Powered By Blogger

23 Aralık 2022 Cuma

 

HAYATIMIN  KADINISIN (2006) 

 Senaryo ve Yönetmen:  Uğur Yücel,   Görüntü Yönetmeni:  Jürgen Jürges  Yapım:  TMC Film Mahayana Film/Erol Avcı Yardımcı Yönetmen: Ayhan Özen, Sanat Yönetmeni: Gülay Doğan, Sanat Yön. Asts: Ersin Alacan, Hale Bulut, Ayşe Abayoğlu Soğan,

Kurgu: Aylin Zoi Tinel, Genel Koordinatör: Defne Kayalar, Yapım Amiri: Aslı Çökük, Clepper: Muharrem Irmak, Kamera Asistanı: Serkan Yörük, Yönetmen Yardımcıları: Melda Özvanlıgil, Koralp Gümüş, Focus Puller: Jöeg Gönner,  Ses  Mühendisi Momchil Bozhkov, Boom Operatörü: Valeri Metodev, Işık Şefleri: Kadir Yazıcı, Hakkı Yazıcı, Işık Ast: Adem Günay, Serhat Özcan, Sinan Yıldırım, Ahmet Akça, Dolly Operatörü: Hasan Kesici, Asistanı: Hüseyin Melekli, Post Prodüksiyon Sorumlusu: Hakkı Göçeoğlu, Kurgu Asist: Çetin Güven, Ses Tasarım Miksaj: Burak Topalakçı, Ses Kurgu: Danton Tanmura, Mustafa Durma, Diyalog Kurgu: Patrick Dood, Folcy: Gareth Jones, Dado Dizhan, İdari Koordinasyon: Pelin Aksoy, Laboratuar Sorumlusu: Yusuf Özbek, Kopya Baskı: Mustafa Koç, Ersan Gümüş, Ayhan Kısa, Film Yıkama: Orhan Turgut, İlhan Özkan, Aydın Yeniçeri, Sinan Kılıç, Süleyman Göktaş, Cengiz Koç, Negatif Montaj: Selahattin Turgut, Bora Büyükdikbaş, Renk Düzenleme: Yusuf Özbek, Burcu Doğanay, Dijital Film Transfer ve Renk eşleme: Özgür Taparlı, Bülent Tanoba, Yapım Asistanı: Gözde Başaran, Telesine: Sinemaj, Teknik Sorumlu: Hakan Toptaş, Teknik telesine: Hilal Erdebil, Final Mix: Burak Topalakçı, Soun Mixing: Serdar Öngören, Optik Ses: Yaşar Özdemir, Grafik Tasarım: Baran Baran, Yapım Asistanları: Cengiz Kurumlu, Ali Kılıç, Günay Kalyoncu, Emrah Göçen, Video Kayıt Ast: Ayça Çiftçi, Kostüm Sorumlusu: Şenay Çıtak, Kostüm Ast: Nalan Pişirici, Kasting: Renda Güner Casting, Casting Ast: Sinem Şengülen, Figürasyon: Slayt Ajan, Makyor: Sevinç Uçar, T. Şoray Makyöz: Simay Muradoğlu, Makyaj Ast: Funda Güntürk, Kuaför: Özkan Kanatlı, Kuaför Ast: Ender Erdoğan, Set Fotoğrafları: Sevgi Ortaç, Bilge Akbağ, Kamera Arkası: Ayça Çiftçi, Cemal Bayraktar, Basın Sorumlusu: Rana Akyıldız, Set Amiri: Salih Sıtkı Aslan, Set Ast: İsmail Aslan, Murat Bakan, Zeki Aslan, Set Ast. Ve Şehmuz rolü: Şamil Kılıç, Ulaşım: Mehmet Ali Tuncer, Güzel Torizm, Pan Nakliyat, Kemal Uzel,

 Oyuncular: Türkan Şoray  (Asuman), Uğur Yücel (Tophaneli), Yıldırım Memişoğlu (Nejdet), Ezgi Mola  (Ahu), Kadir Kandemir, (Barkun), Settar Tanrıöğen (Sadi), Selim Erdoğan   (Caner), Kadim Yaşar (Sabit), Binnur Kaya  (Firdevs), Şinasi Yurtsever (Mafoza), Savaş Akova (Avukat) 

ÖDÜL 

12. Sadri Alışık Ödülleri Ezgi MOLA “ En İyi yardımcı kadın oyuncu) 

Konu: Asuman Karaca (Türkan Şoray) 80'li yıllarda ünlenmiş güzelliğiyle erkekleri peşinden sürüklemiş eski bir şarkıcıdır. Nejdet’le evlendikten sonra Balat'ta mütevazi bir evde sıradan bir hayat yaşar. Evlendikten bir süre sonra Asuman kocasının alkol ve kumar alışkanlığıyla tanışmış, yıllar içinde artık kocasının geceleri evin dışında sürdürdüğü gece hayatına da göz yummaya başlamıştır. İlk evliliğinden olan kızı Ahu evi terk etmiş, erkek arkadaşıyla bir otel odasında yaşayıp ünlü olma hayalleri kurmaktadır. Annesiyle de gerekmedikçe görüşmemektedir. Asuman hayatından memnun değildir. Ancak bir gün Tophaneli Tayfur’un (Uğur Yücel) üst katlarına kiracı olarak yerleşmesiyle Asuman’ın hayatı tamamen değişecek, Tophaneli Asuman'ın hayatında büyük bir yer edinecek, kızıyla ilişkilerinde yeni bir sayfa açacak unuttuğu bazı şeyleri ona yeniden hatırlatacaktır.

&  “Hayatımız Arabesk” sözcüğünü hatırlatan bir film. Sanki adına Arabesk dediğimiz, tüm gücünü gırtlakla okunması kadar içerdiği inanılmaz hüzünden de alan ve aslında bizim toplumumuzun çok önemli bir yüzünü yansıtan müziğin sinemadaki karşıtını arama çabası.  Ya da yönetmenin deyişiylemüzikseverleri, foto roman sevenleri, melodram sevenleri ve onların gözleri yaşlı, ama gülümseyen yüzlerini hayal ederek” yazıp yönettiği bir film.  Aslında tüm bu kategorilere girer miyim, bilmiyorum. Örneğin cazı Arabesk’ten çok sevmem bir engel midir? Ya da fotoromanı çağdışı saymam oyunu bozar mı? Ama emin olun ki bu filmi çok sevmek isteyerek izledim. Yer yer çok sevdim de...Ama bir tatmin olmamışlık duygusu bıraktı bende. Sanki çok daha iyi olabilirmiş de olamamış gibi. 1980’lerin güzel şarkıcısı, “Esengül ve Bergen’le ayni dönemde” ün yapan Asuman Çağlar, artık gazino dünyasını çoktan  bırakmış, sahnedeyken evlendiği, o dönemde yakışıklı bir kabadayı olup şimdi düşmüş, ayyaş bir kumarbaza dönüşmüş bir erkekle birlikte, Balat’ta hayli yoksul bir hayat sürmektedir. Hala çok güzeldir, bu bakımdan eski hayranlarından, namus cinayetiyle içerde yatmış Tophaneli Tayfur’un hayatına girmek istemesi şaşırtıcı olmaz. Asuman bir yandan kötü bir akibete doğru adım adım kaymakta olan kızını kurtarmak, öte yandan kocasının bitmeyen zulmünden kurtulup Tayfur’la yeni bir hayata başlamak için çabalamaya başlar.  Yücel hikayesinin ve filminin Arabesk müzikle olan bağını hiç inkar etmeden, duyguların altını çizerek, bol bol Orhan Gencebay şarkısı kullanarak, bir tür modern melodram yapmak istemiş. Ertem Eğilmez’in “Arabesk”i gibi eski Türk filmlerine parodi çerçevesinde yaklaşan bir film değil bu. Tersine, onları yücelten bir film. Ama sonuç olarak yine belli bir mesafeden bakıyor ve duygularımızı çok daha kişisel ve düzeyli biçimde etkilemeyi deniyor. Filmin bir cok öğesi yerli yerinde. Artık biraz Türk sayabileceğimiz Jürgen Jürges’in enfes gece İstanbul’ugörüntüleri. Ve parlak bir oyuncu seçimi. Türkan Şoray, bu yaşta bu kadar güzel olabilmeninin hesabını nasıl verecek, bilmiyorum. Uğur Yücel ise eski bir aşkı yıllarca yüreğinde taşımış mert kabadayıda çok sağlam bir kompozisyon çiziyor: bence dört dörtlük...Yıldırım Memişoğlu ve Şoray’ın kızını oynayan Ezgi Mola da çok iyi seçimler.    Ama film yine de ikna etmiyor. Dramatik açıdan bir eksikliği var, bir türlü akıp gitmiyor, yer yer iyice duraklıyor. Hislenmeye, duygularımızı çağlayan gibi özgür bırakıp boşanmaya hazırız, ama bir türlü yapamıyoruz!..Müzikse bence tartışmalı: onca Orhan Gencebay şarkısına karşın, tam yerinde gelen, bizi tam yüreğimizden vuran bir tek parça yok!...    Ama yeterince ilginçlik içeren bir film bu. En önemli yanı da Şoray ve Uğur’a kariyerlerinin bu noktasında ve hayatımızın tam şu döneminde verdiği altın roller. Onları izlemek için bile görmeye değer...(Atilla Dorsay) 

& Yücel filmde Haliç kıyısında çaycılık yapan kabadayı Tophaneli Tayfur'u, Türkân Şoray ise seksenlerde ünlü olmuş, güzelliğiyle hayran toplamış ama çaptan düşmüş şarkıcı Asuman Ceylan'ı canlandırıyor. Rastlantı sonucu AsumanCeylan'ın hayırsız kocasıyla oturduğu evin üst katına taşınan Tophaneli Tayfur yıllardır âşık olduğu kadının ve kızının hayatına giriyor.  Uğur Yücel, 'Hayatımın Kadınısın'ın 11 Altın Portakallı "Yazı Tura"dan farklı olduğunu, bir tarz oluşturma uğruna kendini zorlamadığını, sinemasını bir 'tasarım ürünü' olarak görmediğini, belirli bir strateji izlemek istemediği için serbest bıraktığını söylüyor: "Kendimi bırakmak istiyorum her şekilde. Sinemanın içinden çıkıyorsun, kendi yaptığının büyüsünden çıkıyorsun, bunu zorlamanın anlamı yok. Aklımda sadece uzun plan sekanslardan oluşan ve neredeyse ruhsal olarak durağan,  yürümeyen birkaç tane proje var."   'Hayatımın Kadınısın' Uğur Yücel'in aniden gelen bir esinle gerçekleştirdiği bir film. "Hırsız Polis bitti, kimse uyandıramaz beni yarın sabah dedim. Beşte uyandım: Bir adam merdivenden iniyor çıkıyor, bir kadın arkasından ağlıyor. Ayak sesleri, kadının yüzü... Filmde var bu. Benim  yanıp da bunu not edeyim gibi heyecanlarım yoktur.        Tesadüfen kalktım, not ettim. Gün  içerisinde hikâyeyi düşündüm. Akşama da arkadaşlara 'Bir film çekeceğim galiba' dedim. 20 Ağustos'a kadar bitirmek zorundaydık çünkü beni 'Hırsız Polis' setine bekliyorlar.    Zor beğenen arkadaşlarıma anlattım, herkes çok beğendi. Bir gün sonra Türkân Şoray'ı aradım. Hemen kabul etti. Bu hızla gelişmenin içerisinden bana ait bir film çıktı. Ben pavyonlarda, gece kulüplerinde, "Acıların Kadını"nda rol aldım. Oraları biliyorum. Bergen'in gözünün üstündeki banda pul döktüm bir gece! Kuzguncuk'ta gördüğüm, ağladığım, halkın ağladığı, güldüğü, o sinemaya benzer bir film oldu." '     Türk toplumu arabeske yakın' Uğur Yücel, seksenlerde tepki duyulan arabeski bugün aşkı ucuzlaştıran şarkısözleriyle dolu pop müzikten çok daha insani buluyor. Bu yüzden de o dönemde şekillenmiş karakterlerin günümüzde geçen öykülerini anlatırken fonda bu şarkıları kullanmış: Bu topraklarda yaşayan insanların ruhu poptan daha çok arabeske yakın. Bu yakınlığın altında çok daha derinde söylenecek sözleri olan, acılı bir hali var bu toprakların." Tam da bu duyguya uygun düşecek şekilde filme mekân olarak Balat ve çevresini seçti Uğur Yücel.  "Orada köhneleşmiş, bitmiş bir kültür var. Bu kadın da aslında köhneleşmiş, eski bir şarkıcı. Esengül, Mine Koşan gibi  tasarladım ama Bergen kadar arabesk değil. Alaturka söylemiş, bir yanı da Gönül Akkor, Muazzez Abacı... Onların toplamında bir şey barındırıyor. Kendisinden genç organizatör bir adamla evli. Alkol, uyuşturucu, kumar her şey var adamda. O yüzden Balat'ın içerisinde. Bir de çok yalnız buluyorum oraları. Binlerce çocuk dolu ama büyük yalnızlık var o sokaklarda. (23 Ağustos 2006 Alin Taşçıyan) 

