatı tüm gerçekliğiyle yaşarken, Ada'ya ayak bastığı andan itibaren ise bir çeşit hayal alemine dalmış olabileceğini söylemişti. O zaman yorumuma çok güveniyordum ama bugün dönüp baktığımda Kavur’un da ziyadesiyle haklı olduğunu ve galiba onun filmlerini bu denli zengin kılanın da biraz bu 'çoklu okuma' olabileceğini düşünmeden edemiyorum. "Karşılaşma" özellikle yoğun diyalog zafiyetine rağmen incelikli inşa edilmiş öyküsü sayesinde ayakta kalmayı başaran, insan psikolojisini yoğun biçimde ele alan, bunu izleyicisine hissettiren, hakikat ile imgelemin kimi zaman birbirlerine teğet geçtiği, mekan kullanımıyla öne çıkan, tipik bir Ömer Kavur filmi.

Yönetmen özellikle bu sonuncusuna çok dikkat ederdi. Çoğunlukla öyküsünü mekana göre kurardı. Nitekim "Karşılaşma"nın Çıkış noktası Bozcaada'da gördüğü o rüzgar değirmenleri olmuştu. O pervanelerin altında bulunacak bir ceset öyküdeki gizemin fitilini de ateşleyecekti.

Tüm o hakikat ile imgelem arasındaki geçirgenlik için bir adadan, tümüyle karadan ayrılmış başka bir küçük kara parçasından faydalanması da tesadüf olmaz. Sinan'ın yaptığı bu yolculuğun aslında kendi beyninin tecrit edilmiş kıvrımlarına doğru gazladığı bir' kaçış' olmadığını kim söyleyebilir? (Burçin S. Yalçın) “” SİYAD “40 Yılın Serüveni 



 

KARPUZ KABUĞUNDAN GEMİLER YAPMAK (2002) 


Senarypo ve Yönetmen Ahmet Uluçay, Müzik: Ender Akay, Alper Tango Demirel, Yapım: İFRAŞ/Serdar Tahiroğlu, Diloy Gülün Yardımcı Yöntmen: Figen Irmak, 2. Yönetmen Yardımcısı: Çiğdem, 3. Yönetmen yardımcısı: Güneş Baysal, Kamera Asst.: Erhan Dağ, Ses Tasarımı: Ender Akay, Kurgu: Mustafa Preşeva, Sonad Preşeva, Genel Yapım Sorumluları: Ezel Akay, Ufuk Ahıska, Ziya Öner, Serdar Tahincioğlu, Yardımcı Yapımcı: Serkan Çakarer, Prodüksiyon Amiri: Timur Savcı, Prodüksiyon Yardımcısı: Burhan Nurgönül, Devamlılık: Başak Gürsoy, Set Dekorasyonu: Ali Ordu, Steadycam Operatörü: Mehmet Başbaran, Set Teknisyeni: Bülent Nurgönül, Boom Operatörü: Ali Ekber Doğan, Serhat Sergis, Işık: Hakan İnce, Set Görevlileri: İdris Uluçay, İsmail Uluçay, Erhan Uluçay, Post Prodüksiyon: Hacer Şenyüz, Tijen Pal, Banu İmset, Renk Düzeltme: Cenk Erol, Miksaj Stüdyosu: Kedi Müzik, Ses Tasarım: Ender Akay,

Oyuncular: İsmail Hakkı Taslak (Recep), Kadir Kaymaz (Mehmet), Gülayşe Erkoç (Nezihe), Aysel Yılmaz (Recep’in annesi), Boncuk Yılmaz (Nihal), Hasbiye Günay (Gülay), Mustafa Çoban (Karpuzcu), Fizulu Calaral (Deli Ömer),

Yardımcı Oyuncular: Cömert Ağat (yazlık sinemacı), Hasan Gülan (Fötr şapkalı adam), Fikret Erden (sinema makinisti), Ahmet Çakar (Salih amca), Hasan Hüseyin Erkmen (fotoğrafçı), Ramazan Çalış (simitçi), Şerif Bal (Ali dede), Güneş Baysal (mahalleli kadın), Ali Ordu (saatçi), Arif Ordu (saatçinin çırağı), Çocuk oyuncular ve figürasyon: Özkan Albay, Esen Oruç, Yasin Durmuş, Vedat Çomuk, Kemal Özkal, Ethem Uluçay, Bülent Nurgönel, Süleyman Demirel, Süleyman Korkmaz, Ahmet Bayraktar, H. İbrahim Burçoğlu

Olmayacak işler için boşuna uğraşmak diye kullanılır karpuzcu Mustafa bu sözü, karpuz kabuğundan gemiler yapmak. Oysa herkesin hayatında olmayacağını bile bile hayal ettiği şeyler yok mudur?


Recep ve Mehmet 60’lı yıllarda Tepecik adlı bir köyde yaşayan iki kafadardır. Yaz aylarını herkes gibi aylak aylak geçirmemek için yakındaki kasabada çıraklık yaparlar. Recep bir karpuzcunun, Mehmet ise bir berberin yanında çalışır. Hayat hep böyle mi geçecektir, bir karpuzcu ve berber olma uğruna çalışmayla? İki çocuğun ufku ne o köye ne de kasabaya sığmayacak kadar geniştir. Boş kalan tüm zamanlarını terk edilmiş bir ahırda film projeksiyon makinesi yapmaya çalışarak geçirirler. Kimsenin umursamadığı bu uğraşlarında tek bir destekçileri vardır, köyün delisi Ömer.


O yaz sandıklarından çok daha fazla genişletecektir ufuklarını. Recep, kelek çıkan karpuzları toplamaya gelen Nezihe ile ahbap olur ve kadının evine arada bir yemek yemek için gidip gelmeye başlar. Tüm hayallerinin ötesinde bir duyguyla tanışır ve aşık olur. Aşk, iş, hayaller… Bu iki çocuk için Tepecikli köyünde ömürleri boyunca unutamayacakları bir yaz yaşanmaktadır.

 

ÖDÜL Uluslararası İstanbul Film Festivali 2004

►“En İyi Film”

Montpellıer Akdeniz Film Festivali 2004

►“Altın Antıgone”

San Sebastian Uluslar Arası Film Festivali 2004
     “En İyi Yeni Yönetmen”
    2004 Selanik Film Festivali “Özel Ödül”

 

& Ahmet Uluçay sinemamızda karşılaştığımız yeni bir isim değil. Uzun metrajlı film çekme şansını yakalayamamış olması nedeniyle daha çok kısa filmciler çevresinde tanınan, 1994 yılından beri de yaptığı kısa film ve belgesellerle çeşitli ödüller kazanan yönetmen, filmlerinde daha çok kendisini, çevresini, düş dünyasını ve dış dünyasını kendine has bir dille anlatıyor.

Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak, 1960'lı yılların sonunda bir kasabada, kasaba ve köy arasındaki yolda ve çocukların yola çıktıkları, sinema hayallerini gerçekleştirmeye çalıştıkları köyde geçiyor. Filmde karşılaştığımız taşra atmosferinin ya da köy ve kasabanın belli bir zamana ya da döneme ait olduğunu söylemek zor. Ustalar ve çıraklar, iki arkadaş, iki kardeş, anne ve oğul, anne ve kızları arasındaki insan ilişkileri ve ilk aşka dair gözlemler, imgeler öylesine yoğun ve öylesine insancıl ki...

Filmdeki temel öykü, iki arkadaş Recep ve Mehmet'in kasabada çıraklık yaptıkları yaz tatilinde başlarından geçeni anlatıyor. Kısa öykülerin bir zaman diliminde birbirine bağlandığını gördüğümüz film, kahramanı çocukların bu süreçte yaşadıklarını sahici ve muzip bir biçimde aktarıyor. Recep, kasabada aşık olduğu Nihal'e açılamazken, Nihal'in kız kardeşi Recep'e ilgi duymaya başlıyor. Recep'in duygularını açtığı mektubu, Nihal'e ulaştırmaya arkadaşı Mehmet talip oluyor. Sevdiğine köyünden ceviz getiren Recep'in ortalığa saçılan cevizlerini toplamaya çalışması, saçları beğenilince ayna ve tarak almaya çıkan Recep'in saçlarını berberde, üstelik Mehmet'in elinden kestirmek zorunda kalması, çocukların "umuma mahsus" Aygül sinemasından aldıkları film parçalarını hareket ettirmeye çalışırken aralarında geçen doğal diyaloglar, çalıştığı karpuz sergisinde ustasının halden anlar tavırları, annesinin elinden kurtaramadığı filmler… Bir Ege türküsü eşliğinde, samimiyeti elden bırakmadan anlatılan çocukluğa dair tüm öykü ve imgeler, Ahmet Uluçay'ın Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak filmini özetliyor aslında. Ahmet Uluçay'ın sinemadaki arayışı bu samimiyete dayanıyor.  (Seray Genç)  “www.europeanfilmfestival.com” 

& 1960'ların ortasında küçük bir Anadolu köyündeyiz. Kütahya'nın Tavşanlı ilçesine bağlı Tepecik Köyü burası. Recep ve Mehmet 14 yaşlarında iki köylü çocuğu. Yazları, köylerinin yakınındaki kasabada çıraklık yapıyorlar. Recep bir karpuzcunun, Mehmet ise bir berberin çırağı. ller ikisinin de delicesine tutkun oldukları ortak sevda; sinema. Geceleri, terk edilmiş bir ahrda 'film makinesi' yapmaya uğraşıyorlar. Rejisörlük hayalleri kuran çocukların sinema sevdasının tek tanığı ve destekçisi ise köyün delisi Ömer. Recep, kasabada yaşayan ve yaşça kendisinden büyük olan Nihal'e aşık sahip oldukları tek ümit ise, uyduruk projeksiyon makinelerinde 'hareketli görüntüler' elde edebilmek Beckett'ın dediği gibi, "hep denemek, hep yenilmek Olsun, yine denemek, yine yenilmek Daha iyi yenilmek .. " Ahmet Uluçay'ın ilk uzun metrajlı filmi, 'denemekten' korkmayan cesur bir yapım. Uluçay'ın yazıp yönettiği filmin öz yaşamsal bir yanı var. Uluçay 1954 Kütahya, Tepecik Köyü doğumlu. Bir kış akşamı köy ilkokuluna seyyar bir sinemacı geliyor. Köyde henüz elektrik yok bir motopompa monte edilmiş jeneratörün ürettiği elektrikle çalışan makine ile film gösterimi yapılıyor. Karanlık köyde sinemanın etkisi bir başka oluyor tabii. Gösterim sonrası salondaki çocuklardan birinin yaşamı değişiyor. O gün, aklını ve gönlünü sinemaya kaptıran çocuk büyüyor ve Ahmet Uluçay oluyor. Halen Tepecik köyünde yaşamını sürdüren Uluçay'ın, ilki 1994'te olmak üzere yazıp yönettiği, festivallerde birçok ödül kazanmış 9 kısa filmi var.

Naif, hüzünlü ama umut dolu filme ismini, sinema sevdalısı küçük Recep'in ustası Karpuzcu Kemal'in kullandığı deyim veriyor. Bıçkın ve şanssız ustanın, 'olmayacak şeylere umut bağlamak' anlamında kullandığı "Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak"ın altında daha birçok şey gizli. Unutulmuşluk, bir başınalık, çaresizlik, çıkışsızlık .. Yine de umutları var Recep ile Mehmet'in. Kentlileşme arzuları var. Her akşam üstü yenik, 'boynu bükük' döndükleri köylerinden ertesi sabah kasabaya daha güçlü yollanıyorlar. Köyde geçirdikleri gece, onları besliyor. Çünkü film makineleriyle; sinemayla uğraşıyorlar. Resimleri hareket ettirmek için ölmüş dedesinden medet umuyor Recep. Bir de kasabadaki aşkı NihaI onu sevsin istiyor. Sinema sevdası ve NihaI ayakta tutuyor onu; ümidini kaybetmemesinin nedeni bu iki değerli şey. Köyde sinemanın adı 'Gımıldak'. Sözcük yerel ağızda 'hareketli' anlamı taşıyor.

Köydeki diğer çocuklar, kahramanlarımızı 'gımıldakçılar' diye çağırıyor. Gımıldakçılar, hiçbir zaman kaybetmeyecekleri sinemasal hayalleri ile yaşıyorlar ve inanıyorlar ki, 'karpuz kabuğundan gemi yapılır'.

