Powered By Blogger

25 Aralık 2022 Pazar

 

RECEP İVEDİK (2007) 


Yönetmen: Togan Gökbakır, Senaryo: Şahan Gökbakar, Görüntü Yönetmeni: Ertunç ŞenkayYapım: Özen Film/Mehmet Soyarslan, Faruk Aksoy, Ayşe Germen Focus Puller: Serdar Güz ,Işık Asistanı: Arif Kamber, Işık Şefi: Hakan Altınkök , Kostüm Tasarım: Seden Tunçer , Kurgu: Erkan Özekan, Makyaj: Neriman Eröz, Sanat Asistanı: Yasemin Erakalın, Sanat Yönetmeni: Koray Fındıkçıoğlu, Ses: Hasan Baran, Set Amiri: Melih Sezgin, Set Asistanı: Hüseyin Pulaş , Ayhan Çevrim, Yardımcı Yönetmen: Hatice Yakar,

 Oyuncular: Şahan Gökbakar (Recep İvedik), Fatma Toptaş (Sibel), Tuluğ Çizgen (Sibel Anne), Hakan Bilgin (Müdür), Nedim Doğan (Komiser), Vural Buldu (Muhsin Bey), Hakan Akın (Kamyoncu Halil), İsmail Hakkı Ürün (Mahmut), Lemi Filozof (Belboy Komi), Murat Akdağ (Polis), Zeynep Aydemir (Ceren), Ferhat Uçar (Animatör), Önder Açıkbaş (Kaptan), Yakup Yavru

 Konu: Şahan Gökbakar'm televizyonda başlayan kariyeri, sinemada adeta bir patlamaya dönüştü. Komedi programında kılıktan kılığa giren ve pek çok tipleme yaratan Gökbakar, sinema projesi için bu tiplemeler arasından Recep İvedik'i seçti. Programda sürekli cam kenarında oturan, sepetle bakkaldan bira alıp bütün gün içen Recep îvedik, üç filmlik bir seri olarak çekildi ve müthiş bir gişe başarısı yakaladı.

 Recep İvedik'i bir karakter olarak tanımlamak gerçekten güç. Kendini delikanlı olarak tanımlar, erkeklik tariflerine soyunur, küçük dünyasının kralıdır. Nasıl para kazanır, ne iş yapar belli değildir. Alt kültürden olduğu ortadadır; eğitimsizdir, sokaktaki sıradan bir adamdır. Ancak sadece televizyon kültürüyle beslense bile, eskaza seyrettiği belgesellerden öğrendiklerini yeri geldiğinde başarıyla sattığını görürüz. Son derece kabadır, kişisel temizliğini ıslak mendillerle sağlar, el şakaları yapar, dilinin kemiği yoktur. Modern şehir hayatı ve burjuva yaşam tarzı karşısında aslında çaresizdir, kültürdışıdır, adeta ilk insan gibi bihaberdir. Öte yandan, patavatsızlığı, açık yürekliliği ve direkt olarak kendini ifade etmesi sayesinde bizi güldürür. Komşusunun bakkala yolladığı sepetten o da faydalanır, bu onun en doğal hakkıdır, üstelik bir zararı yoktur ki... Parayla da işi gücü yoktur. Yolda cüzdanını düşüren adamın peşinden 700 km. yol yapacak kadar dürüsttür, illa eliyle teslim edecektir. Kendinden de küçük arabasıyla yola çıkar ve yaklaşık 20 dakika boyunca adeta bir yol filmi izleriz. Bu sekans boyunca arabası bozulan iki kıza kendi aküsünü verir, bu yüzden yolda kalır, otostop çekip heavy metalcilerle yol alır, vb. Gece kamp yapar ve kurtları taşla kovalar. Meşakkatli yol sona erip de cüzdanı teslim ettiğinde iyiliği karşılıksız kalmaz ve bu işadamı onu lüks otelinde ağırlamayı teklif eder. Aslında böyle bir tekliften hoşlanmaz ama çocukluk aşkı Sibel'in (Fatma Toptaş) annesiyle (Tuluğ Çizgen) aynı tesise geldiğini görünce kalır, işte bu oteldeki konaklama maceraları ilk Recep ivedik filminin konusunu oluşturur. Odada bile ne yapacağını, neyin nasıl çalıştığını bilmez. Açık büfeye adeta dalar, Sibel'in peşinde otelin tüm etkinliklerinden faydalanır, hatta onun için dans eder. Birazcık da gönlünü çalar aslında…

 Filmin ilk dakikalarmdaysa Recep'ten beklenmeyecek bir romantizme rastlarız. Cebinde bir küçük torba dolusu bilyeyle dolaşır. Yıllardır onları Sibel'e vermek için beklemiştir. İşte böyle bir çam yarmasından, hatta Sibel'in annesinin tabiriyle "Maymundan beş dakika önce yaratılmış" bu tuhaf adamdan beklenmeyecek bir hareket daha! (E.Ç.) SİNEMA En İyi 100 Film

 Estetiği umursamayan bir film, estetik kaygılardan muaf tutularak izlendiğinde bambaşka bir görünüm kazanabiliyor

Birkaç hafta önce filme televizyonda rastgelene kadar ben de Recep İvedik'i görmezden gelenler takımındaydım. Tüm zamanların en çok izlenen Türk filmi ünvanını kapan, haftalarca her cinsten köşe yazarının kalemini kendine kilitleyen bu fenomene olan merakımı bastırmak için oldukça çaba sarf ettiğimi itiraf etmeliyim. Film daha fazla kişiyi sinemaya çektikçe, ucuz maganda esprilerinin, iğrençliğin dibine vurmaya dayalı bir mizahın nasıl olup da bu kadar insanı cezbettiğine daha çok hayret etmeye, filme gidenlere daha çok öfke duymaya başladım. Filmin espri düzeyini, sinemasal değerini filmi izleyerek zamanımı harcamadan da tahmin edebilirdim pekala!

 Öfkem arttıkça merakım da artıyordu, ama filmin çıkardığı tüm o gürültüye inat filmi izlememeyi başardım. Recep İvedik'in uğultusunun biraz söndüğü bir dönemde (Recep İvedik 2 gelirken bu dönemin sona ermek üzere olduğunun farkındayım), televizyon kanallarından birinde filmle ansızın karşı karşıya kalınca yelkenlerimi suya indirdim. Neymiş bu Recep İvedik beyefendinin kerameti bir görür, sonra bu izleme deneyiminden kimseye bahsetmez, Recep'le olan defterimi de sessiz sedasız kapatırım, diye düşündüm. Filmin başlamasıyla beraber, Recep İvedik'e karşı biriken gereksiz öfke mi ve etraftan duyulanlarla oluşmuş önyargılarımı bir kenara bırakmaya karar verdim. Biraz izledikten sonra anladım ki, herhangi bir filmi analiz etmek için kullandığım hiçbir yöntem, sinemayla belli bir düzeyde haşır neşir olmanın kazandırdığı film okuma araçlarından hiçbiri Recep İvedik'e işlemiyordu. Karşımdaki ne idüğü belirsiz şeyi sinemasal konvansiyonlarla analiz etmenin bir yolu yok gibi gözüküyordu. Filmlere karşı olan bakışımın içine işlemiş olan o analitik gözlemci rolünden, o eleştirel gözden sıyrılıp (tüm bunlardan sıyrılmak ne derece mümkünse), kendimi filmin akışına bırakmaya karar verdim. Tam bu noktada filmin cazibesinin özünde yatan şeye yaklaştığımı hissettim. Paradoksal bir biçimde, analiz etmemeye, karşımdaki görüntü silsilesine karşı kalkanlarımı indirip kendimi onun akışına bırakmaya karar vermem, bana filmin verdiği hazzı analiz etmenin yolunu açmıştı. Film sona erdiğinde, filmi izlemekten garip bir zevk aldığımı, film boyunca Recep İvedik'le özdeşleşip bir tür rahatlama (katarsise benzer bir şey değil, daha çok genel bir ferahlama) yaşadığımı fark ettim. Bu tür bir seyir deneyimi bu zevk ve rahatlamadan suçluluk duymanın gerekli olup olmadığı tartışmasını bir kenara bırakırsak, daha önce, milyonlarca insanı nasıl olup da sinema salonlarına koşturduğuna dair en ufak bir fikrimin olmadığı Recep İvedik'in yarattığı çekim gücüne dair bir tahmin yürütme şansı tanıdı bana. Filmi izlerken mümkün olduğunca askıya aldığım eleştirmen rolü, film süresince hissedilenleri geriye dönük bir şekilde analiz etmeye başlamamla birlikte tümüyle geri dönmüş oldu.