& YazıTura'dan sonra, "Hayatımın Kadınısın" filmini izlemek, nasıl ki bir oyuncu ancak farklı karakterlerdeki başarısıyla "gerçek bir oyuncu" olarak taçlandırılmayı hak ederse, Uğur Yücel de öncelikle farklı türdeki filmleri anlatma isteği ve cesaretiyle samimi alkışlarımızı hak ediyor. Gerek öykü, gerek öyküyü anlatış biçimi olarak YazıTura'dan hayli farklı olan bu film, üstelik pek çok erkek için, gerçek hayatla filmsel yaşam arasında sık sık gidip gelen sahneleriyle "hayatlarının kadını" olmuş bir "Sultan"a "güzelleme" olacak kadar da sahici duygular içeriyor. Bu anlamda, "bir kadın hikayesi" gibi görünmesine rağmen, aslında ülkemizde pek çok erkeğin gönlünde ayrı ayrı tahtlar kurmuş "Sultan" a ve ona tutku ile bağlanan pek çok  erkeğe özel bir film "Hayatımın Kadınısın" ... 

 Uğur Yücel'in filmografisi içinde bir "başyapıt" olmadığını başta kendisinin olmak üzere hemen tüm sinemaseverlerin şimdiden bildiği bir film olmasına rağmen, film çok farklı bir yanıyla aslında gerçek hayata bir ayna tutuyor. "Hayatımın Kadınısın" filmi üzerine, öyküsü, Yeşilçam nostaljisi içindeki melodram yapısı, oyunculukların başarısı gibi pek çok yazı yazıldı. Ama filmin aslında, "hayatımızın ne denli sahipsiz ve korunmasız" olduğu üzerine çok çarpıcı bir belge olduğuna kimse değinmedi.. . Artık gözden düşmüş olan ünlü bir sanatçıya olan aşkın,  belki de gerçek hayatta, yönetmenin ilk gençlik yıllarında başlayan ve hiç azalmadan şimdilere gelen "tutku ve hayranlığının"  şiiri olan "Hayatımın Kadınısın" aslında böyle bir hikayenin içinde toplumsal bir yaranın ne denli ince ve çarpıcı bir biçimde ortaya konulabileceğini de anlatıyor.  Şimdi bir hayat düşünün ... Ya da dünyanın en güzel kentlerinden birinde yaşanan hayatları ... Yıllarca çok ünlü bir sanatçı olarak çalışmışsınız ama hiçbir güvenceniz olamamış... Belki siz bunu bir biçimde akıl edememişsiniz ama "devlet" de yasalarında olduğu halde size sahip çıkmamış ... çocuğunuzun babası hiçbir yükümlülüğü yokmuş gibi çekip gitmiş ve sizin başvuruda bulunacak hiçbir yeriniz olmamış.  Başlangıçta iyi olsa da giderek "cehenneme" dönüşen bir hayatı "korku" içinde yaşamaya katlanmışsınız, katlanıyorsunuz... Ama bu "korku"yu şikayet edecek; bu "korku"nun takipçisi olacak ve sizi sahiplenecek hiçbir kurum ve güvence yok ...   Bir yandan ünlü bir sanatçı olmak ama daha çok evdeki tacizden kurtulmak için, saplandığın ız başka bir bataktan kurtulmak için de baş  vurabileceğiniz bir yer yok .. Bu anlamda sıkıştığınız dünyada, karşınıza çıkan ve sığınabileceğiniz ilk olayda, adam dövmeler, bıçaklamalar, cinayetler yaşanacak ama siz sevdiklerinizi yanınıza alıp, akşam güneşinde "mutlu bir hayata" doğru yelken açacaksınız!       Bütün film boyunca tek bir güvenlik görevlisine, devletin "Hayatımızın Güvencesi" olan tek bir kolluk görevlisine rastlamayacaksınız ... Ama durum zaten tam da böyle ... 'Hayatımın Kadınısın" filmi, 2000'li yılların İstanbul'unda "Hayatımızın Güvencesizliği" üzerine de çok çarpıcı bir film ...(Sevinç Baloğlu) “Sinematürk Aylık Sinema Dergisi, 2007, sayı 3” 

& Uğur Yücel, YazıTura ile yönetmenlik rüştünü ispat etmişti. Yıllardır, imbiklerden süzdüğü usta oyunculuğunun en üst noktasını yaşadığı son yıllarda, yönetmenliğe de başlayarak tam teşekküllü bir sinema sanatçısı olduğunu kanıtladı. Bu başarılı kariyer çizgisi, dünya sinemasından başka bir usta oyuncu yönetmeni, elim Eastwood'u akıllara getiriyor. Sergio Leone'nin filmlerinde oynadığı yıllardan itibaren yönetmenlik mesleğine göz kırpan, hatta Leone'nin asistanlığını yapan Eastwood, dört   yaşındayken yönetmenliğe başlamıştı. Bundan sonra yaşananlar ise tüm sinemaseverlerin malumu. Uğur Yücel ise sadece 5 yıllık bir gecikmeyle 46 yaşında yönetmen koltuğuna oturdu. Iki oyuncu arasındaki bu benzerliğin tesadüften öte anlam taşıdığını düşünen biri olarak bu benzerliği yıllarca yönetmenler tarafından idare edilen usta oyuncuların bir tür isyanı olarak nitelendirmek gerektiğine inanıyorum. Yaşları ve ustalıkları ilerledikçe genç yönetmenlerden daha fazla sinema bilgisine sahip olmaya başlayan usta oyuncular meyve vermeye hazır çiçekli dallar gibi serpilmeye başlıyorlar. Bu örneği Eastwood ve Yücel dışındaki birçok ismi de katarak genişletebilirizUğur Yücel ilk filmi "YazıTura" ile yeni ve iddialı bir sinema dili yaratma çabasının yanı sıra, senaryo açısından da büyük bir cesaret sergileyerek her zaman es geçilen Kürt Sorunu'na değinmeyi de görev ediniyordu. Sadece bu iki yenilikçi unsur bile Uğur Yücel'i ilk yönetmenlik denemesinde ayrı bir yere koymamıza yetti. İkinci filmi "Hayatımın Kadınısın" ile Uğur Yücel'in yeni bir tarz denediğini, ilk filminden ayrı bir janra geçtiğini söylemek mümkün olabilir fakat bu farklılığın Yücel'in yönetmenliği için de geçerli olmadığını düşünüyorum. "Yazı Tura" ve "Hayatımın Kadınısın" arasında yönetmenin mekan ve mizansen kullanımı açısından benzerlikler bulunduğunu. söyleyerek söze başlayabiliriz. İki filmde de İstanbul'un eski muhitlerinin ve mahalle duygusunun hakim biçimde kullanıldığını, ayrıca atmosfer olarak kapalı kapılar ardındaki diyalogların, sıkışmışlık duygusunun öne çıktığını belirtmek gerek. Iki filmde de melodramatik öğelerin varlığı hissedilebildiğinden, Yücel'in melodrama "Hayatımın Kadınısın" ile başladığı tezinin geçerliliği tartışma götürür. Anlaşılan, filmde Türkan Şoray'ın rol alması, Şoray'ın star geçmişine referans vermeye alışık olan basın ve eleştirmenleri modern bir Yeşilçam melodramı beklentisi içerisine sokmuş. Bu ruh hali, beraberinde filme yönelik yanlış bir okumayı da tetikliyor. Fatih Özgüven, Radikal'deki köşesinde "Eski Yıldızları Kırpıp Kırpıp" başlığıyla çıkan yazısı bu yanlış okumanın belirgin bir örneğini teşkil ediyor. (Özgür Şeyben) “Sinematürk Aylık Sinema Dergisi, 2007, sayı 3” 


FİLMİ İZLE 


 

HAVAR (2006) 

Yönetmen:  Mehmet Güleryüz,   Senaryo:  Feza Sınar,   Görüntü Yönetmeni:  Sadık İncesu,   Müzik:  Osman Aktaş,  Yapım: Mehmret Güleryüz  Kurgu: Ayhan Ergürsel, Seyfettin Tokmak, Işık: Engin Dalgıç, Ses: Fırat Kaya, Sanat Yönetmeni: Feza Sınar, Yönetmen Yardımcısı: Selim Sınar, Set: Selami Kuşen, Laboratuar Sorumlusu: Yusuf Özbek, Kopya Baskı: Mustafa Koç, Ersan Gümüş, Ayhan Kısa, Film Yıkama: Orhan Turgut, İlhan Özkan, Aydın Yeniçeri, Sinan Kılıç, Süleyman Göktaş, Cengiz Koç, Kenan Gürsoy, Hüseyin Sargın, Serkan Yiğitkoç, Sinefekt Stüdyolarında hazırlanmıştır

Oyuncular: Çiçek Tekdemir (Havar), Abdullah Tarhan (Osman), Eyüp Ağılbay Hasan), Ramazan İlten (Nurettin), Ayşe Ersöz (Ayşe), Edir Doğan (Sedat), Dilek Girti (Bahar), Elif Sönecek (Mahide), Ali Tarhan (büyükbaba),  Habibe Tarhan (büyükanne), Kafdir Tarhan (Şehmuz), Feza Sınar (Anne), Metin Girti (bakkal 

Konu: Genç kızların peş peşe gelen intiharlarıyla dikkat çeken Batman’da bu intiharların bir kısmının namus cinayeti olduğu sonradan anlaşıldı. İlk kez festivalde izleyiciyle buluşacak olan Havar da bu olguyu tartışıyor. Güzel Havar’ın komşu köyden bir gençle yakınlaştığı dedikodusu, onunla evlenme hakkına sahip olan amcasının oğlu Şehmus’u kızdırır. Şehmus, Havar’ın babasına baskı yaparak kızın öldürülmesini teşvik eder. Artık Havar kurban, babası ise cellat olmuştur. Belgeselleriyle tanınan Mehmet Güleryüz’ün ilk uzun metrajlı sinema filminde yalnızca Batmanlı amatör oyuncular rol aldı. Filme adını da veren “Havar”, Batman yöresinde “çığlık, yardım çağrısı, isyan” anlamlarını da taşıyor.