Yerel terminolojinin ayrı bir saflık ve inandırıcılık kazandırdığı film, Bolu yöresinin içli türküsüyle açılıyor ve enstrümantal olarak kullanılan türkü öyküye film boyunca eşlik ediyor: 'Beyaz Giyme Toz Olur ... ' Türkülerin anlatabildiği bir dünya Uluçay'ınki. Yalın, içten, yürek burkan ... Onun imkansızlıklar içinde yaşadığı yaratım sancılarım anlayabilmek o denli kolay değil. Geceleri, herkesten gizli, mum ışığında kurulan ve gerçekleşen sinema hayalleri yönetmenin yaşamını oluşturuyor. Filmini izlediğinizde Uluçay'ın eski bir arkadaşımız, dostunuz olduğunu hissediyorsunuz. Sıcak, hesapsız ve yalansız bir dost eli buluyorsunuz omzunuzda. Kaldırımları, sokakları, evleri dolduran o sıradanlık, bir örneklik, yapaylık, aleladelik kayboluyor', bir insan nefesi kaplıyor' etrafınızı. Onun meseleleri, ülkenin meseleleriyle örtüşüyor, hayalleriyle yansıyor beyazperdeye. Orada, uzaklardaki bir Anadolu köyünde bir sinema sevdalısının, en önemlisi bir dostunuzun yaşadığını biliyorsunuz artık

Gerçekçi olmaktan öte büyüleyici ve şiirsel olmayı yeğleyen Uluçay'ın filmi, allı pullu Hollywood filmleri ve popüler kültürden beslenen, gözünü sadece gişe başarısına dikmiş yerli yapımlardan hemen ayrılıyor. De Sica, Fellini ve Bresson filmleri tadındaki çalışmasından ve her gerçek sinemacıda olması gereken sinema sevgisi ve cesaretten dolayı bu yaman adamı, aslan yürekli Ahmet Uluçay'ı kutlamak gerekli. Kelimenin her anlamıyla 'Onca Yoksulluk Varken' sinemaya sevdalanmak gerçek bir cesaret işi. Tüm sinemaseverler bu cesareti alkışlayıp tanık olmalı. İnandırıcı olmaktan çok büyülemeyi tercih eden bir film var karşınızda. (Murat Erşahin) “SİYAD, “40 Yılın Serüveni”

· Anadolu' da bir köyde, "karpuz kabuğundan gemiler yapmak" da, mum ışığında ellerin gölgesinden hayvanlar yaratmak da, küçük bir aynayı dikiz aynası yapıp yürürken aynada akan görüntüyü izlemek de sinema tutkusuna akraba hale geliyor. İki çocuk, çocukluğa dair hallerini kuşanıp "resimleri kıpırdatmaya" çalışıyorlar. Merak, hayal gücü, aşk ve keşif ruhundan başka hiçbir şeyleri olmadan çatı katlarında, ahır aralarında büyük bir tutku ve inatla sinemayı düşüyorlar. Böylece de bir sanat olarak sinemanın doğumunu hazırlayan malzemeyi bir kez de onlar, orada, o zamanda bir araya getirmiş oluyorlar.

Biri karpuzcunun, diğeri berberin yanında çıraklık yapan bu iki arkadaş bir kez bile başka bir yere gitmekten, oradan kurtulmaktan bahsetmiyorlar; "başka dünyalara" yolculuk yapmanın yolunun sinema olduğuna çoktan karar vermişler ve tek dertleri sağdan soldan buldukları filmleri oynatabilmek ... Şeytan icadı diye annelerin bulup yaktığı, kedilerin oyuncak diye dolandığı, çocukların gözlük gibi gözüne yapıştırdığı, kasabada dolanıp duran filmler onların "kaçış planı".


 "Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak" aracılığıyla, yedinci sanatı var eden ve güçlü kılan doğum anlarından birini tüm gerçekliğiyle yansıtmasından ötürü sevgili Ahmet Uluçay'a (19542009) sonsuz teşekkür borçlu olduğunu, en başta belirtelim. 


Sinema sevdalılığı ve inatçılık açısından 'akıllarına karpuz kabuğu düşmüş bir kere!' dedirtecek cinsten, çok sevimli, ergenliğe adım atmak üzere olan iki çocuğun, karpuzcu yamağı Recep ile berber çırağı Mehmet'in öyküleri var karşımızda. Her ikisi de sinemaya delicesine tutkun. Gizli gizli biriktirdikleri film şeritlerini, köyün terk edilmiş ahırında, kendi yaptıkları derme çatma projeksiyon makinesiyle hareketlendirmeye çalışıyorlar. Köyün delisi Ömer'den başka destekçileri yok ama p da delinin teki işte ... Tüm hayallerini, dertlerini, sıkıntılarını, umutlarını paylaşan bu iki sıkı dost, sinemadan.filmlerden başka bir şey düşünmezken Recep bir de aşkın ocağına düşüveriyor. Hayvanlarına yedirmek için karpuz kabukları aları dul kadın Nezihe'nin büyük kızı, kendisini ağırdan satmayı çok iyi bilen, nemrut görünüşlü ama gizliden gizliye bu aşktan çok hoşlanan Nihai de yer alıyor artık Recep'in düşlerinde.

Ettore Scola'nın "Splendor"u, Giuseppe Tornatore'nin "Cinerna Paradiso/Cennet Sineması", Berrıhard Sinkel'in "Der Kinoerzahler/Film Anlatıcısı", Jean Charles Tacchella'nın "Travelling Avant/Öne Kaydırma"sı ya da "Piano Piano Bacaksız", "Hollywood Kaçakları" türünden enfes bir 'sinema, sinemaya bakıyor' örneği çıkarıp sinemanın çocuk kalbindeki benzersiz yerini işaretleyen Ahmet Uluçay, diyalog yazarlığının da hakkını dört dörtlük vererek, baştan sona keyifle, gülümseme ve kahkahayla, merakla seyredilen bir filme imza atmış. Alabildiğine doğal anlatımıyla, tümü amatör oyuncuların hiç aksamayan mükemmel performanslarıyla, okşayıcı kamera çalışmasıyla harika bir film "Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak". Uluçay, kendi çocukluğuna, geçmişine büyük samimiyet, sıcaklık içinde yaklaşıyor, sinemanın dününe ve bugününe saygıda hiçbir kusur etmiyor. Üstelik de unu son derece zorlu çekim ve çekim sonrası koşullarında, kısıtlı bütçe zorunluluğunda gerçekleştiriyor. Ödüllerinden falan hiç bahsetmeden, sinema ateşiyle pişen bir yönetmenden sinemanın vicdanını konuşturan bir film, demek sanırız yeterli. (TA.)