 Bu geriye dönük hissiyat analizinin bana film hakkında söylediği şey şuydu: Recep İvedik'in kitleleri çekmesinin ardında, filmdeki karakterler tarafından "ayı, orangutan, maymundan 5 dakka önce doğmuş" diye nitelendirilen, biraz fazlaca kıl iliştirilmiş bir maganda karakterinin adap bilmezliklerine, kabalıklarına, cehaletine gülüp eğlenmek yetmiyor. Filmin cazibesinin özünde, devam filminin fragmanında kendisini "hayvanım ama evcil değilim" diye tanımlayan bu adamla özdeşleşmenin getirdiği bir tür ferahlık var. Kurallardan, sınırlamalardan muaf olmanın, her türlü normun ve değerlendirme kalıbının dışında kalmanın ferahlığı. "Gonuşma layn" sözüyle özetleyebileceğimiz, hiçbir mantık düzleminde karşılık verilemeyecek bir söylemi zırh olarak kuşandıktan sonra, önüne çıkan her tür kişiye ve kuruma sınıf/iktidar farkı gözetmeksizin ağzına geleni söyleyenin getirdiği bir rahatlamadan bahsediyoruz. Recep İvedik, Antalya'daki otelin sahibiyle de komisiyle de aynı üslupta konuşabiliyor Otel müdürüne de "bas git!" diyebiliyor. Recep İvedik'in kendisinin de kabullenmiş göründüğü ayılık, magandalık ya da kıroluğun nasıl adlandırırsanız adlandırın getirdiği özgürlük, toplumsal hiyerarşiyi ve güç dengelerini umursamamakla da sınırlı değil. Recep İvedik'in film boyunca belki de en tutarlı şekilde gerçekleştirdiği eylem, ağzına gelen ilk şeyi söylemek. Recep İvedik her ortamda, söylenmemesi gereken, söylenmemesinin gerektiğini bildiğimiz ilk şeyi söylüyor. Kilolu kadınlara "camış, gergedan, şişko patates", geylere "top" diye hitap ediyor. Belli ki siyaseten doğrucu olmak Recep'in umurunda bile değil. Ama onun yaptığını siyaseten doğrulacağı tersyüz etmek, siyaseten yanlış olmaya çalışmak diye de nitelendiremeyiz tam olarak. Recep'inki daha çok istediğim her an, istediğim her kişiye, istediğim her şeyi söylerim tavrı. Recep için siyaseten doğruculuğun kuralları ciddiye alınıp da tersine çevrilecek şeyler değil. Recep, belli bir çevrenin içinde olmakla kazanılan, öğrenilen bu tür öğretilerin tamamen dışında 'yer alıyor. Onları tersyüz etmesi için önce öğrenmesi, onların alanına dahil olması gerekiyor. Oysa Recep İvedik'in yarattığı haz tam da onun, sonradan kazanılan, öğrenilen hiçbir şeyin tanımlama alanına girmemesinde, kategori dışında kalmasında saklı. Recep'le özdeşleşmenin zevki, var olan normları, konvansiyonları yıkmakla değil, onları hiç bilmiyormuş gibi yapmakla, onlara tabi olunmadığı zamana geri dönmekle açığa çıkıyor. Recep'le beraber girilen regresyon, bir ilkokul çocuğunun söylemindeki rahatlığı/özgürlüğü/umursamazlığı da beraberinde getiriyor. Regresyonun sağladığı bu her türlü sorumluluk ve sınırlamadan muaf olma durumu, akla gelen ilk sözü söylemeyi, en aşağı seviyeye inebilmeyi, banalleşebilmeyi, iğrençleşebilmeyi mümkün kılıyor. En alt seviyeden konuşabilmek, dilin içine gömülü olan ayrımcı söylemden bihaber olarak kelimelerini seçebilmek omuzlardan büyük bir yük kaldırıyor.

 Recep İvedik, bir film olarak da, aynı baş kahramanının eylemleri gibi değerlendirme dışı kalıyor. Recep İvedik, filmin ilk gösterime girdiği dönemde çokça duyduğumuz üzere "bir film değil"; çünkü onu bir sinema filmi olarak değerlendirebileceğimiz zeminin dışında konumlandırıyor kendisini. Hem baş karakterinin kuruluşuyla, hem de mizah anlayışıyla eleştiri ve değerlendirme kıstaslarının dışında kalıyor. Recep'in söylemi ne kadar umursamaz ve başına buyruksa, filmin sinemasal konvansiyonlarla olan ilişkisi de öyle. Film ne o konvansiyonları benimseyip onların izinden gidiyor, ne de bu konvansiyonların varlığını tanıyıp onları alaşağı etmeye çalışıyor. Film, sinema tarihinin içinde şekillenen, yüzlerce filmin birikiminin sonucunda oluşan estetik değerlerin sınırları içinde oynamıyor oyununu. Sonuçta ortaya çıkan ürün, sinemayla halihazırda belli bir ilişkisi olan seyircinin gözünde bir film olarak algılanamıyor. Bazen bir skeç, bazen bir televizyon dizisi, bazen bir Hollywood klişesi, bazen ne olduğunu tanımlamanın pek güç olduğu garip patlamalar, söz dizmeceler, laf koymalar, hiçbir kategoriye girmeyecek sekanslar.

 Ele avuca sığmayan garip bir Şey. Her türden mizah anlayışı, her cins espri ... Bir yandan cüzdanını kaybeden işadamına cüzdanı geri getirmek için kilometrelerce yol tepen, yolda kalan iki genç kıza kendi aküsünü veren; bir yandan da ulaşacağı yere varmak için yoldan geçen birini Ankara yerine Antalya'ya götürebilen, satıcı kıza tekme atabilen bir adam. Filmde tutarlı bir karakter ya da tutarlı bir mizah türü oluşturmak için çaba sarf edilmiyor. Recep İvedik ne kahraman olarak çizilmeye çalışılıyor ne de antikahraman. Ancak sinemanın kendi dili/konvansiyonları içinde anlam kazanabilecek kahraman/antiman ikiliği de, bir mizah geleneğinin/birikiminin içinde anlam kazanabilecek tutarlı bir espri anlayışı da Recep İvedik'i zerre kadar ilgilendirmiyor çünkü. Filmin afişinde yazan "bir halk kahramanı" ibaresi de, filmin bu kadar çok insana hitap etmesi de belki biraz bununla alakalı. Filmin belirli kazanılmış zevklerin, öğrenilen/edinilen kuralların, bir adabın ekseninde kurulmamasıyla; kendinden menkullüğüyle. (Abbas Boskurt) “Altyazı, Aylık Sinema Dergisi, sayı, 81”

 # Türk sineması yıllardır starlık üzerine kurduğu gidişatını bu kez, karakter üzerine kurmaya devam ediyor… Cem Yılmaz’ın Arif’inden sonra Şahan Gökbakar’ın Recep İvedik’i bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. İzlenme rekoru kıran Recep İvedik, ikincisi için kolları sıvadı ve bu kıllı, homur homur adamdan daha ilk filminde bir ekol yaratmayı başardı. Filmi izlerken filmin tek olumlu yanının sınıf ayrımcılığına ucundan bucağından dokundurması, kaba kuvvetine ve homurtusuna güvenen bir adamın zengin sınıfa az da olsa haddini bildirmesi olarak algılanabilir.

 Onun dışında ‘incelik’ filmin ucundan bucağından geçmiyor. Aslında film, filmden çok fazla bir şey beklemememiz gerektiğini, sandığın içine sakladığı bir ‘son’la da anlatmaya çalışıyor. Yani kadının suratına kusan İvedik bir anlamda suşik kadınlara kusuyor, filmin sonunda çekilen hareket bütün yapaylığa çekiliyor.

 İlkinde yazlık mekanda karşımıza çıkan ve tüm kabalıklarını konuşturan İvedik, bu kez şehir koşullarında ve tam bir yalnız ve ıssız adam modunda karşımızda. Onun ıssızlığının nedenleri farklı elbette. Bu kez yanında sadece ona habire ‘adam’ olması yönünde nasihatte bulunan ninesi var. Hal böyle olunca İvedik yeni maceralara doğru kolayca kayıveriyor. İnsanın dış görüntüsüne fazlaca önem vermeyen yurdum insanları da onu çabucak işe alıveriyor. Mesela host, kasiyer ve kurye oluveriyor çabucak… Kıllı, sakallı bir host ne kadar gerçekçi olabilir ki zaten…

 Film bunca ıvır zıvıra, bunca olaya, bunca boşluğa rağmen yine iyi bir seyirci sayısını hedefleyecek gibi duruyor. Çünkü homurtulu ve bel altından esprileriyle, birçoğumuza itici gelse de etrafımızda bulunan bir tipleme Recep İvedik… Sosyolojik olarak da var olmaya çalışan bir insanın izdüşümlerine yer veriyor diyebiliriz. O yüzden filmi yerden yere vurmaya, baltalamaya, sosyolojik bir olgu olarak aşağılara çekmeye, sınıfsal bir bakış açısıyla küçümsemeye hiç gerek yok… Çünkü bu film hakkında çıkan haberleri takmayan, kendi yolunda gayet emin adımlarla ilerleyen ve iş yapan bir film…

 Hatta kendini bu filmin içinde bulan, entelektüel geçinen herkesin bile filmin birçok yerinde kendini tutamayıp patladığına tanık olduk, olabiliriz, neden olmayalım ki? O yüzden Recep İvedik’i çok fazla abartmaya, gidin gitmeyin demeye, giderseniz şöyle ya da böyle olur deyip ortalığı bulandırmaya gerek yok…