FİLMİ İZLE 


 

HACİVAT KARAGÖZ NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ (2006) 

 Yönetmen:  Ezel Akay,   Senaryo:  Levent Kazak, Ezel Akay,   Görüntü Yönetmeni:  Hayk Kirakosyan,   Yapım:  İFR A.Ş./  Bahadır Atay,  Serkan Çakarer    Kostüm: Naz Erayda, Aksesuar: Eren Akay, Set Dekorasyonu;  Hakan Yarkın,  

Oyuncular: Haluk Bilginer   (Karagöz, Beyazıt Öztürk   (Hacivat), Şebnem Dönmez   (Ayşe Hatun), Güven Kıraç  (Pervane), Levent Kazak   (Dimitri), Ayşe Tolga  (Nilüfer Hatun), Ayşen Guruda   (Ana), Altay Özbek   (Çoban), Hasan Ali Mete   (Küşteri), Serdar Gökhan (Köse Mihal), Ragıp Savaş   (Orhan Gazi), Selin Türkoğlu   (Bacy Yris)   

 Konu: Filmde olaylar 14. yy’da Bursa’da geçer. Anadolu’daki bütün devlet ve beylikler Moğol saldırılarından yılmış, halk akın akın Moğollardan kaçıp Bursa’ya yerleşmektedir. Anadolu’da bulunan devletler ve beylikler Moğol akınları karşısında darmadağın olduğundan Bursa aynı zamanda çeşitli devlet ve beyliklerden gelen yönetici sınıfın da sığınma yeridir. Osmanlı Devleti’nin temellerinin atıldığı bir dönemdir.     Karagöz, Moğol vergi memurlarından kaçıp annesi ile Bursa’ya yerleşmiştir. Cahil ancak çok zeki, özellikle de kızdığında söz ve hareketleri ile etrafındakileri gülmekten yerlere yatıran bir Türkmen göçeridir. Bursa’da kendisine iş ararken annesi taşın sırrını (çimento) ona öğreteceğini söyler. Bu sır Karagöz’ün yeni geldiği şehirde iş bulmasına yardımcı olacaktır. Hacivat ise devletler arasında haber götürüp getiren bir postacıdır.  Zeki, lafazan, sefahat ve eğlenceye düşkün bir fırsatçıdır. Düştüğü zor durumlardan konuşması sayesinde kurtulur.  O da konuşma becerisiyle Moğol’dan kellesini kurtarmış ve Bursa’ya gelmiştir. Karagöz’ün hasta ineğini satın alır ve böylece tanışırlar. Karagöz’deki doğal yeteneği görür ve fırsatçılığını kullanarak bundan şan, şöhret ve para için yararlanmak ister.   Kendisi sürekli savaşta olan ve zaman zaman şehre gelen Orhan Gazi, Bursa şehrine kendi ismi ile anılacak bir cami yaptırmak istemektedir. “taşın sırrını” bildiklerini söyleyince Karagöz ve Hacivat birlikte bu cami inşaatında çalışmaya başlarlar. Karagöz ve Hacivat bir araya geldiğinde konuşmalarına, atışmalarına herkes çok gülmekte, etraflarındaki insanlar onlar sayesinde çok eğlenmektedir. Bu yetenekleri onların şehirde tanınmalarını ve birden ünlü olmalarını Sağlar. Şehrin ileri gelenlerinin düzenlediği davetlere muhavere için “komedyen” olarak çağrılmaya başlarlar. Bu davetlerde şehrin ileri gelenleri, din adamları ve devlet adamları da dahil olmak üzere herkes hakkında o kadar atıp tutar, herkesi öyle alaya alırlar, günahlarını yüzlerine vururlar ki, insanlar tarafından sevilmeyen ve istenmeyen kişiler haline gelmeye başlarlar.  Cami inşaatının bir türlü bitmek bilmemesine bir de Karagöz ve Hacivat’ın herkesle dalga geçmeleri, herkese laf dokundurmaları eklenince kurulmakta olan devlette yer kapmaya çalışan eski Selçuklu veziri  

& Ne şaşırtıcı, ne tuhaf, ne sürprizli bir film...Adından veya “Neredesin Firuze?”nin şen şakrak anılarından ötürü bol bol gülmek için sinemaya gidenler, pek aradığını bulamayacak. Çünkü bu, kendisini kolay ele vermeyen, çok dah‘ciddi’ ve karmaşık bir film. Ama doğrusu her türlü zahmete değer…  Ezel Akay anlaşılan kafayı 14. yüzyıl Anadolu’suna takmış: o çağda geçen daha iki film düşündüğüne göre...Ama son derece haklı. Büyüleyici bir çağ o...Gerçi bize hep bir ‘fetret devri’ diye tanıtılmıştır: merkezi otorite boşluğundan ve iktidarı paylaşmak isteyen güçlerin çokluğundan dolayı...Ama bir bakış açısıyla felaket oluşturan bir durumun bir başka açıdan ne denli ilginç olduğu yadsınabilir mi?   Böylece, Selçuklu’nun göçüp gittiği, Bizans’ın asıl sınırlarına çekildiği, Osmanlı’nın henüz tam egemenliği altına alamadığı, beyliklerin hala iktidar kavgası yaptığı, Tatar ve Moğol istilalarına açık bir Anadolu’da, fonu oluşturan Mevlevilik hoşgörüsü ve onun ticaret hayatındaki yansıması olan Ahilik düzeni içinde hayat biçimi görürüz. Akay’ın özenle altını çizdiği gibi, İslam, Hristiyanlık ve Yahudiliğin dışında, Türklerin eski dini Şamanizm de hala son derece etkilidir. Anası hala Şaman usulü hayallerden medet uman ve cinlerle konuşan tüccar Karagöz’le beylikler arası posta işi yapan kurnaz halk adamı Hacivat, bu kaynayan etnik ve dinsel mozaik önünde tanışır, atışır, kavga eder ve sonunda halkın en büyük eğlencesi olan bir komik ikiliye dönüşürler. Tüm günümüzün Sökmen'lerinin de, Lorel Hardi gibi komik düetlerin de atası, dünya çapındaki ‘entertainerlerin de ilk örneklerinden..Ama bu işi hakkıyla yapan herkes gibi, iktidardakilere sataşmaya özellikle meraklıdırlar. Ve de başlarının belaya girmemesi imkansızdır.        Film çok iddialı ve büyük ölçekli. Bu nedenle içine girmek kolay olmuyor. Hele umulan ve beklenen kahkahalar ard arda gelmekte gecikince...Ama buna karşılık, bu büyük bir dinamizmle anlatılmış filmin sayısız incelikleri var. Öncelikle bize çeşitli dinler, inançlar ve geleneklerin uyum içinde yaşadığı, gülmenin ve neşenin bir erdem sayıldığı, kaçgöçün olmadığı, başı açık, özgür tavırlı hatunların, başta bir tür Tarkan gibi sunulan Orhan Gazi’nin eşi Nilüfer Hatun ve de gözü pek savaşçı Ayşe Hatun olmak üzere, üstelik çok iyi birer savaşçı oldukları bir dünya…  Ezel Akay, bu bize hem yakın, hem de çok uzak alemi ustalıkla resmediyor. Film tam bir görsel şölen, bir çarpıcı görüntüler meşheri. Bilmiyorum, bana yer yer Fellini’yi, özellikle de Roma dönemini anlatan ünlü “Satiricon”u çağrıştırması bu yüzden mi? Akay’ı bizim mini Fellini’miz saymak belki hiç de yanlış olmaz.   Film, gerçi tam beklenen bir Karagöz Hacivat biyografisi değil. Ama Akay’ın döneme özlemle bakması kadar, günümüzle kurduğu bağ da ilginç. Bu yalnızca “benim kadım işini bilir!” tarzı yakın geçmişi hatırlatan deyiş ve davranışlarla değil, çok yara almış olsa da o dinler, diller, inançlar mozaiği olgusunun  Anadolu’da hala süregeldiğini hissettiren bir çağdaş bakışta beliriyor. Ham softalığa ve fanatik dinciliğe teslim olmadan önce bu topraklarda nasıl bir gönül zenginliği yaşandığını adeta özlemle duyuruyor.      Ve Karagöz Hacivat ikilisi, komikten trajiğe ulaşan tuhaf hikayeleri içinde, bu dönemin birer sembolü haline geliyorlar. Filmin belki en büyük erdemi de bu: bizlerde 1300’lü yılların Anadolu yaşamı ve kültürü üzerine gerçek bir merak uyandırmayı başarması. (Atilla Dorsay) 