Yönetmen Ahmet Uluçay'ın kendi yaşam hikayesinden beslenen Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak, yönetmenin ellili yaşlarında geniş bir izleyici kitlesiyle buluşmasını sağladı. Uluçay yıllarca, bu filmin de mekanı olan memleketi Kütahya Tepecik'te sinema üzerine çalışmış ve kısa filmler çekmiş; ve işte Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak'la birlikte hem ürettiği bu kısa filmler, hem de yıllarca üretilmiş "sinema duygusu" ortaya çıkmış oldu. Filmdeki çocuklar bütün büyüyü projeksiyon aletine atfedip onun peşinde koşarlarrken, elli yıl sonra Uluçay, büyünün asıl yaratıcısı olarak, sinemanın büyüsünü hikayeleştirdi. (Ayça Çiftçi) “” Altyazı Aylık Sinema Dergisi, sayı 81”

 FİLMİ İZLE 


15 Aralık 2022 Perşembe

 

İÇERDEKİLER (2002)


Senaryo ve Yönetmen: Ahmet Küçükyalı Görüntü Yönetmeni: Ulaş Zeybek, Müzik: Atila Akan, Yapım: New Film International  Hayalet Film/Ahmet Küçükyalı, Sanat Yönetmeni: Sinan Meşe, Kurgu: Mevlut Koçak,

Oyuncular: Pelin Batu (Kiraz), Tan Sağtürk (Jülien), Şemsi İnkaya (Mehmet), Berke Üzrek (Emir), Ali Başar (Ali), Melisa Sözen (Zeynep), Timur Uncuoğlu (Fabien), Julie Lofti (Aurelia), Kubilay Penbeklioğlu (Mustafa), Toprak Sergen

Konu: Filmin hikayesi, bir Fransız ressamın iki çocuğuyla birlikte uzun bir tatil için Türkiye'deki bir köye gelmesiyle başlıyor. Modern dünyadan tamamen yalıtılmış. bakkal dükkanı dışında paranın kullanılmadığı köyde, yabancının gelişiyle beraber bir takım değişiklikler yaşanır. Dış dünyaya kendini tamamen kapatmış köy halkı için bu yabancıya alışmak kolay değildir. Ancak köyün genç kızlarından biri için durum farklıdır. Fransız ressamla genç kızın arasında karşı konulmaz bir yakınlaşma başlar. Hem kimseyle konuşmak zorunda kalmadan resim yapabilmek hem de çocuklarına doğanın güzelliklerini yaşatabilmek için Fransa'daki Türk komşusundan duyduğu köye gelen ressamla bağlantılı mıdır bilinmez ama bu gelişle beraber köyde akıl almaz cinayetler işlenmeye başlanır. Bu arada sürpriz yabancının verdiği dolarlar, paranın geçtiği tek yer olan bakkal dükkanının sahibinde büyük değişimlere yol açar. Kendi halinde, basit bir yaşamı olan köyde artık her şey başkadır..


FİLMİ İZLE


 

 

HİTİTLER (2002) 


Senaryo ve yönetmen Tolga Örnek, Görüntü Yönetmeni: Serhan Akgün, Müzik: Tamer Çıray Yapım: Ekip Film/Tolga Örnek Sanat Yönetmeni: Erhan Akgün, Kurgu: Hakan Akol, Laboratuar: Sinefekt Filmin ana sponsorluğunu üstlenen İstanbul Menkul Kıymetler Borsası, Çalık Holding ve ABT Ajans'ın yanı sıra Türk Hava Yolları, Erdemir, İstikbal, CNR, Koç Alianz, Fibula by Efe Kuyumculuk adlı kuruluşların katkılarıyla

Oyuncular: Haluk Bilginer, Sanem Çelik, Burak Sergen, Cüneyt Türel, Yeşim Alıç Fikret Kuşkan, Hüseyin Köroğlu, Gürhan Elmalıoğlu, Attila Eroğlu

Konu: 3500 yıllık bir tarihi olan Hitit imparatorluğu üzerine kurulu tarihi bir  belgeseldrama. Mısır Firavunu II. Ramses ve Hititler savaşı sırasında yaşanan antik çağın büyük aşk destanlarından biri. Bu tarihsel öykü Hitit Kralı III. Hattuşili (Haluk Bilginer) ve Kraliçe Puduhepa'nın (Sanem Çelik) evliliği, bir halkı yok eden veba salgını, saray entrikaları ve Hitit başkenti Hattuşa 'nın günlük yaşamıyla sürüp gider.

· Ticaret sinema salonlarında seyirci karşısına çıkan uzun metraj lı ve canlandırmalı ilk belgesel türündeki filmin danışmanlıklarını Prof Billie Jean Collins, Prof. Trevor Bryce, Prof. Gary M. Beckman, lurgen Seheer, Arkeolog Tahsin Özgüç, Theo P.J. Van Den Hout, Prof David Hawkins, Prof.Harry Hoffner, Porf Gernot Wilhem, Prof.Ali Dinçol, Gabala Ali Gabala ve Prof. Aygül Süer yaptı. Ünlü İngiliz sinema oyuncusu Jeremy lrons ise, filmin Amerikan sinemalarındaki gösterimi için ingilizce seslendirdi.

 

GÜLÜM (2002)


Yönetmen: Zeki Ökten, Senaryo: Fatih Altınöz, Müzik: Melih Kibar Görüntü Yönetmeni: Ertunç Şenkay, Yapım: Film Pop/İsmet Kazancıoğlu Orhan Keçeli Sanat Yönetmeni: Meral özen, San. Yön. Ast: Hülya Kahyaoğlu , Kurgu: Nevzat Dişiaçık, Dolly Operatör: Ufuk Kayar, Yapım Koordinatörü: Tılsım Yılmaz, Yönetmen Yardımcıları: Mehmet Ulukan, Şule Başeskioğlu, Özge Toprak, Yapım Sorumlusu: Selahattin Koca, Kamera Asistanları: Gökhan Atılmış, Emre Tanyıldız, Erkan Madencioğlu, Makyaj: Belgin Ömürdağ, Işık Ekibi: Ali Haydar Tuna, Durmuş Demirezen, Mehmet Tuna, Serdar Şentürk, Set Ekibi: Zühtü Polat, Serkan Malezoğlu, Önder Kaya, Savaş Kaya, Seslendirme Yön. Yrd.: Melih Ceylan, Ses Kurgu/Miksaj: Erkan Aktaş, Renk Kontrol: Adnan Şahin, Laboratuar: Yahya Öztürk, M. Mustafa Oruç, Mustafa Şahin, Negatif Kurgu: Eyüp Yıldız, Tuncay Koçtürlk, Fono Film Laboratuarında hazırlanmıştır

Oyuncular: Tarık Akan, Okan Bayülgen, Rutkay Aziz, İdil Fırat, Güler Ökten, Nebahat Çehre, Sümer Tilmaç, Okan Yalabık, Engin Hepileri, Selda Özbek, Damla Çerçişoğlu, İbrahim Kahraman, Ayça Bersun Gorica, Kıvanç Yeniay, Eda Baysal, Melih Çardak, Sebile Yılmaz, Aslı Tandoğan, Serdar Bordanacı, Seda Sevin, Erol Şen,