Gerçek olan bir şey var ki o da Recep İvedik rüzgarının ülkemizde bir süre daha eseceği… Ama buna ikincinin izlenirlik oranı da karar verebilir… Ekonomik kriz, gülünesi filmlerin oranını arttırdıkça, daha çok Recep İvedikler çekilir gibi de duruyor.(Banu Bozdemir, Akşam G. 11,06.2009)


 

POLİS (2007) 


 Senaryo ve Yönetmen: Onur Ünlü, Görüntü Yönetmeni: Aras Demiray, Müzik: Özgür Akgül, Mehmet Erdem, Alp Erkin Çakmak, Yapım: Eflâtun Film/Onur Ünlü,Funda Alp, A. Taner Elhan Kurgu: Ahmetcan Çakırca, Sanat Yönetmeni: Alper yanar, Yardımcı Yönetmen: Orçun Okşar, Kurgu Asistanları: Yusuf Ziya Kaya, Yılmaz Uğurlu, Emrah Canoğlu, Negatif Kayıt: Şafak Mihlaç, Işık Şefi: Vedat Özdemir, Işık asst.: Orhan Sever, Özer Çalık, Arda Erkmen, Telesine: Esra Çora, Makyaj: Ahsen Gülkaya, Sfx: Umay Korgül, Şenay Korgül Okuryüz, Ses TasarımFinal Mix: Orçun Kozluca, Müik kayıt: Ulaş Ağçe, Ses Fx: Mehmet Aksoy, Foley Artist: Fuat Güney, Ali Ören, DS Nitris: Burak Sürücü, Prodüksiyon Amiri: Özlem Yılmaz, Film Reklamı: Tümay Özokur,

Oyuncular: Haluk Bilginer (Musa Rami), Özgü Namal (Funda), Ragıp Savaş (Komiser Yılmaz), Sermiyan Midyat (Nihat), Settar Tanrıdöğen (Hayri), Kaan Çakır (Tayfun İzmitli), Emre Karayel (Bekir), Sinan Çalışkanoğlu (Haluk), Yeşim Ceren Bozoğlu (Derya), Emel Pala (Perihan), Zafer Diper (Doktor), Aylin Çalap (Sevgi), Murat Cemcir (Kmiser Hüseyin), Gözde Akyıldız (Ece), Neşe Sayles (Yoyo Ma), Engin Benli (Volkan Selanikli), Eda Özdemir (Yelda)

Konu: 63. yaşını bugün dolduracak olan emektar ve efsanevi cinayet masası polisi Musa Rami, yıllardır peşinde olduğu meşhur mafya babası Payidar Selanikli’nin küçük oğlu Volkan Selanikli’yi öldürmek zorunda kalır. Volkan Selanikli ölürken Musa Rami’ye ağır tehditlerde bulunur fakat Musa Rami bunları önemsemez. Hatta aynı günün akşamı, ailesinin kendisi için hazırladığı sürpriz doğum günü partisi, Musa Rami’nin keyfini daha da artırır. Ancak ertesi gün polis merkezine gittiğinde tehditlerin ayyuka çıktığını öğrenir. Hatta gün içinde küçük torunu ile gezerken adamın birisi Musa Rami’nin kulağına bütün ailesini tek tek öldüreceklerini fısıldar. Fakat Musa Rami bu tehditlere kulak asacak durumda değildir; çünkü aklı, suç sosyolojisi üzerine hazırladığı bitirme tezi için kendisinden yardım alan genç Funda’yla fazlasıyla meşguldür. Ancak ‘tarzı’ gereği, asla haddini aşmaz ve Funda’ya duyduğu derin aşkı ona hissettirmez bile. Ne var ki, Funda ile görüştükleri bir günün sonunda ağzından burnundan aniden kan boşanınca gittiği kadim dostu Doktor Demir, ona, beyninde ur olduğunu ve en fazla iki ay içerisinde öleceğini söyler. Bu haber, Rami’yi ilkelerinden fedakârlık edip, hem ailesi hem de Funda’yla ilgili daha hızlı kararlar almak zorunda bırakacaktır

 Türk usulü sert polis hikayesi

İşte çağdaş Türk sinemasından yeni bir ‘opus’ (yani eser). Tümüyle başarılı değil, hatta başarısızlığa daha yakın, ama yine de içinde çok ilginç şeyler barındırıyor ve olasılıkla bir yeni yönetmeni haberliyor.

 Amerikan filmlerinden fırlamışa benzeyen bir deneyimli ve “haşin” polisin, Musa Rami’nin hikayesi bu. Filmin başlarında Japon görünümlü (ve olasılıkla filmin adandığı Takeshi Kitano’yu hatırlatmak için konmuş) bir Mafya babasını gereksiz yere kalbinden vurarak öldüren Rami, sonrasında o büyük ve kanlı çetenin ailesine yönelttiği tehditlerle boğuşuyor. Ayrıca birden “beyin kanseri” (?) olduğunu ve iki aylık ömrü kaldığını öğreniyor. Üstüne üstlük, kendisini inceleme konusu olarak alan psikoloji öğrencisi bir üniversiteli kıza abayı yakmasın mı?

Hepsi kendi başına birer klişe olan bu olaylar, yönetmenin aşırı biçim oyunlarıyla (“Las Vegas” dizisindeki gibi ordan oraya büyük bir hızla devinen kamera, çılgın zoom’lar, kasten yanlış hesaplanmış, kafaları dışarda bırakan çerçevelemeler, vs.) ve de sürekli olaylarla aramıza giren, kimi en önemli konuşmaları anlaşılmaz hale getiren bir müzikle anlatılmaya çalışılıyor. Yönetmenin şaşırtıcı bir müzik anlayışı var. Örneğin tüm Rami ailesini Gloria Gaynor’un “I Will Survive”ıyla dans ettirirken, birden oradan Hamiyet Yüceses’in “Bakmıyor Çeşmi Siyah”ına geçiyor. Ve kafanız allakbullak oluyor.

Ama bu kargaşa içinde, yine şaşılacak kadar iyi ve etkileyici bölümler de var. Kendi adıma, baştaki intihar (?)sahnesini, öğrenci kız Funda’yla Cafe’deki ilk buluşmayı, Musa’nın müzikal biçimde okunan Kuran’ı dinleyerek kendisini vurmaktan vazgeçmesini kolay kolay unutacak değilim. Ya da tüm final sahnesini. Bu sahnelerden kimi zaman çılgın bir neşe fışkırıyor (piknikteki dans), kimi zaman ise ölümcül bir romantizm, hüznün doruklarında gezinen bir melankoli duygusu...Ne olursa olsun, yönetmende biraz çılgınlık olduğu kesin!...

 Yine de Onur Ünlü’ye içtenlikle birkaç tavsiyemiz var. Öncelikle senaryosuna daha iyi çalışmak. Sonra müziğin görüntüyü katletmesine engel olmak, yüzeysel ucuzluklardan kaçınmak. Ve de üslupçuluğun ve stilize olma çabalarının yanısıra, özellikle gündelik hayata ilişkin bölümlerde asgari bir gerçeklik duygusu yaratabilmek. Örneğin peşinde azılı bir çete olan Musa’nın eve geldiğinde kapıyı bile kapamaması, aile yemeğinde insanların masa çevresinde en iğreti biçimde oturmaları ya da beyin kanseri gibi hiç duyulmamış bir hastalık gibi şeyler, yönetmeni rahatsız etmedi mi? Bundan sonra etsin!..

 Haluk Bilginer’in dört dörtlük bir oyun verdiği, Özgü Namal ve Ragıp Savaş’ı izlemenin her zamanki gibi keyifli olduğu film, özellikle yeni ve taze bir sinema arayanlara. Ama kusursuzluk arayanlara değil... (Atilla Dorsay)



 

 

PLAJDA KIZ TAVLAMA KILAVUZU  (2007) 


  Yönetmen: Barış Denge, Alper Çağlar, Senaryo: Doğu Yücel, Eser: Barış Denge, Yapımcı: Sinan Çetin, Kurgu Umut Yıldız


Oyuncular: Caner Özyurtlu (Ediz), Vildan Atasever, Damla Debre, Aziz Özuysal (Kanocu), Barış Denge , Duygu Çetinkaya (Melisa), Deniz Güngören (Orçun),


Konu: Amerikanvari iki gencin ergenlik çağındaki maceraları, güneye gitmeleri ve başından geçen olaylar.