 & Ezel Akay'ın "Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü" adlı sinema filmine ilişkin bu yazının; Karagöz Hacivat oyunu gibi, bu öndeyiş ile başlamasını bu yazıyı okuyanların doğru bulacağını sanıyorum. Ezel Akay; "Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü" adlı sinema filmini; seyredin, bilin, öğrenin diye tam Karagöz Hacivat oyunu gibi yapmış. Ezel Akay; "Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü" adlı sinema filmini, bir Karagöz Hacivat oyunu gibi ilk karesinden son karesine kadar müthiş bir gülmenin içinde, müthiş bir eğlenmenin içinde, müthiş bir keder, hüzün, acı içinde, müthiş bir estetik ve etik yararı içinde, müthiş bir düşündürücülük kapsamında; "Bilin, Öğrenin, Düşünün" niteliğinde ve oluşumunda yapmış. Ezel Akay; "Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü" adlı sinema filmini, bir Karagöz Hacivat oyunu gibi; müthiş bir "Humourlogy" (mizah bilim) kapsamı içinde; seyredin, bilin, öğrenin, düşünün; ölesiye gülün, müthiş eğlenin oluşumunda yapmış.  2005 yılının başlarında gazetelerde Ezel Akay'ın "Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü" adlı bir sinema filmi çekeceğini okudum. Bu gazete haberinden ötürü çok heyecanlandım. Çok sevindim. Çok mutlu oldum. Ezel Akay, az sayıda tanıdığım sinemacılardan biridir. Ezel Akay yıllar önce benim evime bir film senaryosu getirip, bu senaryoyu film yapmamı istemişti. Ezel Akay ile bu neden ile tanıştık. Ezel Akay' ın bana getirdiği senaryonun başlık adı şuydu: "Abdülaziz ve Ojeni Aşkı" Filmin özet konusu ise şuydu: "Osmanlı Türk Padişahı ve İslam Halifesi Abdülaziz (1830/1876) ile Fransa İmparatoru Hıristiyan Katolik 3. Napolyon'un (1808/1873) eşi, Hıristiyan Katolik Fransa Kraliçesi Eugenie (1826/1920) arasında, önce Paris'te sonra İstanbul'da yaşanan, sıra dışı aşk."     Bu aşk; 1867’de Osmanlı Padişahı ve İslam Halifesi Abdülaziz'in Fransa'yı ziyareti sırasında ruhsal olarak başladı. Çok güzel bir kadın ve etkin bir siyasetçi olan Eugenie ile Abdülaziz yıllarca mektuplaştı. Fransa İmparatoru 3. Napoleon'un 1873'te İngiltere'de sürgünde ölümünden sonra bu aşk, İstanbul'daoluşan ruhsal ve cinsel bir aşk niteliğine dönüştü. Ben bu sinema filmini yapmak istemedim. Büyük hata ettim. Büyük suç işledim. Halbuki bu film, Türk Sineması, Türk Tarihi, Türk Fransız ilişkileri, Dünya Tarihi, Dünya Sineması, Türkler Avrupalılar için çok önemli bir film olurdu. Ezel Akay benden kat kat akıllı ve ileri görüşlüymüş.   Bu tanışmadan sonra, Ezel Akay ile hoca öğrenci, baba oğul, dost arkadaş olduk. Ezel Akay ile, Türk Tarihi, Türk Kültürü, Türk Sinema Tarihi ve Sanatı, Dünya Sinema Tarihi ve Sanatı, Karagöz Hacivat oyununun; oluşumu sanatsal yapısı sinemasal yapısı, Türk Sinema Arkeolojisi içindeki yeri hakkında bir çok konuşma yaptık.   Ben yazmasını sürdürdüğüm Türk Sinema Tarihi kapsamında bulunan; Karagöz Hacivat'ın tarihsel kişiliklerine ilişkin kimi bilimsel bilgileri, bilimsel düşünceleri, Karagöz Oyunu'nun oluşmasına ilişkin kimi bilimsel bilgileri, bilimsel düşünceleri, Karagöz Hacivat' ın öldürülmesine ilişkin kimi bilgilerin az bir bölümünü, Ezel Akay'a açıkladım. Ezel Akay ile çeşitli tarihlerde yaptığımız konuşmaların özeti aşağı yukarı böyledir. 1895 yılından bu yana oluşan Türk Sineması'nın; Trajedi Dram kökünün, kaynağının; Dede Korkut Masalları, Türk Masalları, Dram Komedi Trajedi Komik Kökü'nün, kaynağının; Türk Karagöz Hacivat oyunu olduğu, bilimsel bilgi, bilimsel düşünce, yöntem bilimsel düşünce kapsamında kanıtlanmış ve tanıtlanmış olduğu; bilimsel bilgim ve bilimsel düşüncemdir. Kökü, kaynağı, ön oluşması, ilk örnekleri (prototip) 1.0.1766 tarihinden bu yana Orta Asya Türk Şaman düşüncesi içinde var olan, oluşmasını gelişmesini 13. ve 14. yüzyılda Anadolu'da var olan Türk İslam Tasavvuf düşüncesi içinde tamamlayan; Türk Karagöz Hacivat oyunu, Türk Sineması'nın iki kök temel kaynağından biridir.   Ezel Akay2ın Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü" adlı bir sinema filmi yapacağını gazetelerde okuduktan sonra Ezel Akay'a telefon ettim. HacivatKaragöz Neden Öldürüldü adlı filmde Beyazıt Öztürk ve Haluk Bilginer Önce Ezel Akay'ı bu düşüncesinden ötürü kutladım.         Sonra, Ezel Akay'a 25 Ağustos 1996 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlamış olan, başlığı "Çağdaş Karagöz ve Çağdışı televizyon" olan; Çağdışı Karagöz oyununun ve çağdaş televizyon yayınlarının; etik, estetik, tarihsel, siyasal, toplumsal, bilimsel, düşünsel, sanatsal, hukuksal kıyaslamasını yapan yazımı email ile gönderdim. 25 Ağustos 1996 tarihli yazımdaki; bilgilerimin, düşüncelerimin şimdi yazdığım bu yazımın içinde olmaması büyük bir eksikliktir. Ama ne yapalım her şey bir arada olmuyor ki. Sonra; Ezel Akay' a şöyle dedim: Ben, Karagöz Hacivat oyunu veya Karagöz Hacivat olgusu hakkında, Karagöz Hacivat gerçeği ve efsanesi hakkında Türkiye'de yayınlanmış telif ve çeviri tüm kitapları ve makaleleri okudum. Ben, dünyada İngiliz dilinde yazılmış ve yabancı dillerde yazılıp İngilizceye çevrilmiş KaragözHacivat oyunu veya KaragözHacivat olgusu hakkında tüm kitapları okudum. KaragözHacivat oyununun; siyasal, ekonomik, toplumsal, kültürel, tarihsel, düşünsel, hukuksal, yönetimsel (idari), dinsel bir ortam içinde oluşmasına gelişmesine ilişkin, Karagöz-Hacivat'ın gerçek ve efsane olan insan ve oyun kişiliklerine ilişkin, Karagöz Hacivat'ın öldürülmesine ilişkin çok uzun süreler düşündüm. Karagöz Hacivat' a ilişkin bilgilerimin, düşüncelerimin çok az bir bölümünü sana anlattım. Ezel Akay, evladım, eğer sen istersen; Karagöz Hacivat oyununun oluşmasına, gelişmesine, Karagöz Hacivat' ın gerçek ve efsane kişiliklerine, KaragözHacivat'ın öldürülmelerinin gerçek nedenine ilişkintüm bilgilerimi, düşüncelerimi, yaratılarımı sana profesyonel bir alışveriş düzeni içinde, "para" karşılığında açıklayabilirim.  Yani açıkçası Karagöz-Hacivat senaryosu üstünde, Ezel Akay ile birlikte düşünmek için, Ezel Akay'dan ücret, para istedim. Bu teklifime karşılık Ezel Akay, Karagöz Hacivat olgusuna ilişkin benim bilgilerime, düşüncelerime, yaratılarıma gereksinimi olmadığını bana söyledi. Ve Levent Kazak'la bir senaryo çalışması yaptıklarını sözlerine ekledi. Yani Ezel Akay teklifimi reddetti. Aradan aylar geçti. Ezel Akay "Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü" adlı sinemafilmini gerçekleştirdi. Ezel Akay'ın şiddetli ısrarları sonucu filmi özel bir gösterimde seyrettim. Çok az davetlinin bulunduğu gösterimde Yavuz Turgul ile yan yana oturduk. Film başladığı zaman, gözlüklerimi takmayı unuttuğum için, yan koltuğa koyduğum paltomun cebinden gözlüğümü allak çabası içindeyken, Yavuz Turgul bana seslendi ve şöyle dedi: Metin ağabey perdeye bakın; Ezel Akay filmini size adamış. Perdeye baktım. Ezel Akay, "Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü" adlı sinema filmini bana adamıştı. Fakat benim adıma yazılı "adama yazıtı" ve Metin Erksan adı, şimşek gibi beliren ve kaybolan bir montajgulama ve el çabukluğu marifeti içinde, adına seyircilerden hiç kimse bu filmin bana adandığını göremedi. Filmini bana izlettirdikten sonra Ezel Akay bana şöyle dedi: Metin Bey; sizden bu film hakkında bir yazı yazmanızı rica ediyorum. Ben Ezel Akay istese de, istemese de Ezel Akay'ın "Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü" adlı sinema filmine ilişkin bir yazı yazacaktım. Evet, ben şimdi o yazıyı yazıyorum.

 Türk Sineması'nda Hacivatkaragöz Girişimleri

 Türk Sinema Tarihi kapsamında KaragözHacivat olgusuna ve Karagöz oyununa ilişkin birkaç girişim olmuştur. 1933'te tiyatrosinema oyuncusu büyük sanatçı Hazım Körmükçü, İpek Film için "Yeni Karagöz" adlı bir film gerçekleştirmiştir. Türkiye'de, bir film arşivi olmadığı için, Türkiye'de; bilimsel bilgiler, bilimsel düşünceler ile yazılmış bir "Türk Sinema Tarihi" olmadığı için, Türkiye'de yazılmış olan "Türk Sinema Tarihleri" öznel bilgiler, öznel düşünceler kapsamında yazılmış tarihler olduğu için; bu filme ilişkin bilgiler, belgeler, bulgular şimdilik elimizde yoktur. Yazmakta olduğum, fakat biteceğini sanmadığım "Türk Sinema Tarihi" içinde var olan, "Yeni Karagöz" adlı filme ilişkin bilimsel bilgilerimi, bilimsel düşüncelerimi ve kuramsal düşüncelerimi bu yazının kapsamı içinde yazmadım.  

1952'de Atlas Film, senaryosunu şeyhül muharririn Burhan Felek' e yazdırdığı, rejisörlüğünü Şadan Kamil'in yaptığı, adları "Edi ile Büdü" ve "Edi ile Büdü Tiyatrocu" olan iki sinema filmi ,yapmıştır. Usta bir Karagöz oynatıcısı olduğu için takma adı "Karagözcü Burhan" olan sayın Burhan Felek'in senaryolarını yazdığı bu filmlerde, çağdaş canlı Karagöz'ü Vasfi Rıza Zobu, çağdaş canlı Hacivat'ı Münir Özkul oynamıştır. Bu sinema filmleri en eski Türk temaşa (seyirlik) sanatı olan Karagöz Hacivat olgusunun, oyununun çağdaş örnekleri değildir. Bu sinema filmleri KaragözHacivat olgusundan, oyunundan hiç kaynaklanmadan, hiç etkilenmeden Amerikan sinemasına ilişkin Lorel Hardy filmleri taklit edilerek yapılmıştır.  Halbuki bu iki sinema filmi, çağdaş, canlı KaragözHacivat oyunu'nun sinema filmi olarak düşünülmüştü. Bir Türk özdeyiş i olan, "Maksat bir ama rivayet muhtelif" örneğindeki gibi, rivayetler maksada ulaşmayı önlemiştir.  Bu iki filmin senaryosunun HacivatKaragöz Neden Öldürüldü adlı filmde Şebnem Dönmez ve Ayşe ToIga bir Karagöz oynatıcısı olan, gazeteci ve yazar Burhan Felek tarafından yazılması ise ayrı bir önem taşır. Çünkü bu iki   önce Türk Sineması'nın, sonra batı ve doğu düşüncesi kapsamında ve doğrultusunda düşünen, fakat Türk düşüncesi kapsamında asla düşünmeyen Türk entelijansiyasının, 1952'lerde Karagöz Hacivat olgusunu veya KaragözHacivat oyununu "Türk Sineması"nın kök kaynaklarından biri olduğunu hiç bilmediğinin ve hiç algılamadığının açık bir göstergesidir.  

Yazmayı sürdürdüğüm Türk Sinema Tarihi kapsamında; bu iki filme ilişkin, tarihsel ve çağdaş KaragözHacivat olgusu üstünde düşüncelerimi yazdım. 1992'de Yavuz Turgul, yaptığı "Gölge Oyunu" adlı sinema filminde, KaragözHacivat oyunu olgusunu bir kez daha sinemaya getirmiştir.  