Konu: Babalar ve oğullar ve kızları arasın

da geçen bir kuşak çatışmasının öyküsü. Yalnız başına bir yaşam süren 65 yaşındaki banka emeklisi Ali 'nin (Tarık Akan) ailece görüştüğü tek arkadaşı, oğlu Sinan 'ı beş yıl kadar önce kızı Aslı (İdil Fırat) ile evlendirdiği Salim 'dir (Rutkay Aziz). Günlerini birlikte balık tutarak geçiren Ali inatçı bir kişiliğin sahibi, Salim ise maço tavırlı, şen şakrak biridir. Ali 'nin içe dönük bir yaşam sürmesinin nedeni, çok sevdiği karısı Sevim 'in (Nebahat Çehre), üç yıl önce evi terk etmesidir. Sevim 'e göre kızlarının estetik ameliyatı sırasında ölmesi ve hayatlarını zindana çeviren bu olayın sorumlusu kocasıdır. Ali 'nin bu tek düze yaşam içindeki tek beklentisi bir torun sahibi olmaktır. Bir şirket yöneticisi ve aynı zamanda "Mutluluğun 66 Yolu" adlı kitabın da yazarı olan oğlu Sinan 'ın (Okan Bayülgen) evlilik ilişkilerinde bazı sorunlar vardır. Duygularını açığa vurmaktan kaçınmayan mert bir kadın olan eşi Aslı’yı ihmal etmektedir. Kocasının kaçamaklarına bir süre tahammül eden genç kadın, sonunda internette yazışarak tanıştığı birine aşık olur. Aslı, mesajlaşma yoluyla internetteki aşkını sürdürürken, Sinan kıskançlık krizleri geçirir. Babalar torun beklerken, genç karı koca birbirlerine girerler. Kararları kesindir, boşanacaklardır. Babaları Ali film” ve Salim durumdan haberdar olunca onları yatıştırmaya çalışır. Ama Aslı ve Sinan kesin kararlarını vermişlerdir. Olayların akışı içinde sert bir şekilde babalarıyla tartışan iki gence göre, geçmişteki hataları nedeniyle asıl "suçlu" olan babalarıdır. Bu suçlamalar ve hesaplaşmalar sonucunda geçmişteki ailevi sırlar da ortaya çıkar. Sinan, evi terk etmek üzere bavullarını toplarken Aslı üzüntülüdür. Sinan 'ın babası Ali ise, yıllardır Fethiye 'de yaşayan karısı Sevim 'e döner. .. (Agah Özgüç)

 Ödül:

40. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde:

►Tarık Akan “en iyi erkek oyuncu

2. Köyceğiz Ulusal Altın Aslan Festivali ►“En iyi 3.

& Ökten, en azından 3 yıl öncesinin çok beğenilen Güle Güle'si ayanda, sıcak, duygusal bir film kotarmış bizce yine. Nedense eleştirmenlerce pek tutulmayan bu dokunaklı. insancıl filmin bizce belli başlı kusuru sesli çekilmemiş oluşu, müzik kullanımı ve hikaye kimi yerde pek ikna edici olamayışı. SinanAslı karakterlerinin senaryoda yeterince işlenmediği, derinlik kazanamadığı filmde Sinan rolünde aşkla, dolu dizgin oynayan Bayülgen'in özellikle seminer verdiği bölümlerde biraz Zagalaştığı söylenebilir. Kaçamak yaptığı sahneleri ve ailede parçalanmaya yol açmış Gül'ün ölümünün açıklanması gibi bölümler pek de ikna edici değil. Gençlerin durumunun belirsizliğini koruduğu ama inatçı yaşlıların yine birbirlerine kavuştuğu bir finale çıkan Gülüm, öncelikle Tarık Akan'ın başını çektiği oyuncu kadrosuyla seyirciyi ele geçiriyor. (Sungu Çapan, Cumhuriyet G. 21 Şubat 2001)

& "Ne zor iş, şu eleştirmenlik... Kimi zaman sevdiğin, hatta canın kadar sevdiğin insanların kotardığı işleri, binbir çabayla yapılmış filmle ri beğenmediğinde oturup olumsuz yazacaksam. Kalpler kıracağını, dostlukları inciteceğini bile bile ... Ama başka çaresi var mı?

Aziz dostum Zeki Ökten'in merakla beklediğim ve sevmek için can attığım yeni filmi Gülüm'e ısınamadığımı söylemek zorundayım. İnsan ilişkilerini koza gibi örmüş, dostlukları, aşkları, düş kırıklıklarını Askerin Dönüşü'nden Bir Demet Menekşe'ye, Düşman'dan Düttürü Dünya'ya ustaca anlata gelmiş olan Ökten, önceki filmi Güle Güle'de de izleri görülen, içtenliğini, doğallığını bir ölçüde yitirmiş, adeta gözyaşı döktürmeye çabalayan yeni sinema anlayışıyla, en azından bana yakın olmayan bir iş yapıyor.


Gülüm, özenle çekilmiş bir film olmasına karşın, nedense sürekli bir TV dizisinin bir episodu ya da 'pilot bölümü' gibi duruyor. Çok klasik kişiler, yıpranmış duyarlılıklar, zoraki enjekte edilmeye çalışılmış bir hüzün... Tüm bunlara monte edilen Mutluluğun 66 Yolu adlı kitabıyla başarı kazanan yazar, eşcinsel ve sevecen komşu genç, uzun yoga seansları, bilgisayar tutkusu gibi motifler, temeldeki eskimişliği modernleştirmeye yetmiyor.

Senaryodaki temel güçsüzlüğe ciddi 'casting', yani oyuncu seçimi hataları eklenmiş. Eğer Okan Bayülgen'in Tarık Akan ve Nebahat Çehre'nin çocukları olabileceğine bir an bile inanıyorsanız, zaten mesele yok, fılme de inanabilirsiniz!... Ama bu hiç inandırıcı gözükmüyor. Hele Bayülgen gibi aslında son derece yetenekli olduğuna inandığım bir sanatçıya 'ağır melodram' oynatmak ve onun kimi sahnelerinde, bırakınız eski Yeşilçam'ı, eski Mısır fılmlerini andırır bir atmosfer yaratmak, bağışlanacak gibi değil. Aynı biçimde, Bayülgen ile İdil Fırat arasında en küçük bir uyum bulabilen varsa, beri gelsin! ...

Ve bunlara müzik faciası ekleniyor. Çok sevdiğim Melih Kibar'ın o güzel bestesi, yanlış müzik kullanımı açısından son yıllarda Erden Kıral'ın Avcı'sından beri en kötü örneği oluşturuyor. Her sahnede hazır ve nazır olan müzik, bize nerede ağlamamız, nerede gülmemiz, nerede gevşememiz gerekir, adeta dikte ediyor. Böylesine buyurgan, baskıcı bir müzik kullanımının modern sinemada ne işi var?

Ancak birkaç sahnede Zeki Ökten sinemasının tadı var: örneğin Fırat'ın babası hakkındaki gerçekleri haykırdığı o tüyler ürpertici masa başı hesaplaşmasında ... Ve de filmi nispeten kurtaran, birkaç oyuncu oluyor. Başta yılların süzgecinden geçip olgunlaşmış oyunuyla, son derece sade ve çağdaş bir oyun veren Tarık Akan. Ve de küçük, ama anlamlı kompozisyonlarıyla Güler Ökten ve Nebahat Çehre.

