GÖLGE (2007)
Yönetmen: Mehmet Güreli, Senaryo
Nilgün Öneş, Eser: Peyami Safa, Görüntü Yönetmeni Nilgün
Öneş, Yapımcı: Tülin Soyarslan, Burak Yamanlıca Kurgu: Ulaş Cihan
Şimşek, Sanat Yönetmeni: Selda Çiçek, Negatif Kayıt: Kadir Burç,
Işık Şefi: Aydın İz, Ses Teknisyeni: Okan Selçuk, Sanat Yönetmen
Yardımcısı: Ceylan Kara, Sanat Asistanı: Ruhan Ünlüer, Film
Baskı: İlker Şen, Kopya Baskı: Tamer Eşkazan, Renk Düzenleme: Tolga
Girici,
Oyuncular:
Görkem Yeltan (Selma), Kaan Çakır (Nevzat), Serkan Ercan (Halim), Mehmet Ali
Alabora, Alper Kul, Ünal Silver (Salim), Zeynep Konan, Ali Pnar (Resepsiyon),
Hikmet Körmükçü, Nilay Olcay (Hizmetçi Selma)
Selma Nevzat’ı gerçekten sevmekte midir
yoksa yeni bir kurban mı bulmuştur? Selma, Venedik’te Nevzat’ı öldürecek midir
yoksa talihsiz olayların ardından çiftimiz mutlu bir yaşama mı adım atacaktır?
#Müzisyen, ressam ve yönetmen Mehmet
Güreli’nin uzun zamandır beklenen ilk uzun metrajlı filmi Gölge, Türk
edebiyatının önemli yazarlarından Peyami Safa’nın intihar, şüphe, kıskançlık,
dostluk ve aşk hakkındaki, “kara film bahçelerini binlerce defa arşınlamış” Selma
ve Gölgesi romanından uyarlanmış. “Selma ve Gölgesi, bizim coğrafyamızda,
bizden yola çıkılarak yazılmış, enfes kurgusuyla göz dolduran, düşündürüp
heyecanlandıran bir hikâye. Gizemli bir kadının planlarını gizlice uygulamasını
ustaca anlatan, aynı zamanda da iki yakın erkek arkadaşın nasıl olup da
birbirini yok edecek birer canavara –usulca, bilinçsizce ve yumuşak bir
şekilde– dönüştüğünü gösteren bir yapıt”.
# Peyami Safa'nın Server Bedi takma adıyla
yazdığı polisiye romanlarından biri olan 'Selma ve Gölgesi'nden uyarlanan
Gölge, iyi bir yazarın kaleminden çıktığı hemen belli olan bir film. Senaryoya
Nilgün Öneş tarafından aktarılan ve oldukça "sadık" bir uyarlama olan
Gölge, romanın anlatıldığı dönemde, 1930'larda geçiyor. Türkiye' de fakir bir
tarihi olan polisiye yazı geleneğinin, yine Türk sinemasında iyi örneği az
bulunan dönem filmi türüyle birleşmesi başlı başına bir risk olsa da, Gölge bu
birleşimin mütevazı ve iyi kotarılmış bir örneği olmayı başarmış. Filmde,
özellikle Türkçenin kullanımında ve sanat yönetiminde tutarlılık gösteren ve
öncelikli olarak gizemli kadın Selma üzerine kurulan bir dünya var.
Karakterlerin konuşmalarında, o günlerde kullanılan deyim ve ifadeler,
oyuncuların ağzında eğreti durmadan ve komikleşmeden bugünün Türkçe'sinin içine
yedirilmiş. Boğaziçi'nde bir yalıda yaşayan, kainatla alakasını kesmiş güzel
kadının, gizemli hayatını anlatmak için seçilen kostüm ve dekorlar, abartılı
bir film noir hissiyatı değil, o dönemi yansııtan gerçekçi bir atmosfer
oluşturuyor. Örneğin, Selma'nın yaşadığı yalıda, eski kitapların durduğu tavan
arasında, üzerine kan bulaşmış Ahmet Haşim cildi, hem dönemsel gerçeklik hissi
yaratıyor, hem de hikayeyi Türkiye bağlamına oturtuyor. Film her ne kadar
klasik bir femme faatale hikayesi anlatsa da, Peyami Safa'nın romanlarında
eksik olmayan 'buralılık' motiflerini de kullanmayı ihmal etmemiş. Bu anlamda
Mehmet Güreli'nin filmi, bir polisiye özentisi değil, tutkulu bir aşk
hikayesinin polisiyesi. Zira filmde gerçek bir polisiye süreç yok. Ancak film boyunca,
Selma'nın aşıkları Nevzat ve Halim onu anlayabilmek, onun etrafındaki sis
perdesini kaldırabilmek için birbirlerine ve başkalarına sorular soruyorlar.