"Gölge Oyunu" Türk Sineması'nda, Karagöz Hacivat oyunu olgusu üstünde ciddi olarak düşünen, çok öncül bir "mukaderne" (öndeyiş) olan, çok önemli bir sinema filmidir. Bu sinema filmine ilişkin düşüncelerim, yazmakta olduğum "Türk Sinema Tarihi" kapsamında vardır Fakat; Atlas Film, Burhan Felek, Şadan Kamil üçlüsünün 1952'de gerçekleştirdiği bu iki komedi filmi, çok önemli iki sinema filmi ve çok önemli iki atılımdır. Ve nihayet Ezel Akay 2005'te, "Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü" adlı sinema filmini yaparak ve bu filmi 2006'da gösterime sunarak, Türk Sineması'nda bir "Milat" gerçekleştirmiştir.        Çok yaşa Ezel Akay. Överim seni Ezel Akay. Türk Sinema Tarihi içinde bir ilk' e değil, bir dönem ve düşünce başlangıcına imzanı attın. Türk Sineması kapsamında, "Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü" adlı sinema filmini yapmanın onur ve şerefi, önce Ezel Akay'a, sonra başta Levent Kazak olmak üzere, Ezel Akay'ın yönetiminde bu sinema filminin gerçekleşmesi için, kamera arkasında ve kamera önünde sanatsal ve teknolojik katkıda bulunan her sanatçıya ve teknikçiye ömrü boyunca yeter.  sinema filmi önce Türk Sineması'nın, sonra batı ve doğu düşüncesi kapsamında ve doğrultusunda düşünen, fakat Türk düşüncesi kapsamında asla düşünmeyen Türk entelijansiyasının, 1952'lerde Karagöz Hacivat olgusunu veya KaragözHacivat oyununu "Türk Sineması"nın kök kaynaklarından biri olduğunu hiç bilmediğinin ve hiç algılamadığının açık bir göstergesidir.  

Yazmayı sürdürdüğüm Türk Sinema Tarihi kapsamında; bu iki filme ilişkin, tarihsel ve çağdaş KaragözHacivat olgusu üstünde düşüncelerimi yazdım. 1992'de Yavuz Turgul, yaptığı "Gölge Oyunu" adlı sinema filminde, KaragözHacivat oyunu olgusunu bir kez daha sinemaya getirmiştir.   

"Gölge Oyunu" Türk Sineması'nda, Karagöz Hacivat oyunu olgusu üstünde ciddi olarak düşünen, çok öncül bir "mukaderne" (öndeyiş) olan, çok önemli bir sinema filmidir. Bu sinema filmine ilişkin düşüncelerim, yazmakta olduğum "Türk Sinema Tarihi" kapsamında vardır Fakat; Atlas Film, Burhan Felek, Şadan Kamil üçlüsünün 1952'de gerçekleştirdiği bu iki komedi filmi, çok önemli iki sinema filmi ve çok önemli iki atılımdır. Ve nihayet Ezel Akay 2005'te, "Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü" adlı sinema filmini yaparak ve bu filmi 2006'da gösterime sunarak, Türk Sineması'nda bir "Milat" gerçekleştirmiştir.        Çok yaşa Ezel Akay. Överim seni Ezel Akay. Türk Sinema Tarihi içinde bir ilk' e değil, bir dönem ve düşünce başlangıcına imzanı attın. Türk Sineması kapsamında, "Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü" adlı sinema filmini yapmanın onur ve şerefi, önce Ezel Akay'a, sonra başta Levent Kazak olmak üzere, Ezel Akay'ın yönetiminde bu sinema filminin gerçekleşmesi için, kamera arkasında ve kamera önünde sanatsal ve teknolojik katkıda bulunan her sanatçıya ve teknikçiye ömrü boyunca yeter. 


FİLMİ İZLE 



 

 GOMEDA (2006) 

Senaryo ve Yönetmen:  Tan Tolga Demirci,  Görüntü Yönetmeni:  İlker Berke,   Müzik:  Semih Taren  Yapım: Energy Medya ve  Prodüksiyon/  Selay Tozkoparan , Ali Oğuz, Kurgu: Ruşen Dağhan, Özel Makyaj: Ahsen Gülkaya, Özel Efekt Süpervizörü Ömer Boduroğlu, Sanat Yönetmeni: Kaan Güreşçi, Yardımcı Yönetmen: Cem Tabak, Yapım Koordinatörü: Engin Acuner, Yapım Asistanı: Sezgin Acuner, Kamera Teknisyeni: Barış Sengelli, Negatif Kurgu: Kadir Burç, Film Baskı: İlker Şen, Renk Düzenleme: Tolga Girici, Renk Düzenleme Asistanı: Çetin Yılmaz, Negatif Kayıt: Cem Taşkara, Işık Şefi: Gökhan Özgül, Final Miks: Usal Onan Karagözoğlu,  Energy Medya ve Prodüksiyon: H. Ali Erol, Uygulayıcı Yapımcı: h. Ali Erol 

Oyuncular: Serkan Altunorak (Tolga),  Feride Çetin (Ebru), Halim Ercan (Çağan), Bahar Yanılmaz (Didem), Bulut Köpük (Sibel), Ayşe Şule Bilgiç, Fatoş Sılan, Timur Acar, Ceren Yorulmaz, Deniz İkizler,  

 Konu: Beş arkadaş, hafta sonlarını geçirmek üzere kiraladıkları bir arabayla Kapadokya’daki Gomeda Vadisi’ne doğru yola çıkar. Yolda kaza geçirirler ve yollarına yürüyerek devam etmek zorunda kalırlar. Gomeda Vadisi’ne ulaştıklarında bir mağarada konaklamaya başlayan gençleri düş ve kâbusların eşliğinde birçok sürpriz beklemektedir.

& Kapadokya’da müsamere yapanlar   

Hayır, Gameda değil. O tanınmış gazete dağıtım kuruluşu. Bu ise Gomeda. Filme göre, M.S. 5. yüzyılda içine şeytan düşmüş sayılan gebe kadınların diri diri yakılmaları şeklinde ortaya çıkan ve bizim Doğu Anadolu’da yaygınlaşmış bir mezhep. Kapadokya yöresine doğru yolculuğa çıkan üçü kız beş genç, bu dönemin izlerini taşıyan kimi yazı ve resimler keşfeder, gizli bir mağarada...Ve yolculuk başlar. Gizemli kişiler yolda birden peyda olan çıplak bir kadın, esrarengiz bir kamyon şoförü, vs. derken, asıl tehlikenin yörenin o ünlü yeraltı kentlerinde olduğu ortaya çıkar. Ve daracık yeraltı mekanlarına dalan her genç, kendince korkunç olaylar yaşar.  

  Türk sineması korku filmini yeni keşfetti. Keşke keşfetmez olaydı...Özellikle AngloSakson damgalı gerçek korku başyapıtlarını bilmeyen, hemen sadece son dönemdeki UzakDoğu örnekleriyle beslenmiş genç yönetmenler, artık dijital kameralarına sarılıp film üstüne film çekiyorlar. Ve de “Büyü”, “Gen” gibi kabul edilebilir örneklerin yanısıra, bence her açıdan “korkunç” olan “Dabbe”, “Araf “ gibi garabetler çıkıyor. 

   “Gomeda” bence bunların ortasında bir yerde. Yani, filmde belli bir sinema duygusu var. Özellikle açık bir sanat yönetimi çabası. Böylece, birçok sahne kendi içinde belli bir görsellik taşıyor, hatta ürkünç olabiliyor.    Ama asıl sorun senaryoda ya da hikayede. Özellikle gerçek bir hikayesi ve entrikası olmayan bir korku filmini, sırf dekormüziközel efekt üçlüsüyle yaratmak mümkün değil. Genç yönetmenlerin bunu anlamaları ve öncelikle iyi bir hikaye bulmaları  gerekiyor. (Atilla Dorsay) 



 

 GEN (2006) 


Yönetmen:  Togan Gökbakar,    Senaryo:  Alper Mestçi  Güray Ölgü, Şahan Gökbakar  Murat Toktamışoğlu,   Görüntü Yönetmeni:  Veli Kuzlu,   Yapım:  Tiglon/Murat Toktamışoğlu,  Dada Film/Kemal Kaplanoğlu    Genel sanat Yönetmeni: Banu Ergenekon,  Müzik: Taner Onat, Işık Şefi: Giray Gergin, Kurgu: İlker Canikligil, Makyaj: Suzan Kardeş, Sanat Yönetmeni: Savaş Özdemir, Ses: Hasan Baran, Set Amiri: Recep Akdem, Uygulayıcı Yapımcı: Koray Somay, Alper Mestçi, Murat Toktamışoğlu, Yapımcı Yönetmen: Deniz Kolaş,  

Oyuncular: Doğa Rutkay (Dr. Deniz),  Yurdaer Okur (Dr. Ragıp),  Mahmut Gökgöz (Dr. Metin),  Haldun Boysan (Halil),  Sefa Zengin,  Cemil Büyükdöğerli,  Zeliha Güney (Baş hemşire İpek),  Mutlu Güney (Dr. Aykut),  Şahan Gökbakar, Levent Öktem, Mürsel yaylalı, Levent Can, Aysun Metiner, Nazmi Göçmen, Ali Köroğlu, İshak Tekgül, Neahat Talar, Tünay Süer   .

Konu: Dağlık bölgede yer alan eski bir akıl hastanesinde psikiyatr olarak göreve başlayan Dr. Deniz, hastaneye geldiği ilk gün bir intihar vakası ile karşılaşır. Olayı araştırmak için hastaneye gelen iki polis ise bölgedeki yoğun yağış ve oluşan heyelan sonucu yolların ve telefon hatlarının hasar görmesinden dolayı mahsur kalmışlardır. Yıllar boyunca sakin ve kendi halinde varlığını sürdürmüş olan bu akıl hastanesi, 3 gün 2 gece içerisinde vahşi bir şekilde işlenecek cinayetlerle sarsılacak ve herkesin herkesten şüphelendiği, korkunun hüküm sürdüğü bir karabasan haline dönüşecektir

Biliyorum, birçok eleştirmen arkadaşım bu filme burun kıvıracak. Aslında ilk yarının sonunda ben de öyleydim. Üstelik kimi mantık hatalarına fena takmıştım: başhekimden tüm hastaların dosyalarını isteyen komiserin önüne, o eski hastanede kimileri 30 küsur yıldır orda kalan onca hasta için gele gele iki cılız dosya gelmesine, ilk cinayetin ertesi günü başhekimin “bu olay beni çok üzdü, gecelerdir uyku uyuyamıyorum!” demesine...Ya da kimi türkçe hatalarına. Örneğin “bunu bilmek istemezsin” gibi yabancı dizilerden tercüme bir TV türkçesi yerine, “bunu bilmesen daha iyi olur” denilmemesine...Bunlara vb. şeylere kafayı takmıştım. 