Gülüm, umarım iyi iş yapar. Tüm bu saygın isimler, bu başarıyı hak ediyor. Ama benim açırndan bir düş kırıklığı olduğunu belirtmek zorundayım. Sinema tarihine karşı dürüst olmak için ... “Atilla Dorsay, “Sinemamıza Çöküş vre Rönesans Yılları” syf: 79”

 GÖNDERİLMEMİŞ MEKTUPLAR (2002)


Senaryo ve Yönetmen: Yusuf Kurçenli, Görüntü Yönetmeni: Mehmet Aksin Müzik: Atilla Özdemiroğlu Yapım: Film F/Nesteren Davutoğlu – Tivoli/Denes Szekeres Türk Macar Ortak Yapımı Eurimages Katkısıyla 1. Kamera Asistanı: Mehmet Zengin, 2. Kamera Asistanı: Sinan Deviren, 3. Kamera Asistanı: Erkan Madencioğlu, Kurgu: Niko, Sanat Yönetmeni: Selda Ülkenciler, Finans Yönetmeni: Dinçer Sipahi, Reji Ekibi: Çiğdem Sezgin, Serkan Acar, Ertekin Akpınar, Ceyda Demir, Yapım Sorumluları: Murat Nişancalı, Salih Karaman, Ekin Kurçenli, İbrahim Güre, Aylin Işık, Volkan Gürses, Macar Yapım Sorumlusu: Andrasw Toth, Yapım Asistanı: Adrienn Zsoldos, Nurdan Gür, Kostüm Asistanı: Fikret Güleç, Ses Kayıt: Gabor Rozgonyi, Boom: Gabor Rozgonyi, Halil Çağır, Post Prodüksiyon Sorumlusu: Ceyda Demir, Eurimages Sorumlusu: Yasemin Yozgat, Sanat Ekibi: Yasemin Kalara, Tolunay Türköz, Talat Karagöz, Marangoz: Ali Rıza Altınten, Set Fotoğrafları: Faruk Hacıhafızoğlu, Işık Şefi: Ali Salim Yaşar, Işık Ekibi: Feranuz Tuna, Murat Mümnülkü, Giray Girgin, Mehmet Parlak, Set Amiri: Adnan Aydın, Set Ekibi: Cüneyt Kayar, Mithat Aydın, Set Ekibi 2: Melih Sezgin, Tolga Yarım, Dolly–Grip: Ufuk Kayar, Dolly Asistanı: Murat Kırbaş, Makyöz: Mediha Şafak Çelik, Makyöz Asistanbı: Leyla Ağluç, T. Şoray Makyöz: Simay Muratoğlu, Kuaför: Ahmet Karasu, Müzikhol Koro Eğitmeni: Mehmet Dolgunyürek, İlahi Korosu Müzik Eğitmeni: Ayşenur Özpekel, Ulaşım: Aziz Güzel, Yunus Sönmez, Serdar Kurçenli, M. Ali Özengi, Yalçın Karakurt, Post Prodüksiyon: {Kodak Cinellabs Hungary Ltd., FocusFox Studio Ltd, Sinefekt, İmaj}, Animasyon: Gergo Gazsy, Işık Kontrol: Viola Regefczy, DublajMiksaj Stüdyosu: İmaj, Seslendirme Yönetmeni: Volkan Severcan, Ayhan Kahya, Seslendirme Ekibi: Murat Şenol, Özgür Ünal, Miksaj Teknisyeni: Serdar Öngören, SesEdit: Bülent Taran, Efekt Kayıt: Esra Film, Laboratuar: {Yusuf Özbek, Mustafa Koç, Orhan Turgut, Selahattin Turgut, Ersan Gümüş, İlhan Özkan, Burcu Doğanay, Ayhan Kısa (Sinefekt)}, Jenerik: {Kerem Kurdoğlu, Merih Öztaylan, Bülent Ergün, Özgür Taparlı (Sinefekt)}, Kast Ajansı: Renda Güner, Basın Halkla İlişkiler: İmage Halkla İlişkiler, Reklam Ajansı: Lowe Tanıtım Hizmetleri, İdari Yapımcı: Özlem Yurtsever,

Oyuncular: Türkan Şoray (Gülfem), Kadir İnanır (Cem), Aytaç Arman (Ali), Suna Selen (Elmas), Rojda Demirer, (Ceren), Kutay Köktürk (Seyfi), Tunca Yönder (Celal), Melike Demirağ (Selma), Levent Yüksel (Timur), Mehmet Akan (Bekçi Ahmet), Oya Aydonat (Hala), Salih Kalyon (Fıkracı), Necati Bilgiç (Nuri), Hikmet Karagöz (Mustafa), Gokhan Mete (Hüseyin), Nemci Aykar (Komiser), Barış Çakmak (Hakan), Imola Caspar (Celal Eş), Tuncay Tanülkü (1. Arkadaş), Ali Salim Yaşar (2. Arkadaş), Engin Günay (Yazıhaneci), Sedat Demir (Yazıhanedeki Adam), Yılmaz Uyar (Gülfem Baba), Barış İlniloğlu (Genç Cem), Zeliha Sürücü (Genç Gülfem), Alp Devilgen (Zabıta), Zafer Gecegörür), Balazs Lazar (1. Esnaf), Noyan Erözçelik (2. Esnaf), Yasemin Yozgat (Sekreter), Gülşah Başarırı (İlahi Okuyan Kız), Ahmet Bensiz (İmam), Ahmet Güngörmez (1. Müzisyen), Nergis Kartal (2. Müzisyen) Özgün Şarkılar: “Gülfem” Osman Nuri Özpekel, “Hırçın Deniz” Atilla Özdemiroğlu, Söz: Günay Çoban, Yorumlayan: Meral

Konu: Yirmi yıl sonra terk ettiği anılarla dolu kasabasına dönen bir gemiciyle, onun öldüğünü zannedip başkasıyla evlenen bir kadının imkansız aşk öyküsü. Cem (Kadir inanır), babasının son nefesine yetişebilmek için, yıllar önce ayrıldığı kasabasına döner. Gemilerde çalışarak geçirdiği bu yirmi yıllık sürgününde bırakıp gitmek zorunda kaldığı Gülfem'i (Türkan Şoray) asla unutamadığı gibi, yüreğindeki bu tutku giderek bir yangına dönüşmüştür. Cem'in kasabaya geldikten sonraki niyeti, hemen yine denizlere dönmektir. Çünkü kardeşinin ölümünden kendisini sorumlu tutan annesiyle sorunları vardır. Kaçıp gitmesinin üstünden "kırk gün" geçmeden evlendiğini öğrendiği Gülfem'le yüzleşmekten kaçınıyordu. Gülfem ise Cem'in öldüğünü sanıyordur. Bu yüzden duygularını içine gömmüş, yaşamını kocası Ali (Aytaç Arman) ve kızı Ceren 'e (Rojda Demirer) duyduğu sorumluluklarla sınırlandırmıştır. Gülfem 'in kızı Ceren, Cem'le tanıştığında bu ilginç kişilikten çok etkilenir. Cem'i yerel bir radyoda yaptığı programda konuk eder. Cem'in göndermediği mektuplar birer birer radyoda yayınlanınca yirmi yıllık bir kopuşun gerçekleri ortaya dökülür. Dile getirilmemiş duygular, kıskançlıklar, eski kinler ve ihanetIer. (Agah Özgüç)