 

 

 

PERİ TOZU (2007) 

 Senaryo ve Yönetmen: Ela Alyamaç, Görüntü Yönetmeni: Mirsat Herovic, Müzik: Murat Uncuoğlu, Emre Dündar Yapımcı: Nermin Alyamaç, Ela Alyamaç Post Produksiyon: Şener Onar, Sanat Yönetmeni: Bora Üçer, Kurgu: Mustafa Preşeva, Yapım Koordinatörü: Erkan Akın, Yapım Sorumlusu: İzzet Arslan, Yönetmen Yardımcısı: Orçun Okşar, Aslı Gözütok, Devamlılık: Serap Danış, Nursel Doğan, Kamera Asistanları: Cihan Yıldız, Cenk Tatarer, Argu Sağtürk, Aydoğan Yılmaz, Negatif Kurgu: Bora Büyükdikbaş, Selâhattin Turgut, Fregman Kurgu: Levent Çelebi, Kurgu asistanı: Erkan Erdem, Laboratuar Şefi: Yusuf Özbek, Kopya baskı: Mustafa Koç, Ayhan Kısa, Film Yıkama: Orhan Turgut, İlhan Özkan, Cengiz Koç, Renk Düzenleme: Yusuf Özbek, Burcu Doğanay, Işık Şefi: Hakkı Yazıcı, Telesine: Esra Çora, Sanat Yön. Yrd:Tolga Pakman, Kerem Bahit, Kostüm Sorumlusu: Nevnihal Küçükgörmen, Makyaj: Sunay Tan, Kuaför: Ergun Gezer, Ses Tasarım: Cenker Kökten, İnanç Şanver, Final Miks: Serdar Öngören, Dolby Miksaj: Erdoğan Gündoğdu, Boom Operatörü: Furkan Atlı, Boom Asst.: Görkem Barçın, Ses Kayıt Asst.: Polat Bike, Murat Şenürkmez, Final Miks Asst.: Şeref Erdi Gücen, Compositing: Baran Bayburt, Prodüksiyon Amiri: Recep Ali yazıcı, İdari İşler Koordinatörü: Pelin Aksoy, Ofis Koordinasyon: Nur Banu Uçakan, Mekan Sorumlusu: Hasan Demircan, Set Amiri: Cenap Kuşçu, (Sinefekt Film Laboratuarında hazırlanmıştır).

Oyuncular:İpek Değer (Deniz ), Mehmet Ali Nuroğlu (Cem), Barış Yıldız (Emre), Serkan Ercan (Hasan), Damla Özen (Aslı), Ahmet Uz (Haluk), Aytaç Öztuna (Cemin annesi), Kaya Akkaya (Kazım),Devrim Atmaca (Ayla), Emin Gümüşkaya (Tacettin),Ali Fuat Onan (Sarhoş Adam), Ayşen İnci (Sacide Anne), Erdoğan Sıcak (Refik Bey), Ayşegül Nuroğlu (Canan), Hüseyin İnan Küzel (İstasyon Görevlisi), Gürhan Elmalıoğlu (Doktor), :Deniz Tunca (Bardaki Kadın), Genco Çağlar (Volkan), Naren Sezgin (Küçük Deniz), Fırat Yalçın (Küçük Emre), ı:Ege Ardıç (Küçük Cem), Aleyna Tatlıcı (Küçük Canan)

 Konu: Hayat dolu ve etrafına neşe saçan Deniz ve en sevdiği arkadaşı Emre, çocukken birbirlerine söz verirler. Ne olursa olsun hiç ayrılmayacak ve kendi yarattıkları “Düşler Ülkesi”nde yaşayacaklardır. Kendi kararlarını vermekten hep kaçınmış, geçmişiyle boğuşan Cem, kız arkadaşının ısrarları ile evlilik karambolüne girmek üzeredir. Deniz’in hayatı Emre’nin ani bir kalp krizi geçirmesiyle altüst olur. Deniz arkadaşını iyileştirebilmek için Cem ile sihir ve umut dolu bir yolculuğa çıkar.

Tesadüflerin bir araya getirdiği Deniz ve Cem’in, çıktıkları yolculukta kat ettikleri duygusal gelişmeler ve sihirli Peri Tou, İstanbul’a döndüklerinde onları yeni maceralara sürükleyecektir.

Hayat dolu ve etrafına neşe saçan Deniz ve en sevdiği arkadaşı Emre, çocukken birbirlerine söz verirler. Ne olursa olsun hiç ayrılmayacak ve kendi yarattıkları “Düşler Ülkesi”nde yaşayacaklardır.


 

ONSEKİZLER TAKIMI (2007) 


 Yönetmen: Mesut Taner, Senaryo: Hasan B. Turhan, Görüntü Yönetmeni: Murat Has, Yapım: Deren Medya Company/ Ayhan Kanat Yönetmen Yardımcıları: Nazlı Özdeniz, Gaye Doğan, Zeynep Karayeli, Seyhan Say, Yürütücü Yapımcı: Mustafa Akıllı, 1. Kamera Ast.: Önder Şengül, 2. kamera Ast.: Evren Karagözlü, Kurgu: Erdinç Dinçer Yapım koordinatörü: Ahmet Çolael, Yapım Ast. : Cihangir Alok, Elif Köycü, Sanat Yönetmeni: Ülfet Keser, Film Baskı: İlker Şen, Negatif Kayıt: Kadir Burç, Işık Şefi: Hikmet Aydın, Işık Asistanları: Serdar Güneş, Volkan Sarul, Set Amiri: Tanyolaç Yüzben, Set: Tuncay Memeç, Tutan Salan, Hamza Genç, Sanat Yönetmeni: Ülfet Keser, Müzik: Murat Özdemir, San. Yön. Yrd.: Esra Topal, Kostüm: Özlem Batur, Makyaj: Hüseyin Kuzucu, Kuaför: Önder Özkesici, Kuaför Ast.: Mehmet Aydemir Durna, Kamera Arkası Çekimi: İlker Başöz, Set Fotoğrafları: Altan Tunk, Ses Kayıt: Tunay Şenizbe, Laboratuar: Adnan Şahin, Film Baskı: Uğur Orbay, İlker Şen, Film Yıkama: Özjan Sevinç, Arif Şengül, Şafak Film Stüdyosunda hazırlanmıştır

 Oyuncular: Hande Eti (Deren), Aras Ferahyan (Aras), Engin Yavaş (Cantuğ), Mithat Çelik (Mithat), Gökhan Çuvalcı (Gökhan), Engin Aşık (Engin), Eylem Şenkal (Hindu Gelin), Cüneyt Aydınoğlu (Atıf), Levent Aykul (Meczup), Miraç Bayramoğlu (Cüce), Nami Esatgil (Subay), Aslı Samanlı (1. kız), Sinem Doğan (2.kız), Ezgi Şen (3. kız), Miraç Bayramoğlu (cüce), Emine Çelikli (aras Anne),

Konu: Çekimlerinin büyük bölümünün Ömerli ormanlarının çetin şartları altında gerçekleştirildiği filmde, kendilerine “18’ler Takımı” adını takan ve liseden mezun olduktan sonra üniversite sınavlarını kazanamamış olan ve askere çağrılma korkusu ile günlerini geçiren dört genç, her gün hayatla ilgili endişelerini biraz daha büyüterek yaşayıp gitmektedir.

Bu dört arkadaş, her ne olursa olsun sınavı kazanmayı kendilerine amaç edinmişken bir gün Deren isminde, oldukça ilginç ve gizemli bir kızla tanışırlar. Son derece güzel ve çekici bir kız olan Deren, hepsinin akıllarını farklı yollardan çelerek akıl almaz olayların ve rastlantıların baş kahramanı olmalarına neden olur.

 FİLMİ İZLE


 

 O KADIN (2007) 


Senaryo ve Yönetmen: Korhan Bozkurt, Görüntü Yönetmeni: Tolga Kutlar, Müzik: Sezen Aksu, Yapım: Videotek Prodüksiyon/ Ahmet Çelenk Sanat Yönetmeni: Dilek Pınarcı Başak, Yapım Sorumlusu: Özlem Tuna, Dolly Operatörü: Hakan Yamaç, Dolly Asistanı: Ali Kurşun, Işık Şefi: Kenan Kolla, Sanat Ekibi: Seher Kuzu, Ses Tasarım: Cenker Kökten, Ses Kayıt: Tayfun Çolakoğlu,

 Oyuncular: Selin Demiratar (Yeşim), Tardu Flordun (Okan), Burhan Öçal (Yeşim’in babası), Burak Hakkı (Bülent), Şebnem Dönmez (Yeşim’in annesi), Erol Günaydın, Caner Uncuoğlu, Sinemis Candemir, Başak Sayan (Okan’ın karısı), Kâmil Güler (Okan’ın arkadaşı), Nefise Karatay, Asena Keskinci (Binnur), Yeliz Akkaya

Konu: Yeşim (Selin Demiratar), kariyer sahibi ve varlıklı bir moda tasarımcısıdır. İşadamı Bülent (Burak Hakkı) ile uzun zamandır süregelen beraberlikleri evlilikle sonuçlanmak üzere iken, Okan’la (Tardu Flordun) karşılaşır. Bir müzisyen olan Okan’ın sınır tanımaz özgürlük anlayışı Yeşimi cezbeder. Nokta konamayan ilişkiler ağı, üç insanın hayatını bilinmeyen bir kadere sürükler.

 Aşk ve acı arasındaki ince çizgiyi çarpıcı görüntü ve diyaloglarla anlatan film, Sezen Aksu şarkıları ekseninde işleniyor.

Bir sinema filminde ilk kez, karakterler arasındaki bağ, diyaloglar yerine, ustaca seçilmiş şarkılarla kuruluyor. Böylece, sinemanın vazgeçilmez öğelerinden olan müzik, bu filmde en üst sınırda ve en anlamlı şekilde kullanılıyor.