  Ama kabul etmek gerekir ki, öncelikle film biçim açısından hemen hiç aksamıyor. “High definition” bir kamerayla digital yapılan çekimler, teknik yönden doyurucu. O büyük ve ürkünç hastane dekoru çok iyi kullanılmış. Filmin belli bir gerilimi var. Kimi sahneler (örneğin hücredeki ‘tecavüz’ sahnesi) son derece başarılı. Ve final de gerçek bir sürprizle geliyor. Önceden kestirilemeyen ve tüm hikayeyi doğrulayan ve değerlendiren bir, hatta iki sürprizle...Gerçi onun da ortaya attığı kimi cevapsız sorular yok değil. Örneğin ‘o polisleri emniyet hiç soruşturmadı mı?’ sorusu…     Ama bu kadarı yabancı filmlerde de oluyor. İddialı bir entrika içeren hemen her gerilimde açıkta kalan sorular çıkıyor. Bu türü sevenler de aldıkları keyif hatırına, bunları görmezden geliyor.    “Gen”, temelde iyi, sağlam bir öykünün, yer yer özentiler içerse de doyurucu sinemalaştırılması. Elbette tüm kamera hareketleri yerli yerinde değil. Tüm oyuncular da inandırmıyor. Ama özellikle gencecik (21 yaşında) bir yönetmenden gelen bu filmin, en azından Japon, Koreli vb. örneklerinden hiç de aşağı kalmadığına dikkat çekmek ve bu taptaze çabayı desteklemek istiyorum. (Atilla Dorsay) 


FİLMİ İZLE 



 EVE GİDEN YOL 1914 (2006)

 Senaryo ve Yönetmen: Semir Aslanyürek, Görüntü Yönetmeni: Eyüp Boz, Yusuf Aslanyürek, Müzik: Engin Düzyol, Yapım: Özen Film/ Mehmet E. Soyarslan Yönetmen Yardımcıları: Kamera Ekibi: Çağrı Konikoğlu, Özcan Alper, Güliz Sağlam, Zehra Canik, Güneş Güneş, Asena Yüzbaşıoğlu, Serdar Güz, Barboros Engin, Duygu Fırat, İhsan İşçi, Ferit Çetinkaya, Kurgu: Serhan Kazar, Kurgu Asistanı: Ahmet Ertem, Müzik Koordinatörü: Mehmet E. Soyarslan, Işık Grubu: Abdullah Yazıcı, Umut Ayar, Fatih Öztürk, Arif Çizmeci, Evren Özfırat, Oyuncu Seçimi: Harika Uygur Sanat Yönetmeni: M. Ziya Ülkenciler, (Alternatif Sinema Ltd.), Sanat Yön. Yrd: Fırat Yünlüel, Hülya Karakaş, Eda Tutuk, Duygu Kütük, Erhan Alabaş, Tamer Oğlu, Murat Cem Öztüfekçi, Selen Sülmar, Burhan Emir Sakaoğlu, Ergün Akgül, Emre Karaca, Doğa Erişen, Ayşem Ülkenciler, Barış Uncuoğulları, Kostüm Tasarımı: Serdar Başbuğ, Yardımcı Kostüm Tasarımcısı: Derya İnci, Kostüm Sorumluları: Selda Yıldırım, Fırat Çete, Özlem Duman, Dekor ve Konstrüksiyon: Cemal Cengiz, Ömer Faruk Aydın, Kemal Akın, Abdullah Yunus, Feramuz Metin, Ağabeydin Metin, Kamil Tural, Ali Çeri, Mithat Çeri, Adem Karakurt, Yasin Şahin, Beşir Hızarcı, Yaşar Kirlibal, Adnan Yunus, Sekan Yunus, Adem Kurnaz, Set Grubu: “Boduroğlu Set Hizmetleri” Sabri Koçak, Serdar Markoç, Adem Akar, Ali Canıbeyaz, Abdulaziz Kıskanç, Görsel Efektler: Digiflame, Görsel Efekt Süpervizörleri: Celal Öztürk, Oğuz Öztürk, 3 D Animasyon: Celal Öztürk, Gökhan Kotan, Eren Sarıtaş, Ses Teknisyeni: Joseph Turbok, Ses Efektleri: “Grippal Effect İstanbul” Ömer Boduroğlu, Murat Şengül, Temel Akyol, Rıdvan Aksu, Makyaj Tasarımı: Derya Ergün, Makyajlar: Naime Günseller, Fulya Kızılduman, Ayşe Şahin, Kuaförler: Lütfü Karamaça, Özgür Çoban, Özdemir Egemen, Emrullah Çelik, Ali Yıldırım, Ses Tasarım: Burak Topalakçı, Sadian Kurpill, Ses Kurgu: Mustafa Durma, Seslendirme Yönetmeni: Serdar Çakular, Seslendirme Ast: Mert Subaşıoğlu, Set Fotoğrafları: Sine Boran, Dolby Operatörü: Kenan Bal, Yapım Sorumlusu: Ali Şanlı, Senem Çuhan Erol, Muhasebe: Zuhal Abraş, Mesut Turan, Seyhan Bigiç, Koordinasyon Asistanları: Berna Cankat, Ayşegül Bayraktar, Zeki Yıldırım, Basın ve Halkla İlişkiler: Nizam Eren, Orkide Akçal, Dış İlişkiler: Aygün Aslanbay Yapım Muhasebecisi: Nilüfer Çetindemir, Ortak Yapımcı: Denes Szekeres, Yapım Asistanları: Simge Soyel, Sedat Güven, Barış Erol, Yapım Grubu: Fatma Belkıs Turan, Güven Kaprol, Mete Şen, Uygulayıcı Yapımcı: Sadık Deveci (Beta Film),

Oyuncular: Erdal Beşikçioğlu (Mahmut), Melisa Sözen (Safiye), Emre Altuğ (Halit), Ali Sürmeli (Saffet Ağa), Ege Aydan (Butros), İrem Altuğ (İffet), Erdinç Olgaçlı (Akif), Meti Akpınar (Reşat Ağa), Ümit Çırak, Numan Acar (Settar), Hilmi Özçelik (Laz İsmail), Onur Gürsoy (Çumralı), Aykut Oray (Paşa), Sadık Gürbüz (Dereli), Muhammet Cangören (Halil), Serkan Genç (Haydar), Enis Aslanyürek (Cemil), Christopher Ion Erow (Arabistanlı Lawrens), Zafer Doğan (General Altunbay), Jean Outan (Albay Codet), Laura Abou Assaad (Merry), Joın Wreford (Marroy), Güner Özkul (Aliye), Metin Coşkun (Binbaşı Ali Fuat), Ali Yaylı, Crengiz Samsunlu (Meddah), Ozan Cihan (Şükrü), Nizam Eren (Osman Şakir), Ali Sanlı (Yaver), Zuhal Tatlıcıoğlu, Deniz Soyarslan, Sirena Perez, Müge Yeşilparmak, Yaşam Gümüşel, Güneş Güneş, Esra Aslantürk, Ezel Akay (Kel Ömer),

Konu: Osmanlı İmparatorluğu’nun Seferberlik ilan ettiği Birinci Dünya Savaşı arefesi. Devletin, ülkenin çoğu yerinde otoritesini kaybetmesi sonucu oluşan karmaşada, askere gitmemek için firar edip çeteler oluşturan eşkıyalar, bir köye saldırarak bütün köy sakinlerini zeytinyağı mengenesine kapatıp mengeneyi ateşe verirler. Yaktıkları köyden 17 kız çocuğunu kaçırır ve tecavüz ettikten sonra ,kasabaya gönderirler…

Kasaba halkı Servet Ağa önderliğinde, tecavüze uğrayan kız çocukların akibetini tartışırlar. “Kirletilen” kızlar “Kan Kuyusu” denilen eski bir sarnıca götürülerek öldürülecek ve kuyuya atılacaklardır. Önce kızları öldürecek bir gönüllü aranır. Gönüllü çıkmayınca kura çekilir ve bu zor görev Mahmut’ a düşer.

Mahmut kızları “Kan Kuyusu”na götürür, ama onları öldürmeye kıyamaz, sessiz bir şekilde oradan uzaklaşır. Ancak kızları öldürmediğinin anlaşılmasından korktuğu için kendi kasabasına dönemez…

Bu sıralarda Osmanlı askerleri seferberlik için eli silah tutabilecek herkesi toplamakta, çoğu kimse savaşa gitmemek için dağlara firar etmektedir. Firar edenlerden birisi de Hacı Reşat’ın küçük oğludur. Askerlerin baskısından kurtulmak isteyen Hacı Reşat, Mahmut’a üç Osmanlı altını vererek kendi oğlu yerine seferberliğe gitmeye ikna eder.

Askerlerin bir kısmı kaçar, bir kısmı da İngilizlerin eline düşer. Bir arkadaşıyla kaçmayı başaran Mahmut, dönüş yolunu tutar. Sevdiğine kavuşacağı anın hayallerini kurarken bir yandan da uğradığı haksızlığın intikamını almak niyetindedir…

 

Son zamanlarda Türk filmlerinin çoğunun dağıtımcılığını yüklenen Özen Film’in bu kez bizzat yaptığı iddialı bir film. Ve eğitimini eski Sovyetler Birliği’nde almış olan Semir Aslanyürek’in “Vagon” ve “Şelale”den sonraki üçüncü filmi.

Tarih konularına ilgi duyan yönetmen, sinemamızdaki çok bakir bir alana eğiliyor ve bizlere, Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu hazırlayan ilk dünya savaşından bir kesit sunuyor. Önce kimi ilginç karakterler tanıyoruz: Antakya yöresinde bir avuç siyasaldinsel otoritenin temsilcileri, Mahmut adlı bir genç köylünün bir ağa kızıyla olan yasak ilişkisi, Mahmut’un haince öldürtülmek istenen bir gurup genç kadının kanını eline bulaştırmamak için kaçması ve kendisini savaşın içinde bulması. Savaş maceraları sırasında, Suriye cephesindeki İngiliz komutanından ünlü casus Lawrence’a dek ilginç kişilerle karşılaşması. Savaşın sonunda ise eski aşkı Safiye’yi arayıp bulma çabaları.

Gerçekten de büyük bir bütçeyle çekilmiş, etkileyici savaş sahneleri içeren, Türk sinemasının standartlarını zorlayan bir film bu. Ama yine de hayli yadırgatıcı. Bir kez, öylesine bize uzak ve artık kayıp bir dönemin kişilerine dayanıyor ki...Hiçbirini tam olarak tanıyamıyor, kimseyle gerçek anlamda özdeşleşemiyorsunuz. Başta uzun süre bireysel ilişkileri anlattıktan sonra, birden savaşa geçiyor ve bu da bir kopukluk yaratıyor. Aşırı milliyetçi bir yanı da var. Ayrıca oyuncu seçimi de tartışmalı. Kendi adıma, baş oyuncularla ilişki kuramadım ve onlara kapılamadım.

“Eve Giden Yol” kimi ilginç ve etkileyici sahnelerine karşın, fazlasıyla egzotizme sığınmış ve tam kıvamını bulamamış bir film gibi gözüküyor. Ancak tarih ve savaş alanlarına ilgi duyanlar, mutlaka görmeli. (Atilla Dorsay)

& Eve Giden Yol 1914, Semir Aslanyürek'in üçüncü uzun metrajlı filmi. Yönetmen filmi Vagon'dan sonra yaptığı ikinci uzun metrajlı filmi Şellale ile ilk çıkışını yaptı ve tanındı., Yönetmen, filmlerinin senaryolarını da yazıyor. Diğer yandan sinema akademisyenliği de Semir Aslanyürek'in, senaryo alanında yazılmış bir kitabı ile bir çeviri kitabı bulunuyor. Antakya kökenli olan yönetmen, Sovyetler Birliği döneminde VGIK'de sinema eğitimi almıştı. Gerek gençliğini yaşadığı Antakya'daki anılan ve yörenin kolllektif bilinçaltının öyküleriyle, gerekse de sinema eğitimi almadan önce Suriye'de yarım bıraktığı tıp eğitiminin, Eve Giden Yol'un değirmenine su taşımış olduğu hissediliyor. Eve Giden Yol 914, Aslanyürek'in, 16 yıl üzerinde çalıştığı bir projeydi. Şüphesiz büyük emeği barındırdığı anlaşılan bu projeyi gerçekleştirmek için Aslanyürek, bazı sorunlar da yaşadı. Aslanyürek, kendisiyle yapılan bir söyleşide bu duruma şöyle yanıt vermiş:

"Oldukça uzun bir senaryo yazım aşaması dememiz yerinde olur. Tam 16 yıl. Oysa çekim için hazırlık yapılmadı bile? Zaten en büyük zaafımız çekim hazırlığına önem vermememizden kaynaklanıyor". Salt popüler ilgiye dönük olmayan filmlerin, diğer bir deyişle bağımsız tavırlı yönetmenlerin yapacakları filmlerin, ülkemizde yapımcılardan destek alabilmeleri neredeyse yok denecek kadar azdır. Yönetmen, aynı söyleşide bir filmi çekebilmek için gerek yapımcı bulmanın, gerekse de istediğini yapmanın zor olduğunu vurgulamış. " ... kapitalist sistemde bir yönetmenin istediği filmi yapması neredeyse olanaksız. Çünkü parayı veren düdüğü çalacak isteseniz de istemeseniz de? Ayrıca daha bir sürü etmen filminizi etkiliyor. Bir yazar istediği gibi roman yazabilir, bir heykeltıraş istediği gibi heykel yontabilir veya bir ressam istediği gibi resim çizebilir. Kimsenin ona niye böyle yazdın, niye bu heykel ayakta duruyor yahut bu resim niye maviye kaçan tonlarla yapılmış, bunları kırmızı tonlarla yap diyemez.