Ödül:

22.Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde (1227 NİsAN 2003)

►Suna Selen "en iyi kadın oyuncu"

2. Köyceğiz Film Festivali'nde halk jürisi özel ödülü

 

& Melodramın derin sularında dolaşıyor

Gönderilmemiş Mektuplar ... Dorukta bir duygusallığı, bir kadın filminin kendine özgü öğelerini, ömrü bir aşk, bir tutku, bir günah etrafında ören ve anıları en değerli andaçlar gibi sandıkların içine saklayan bir anlayışı karşımıza getiriyor.

20 yıl önce, adına Amasra denen o güzel Karadeniz kıyı kasabasında iki kardeş vardır. Biri siyasal olaylara karışmış Can, öbürü o taraklarda bezi olmayan masum Cemal.. Can, kasabanın en güzel kızı Gülfem'le dillere destan bir aşk yaşamaktadır. Ama bir ihbar olur, jandarma Can'ı almaya gelirken, Cemal onu kurtarmak için kendini feda eder. Ama ölüsü Can sanılır ve öyle gömülür. Can da ortaya çıkamaz ve kaçıp gider. Tam 20 yıl boyunca gemilerde dünyayı dolaşmak için ...

Ama babasının ölümü, onu yıllar sonra kasabaya getirir. Annesi, ölen küçük oğlu nedeniyle onu affetmemiştir, kasabalı onu Cemal diye karşılar. Gülfem ise elbette evlenmiş ve boyu kadar bir kız sahibi olmuştur. O kız, Ceren de Cemal'den hoşlanır, onu radyo programına davet eder. Acaba Gülfem ile Can için yeni bir şans olabilir mi, hayata yeniden başlayabilirler mi?

Film, sanki geçmişten süzülüp gelmiş son derece romantik bir öykü anlatıyor. Geçmişin günahları, doğrudürüst yaşanamamış bir büyük aşk, mutluluğu uçarı bir kuş gibi cömertçe ellerinden kaçırmış bir çift, ortada kalmış bir genç kız... Tüm bunlar, Yusuf Kurçenli'nin filmine alabildiğine hüzün yüklüyor.

Yıllar sonra yeniden bir araya gelen Şoray İnanır çifti, Şoray'ın bir sahnede nihayet şarkı söylemesi ve bir Özdemiroğlu bestesini seslendirmesi... Tüm bunlar kuşkusuz kitle açısından cazip şeyler. Şoray da, İnanır da ellerinden geleni yapıyor ve rollerine sonuna dek asılıyorlar. Özellikle Şoray'ın kimi yakın ve de uzun planlardaki oyunu ve de İnanır'ın adeta tümüyle kolay kolay unutulmayacak. Ama yine de insan hayıflanmadan edemiyor. Keşke o Türkan kanunları o zaman da olmasaydı ve bu iki oyuncu, o en güzel dönemlerinde gerektirdiği kadar koklaşıp öpüşseydiler.Bu film en azından bir 10 yıl once çekilseydi, ikisi de filmdeki yaşlarına daha uygun olsaydılar.

Diğer oyuncular da iyi. Atilla Özdemiroğlu’nun filmi yumuşak bir tül gibi saran müziği güzel. Kameranın ardındaki Mehmet Aksın, bir kış filmi olmasına rağmen, niye o güzelim Amasra manzaralarını bu kadar ışığa boğmuş benim aklım ermedi.

Gönderilmemiş Mektuplar, sanki biraz geçmişte kalmış sinema anlayışını yansıtan, ama insanın kendisini kaptırırsa büyük bir rahatlıkla izliyeceği bir bir film. Bu filmden elde kalan, gerçek anlamıyla hüzün...Belki iyimserliğe yelken açmış bir finalin bir nebze giderdiği ... “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf: 78”

& Anladığımız kadarıyla Kurçenli, klasik Yeşilçam geleneğini, modem bir öyküyle ayağa kaldırmak istemiş. Kökleri yirmi yıl öncesine uzanan yarım kalmış bir aşk hikayesinin günümüzdeki hesaplaşmasını anlatan film, genel karakteri itibarıyla bu hedefini tutturuyor. Ama filmin bağlı bulunduğu türün demodeliği, kuşkusuz 'teorik' bir handikaba dönüşmüş. Ya oyunculuklar? Filmde öncelikle bir 'casting' problemi göze çarpıyor. Yirmi yıllık bir dönemde gidip gelen öyküde, karakterlerin zamanımızdaki uzantılarını fiziksel görünüşleriyle yaşların 55 civarında seyreden oyuncular canlandırıyor. Tamam, bunu da sineye çekelim ama Şorayİnanır arasındaki kimya bu kez pek de tutmamış. Şoray'ın tutuk, ifadesiz oyunu ritmi bozmuş. İnanır başarılı ama belleklerde, geçmiş performansları kadar kalıcı izler bırakmıyor. Öyküde ağırlıklı rolü olan genç, Rojda Demirer, fazla teatral oyunu, yönetmen dokunuşundan hiç nasibini almamış. 'Eşkıya'nın Keje'sini hatırlatan bir sevdayla başkasına aşık olduğunu bildiği kadınla hayatını birleştiren Ali karakterinde Aytaç Arman filmin en iyisi. Suna Selen de giderek sinemamızın yeni Aliye Rona'sı olma yolunda ilerliyor. (Uğur Vardan, Radikal G., 28 Mart 2003)


& Senaryo yapısı hemen hemen kusursuz, önce evi terk etmesidir. Sevim'e göre kızlarının öykü anlatma yeteneği, bilgisi egemenliği sağlam bir yönetmenin elinden çıktığı için de kopmadan, sindire sindire izleyebildiğiniz, onun için de etkilendiğiniz, son derece inandırıcı içten bir aşk öyküsü...O doğa harikası yerde bizden ama dünyanın her yerindeki insan insanlarının da paylaşabileceği duygularla yüklü bir güzel öykü sunmakta işte. (Ali U1vi Uyanık, Haftalık Antrakt Sinema g, : 3,410 Nisan 2003)


 

ELVANIM (2002) 

Senaryo ve Yönetmen: Oğuz Gözen, Görüntü Yönetmeni: Ferhat Bakır, Müzik: Hacı Gezici, Yapım: Ge Film/Hacı Gezici

Oyuncular: Cemal Gencer, İncilay Özdemir, Hacı Gezici, Nuri Tek, Sibel Balkan, Funda Pınar, Mehmet Surkenti, Süleyman Bahtıkara, Mehmet Bereket, Cemal Ertokuş

Konu: Bir tiyatro topluluğunda çalışan vre aynı evi paylaşan üç arkadaşın öyküsü.