“O KADIN”da, Sezen Aksu’nun seslendirdiği ve yıllar boyunca belleklere kazınan 17 şarkı, sinemanın etkili görsel derinliği ile birleşiyor. Ayrıca Sezen Aksu’nun “O Kadın” filmine özel olarak yorumladığı yeni bir şarkı da ilk kez bu filmde yer alıyor.


FİLMİ İZLE 



 

MÜNFERİT (2007) 


Senaryo ve Yönetmen: Dersu Yavuz Altun, Görüntü Yönetmeni: İlker Berke, Müzik: Tolga Burkay, Yapımcı: Yeniden Film/Yüksel Budak Kurgu: Aytekin Birkon, Natalin Solakoğlu, Ses Tasarım: Nurkut Özdemir, Sanat Yönetmeni: Gülşen Atılgan, Sanat Ast.: Haluk Yüksel, Yardımcı Yönetmen: Alper Çağlayan, 1. Yönetmen Asistanı: Cumhuriyet Kiper, 2. Yönetmen Asistanı: Özgür Altun, 1. Kamera Ast.: Serdar Güz, 2. Kamera Ast.: Birol Başar, 3. Kamera Ast.: Etem Dağ 4. Kamera At.: Yasin Ekşi, Yapım Amiri: Hakan Mataracı, 1. Yapım Ast.: Mehmet Çalışkaner, 2. Yapım Ast.: Uğur Geldi, Işık Şefi: Samet Bal, Işık Asst.: Mehmet Uğuş, Suat Kaya, Mustafa Aktaş, Kostüm: Hüma Birgül, Kuaför: Sezgin Milk, Focus Puller: Serdar Güz, Renk Düzenleme: Erol Şahin, Uygulayıcı Prodüksiyon Asistanı: Uğur Geldi, Set Amiri: Tolga yarım, Set Asistanları: Okan Ersin, Ercan Yıldız, Gökhan Dirin, Negatif Montaj: Eyüp Yıldız, Tuncay Koçtürk, Negatif Renk Düzeltme: Erol Şahin, Kopya Baskı: Zekeriya Şahin, Osman Yıldız, Çağlar Özlek, Film Yıkama: Yahya Öztürk, M.Mustafa Oruç, Mustafa Şahin, Ali Komaz,

 Oyuncular: Ali Erkazan (Bekir), İdil Fırat (Aylin), Mahir İpek (Hasan), Serhat Nalbantoğlu (Müfettiş), Muammer Uzuner (Müfettiş yatd.), Ercan Demirel (Üstün), Suat Ülhan (Tahir), Öze Solak (Gül), Tuncay Koçal (Yılmaz), Beste Derya Yelken (Oya), İdil Güneş Altun (Bahar), Yıldırım Şimşek (dokuzbuçuk), Haluk Yüksel (şef yard.), Nalan Başaran (hizmetli), Ahmet Taşdemir (kaymakam), Okay Şenol (emniyet md.), Zeynep Dalçam (Gonca), Çağlar Tüfekçi (Veli), Şebnem Önal (kadın), Gökşin Sanlav (mühendis), Ali İpin (şef), Veysel Diker (Mehmet), Cumhuriyet Kiper (katil)

Konu: Filmin başlangıcında deniz altında bir arabadan çıkarılan şişmiş iki erkek cesedi, (Biri travesti görünümündedir..?) ve yol ortasında ağır yaralı bulunup hastanede ölen iki çocuk cesedi olmak üzere dört ceset görürüz... Üstelik olayların geçtiği "Şirin" kasabada yaşayan onlarca genç kadına da tecavüz edilmiştir… Tecavüz edilen kadınlardan biri olan Aylin öğretmen (Travesti kılığındaki erkeğin eşi…) sorgulandıkça geçmişe dönülür ve cesetler arasındaki ilişkiler yavaş yavaş ortaya çıkar… Ama ortaya asla çıkmaması gereken sırlar da vardır…

Herkesin bildiğini unuttuğu, unutmak zorunda kaldığı bir zamanda yaşıyoruz. Tüm dünyada, güçlü olanın aynı zamanda haklı olduğu bir dönemde…Üç farklı gazete haberinden yola çıkılarak çekilen film, bu çağın çürüyen ruhunun resmini çizmeye çalışıyor.


FİLMİ İZLE 



 

MÜLTECİ (2007) 


Senaryo ve Yönetmen: Reis Çelik, Görüntü Yönetmeni: Reis Çelik, Müzik: Kalan Müzik, Yapım: RH Yapımcılık/ Reis Çelik, Baran Seyhan, Kurgu: Ulaş Cihan Şimşek, Sanat Yönetmeni: Numan Acar, Ekrem Çelik, Yürütücü Yapımcı: Numan Acar, Görsel Efektler: Uğur Erbaş,

Oyuncular: Luk Piyes, Derya Durmaz, Halil Ergün, Numan Acar, Yüksel Arıcı, Necemettin Çobanoğlu, Ali Tutal

Konu: Şivan, Güneydoğu Anadolu bölgesinde yaşayan, 20 yaşında bir gençtir. Şivan’ın dedesi Şaho, varlığını sürdürebilmek için hem devlet güçlerine hem de bölgede güçlü olan örgüte mesafeli duran Givdanlı aşiretinin ağasıdır. Şivan, sevdiği kız Berfin ile tarlada buluştuğu bir gün, tarlaya sabotaj düzenlenir ve köyün tüm harmanı yakılır. Olay üzerine başlayan polis sorgusu, olay anında tarlada olduğu kanıtlanan Şivan’ın hayatını geri dönülmez bir şekilde değiştirir. Sorguya alınan Şivan, hem polis ve örgütün arasında kalmıştır. Torununun hayatının tehlikede olduğunu düşünen dedesi Şaho, Şivan’ın yurtdışına çıkarılmasını sağlar. Bir şebeke aracılığıyla Almanya’ya kaçırılan Şivan, burada bir sığınmacılar kampına yerleştirilir. Ne var ki dilini bilmediği bu ülkede Şivan’ı Türkiye’de yaşadığı deneyime farklı boyutlar ekleyecek bir sınav beklemektedir.

 Reis Çelik’le bir söyleşi: Müge SERÇEK

Filmi biraz anlatır mısınız?

Dünyanın en büyük problemlerinden biri mültecilik problemidir. Filmin özünde niye mülteci olduklarını anlatıyoruz. Emperyalizm ülkeleri sömürüp bütün değerlerini ve zenginlikleri kendi şatolarına götürdüklerinde Afrika, Asya, Güney Amerika açlıktan perişan olup onların kaynakları Amerika ve Avrupa'yı zengin etmiştir. Göç kaynakları aşındığı yerde başlamıştır. Filmin özü budur, bunu anlatmaya çalıştık.

 
Çekimler kaç gün sürdü, nerelerde çekim yaptınız?

Çekimlere başladığımız takvim 1 yıl oldu. Maceralı bir film yolculuğu yaptık. Filmin çekimlerine geçen yıl şubat ayında Köln şehrinde başladık. Sonra biraz bekledik ve ekinler büyüyüp biçim zamanı geldiğinde Kars'ta çekimlere devam ettik. Köyde çekimler gereği yangın çıkardık. Filmin devamını Almanya'daki bir mülteci kampında çekecektik gerekli izinleri aldık ve çekimlere başladık ancak bizim çekimlere başlamamızla bizi kovmaları bir oldu. Biraz yaralarına dokunduk tabii, alman demokrasisini, Avrupa demokrasisini ve demokrasiyi satanların demokrasisini irdelediğimiz için onlara ters geldi herhalde, bahaneler bulup bizi kovdular. Durum böyle gelişince biz hayli bir sıkıntıya düştük. Türkiye'ye gelip burada bir mülteci kampı kurduk. Kırklareli'nde 1989 yılında Bulgaristan' dan gelenler için yapılan bir mülteci kampını yeniden dizayn ettik, Almanya'daki mülteci kamplarına benzettik. Sonra bu kampa Afrika'dan Asya'dan Antarktika'dan mülteciler bulduk. Çünkü mülteci kampı böyle bir şeydir. Alman polisi, arabası yaptık ve küçük bir Almanya yaratmaya çalıştık. Böylece Almanya'da çekmemiz gereken sahneleri bu kampta çektik. Bu aralıklarla tam bir yıl film çekmiş olduk.

  Oyuncu seçimini nasıl gerçekleştirdiniz?