Ayrıca bir yazar, ressam veya heykeltıraşın istediğini elde edene kadar yapıtı üzerinde çalışmaya hakkı vardır. Sözünü ettiğim bu sanatçıların kimsenin yardımına veya fiili katılımına ihtiyaçları da yok! Ama filmde bir ekiple çalışıyorsunuz ve başarınız ın neredeyse tamamı bu ekibin ellerinde". Ülkemizin çarpık sinema endüstrisinin kurumsallaşamamış yapımcıları, 1990'lara gelindiğinde neredeyse yok olmuştu. 1990'ların Türk sinemasında yeni bir dönemi ortaya çıkardığını söylemek gerçekçi bir iddia niteliği taşıyabilir. Bu dönem ve sonrasının en önemli değişimleri, ülkemiz sinemasında zaman zaman rastladığımız ana akım dışındaki sinemasal çıkışların bir istikrar kazandığının gözlenmesidir. Devam eden bu süreçte, Türk sinemasının geleneksel temalarıyla film üretimi devam etmekle birlikte, bu olgu kendisini daha çok televizyon dizileriyle hissettirmektedir. Günümüz Türk sineması, kişisel ifade olanaklarının arttığı bir ortam yaratıyor. Bu gelişmede sınırlı olsa da, devletin Kültür Bakanlığı aracılığıyla Film Destekleme Fonu'ndan yaptığı yardımların katkısının da olduğu söylenebilir. Aslanyürek de filmini çekmek için bu katkıdan kısmen faydalansa da, Özen filmin yapımcılığında filmini bitirdi. Eve Giden Yol 1914, temelde bir aşk öyküsünün üzerine kuruluyor. Servet Ağa, güzel kızı Safiye ile yanında çalışan adamlarından Mahmut'un arasındaki aşkı öğrendiğinde öfkeden kudurmuştur. Mahmut'u cezalandırmayı düşünse de kızına olan zaafı nedeniyle yapamaz. Diğer yandan Reşat Ağa'nın hasta ruh lu oğlu Halit, Servet Ağa'nın kızına kafasını takmıştır. Bir hülleyle Reşat Ağa'nın yanında çalışmaya başlayan Mahmut, yapılan tezgahla askere gönderilir. 1. Dünya Savaşı başlamış ve Osmanlı da savaşın içine çekilmiştir. İngiliz’lerle işbirliği yapan Araplar, Osmanlı Devletine karşı ihanet içindedir ve Yemen cephesinde savaş kaybedilmektedir. Filmde neden yer aldığının bağlantısının yeterince kurulamadığı savaş ortamından esir düşen ve kaçan Mahmut'un amacı sevgilisine kavuşmak ve başına gelen olayların intikamını alabilmektir. Film diğer yandan bir aşk öyküsünün yamacında dönemin sosyal ve toplumsal olayları hakkında da yansıtmalar yapmak iddiasıyla hareket ediyor.

Eve Giden Yol 1914, hem bir askerin sıla özlemini ve eve dönüşünü anlatırken, hem de emperyal bir imparatorluğun, döneminin en büyük emperyalist güçlerinden birinin, ortaya çıkan yeni koşullar bağlamında kendi evine de dönüşünü anlatıyor sanki. Filmin atmosfer ve mekan kullanımı açısından belli bir başarı oluşturduğunun altı çizilebilir. Filmin öne çıkan oyuncuları olarak Melisa Sözen, Ali Sürmeli, İrem Altuğ, Emre Altuğ ve Erdal Beşikçioğlu'nun oyunculukları için ortalamayı tutturduğunu söylemenin ötesinde dikkat çekici bir performans hissedilmiyor. Bu arada filmde daha önce Mahmut rolünde oynaması için anlaşılan Erkan Petekkaya'nın, başlayacağı dizi film için kadrodan ayrılmak zorunda kalmasıyla, Erdal Beşikçioğlu, filmin başlamasına kısa süre kala kadroya dahil edilmiş. Yönetmen her şeye karşın Erdal Beşikçioğlu'nun performansından memnun kaldığını yine aynı söyleşide belirtmiş. Diğer yandan yönetmenin de belirttiğine göre, çekilememiş dört sahnenin filmde eksikliği kendini belli ediyor. Aslanyürek'in daha önce de belirttiği gibi yapımcı, filmin kaderine egemen olmuş. Mehmet Soyarslan, geçmişindeki müzisyenliğinin etkisiyle de filmin müziklerini belirlemiş. Müzik seçiminin genel olarak filmi n duygusunu yansıtmaktan önce, milliyetçi vurguları öne çıkarmayı amaçladığı hissediliyor. Aynı vurgu filmin finaline de egemen olmuş. Bu durum filmin İstanbul galasındaki seyircileri de etkilemiş ve alkışlarla karşılanmasına neden olmuştu. Diğer yandan filmin olumlu yanlarından birini ise görüntü yönetmenliği oluşturuyor. Çekimler sürerken filmin ilk görüntü yönetmeni olan Eyüp Boz, filmi yarım bırakmıştı. Film çekimlerinin geri kalanını ise Aslanyürek'in radikal bir kararıyla VGİK'de görüntü yönetmenliği eğitimine başlayıp, eğitimini Marmara Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, SinemaTV Bölümü'nde sürdürmekte olan oğlu Yusuf Aslanyürek bitirdi. Böyle bir çalışma yöntemi bir handikap oluşturabilecekken, Eve Giden Yol 1914'de böyle bir sonuç oluşmamış.

Eve Giden Yol 1914'ün aslında en önemli yanlarının başında sinemamızda çok az yapılan bir dönem filmi olması geliyor. Ülkemiz sinemacılarının dönem filmi yapma girişimleri genellikle başarısızlıkla ve hüsranla sonuçlanmıştır. Yüzlerce veya onlarca yıl öncede kalmış olayları, gerçek mekanlarına dayanarak anlatmaya çalışmak bizimkisi gibi tarihe hoyratça davranan ülkeler açısından oldukça zor. Ayrıca kalabalık oyuncu kadrosu gereksinmesi, mekan ve kostüm tasarımının önemi, bu tarz filmlerin ülkemizde oturmuş bir sinema endüstrisi olmamasından dolayı da, kolaylıkla müsamere düzeyine inmesine neden olabilmektedir. Eve Giden Yol 1914, daha önce de vurguladığımız eksiklikleri ve zaaflarına karşın bir dönem filmi olma özelliği ve ele aldığı dönem ve olayları yansıtma açısından belli bir başarı düzeyini tutturarak seyredilmek açısından ilgi uyandırıyor. Keşke finalini de alışıldık özdeşleştirme yöntemlerini kullanarak bir kahramanlık yanılsamasına dönüştürmüş olmasaydı. “Sinematürk Aylık Sinema Dergisi, Şubat 2007, sayı, 4” 



 EVE DÖNÜŞ (2006) 


Senaryo ve Yönetmen: Ömer Uğur, Görüntü Yönetmeni: Mustafa KuşçuMüzik: Tamer Çıray, Yapım: Limon/Hayri Aslan Kamera Asistanı: Özgür Gür, Ozan Temiz, Erol Beraha, Yardımcı Yönetmen: Muharrem Özabat, Kurgu: Ulaş Cihan Şimşek, Kurgu Asistanı Erman Dişçi, Negatif Kurgu: Kadir Burç, Oyuncu Koçu: Süreyya Güzel, Panther Operatörü: İhsan Polat, Prodüksiyon Asistanı: Uğur Geldi, Şevket Pamir, Sanat Ekibi: Yunus Emre Yurtseven, Sanat Yönetmeni: Veli Kahraman, San. Yön. Ast: Hüseyin Beyaz, Telesine: Cem Taşkara, Film Baskı: İlker Şen, Uğur Orbay, Basın Danışmanı: Özlem Esmergül, Danışman: Hülya Uğur Tanrıöver, Baran Seyhan, Aydın Sayman, Yapım Sorumlusu: Aydoğan Gündoğdu, Yapım Yönetmeni: Cengiz Deveci, Ortak Yapımcı: George Lyklardopoulos

Oyuncular: Mehmet Ali Alabora (Mustafa), Sibel Kekili (Esma), Altan Erkekli (Hoca), Savaş Dinçel (Sacit), Perihan Savaş (Esma annesi), Erdal Tosun (İşkenceci Polis), Cengiz Küçükayvaz, Hasan Mullaoğlu, Civan Canova (İşkenceci Polis), Caner Doğruyol, Yeşim Ceren Bozoğlu, Timur Ölkebaş, Faruk Karaçam, Yavuz Bingöl, Sermiyan Midyat, Ahmet Mümtaz Taylan, Necmettin Çobanoğlu, Can Kolukısa, Mustafa Turan, Behruz Firuzment, Ramazan Akboğa, Yakup Yavru, Ali Tutal,

Konu: 1980 yılında Mustafa ve Esma o karışık ortamda her şeyden izole bir şekilde yaşamaktadırlar. Tek dertleri aldıkları renkli televizyonun taksitlerini ödemek olan çift bunun için sürekli mesaiye kalarak çok uzun süreler çalışmaktadırlar. Hatta bu yüzden ne birbirlerini ne de kızlarını doğru düzgün göremezler. İşlerinde de apolitik davranmaktadırlar. Mustafa sendikaya bile zorla üye olmuştur. Geçim dertleri içinde en büyük yeri de ev sahiplerinin sürekli evden çıkmalarını istemesi tutmaktadır. Tam biraz rahatlayıp pikniğe gideceklerken darbe olur ve sadece dışarı çıkamadıkları için üzülmüşlerdir. Ev sahipleri bir gün çok geç bir saatte gelip yine evden çıkmalarını isteyince Mustafa adama çok sert çıkar. Daha sonra Esma'nın ailesinin evine yemeğe giderler. Mustafa Esma'nın Kore Gazisi babasına komünistleri öldürmek konusunda hak verir. Zamanı gelirse kendinin de çekinmeden vatan için savaşacağını söyler. Ayrıca Mustafa da gözaltına alınan herkesin bir şekilde anarşist bağlantılı olduğunu düşündüğünü eşine söyler. Ama daha o gece eve gelip her şeyi yakıp yıkan polisler Mustafa'yı gözaltına alırlar. Onu gözaltına alırken de taksitleri yeni biten televizyonu kırarlar. Daha sonra Mustafa'ya Şehmuz olduğunu kabul etmesi için sürekli işkence yaparlar. Fakat Mustafa ne Şehmuz olmadığına inandırabilir onları ne de olduğuna inandırabilir. Çünkü hiçbir şey bilmiyordur ve sürekli konuş diyorlardır. Daha sonra aynı gruptan oldukları söylenen Hoca'yla aynı yere konur. Hoca onun Şehmuz olmadığını söylüyordur ama ona da inanmazlar. Daha sonra tam inanmaya başlarken Şehmuz olmadığına birkaç kişi işkenceye dayanamaz ve Şehmuz olmadığını bile bile Şehmuz olduğunu söylerler.