Bunun sonucunda aşıklar, arkadaşları tarafından birçok kez polis müfettişlerine
benzetiliyorlar.
Sırlarla dolu bir kadının öyküsünü
anlatırken, kaçınılmaz olarak, diğer karakterlerin karanlığı da su yüzüne
çıkıyor. Üç kişi arasında yaşananlar, filmin daha ilk karesinde vurgulandığı
üzere aşk ve ölümün birbirinden ayırt edilemediği bir düzlemde geçiyor. Nevzat,
yakın dostu Halim'e Selma'yı ilk kez "insana ölümü ve aşkı aynı anda
hissettiren" biri olarak anlatıyor. Gerçekten de Selma yakın çevresindeki
erkeklerin intiharlarıyla meşhur biri: Babası, kocası ve diğerleri. Selma hem
hayalet, hem deli, hem histerik, hem de hafifmeşrep. Ya da tüm bunlar, filmde
söylendiği gibi, bu nereye konulacağı bilinemeyen tuhaf, kırılgan ama güçlü
kadını yargılayan "iptidai halk zekasının" ürünü yakıştırmalar. Bu da
onu daha da cazibeli, daha da ulaşılmaz kılan şey. Ne var ki, Selma'nın
böylesine altı çizilmiş bir karakter olması film için bir dezavantaja
dönüşüyor. Çünkü Selma etrafında senaryo üzerinden diyaloglarla oluşturulan
ulaşılmaz gizem ve cazibe halesi, bir şekilde ikna edici değil. Görkem Yeltan,
karakterin hem kırılgan, hem ölümcül yüzünü iyi canlandırsa da, Selma karakteri
sözle öyle bir mistifiye edilmiş durumda ki, perdede gördüğümüz kadın ne
yaparsa yapsın, iddia edildiği kadar etkileyici görünmüyor. Örneğin "O
kadar güzelsin ki, insanda kendini sana kurban etme arzusu uyandırıyorsun"
gibi bir diyalogdan sonra, Selma'nın yüzünü önden yakın planda görmek yerine,
tıpkı karakterin kendi gibi gizemli bir kadrajla, seyircinin de hayal gücüne
yer bırakılabilirdi. Böylece, neredeyse bir şehir efsanesi olan bu kadının,
seyirci için de belki biraz daha "az gerçek" hale getirilmesi, yalnız
Selma'yı değil, Peyami Safa'nın tabiriyle 'Selma'nın gölgesini de görünür
kılabilirmiş.
Filmin bir diğer zayıf noktasıysa Venedik
bölümü. Filmin sonlarındaki bu bölüm görsel olarak İstanbul bölümünden çok
farklı. Hikaye İstanbul' da örgü duvarlar, parke taşlı yollar ve kasvetli
yalıların oluşturduğu bir fonda, yakın planlarla ilerliyor. Elbette bir dönem
filmi yapmanın en büyük zorluğu işin ekonomik kısmında sakIı. Gölge'nin kısıtlı
bir bütçeyle çekildiği düşünülecek olursa, dönemi birebir yansıtan bir set
kurulamadığından ve gerçek dış mekanlarda yapılamayacağından, film İstanbul' da
yakın planlara, açıkarşı açı diyaloglarına hapsolmuş. Belki de bu, yönetmenin
estetik tercihi. Sebebi ne olursa olsun, filmin konusuna yakışan bu tekinsiz ve
kasvetli atmosfer, Venedik bölümüne gelindiğinde yerini genel planlara, uzun
süre ekranda kalan gondollar, ara sokaklar ve köprülerden oluşan tiipik Venedik
manzaralarına bırakıyor. Hikaye düzeyinde bir motivasyonu olmayan bu ciddi
anlatımsal değişim, filmin temposunda da değişiklik yaratmış. Yavaşlayan ve bir
anlamda uzayan film, olaydan ve karakterlerin amaçlarından uzaklaşıyor.
Hikayedeki konumu gereği, bir dedektif kovalamacasına ve gerilimine sahne
olması gereken Venedik sokakları, turistik imaJinndan kurtulamıyor. Üstelik, bu
sahnelerde, müzik kullanımı, sanki Venedik manzaraları ve hikaye arasında
organik olarak kuramadığımız bir bağı telafi etmek istercesine ön planda. Bu da
filmin o ana kadar özenle kurmuş olduğu zamansal ve mekansal tutarlılığa,
gereği olmayan aşırı bir dramatizasyon katıyor. Filmin sonu, bu epizodun
parçası olarak geldiği için de ne yazık ki, etkileyici final teatral bir
nitelik kazanmış. Her şeye rağmen Gölge, yaptığı şeyi ciddiye alan ve dönem
filmi yapmanın takma bıyık ve peruklardan fazlasını gerektirdiğini gösteren bir
film. (Zeynep Dadak, Altyazı, Aylık sinema dergisi Sayı 78)