. Diğer oyuncuların bir kısmı Almanya'dan ve Türkiye'den. Halil Ergün, Derya Durmaz, Yüksel Arıcı, gibi birçok oyuncu arkadaşım geldiler, mülteci kampına katıldılar. Kırklareli'ndeki kampta Afrikalı, Asyalı nereden bulacağız diye sıkıntı çekerken Dışişleri Bakanlığı gelen mültecilerle baş edemem iş ve Kırklareli kampını Almanya'daki mülteci kampı gibi yapmaya karar vermiş Birleşik Milletler aracılığıyla. Biz kamp için insan ararken şansımıza 50  60 tane mülteciyi getirip o kampa yerleştirmişler. Bu bizim için inanılmaz bir şanstı. Filmlerimi çekerken sevdiğim bir yöntem vardır. Doğal insanı ve bu insanın atmosferini filmin içersine sokmayı seviyorum. Bunun için birkaç gerçek oyuncu kullanıp onları doğal insanların arasına sokuyorum. Böyle olunca oyunculukla doğal insan refleksi arasındaki fark çok ortaya çıkıyor. Bu yüzden kimsenin senaryoyu ezberlemesini istemiyorum. Senaryoları okutuyorum, sonra sete gidince hepsiinin elinden senaryoları alıyorum. Aklınızda ne kaldıysa oynayın nasıl olsa hikayeye hakimsizin diyorum. Köylülerle çalışmayı çok seviyorum, onları gaza getirmeyi bayağı beceriyorum, bir ajitasyon yapıyorum; köylüler hemen oynamaya başlıyorlar bu sefer de bizim oyuncular yavan kalıyorlar. Bir iki denemeden sonra da oyuncular açılıyor ve çekimler gayet güzel oluyor. Halil Ergün'ü ve diğer oyuncuları köylülerin arasına katıyorum, bunlar öyle kaynaşıyorlar ki, çevreden çekimleri izlemeye gelenler 'artistler gelmiş diye söylediler ama ortada artist filan yok, köylüleri birbirlerine düşürmüşler' diyorlar.

  Sizce Türk sinemasında neden fok az siyasi film yapılıyor?

Bir, içersinde toplumsal özü kuvvetli olan, toplumsal derdi olan sinema var, bir de ticari sinema var. Sinemadaki yükselişin ana kaynağı sinemadan para kazananlar da oldu diye bir laf dolaşınca herkes film yapmaya başladı. Bizde meşhurdur, bu biri bir mahallede dönerci dükkanı açar iyi iş yapar; çok zaman geçmeden bir bakarsınız ki mahalle olduğu gibi dönerci dükkanı olmuştur. Herkes biz de dükkan açalım, kazanalım diye düşünür ama bu sefer hepsi batar. Aynı refleksi Türk sineması için de görüyoruz. Falan kişi şu filmden çok para kazandı, 4 milyon gişe yaptı, hadi biz de film yapalım düşüncesiyle gerçekleşti. Bu olayı bir yanıyla iyi görüyorum bir yanıyla kötü görüyorum.

İyi gördüğüm yan, bir sinema sektörünün oluşma ihtimali var. Bizim en büyük eksiğimiz de bir sinema sektörünün olmaması. Şimdiye kadar hasbelkader sinema yapılmış. Her ı O yılda bir ülkenin sanatı ve siyaseti üzerinden tank geçerse ortada sanat filan kalmaz. Sinema her başını kaldırdığında bir darbe oluyor ve sinema tarihe gömülüyor. Yeniden küllerinden doğmak da uzun zaman alıyor. Bu açıdan günümüzde Türk filmlerinin çoğalması iyi bir şey. Tabii ki bunu içerisinde korku filmi de, aşk filmi de, siyası film de, gırgır film de olacak ki bir sektör oluşabilsin. Bu hem yeni oyuncuların yetişmesine ve renk katmasına yol açacak hem de teknik anlamda laboratuarların ve teknik insanların kendilerini yenilemesini ve yeni teknolojilerle tanışmasını sağlayacak. Bir de sinema seyircisini çoğalttı. Türk filmi izleyen seyirci sayısında ciddi bir artış görüldü. Kötü gördüğüm yan ise, popcorn dediğimiz sinema iki kahkaha artırmak, bir kamera sallayıp korkutmak, seyirci toplamak mantalitesiyle içi tamamen boş, hiçbir derdi olmayan sinemaya yönelmek de aynı çöküşü beraberinde getirebilir. Yani insanlar bir daha küsüp Amerikan sinemasına dönerse bir daha toparlayamayız. Popcorn sinemasının çoğalması bir anlamda alternatif filmin önünü kesiyor. Çünkü salonlarda yer kalmıyor, dağıtımcılar Reis ile Nuri ile pek ilgilenmiyor. Bu bir baskı oluşturuyor. Örneğin Amerika'nın popüler sinemasının ötesinde inanılmaz bir bağımsız sinema vardır. Ancak biz bunların hiç birini ne görebiliyoruz ne de izleyebiliyoruz. Çünkü bunların yolu kesik. Dağıtım şansı çok zayıf. Türkiye'de de aynı şey olacak. Bir süre sonra bizde bir sinema bulsak ta filmimizi oynatsak diye çok zorlanacağız onlardan bize yer kalmayacak. Bu da gerçek sinemanın yapısıyla çok örtüşmeyen ve biraz onu zorlayan, köşe sıkıştıran bir durum. Bu durum sinemayla daha az ilgilenilmesine neden olabilir. Ama tabii ki burada bir kota koyamazsınız sen film çek sen çekme, senin konun yanlış seninki doğru gibi bir şey söylenemez. Ama bağımsız sinema konularını ve anlatımlarını o kadar güçlü seçecek ki. İster istemez bunun önüne geçip kendisini gösterme şansı yakalayacağız. Bugün televizyon dizilerinin içerisinde Deniz Gezmiş'lerin 6. filoyu denize dökmesi kırık dökükte anlatılsa gelecek kuşağın bu olayları merak etmesini ve soru sormasını sağlayacaktır, sanatın işlevi burada başlıyor. Sinemada da Mavi Gözlü Dev, Beynelmilel, Eve Dönüş filmlerini kendi içlerinde sinemasal anlamda iyi ya da kötü diye tartışabiliriz ama bir döneme tanıklık yapmasını, bir dönemin insanlarının göz önüne getirmesini çok tahir ediyor ve alkışlıyorum. Bunun ilerlemesi için yapıcı bakmak gerekiyor, olumlu eleştiri yaparsak ilerletiriz. Yoksa her şeye tukaka yapan bir düşünceyle olmaz. (Sinematürk Aylık Sinema Dergisi, 2007, sayı 910 )


FİLMİ İZLE 



 

 MUTLULUK (2007) 

Yönetmen: Abdullah Oğuz, Senaryo: Kubilay Tunçel, Elif Ayan, Abdullah Oğuz, Görüntü yönetmeni Mirsat Herovic Yapım: Ans Production/ Abdullah Oğuz Eser: Zülfü Livaneli, Müzik: Zülfü Livaneli, Yardımcı Yönetmen: Berna Ertürk, Dolly Operatörü: Ufuk Kayar, Yürütücü Yapımcı: Sadık Deveci, Uygulayıcı Yapımcı: Hasan Çetin, Ses Tasarım ve Final Miks, Orçun Kozluca, Sanat Yönetmeni: Tolunay Türköz, Sanat Asistanı: Serkan Dövücü, Kurgu: Levent Çelebi, Kurgu Asst.: Emrah Canoğlu, Negatif Kayıt. Şafak Mihlaç, Işık Şefi: Ümit Barlas, Sanat Asistanı: Serkan Dövücü, Kostüm Asst.:Sema Birdal, Ses Tasarım: Orçun Kozluca, Ses Fix: Mehmet Aksoy, Foley Artist: Ali Ören, Fuat Güney, DS Nitris: Burak Sürücü, Mekan Sorumlusu: Abdullah Yalçın, Afiş: Mehtap Yılmaz, Abdullah Oğuz, Kostüm Asistanı: Sema Birdal,

Oyuncular: Özgü Namal (Meryem), Ali Çiftçi (yaşlı çoban), Şebnem Köstem (Döne), Emin Gürsoy (Tahsin), Mustafa Avkıran (Ali Rıza), Ali Zeytin (Ali Rızanın adamı), Uğur İzgi (Ali Rızanın adamı), Murat Han (Cemal), Emel Göksu (bibi), Sevgi Onat (vapurdaki kadın), Erol Babaoğlu (Yakup), İdil Yener (Nazik, Yakup’un karısı), Lale Mansur (Aysel), Talat Bulut (İrfan), Meral Çetinkaya (Münevver, İrfan’ın annesi), Alpay Atalan (Selo), Kubilay Tuncer (balık çiftliğindeki adam), Leyla Başak (Serap Lena), Onur Yar (buzcu adam)

Konu. Film, Meryem’in perişan ve baygın halde, bir göl kenarında bulunmasıyla başlar. Ailesi kızlarının bir namussuzluk yaptığını düşünerek töre gereği öldürülmesine karar verir. Öldürme görevi ise yakın akrabası Cemal’e verilir. Çıktıkları ölüm yolculuğunda, Meryem ve Cemal’in yolları, Profesör İrfan Kurudal’la kesişir. Bu karşılaşma üçünün de kaderlerini değiştirecek mutluluğa doğru bir yolculuğun başlangıcı olur.