Bunun üzerine gördüğü işkenceler iyice artmıştır ki gerçek Şehmuz bulunur. Mustafa bunun üzerine salınır. Fakat ayrılmadan önce ölmek üzere olan Hoca ona bir adres verir ve oraya gidip ondan haber vermesini ister. Daha sonra evine giden Mustafa orada kimseyi bulamaz. Onun yokluğundan fırsat bulan ev sahipleri karısı ve kızını evden atmıştır. Dahası o gözaltına alındı diye karısı da işten atılmıştır. Daha sonra Esma'nın babasının evinde eşi ve çocuğunu bulur. Oradakiler Mustafa'nın bu haline çok şaşırırlar. Mustafa işkence yüzünden hem psikolojik hem de fizyolojik çok zarar görmüş ruh gibi olmuştur. Dahası çıktığında o da işten atılmıştır. Ayrıca herkes gözaltına alınmış olduğu için ona sırt çevirmektedir. Bu esnada Hoca için r. gazetelerde çatışmada öldüğü haberi çıkar. Bunun üzerine Hoca'nın verdiği adrese korkularını yenip gitmeye çalışır ama onlara ulaşamadan polisler tarafından görülür ve uyarılır. Ama polisler ağızlarından onu ev sahibinin ifadesiyle içeri aldıklarını kaçırırlar. Bunun üzerine ev sahibini bulmaya giden Mustafa onu bulsa da bir şey yapmaz. Artık onun için önemli olan eski haline dönebilmektir.

&“Eve Dönüş”, baskı ve diktatörlük dönemleri yaşamış her toplumun yapması gereken filmlerden… Angelopoulos veya Vulgaris’in Yunanistan’ın Albaylar Cuntası dönemi, Latin Amerikalı yönetmenlerin bitip tükenmez diktatörlük rejimleri için yaptığı filmler ya da Rusya’da komünizmin çöküşünden sonra yapılan filmler gibi…

Aslında bizde de 12 Eylül filmleri yapıldı: “Dikenli Yol”dan “Sen Türkülerini Söyle”ye, “Bekle Dedim Gölgeye”den “Eylül Fırtınası”na...Ayrıca işkence üzerine ilginç filmlerimiz de var: Zeki Ökten’in “Ses”i, Yusuf Kurçenli’nin “Karartma Geceleri”, İsmail Ateş’in “Gülün Bittiği Yer” gibi. Tüm bu önemli, saygın çabaları da hatırlayalım lütfen...Ama “Eve Dönüş”, tüm bu filmlerin arasında zirveye oturuyor. Belki bir yanıyla, ana kişiliğin başına gelenlerin ilginçliği nedeniyle: kendi halinde, siyasetten uzak fabrika işçisi Mustafa, darbeyi izleyen günlerde tutuklanıyor ve Şehmuz kod adlı bir siyasal aktivist olmadığını kanıtlamayı başaramıyor. Yani çok tipik bir Hitchcock durumu!..Ama ayni ölçüde, işkence sahnelerinin güçlü biçimde hikayeye yedirilmesi, dramatik gerilimin finale doğru sürekli yükselmesi gibi öğelerin de katkısıyla.

Aslında ilk yarı, dönemin, koşulların, kahramanların sergilenmesi hayli klasik, hatta soluk. Ama özellikle ikinci yarıda film adeta coşuyor, şahlanıyor. Klişeler yaşanmışlığa, karton karakterler etli canlı insanlara dönüşüyor. Gerilim artıyor, duyarlılıklar keskinleşiyor. Ve film, bu ülkenin gerçekten yaşadığı bir kolektif cehennemin soluk soluğa izlenen hikayesi olup çıkıyor.

Tüm oyuncular çok iyi: ilk kez dört başı mamur bir rolü deneyen Memet Ali Alabora’dan, oyununda kimilerinin nedense farkedemediği evrensel bir düzeyi tutturan Sibel Kekilli’ye, yan oyuncularda “baba” Savaş Dinçel’den “işkenceci” Civan Canova’ya dek. Perihan Savaş’ın annesini de unutmaksızın… Müziği de çok beğendim. Ve filmi, sinema sanatı biryana, bu ülkenin gerçekleriyle asgari bir ilişkisi olan herkese öğütlüyorum. (Atilla Dorsay)

&Eve dönüş, dünya mitolojilerinin en bilindik öykülerindendir. Bır amaç için gönüllü ya da gönülsüz yola çıkan kahraman, görevini yerine getirmek üzere gittiği yolculuğun sonunda evine döner. Döndüğünde, hiçbir şeyin bıraktığı gibi olmadığını fark eder. Ancak bu değişim, arkasında bıraktığı 'ev'den dolayı değildir. Değişen aslında kahramanımızın kendisidir. Bu yüzden yolculuğu boyunca hatırında taşıdığı 'evi', eve dönüşünde gördüğü ev değildir artık. Eve Dönüş'ü bir eve dönüş hikayesi olarak ele alma isteğim de, aslında hikayenin bir çok düğümünün, eve dönüş ile çözüldüğünü düşünmemdendir.

Kendisini "kendi halinde bir işçi parçasıyım" diye tanımlayan Mustafa, 12 Eylül öncesi ülkenin bulunduğu karışık ortamda, hiçbir politik saf ta yer almadan yaşamını sürdürmektedir. En büyük derdi, bütçesini aşan bir meblağa aldığı televizyonun taksitlerini bitirip düze çıkmaktır. İhtilalin olması bile Mustafa için Gülhane Parkı'na gidip içememe, ya da İhtilal iş gününe denk gelmediği için kafa izni yapamama anlamına gelmektedir sadece. Üstelik Mustafa, karısı Esma'nın bir arkadaşının içeriye alınmasının ardından bu işlere buIaşmayan insanların içeriye alınmayacağını "seni niye almıyorlar, beni niye almıyorlar" sözleriyle savunmaktadır. Ancak bır gece asılsız bir ihbarla apar topar içeriye alınan Mustafa kendisini, birden, tam da uzak durnak için elinden gelen her şeyi yaptığı ortamın içinde bulur.

Bana göre filmin esas derdi tam da bu noktada kendini göstermeye başlıyor. Mustafa karakterine yakından baktığımızda, izleyici olarak Mustafa'nın yaşamak zorunda bırakıldıklarımı karşı, gerçekten bu işlerle ilgisi olmayan, kendi halinde bir vatandaş savunmasını getirebiliriz.

Ancak asıl gelmemiz gereken nokta, "Mustafa'yı ve Mustafa gibileri 'tamamen suçsuz' olarak düşünebilir miyiz?"i sorgulamaktır. Bir şeylerin değişimi için çabalanan bir karmaşa döneminde, sadece kendi yaşantısı ve rahatlığına odaklanarak 'bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın' ya da 'aman hiç bulaşmayayım, başım belaya girmesin' tutumu bir insanı ne kadar suçsuz kılar' Evinin önünde, sokak ortasında, işyerinde insanlar ölürken ve öldürülürken bütün bunlara seyirci kalan biri ne kadar masumdur'

Üstelik Mustafa yaptıklarından sonra kendisinden beklediğimiz değişimi geçirmiyor. Öfke yerine, daha çok korku ve sindirilmişlik işliyor içine. Kendisine günlerce işkence yapan polis 'bir yanlışlık olduğunu' söylediğinde, sanki bağışlanacak bir şey yapmış da polis onu bağışlanmış gibi, şubeden ayrılmadan önce polisin elini öpüyor. Mustafa'nın Şehmuz olduğunu iddia etmeyen tek kişi olan Hoca'nın evinin kapısına kadar gidiyor ve içeriden ses geldiğinde korkup kaçıyor. Kendisinden en büyük patlamayı beklediğimiz anda, evi boşaltmadığından dolayı kendisini ihbar edenin ev sahibi olduğunu öğrendiğinde bile, bir hışımla kahveye gitse de sessiz kalıyor ve oturup ev sahibiyle çay içiyor. Mustafa içine işleyen korku yüzünden, değil sadece politik açıdan, kendi kişisel yaşamında bile tavrını ortaya koyamamaya başlıyor. Mustafa'nın durumunda bir yanlışlık olmadığına inanan ve yine "seni niye almıyorlar, beni niye almıyorlar" sözlerini dile getiren ancak eşkalleri uyduğu için polis tarafından şubeye alınan iki kişiyse, sindirme politikasının boyutlarının nasıl bir döngü içine gireceğinin habercisi gibi.

Filmin sonunda 12 Eylül'ün sonuçları rakamsal olarak bir bir karşımıza çıkıyor. Çıkan son iki maddeyse, o dönem kabul edilen Anayasa'da, cunta üyelerinin ömür boyu yargılanmasını engelleyen maddeyle hiçbir cunta üyesinin yargılanmaması ve ülkenin hala bu anayasayla yönetilmesi oluyor. Diğer bütün maddeler birer birer silinirken, son iki madde ekranda donup kalıyor. Yani, film boyunca Mustafa'yı suçlu bulmamız, ya da ona acımamız filmin sonunda beliren bu son iki maddeyle bizi, aslında bizim de Mustafa'dan çok farklı olmadığımız gerçeğiyle yüzleştiriliyor. Yönetmen sanki kamerası nı bize doğru çevirip, film boyunca sorguladığımız Mustafa karakteri üzerinden, aslında kendi iç hesaplaşmamıza ön ayak olmak istiyor.

Tam da bu noktada 'eve dönüş' kavramına dönmekte yarar var. Mustafa'nın eve dönüşüyle, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bir dönem başlıyor. Ama sadece Mustafa için değil; bu dönemi yaşayan herkes, özellikle filmin sonunda vurgulanan, sonrasında gelen nesiller için. Çünkü aslında tek değişen o dönem arkada bırakılan 'ev' değil, değişen eve dönüş yolculuğundaki koca bir nesil. Mustafa'nın, eve dönüş sonrası hapsedilmişliğini ve korkusunu nesiller sonrasında hafif bir şekilde içimizde taşıdığımız ve hala o dönemin yargısının yapılamadığı bir dönemde yaşıyor olmamız. Bir dönemde yaşananlardan bahsettiğini sandığımız filmin, asıl olarak bugün o döneme ait birçok şeyin hala değişmediğini anlattığının farkına varıyoruz. Filmin bu özelliğiyle de bir dönem filmi olmaktan çıktığını ve derdinin daha çok bugün olduğunu düşünüyorum. (Esin Paça) “Altyazı, Aylık Sinema Dergisi sayı, 57”