 

DOKUZ (2002) 


Senaryo ve Yönetmen Ümit Ünal Görüntü Yönetmeni Aydın Sarıoğlu Yapım PTT Film /Ümit Ünal, Haluk Bener, Aydın Sarıooğlu Kurgu: İsmail Canlısoy, Yapım Yönetmeni: Haluk Bener, 1. Yönetmen Yardımcısı: S. Hakan Arslan, 2. Yönetmen Yardımcısı: Sezgin Devran, Ses Kayıt: İsmail Karadaş, Jenerik ve Online: Merih Öztaylan, Ses Miks: Cem Hönenç, Still Fotoğraf: Ahmet Elhan, Müzik Zen, Kamera Aistanlarıı: Erçin Karabulut, Orçun Özkılınç, Serkan Yörük, Yapım Asistanları: Dursun Gültekin, Orkun Han, Kurgu Asistanı: Ayşe Iraz Uzun, Online Kurgu Asistanı: Ceren Yıldız, Işık: Şevki Ezer, İbrahim Gezer, Tevfik Keskin, Set Düzenleme: Önder Örüç, Saliha Kuşcan, Video Aktarma: Coşkun Özgül

Oyuncular: Serra Yılmaz (Saliha), Ali Poyrazoğlu (Firuz), Cezmi Baskın (Salim Fikret Kuşkan (Tunç), Ozan Güven (Kaya), Rafa Radomisli (Amerikalı), Esin Pervane (Kirpi), Fuat Onan (Manav), Sezgin Devran (Kaya nın Nişanlısı),

Konu: Bir cinayet olayı sorgulamasının öyküsü. İstanbul un yoksul bir mahallesinde evsiz barksız güzel bir genç kız tecavüze uğrayarak vahşice öldürülmüşıür. Kirpi (Esin Pervane) adlı kurban kızın kim olduğu ve nereden geldiiği konusunda çeşitli söylenti/er vardır. Kimine göre Yahudi, kimine göre de fahişedir. Bu olay nedeniyle mahalleden altı kişi, polis tarafindan sorguya alınır. Polisin video ya çektiği sorgulamada mahalle sakinlerinden nişan, düğün, sünnet törenleri fotoğrafçısı Firuz (Ali Poyraazoğlu), eski solcu Salim (Cezmi Baskın), bitrim delikanlı Tunç (Fikret Kuşkan), uçuk kaçık Amerikalı (Rafa Radomisli), herkese karşı önyargılı muhafazakar Saliha (Serra Yılmaz) ve babasız büyüttüğü oğlu Kaya (Ozan Güven) çelişkili açıklamalarda bulunurlar. Çelişkili ve karmaşık ifadeler üzerine kurulu sorgulama, mahallenin tüm eski sırlarını, gizli tarihini ortaya çıkarır. İstanbul'un kenar mahallelerinden birinde, herkesin 'Kirpi' olarak tanıdığı kimsesiz bir sokak kızının vahşice öldürülmesi üzerine polis cinayetle ilgisi olabilecek altı kişiyi sorguya alır. Tedirgin ve evhamlı fotoğrafçı Firuz, kırtasiye dükkanı işleten eski solcu Salim, ev kadını Saliha ve oğlu Kaya, milliyetçi delikanlı Tunç, 'Amerikalı' adıyla tanınan yarı deli bir adam, olağan şüpheli konumundadırlar. Polisin elinde kızın çıplak görüntülerinin yer aldığı video kasetler vardır. Sorgulama ilerledikçe, mahallenin geçmişinde saklı şiddet, görünenin ardındaki gerçekler ve basit yaşam ayrıntılarına sinmiş faşizm ortaya çıkar.

1986'da "Milyarder" ve "Teyzem"in senaristi olarak dikkat çekerek günümüze dek uzun bir senaryo yolu kat eden Ümit Ünal'ın ilk kez yönetmen olarak imza attığı "9", atmosferinin gerektirdiği biçimde tümüyle dijital kamerayla çekilmiş, deneysel sularda yüzen bir çalışma. 21. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde En İyi Film seçilip Serra Yılmaz'a En İyi Kadın Oyuncu ödülü kazandıran yapıt, sansür kuruluna takılmış ve gösterimi tehlikeye girmiş, ancak Türkiye'nin 2003 Oscar adayı olunca rahat nefes alabilmişti.

Üslubuyla, diliyle, görselliğiyle ve anlattıklarıyla farklı ve irkiltici olarak tanımlanabilecek "9"un neredeyse tamamı, sorgu odasındaki karakterlerin polis kamerasına konuşmalarından oluşur. Merih Özatay tarafından hazırlanan, kaosu harlandıran tarzdaki Zen müziğinin eşlik ettiği jenerik de hayli ilginçtir. Altı kişinin sorgulandığı, ancak toplam 9 kişinin göründüğü film '6' ile '9'un benzerlikzıtlık ilişkisi üzerinden seyirciye de anlamlandırma alanları açıp, insan aklının karanlık köşelerinin kazılması sürecine davetiye çıkarır. Belki de, kim bilir, filmdeki dokuzuncu kişiye dikkat çekmek istemiştir Ümit Ünal, ya da altı kişi kurbanını aramaktadır.

İtiraf edilmeyen gerçekler, suçu başkasının üzerine yıkma çabalan, paniklemeler, tutarsızlıklar, çelişkiler, yalanlar, deliye dönmeler, cinayet öncesinde bir âlem gecesi yaşandığının anlaşılması, baş döndürücü bir gerçekkurgu girdabına çeker seyirciyi. "İsterseniz ben bir hikaye anlatayım, gerçek  0lsun," diyen bir şüpheliye ne kadar, nereye kadar inanılabilir? Baştan sona bu ve benzeri 'rahatsız edici' sorularla baş başa kalır "9"u seyredenler, heyecan verici bir kafa karışıklığına kapılıp giderler. . Kısacası, bir cinayetin anatomisidir "9". Toplumsal otopsinin filmidir de denilebilir rahatlıkla. (Sinema, En İyi 100 Film)