ÖDÜL:

19. Ankara Film Festivali
Zülfü Livaneli “en iyi özgün müzik”
Abdullah Oğuz “Mahmut Tali Öngören Özel Okulu”
Mirsat Heroviç “en iyi görüntü yönetmeni”
44. Antalya Altın Portakal Film Festivali
Özgü Namal “en iyi kadın oyuncu”
Orçun Kozluca “en iyi ses tasarımı”
Murat Han “ en iyi erkek oyuncu”
Zülfü Livaneli “en iyi özgün müzik”
13. Nürnberg Türkiye/Almanya Fillm Festivali
Abdullah Oğuz “halk jürisi Ödülü
6. Punen Uluslar arası Film Festivali
Özgü Namal “en iyi kadın oyuncu
40. Siyad (Sinema Oyuncuları Derneği), Ödülleri
Zülfü Livaneli “en iyi özgün müzik”
1. Yeşilçam Ödülleri
Mirsat Heroviç “en iyi görüntü yönetmeni”
Mutluluk “ en iyi film”
Özgü Namal “en iyi kadın oyuncu
Zülfü Livaneli “en iyi özgün müzik”

 

& Zülfü Livaneli son romanlarında (okuduğum “Leyla’nın Evi” ve bir türlü okuyamadığım “Mutluluk”), anladığım kadarıyla şöyle bir öğeye yaslanıyor: Türkiye’nin insan mozaiğinden son derece farklı konumlarda bir avuç kahraman seçmek, onları rastlantılarla karşılaştırmak. Ve böylece bize, toplumun yaşadığı çelişkilerden çarpıcı yansımalar vermek…

Dünyaca övgü kazanan ve ödüller alan “Mutluluk” romanı, gerçekten de filmi kadar iyi mi? Yoksa film romanı aşıyor mu? Bu konudaki kişisel yargımı izninizle romanı okuyunca vereceğim. Ama şimdilik çok iyi bir film karşısında olduğu Bir Anadolu kırsalı dekorunda açılan film, bir göl kıyısında tecavüze uğramış ve baygın olarak bulunan genç Meryem’i ve onun saldırganı bir türlü açıklamaması üzerine, aile reisi olan dayısı tarafından verilen ölüm kararını hikaye ediyor. Bu “görev” de askerden yeni dönen amca oğlu Cemal’e veriliyor. Askerde “hainlerin peşinde” koşmuş ve bir kısmını haklamış olan komando Cemal, işi sessizsedasız bitirmek için kızı alıp İstanbul’a geliyor. Ama orda, onu öldürmeye eli varmıyor. Bu kez Ege kıyılarına geliyor, bir balık çiftliğinde yeni bir hayat kurmayı deniyorlar. Ve karşılarına, sosyetik karısından, yapay hayatından ve rutin işlerinden bıkıp kendini denizlere adamış orta yaşlı bilim adamı, üniversite hocası İrfan çıkıyor.

Mirsad Heroviç’in kameranın değdiği her yeri ve her şeyi büyülü biçimde güzelleştiren çabasıyla saptadığı bir cennet dekorunda, bir cehennem öyküsü izliyoruz. Sormamak elde değil: Tanrım, bu güzelim doğada bu köylüler, niye bu kadar zalim, neden bu denli kıyıcı? Bu güzellikler önünde böylesine çirkin ruhlar nasıl var olabiliyor, böylesine insanlık dışı şeyler nasıl düşünülüp tasarlanıyor? Film, adına töre cinayetleri denen şeye öylesine güçlü bir tanıklık getiriyor ki, aşkolsun. Tüm bu adamları devasa bir salona toplayıp bu filmi göstersek...Acaba bir şeyler değişir miydi?

Ama bu sanılacağı gibi bir tez filmi, bir polemik filmi değil. Livaneli’nin sanırım romana yüklemeyi başardığı tüm evrensel hümanizma öğeleri, filmde de güçlü ve etkileyici biçimde beliriyor. Ve bize kolay kolay unutulamayacak birçok sahne armağan ediyor. Hemen tüm olaylar, suyun (göl, Haliç veya deniz) egemen olduğu bir coğrafyada geçiyor ve suyu nerdeyse trajedinin bir öğesi haline getiriyor. Bu temelde üç kişilik oyun, son derece iyi seçilip yönetilmiş olağanüstü oyuncularıyla, bir büyük aşk ve ölüm dansı gibi sanki...Meryem ve Cemal, tutkuları, gelenekleri ve duygularıyla adeta bıçak sırtında dolaşıyorlar, yaşamla ölüm arasındaki ince çizginin bir bu yanına, bir öbür yanına düşüyorlar. Onların gerçekliklerine karşı, Profesör İrfan biraz hayal eseri, biraz fantezi gibi duruyor. İyi niyetli, bohem karakterli, iklim ve coğrafya değiştirerek kendi gerçeklerinden kaçabileceğini hayal eden idealist, saf aydın tipi. Ama o tipler var, biliyorum ve tanıyorum. Ve onu da karikatürize olmaktan biraz da usta oyuncu Talat Bulut kıl payıyla kurtarıyor.

Sonuç olarak hem görsel nitelikleriyle, hem de özüyle ön plana çıkan sıra dışı bir film, sinemamızın şu dönemde kalkıştığı atakta bir diğer zirve. Abdullah Oğuz da artık dikkate alınması gereken önemli bir yönetmen sayılmalı. Bence vakit ayırıp mutlaka izleyin. (Atilla Dorsay)

& Abdullah Oğuz'un Mutluluk filmi nedeni ile, Nazım'ın sorduğu "mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?" sorusu gündeme gelirken beraberinde, "mutluluk"un filminin çekildiği görüşünün de getirdi.

Ankara'da öğrencilik yıllarında, Türkçe adı Mutluluk olan Agnes Varda' nın Le Bonheur (964) filmini görmüştüm. Evli ve çocuk sahibi bir kasaba marangozunun, işleri için gittiği postane de çalışan bir kız ile girdiği ilişkiyi öğrenen karısının intihar etmesi üzerine yıkılmasını, bir süre sonra ilişki kurduğu kız ile evlenmesini anlatan film, gerçekçi olmayan öyküsü ile soyut bir mutluluk betimlenmesi yaptığı nedeniyle eleştirilir.

Abdullah Oğuz'un Mutluluk'una gelince ( Zülfü Livaneli'nin Mutluluk' u değil) o başka bir üçgeni anlatıyor. Aslında bir üçgende değil, birleşmiş olan (açı oluşturan) kenarların karşısında ki kenar, diğer iki kenarla birleşip üçgeni oluşturamıyor, onların açısının karşısında bir süre durduktan sonra (kapanamayan bir üçgen) uzaklaşarak, uzaklaşıyor...

Ülkenin gündemde olan "töre cinayetleri" ile ilgili olarak başlıyor film. Tecavüze uğramış Meryem, bu nedenle lekelenmiş oluyor, tecavüzcüsünü söylememesi belki bunda etken oluyor ve damgalanmasına yetiyor. Damgalayan güya toplum; damgalayıp, bunu ortaya "topluma" atan da ailesi. Aslında atıldığı yer bir "dam'dır", toplumdan, köyden soyutlanmıştır, tüm baskılara rağmen kimin tarafından lekelendiğini' söylemez. Ve 'lekelenmesinin' bedelini ödemesi gerekir. Önüne atılan bir kangal ip ve abdest olması için verilen bir ibrik su. Abdestti alır ve ipi de hazırlar. Ama "niçin?", aslında mağdurdur, mağdurun ceza görmesi, haksız talep edilen bir bedel karşılığı canını vermesinin istenmesi ne kadar haklılık  töresel de olsa  taşır. Susarak, gerçek suçluyu söylemeyerek daha büyük acılara neden olmaması, ebediyen susturulmasını gerektirecek. Meryem, susmasının karşılığında öldürülecekse de, en azından cezasını kendi infaz etmesinin keyfini, cezayı kesenlere yaşatmıyor ve değişen bir şey olmayacağını bilerek, intihardan vaz geçiyor. İstanbul'a gönderilmek belki bir "umut" aralıyor, ona ermemiş her şey en kötü koşullarda bile ufukta bir umut ışığı taşır. .. Aile meclisinin,  aslında meclisin değil bir "tiranın"  aldığı karar, asker (otorite, yasa) korkusundan, başka mekana taşınmak istenir ve hedef olarak kozmopolit yer İstanbul olarak gösterilir. İstanbul'da, kentlileşememiş gecekonduda oturur , bulaşıkçılık yapan (işçileşememiş ) ağabey, peşine düşülen töreleri n anlamsızlığını, küfürle ifade etmeye çalışır; kısa zaman önce döndüğü askerde ölümün her türlüsünü görmüş, (arkadaşlarının ölümüne tanıklık etmiş ve gerek devlet adına veya ölen arkadaşları adına adam "terörist" öldürmüş) Cemal ise hala töreleri anlamlandıramasa da  yakın durmaktadır. Töreler bu kadar ağırlık taşır da, peki Meryem törelere karşı ne yapmıştır, tüm mağdurluğu ile ... Gidecek yerleri yok, zaman daralmakta, her olay için yeniden düşünüp, belki gerekli kalıplarına yeniden oturtulup tartışılması gereken töreye karşı fiilde suçlunun kimliği, tartışılmaya değil de şüphe uyandırmaya başlayınca Cemal tetiği çekemez, Meryem'e kendi cezasını kendisi vermesi gerektiğini söyler, tıpkı köydekilerin yaptığı gibi, kendi ellerini kirletmemek için, peki sonuç değişecek midir? Töre, yaşamın gerisine düşünce, cellat ve hükümlüye kaçmak düşecektir. Kaçmak  eğer  kovalayanı, "izini süreni" varsa, dolambaçlı yollara da girilse sonunda çıkmaz sokakla sonuçlanabilir. Prof. İrfan gece yatağından fırlayarak kalkar ve ilaçlarına koşar. Ufak bir Anadolu kasabasından çıkmış, ülkenin hayli karışık olduğu günlerde üniversitede okumuş, yurt dışında (A.B.D.) master ve doktora yapmak olanağı bulmuş, şimdilerde bir üniversitede profesör  branşı belirtilmiyor , kendisinden zengin, hiçbir iş yapmayan bir kadınla evli, "babasının cenazesine" gidememiş, toplumsal sıralamada ulaştığı noktaya rağmen, eski günlerdeki, dostluğu ile özlediği arkadaşının alıp başına  bir tekne ile bilmediği yerlere gitmesine hasretlik çeken ve bu nedenle edindiği teknesini elinin altında bağlı tutarken, bir gece ilaçlarına saldırmak ihtiyacı ile uykusundan fırlayarak uyanır. Annesine uğrar, artık oğlunun yolunu beklemeyen, ama hasretliğini çeken. Belki bir vedalaşmadır bu, karısına bir mektup bırakır, bilinmezlere,  ama karısı ufak bir çaba ile izini bulacaktır, giderken ... işte tam burada, kaçaklarımız Meryem ve Cemal ile yolları kesişir. Karı koca veya sevgili sanıp, yalnızlığını da gidermeleri için yanına alır onları, hepsinin birbirlerinden öğrenecek şeyleri vardır, konuştukları, söyleştikleri şeyleri pek anlamasalar da.

Iz sürenler hepsini bulurlar, ama onlara, yaşamına son verilmesi gerekli Meryem'den başkası lazım değildir, Cemal de töreye karşı gelmiştir akıbeti aynı olacaktır ama yapılan baskın, Meryem'in sırrının ortaya çıkmasına neden olacaktır, töre diye, "lekelendi" diye, fetvayı veren otorite,  "hiyerarşik ve ekonomik"  otorite, namus düşmanı bir hedef olacaktır, ama Cemal tarafından öldürülmeye bile değer bulunmaz, sadece yüzüne tükürülür. Sonra yolları kesişen ama bir 'üçgen' oluşturamayan, kişilerimiz yollarına giderler, Ege Denizi'nde adaları gezen, açık deniz sevdalısı arkadaşına özenen akademisyenimiz, diz dize bıraktığı Meryem ve Cemal' den sonra rotasını ne tarafa çevirecektir. Aytmatov uyarlaması 'Selvi Boylum Al Yazmalım'da Atıf Yılmaz bir soru atar ortaya "sevgi neydi ?" ve cevabını emek olarak verir, yine bir aşk filmi olan Mutluluk'ta bir soru sorulacaksa bu "mutluluk nedir?" olur kaçınılmaz olarak. Ne "sevgi" tek başına "emek"tir, ne "mutluluk" tek başına sevgidir. Mutluluk, emekten veya sevgiden geçilerek varılabilecek bir duygu ise, olgunlaştığı zaman yaşanır ve gider dalga dalga ufalır, ama bir başka nedenle yeniden gelecektir. İrfan, Meryem, Cemal kendi yalnızlıklarından hüzünler, çatışmalar ve bu arada mutluluklar da çıkarıyorlar. Mutluluk, üç ayrı yapının, farklı kırılma noktalarından sonra buluşmalarından bir çözüm çıkarmıyor, yaşam devam ediyor, ertesi sabah güneş tekrar doğacak. Her üçü de yaşamla toplumla kavgalarına devam edecek, arada yolları "mutluluk" ile de kesişecek '" Ama "mutluluk" nedir ki ... Benim de bir karanlık salonda, belirli bir süre Mutluluk ile yolum (ve zamanım) kesişti, "mutlu" oldum. Ülke içinde ve dışında ses getiren romanı "Mutluluk" tan uyarlanan filmde Livaneli, aynı zamanda müzikle ri de yüklenmiş, oyuncular ise diğerlerinin yanında bir üçlü olarak (Prof. İrfan'da Talat Bulur, Meryem'de Özgü Namal, Cemal'de Murat Han) öykünün gelişine uygun olarak ön plana çıkıyorlar. Mirsad Heroviç'in görüntüleri yer yer tablo gibi ama filmin ritmine uygunluk gösteriyor, Kubilay Tuncer, Elif Ayan ve Abdullah Oğuz elinden çıkan senaryo, Livaneli'nin romanını sinemalaştırırken, edebiyat / sinema ilişkisinde, kaynağın roman oluşunu sezdirecek ip uçları verirken, sinemayı da unutmuyor, yönetmen Abdullah Oğuz ise, giderek görsel öykü anlatımını geliştiriyor. Yeşilçam anlayışı bir kez daha aşılarak, altı kalın kalın çizilmeden, sıradan gündelik yaşayış içinde oluşan  Meryem için belki adı konulmadan eskiden beri olan  bir sevginin gelişimi anlatılıyor. Sinemamızın aşkı konu alan pek çok filmi arasında ön plana çıkan ve bu yıl hızla artan yapıtlar arasında da belirttiğimiz özellikleri ile iz bırakacak bir ürünle karşı karşıyayız. (Orhan Ünser “Sinematürk Aylık Sinema Dergisi 2007, sayı

24 Aralık 2022 Cumartesi

 

MUSALLAT (2007)


 Yönetmen Alper Mesçi Senaryo Alper Mesçi, Güray Ölgü Görüntü Yönetmeni Feza Çaldıran Yapım Mia Yapım/Banu Akdeniz, Ortak Yapımcı Murat Toktamışoğlu Yardımcı Yönetmen: Cem Gül, Senaryo Editörü: Orçun Tüten, Müzik: Reşid Gözdamla, Yönetmen Yardımcısı: Özcan Alper, Reji Asistanları: Nursel Doğan, Özgür Pak, Genel Koordinatör: Özlem Seçal, Yapım Koordinatörü: Ali İhsan Çayır, Numan Acar, Yapım Yardımcısı: Ercan Tektaş, Yapım Ast.: Elvan Olca, Engin Yıldız, Kameraman: Ali Özel, Kamera Asistanları: Barış Sengelli, Ali Çay, Kurgu: Goncagül Cin Aköz, Emrullah Hekim, Sanat Yönetmeni: Erol Taştan, San. Yön. Yrd.: Saadet Parlak, Asistanı: İbrahim Güler, Kostüm Sorumlusu: Ayten Şentürk, Begüm Yuraslan, Set Amiri: Nail Aydın, Set Teknisyenleri: Caner Aksoy, Barış Demirkol, Yahya Duymaç, Işık Şefi: Engin Altıntaş, Işık Asistanları: Mehmet Özdil, Sercan Balım, Ses Kayıt: Mehmet Kılıçel, Boom Operatörleri: Gürkan Özkaya, Orkan Bayram, Plastik Makyaj: Ahsen Gülkaya, Umay Korgül, Makyaj Asistanı: Ebru Süren, Kuaför: Tuncay Yıldırım, Asistanı: Erkan İpek,

Oyuncular: Burak Özçivit (Suat), Biğkem Kravus (Nurcan), Kurtuluş şakirağaoğlu (Hacı Burhan), İbrahim Can (Metin), Sedat Kalkavan (Sebahattin), Serap Üstün (Zeynep), Selma Kutluğ (Suat annesi), Meral Koro (Keriman), Ecem Cansu Aktay (Büşra), Erol Taştan (Sağdıç), Ahmet Yalçın (sağdıç), Ayşegül Kıran (küçük Nurcan), Ömer Koca (leğendeki çocuk)

Konu: Başka alemlerden varlıklar (cinler) insanlarla temasa geçerse ne olur? İnsanoğlu sandığımız kadar güçlü mü yoksa birçok şeyden aciz mi? Birbirini seven iki gencin öyküsünden yola çıkan film, bu ve benzeri soruların cevaplarını verecek. Haziran sonunda AlmanyaBerlin’de çekimlerine başlanan Musallat’ın Türkiye’deki çekimleri ise sürüyor. Musallat’ın öyküsü ise şöyle:

“Suat ve Nurcan aynı köyde büyümüş ve birbirlerini çok sevmiş iki gençtir. Güzelliği ile hemen fark edilen Nurcan, yakışıklı Suat’la beraber herkesin her zaman gıpta ettiği bir çift olmuştur. Bulundukları köyde büyük bir mutluluk ve huzur içinde yaşayan Suat ve Nurcan evililik kararı aldığında ise bu aşka başka bir alemden bir varlık musallat olur. Kendilerini ve çevrelerini etkileyen olaylar hiçbir açıklaması olmayacak şekilde gelişir..”

NOT : Musallat, bugüne kadar Türkiye’de hiç denenmemiş görsel efektleri, makyajkostüm ve teknik donanımıyla da dikkat çekecek. Filmde kullanılan aksesuar, maket ve oyuncu makyajlarını Hollywod’dan özel olarak getirtilen Ben Nye gerçekleştiriyor.. Görsel efektleri ise aynı zamanda film Görsel süpervizörü olan Cem Gül’e ait..


FİLMİ İZLE