RECEP İVEDİK (2007)
Yönetmen: Togan Gökbakır, Senaryo:
Şahan Gökbakar, Görüntü Yönetmeni: Ertunç ŞenkayYapım: Özen
Film/Mehmet Soyarslan, Faruk Aksoy, Ayşe Germen Focus Puller: Serdar Güz
,Işık Asistanı: Arif Kamber, Işık Şefi: Hakan Altınkök ,
Kostüm Tasarım: Seden Tunçer , Kurgu: Erkan Özekan, Makyaj: Neriman
Eröz, Sanat Asistanı: Yasemin Erakalın, Sanat Yönetmeni: Koray
Fındıkçıoğlu, Ses: Hasan Baran, Set Amiri: Melih Sezgin, Set
Asistanı: Hüseyin Pulaş , Ayhan Çevrim, Yardımcı Yönetmen: Hatice
Yakar,
Oyuncular:
Şahan Gökbakar (Recep İvedik), Fatma Toptaş (Sibel), Tuluğ Çizgen (Sibel Anne),
Hakan Bilgin (Müdür), Nedim Doğan (Komiser), Vural Buldu (Muhsin Bey), Hakan
Akın (Kamyoncu Halil), İsmail Hakkı Ürün (Mahmut), Lemi Filozof (Belboy Komi),
Murat Akdağ (Polis), Zeynep Aydemir (Ceren), Ferhat Uçar (Animatör), Önder
Açıkbaş (Kaptan), Yakup Yavru
Konu: Şahan Gökbakar'm televizyonda
başlayan kariyeri, sinemada adeta bir patlamaya dönüştü. Komedi programında
kılıktan kılığa giren ve pek çok tipleme yaratan Gökbakar, sinema projesi için
bu tiplemeler arasından Recep İvedik'i seçti. Programda sürekli cam kenarında
oturan, sepetle bakkaldan bira alıp bütün gün içen Recep îvedik, üç filmlik bir
seri olarak çekildi ve müthiş bir gişe başarısı yakaladı.
Recep İvedik'i bir karakter olarak
tanımlamak gerçekten güç. Kendini delikanlı olarak tanımlar, erkeklik
tariflerine soyunur, küçük dünyasının kralıdır. Nasıl para kazanır, ne iş yapar
belli değildir. Alt kültürden olduğu ortadadır; eğitimsizdir, sokaktaki sıradan
bir adamdır. Ancak sadece televizyon kültürüyle beslense bile, eskaza
seyrettiği belgesellerden öğrendiklerini yeri geldiğinde başarıyla sattığını
görürüz. Son derece kabadır, kişisel temizliğini ıslak mendillerle sağlar, el
şakaları yapar, dilinin kemiği yoktur. Modern şehir hayatı ve burjuva yaşam
tarzı karşısında aslında çaresizdir, kültürdışıdır, adeta ilk insan gibi
bihaberdir. Öte yandan, patavatsızlığı, açık yürekliliği ve direkt olarak
kendini ifade etmesi sayesinde bizi güldürür. Komşusunun bakkala yolladığı
sepetten o da faydalanır, bu onun en doğal hakkıdır, üstelik bir zararı yoktur
ki... Parayla da işi gücü yoktur. Yolda cüzdanını düşüren adamın peşinden 700
km. yol yapacak kadar dürüsttür, illa eliyle teslim edecektir. Kendinden de
küçük arabasıyla yola çıkar ve yaklaşık 20 dakika boyunca adeta bir yol filmi
izleriz. Bu sekans boyunca arabası bozulan iki kıza kendi aküsünü verir, bu
yüzden yolda kalır, otostop çekip heavy metalcilerle yol alır, vb. Gece kamp
yapar ve kurtları taşla kovalar. Meşakkatli yol sona erip de cüzdanı teslim ettiğinde
iyiliği karşılıksız kalmaz ve bu işadamı onu lüks otelinde ağırlamayı teklif
eder. Aslında böyle bir tekliften hoşlanmaz ama çocukluk aşkı Sibel'in (Fatma
Toptaş) annesiyle (Tuluğ Çizgen) aynı tesise geldiğini görünce kalır, işte bu
oteldeki konaklama maceraları ilk Recep ivedik filminin konusunu oluşturur.
Odada bile ne yapacağını, neyin nasıl çalıştığını bilmez. Açık büfeye adeta
dalar, Sibel'in peşinde otelin tüm etkinliklerinden faydalanır, hatta onun için
dans eder. Birazcık da gönlünü çalar aslında…
Filmin ilk dakikalarmdaysa Recep'ten
beklenmeyecek bir romantizme rastlarız. Cebinde bir küçük torba dolusu bilyeyle
dolaşır. Yıllardır onları Sibel'e vermek için beklemiştir. İşte böyle bir çam
yarmasından, hatta Sibel'in annesinin tabiriyle "Maymundan beş dakika önce
yaratılmış" bu tuhaf adamdan beklenmeyecek bir hareket daha! (E.Ç.) SİNEMA
En İyi 100 Film
Estetiği umursamayan bir film, estetik
kaygılardan muaf tutularak izlendiğinde bambaşka bir görünüm kazanabiliyor
Birkaç hafta önce filme televizyonda
rastgelene kadar ben de Recep İvedik'i görmezden gelenler takımındaydım. Tüm
zamanların en çok izlenen Türk filmi ünvanını kapan, haftalarca her cinsten
köşe yazarının kalemini kendine kilitleyen bu fenomene olan merakımı bastırmak
için oldukça çaba sarf ettiğimi itiraf etmeliyim. Film daha fazla kişiyi
sinemaya çektikçe, ucuz maganda esprilerinin, iğrençliğin dibine vurmaya dayalı
bir mizahın nasıl olup da bu kadar insanı cezbettiğine daha çok hayret etmeye,
filme gidenlere daha çok öfke duymaya başladım. Filmin espri düzeyini,
sinemasal değerini filmi izleyerek zamanımı harcamadan da tahmin edebilirdim
pekala!
Öfkem arttıkça merakım da artıyordu, ama
filmin çıkardığı tüm o gürültüye inat filmi izlememeyi başardım. Recep
İvedik'in uğultusunun biraz söndüğü bir dönemde (Recep İvedik 2 gelirken bu
dönemin sona ermek üzere olduğunun farkındayım), televizyon kanallarından
birinde filmle ansızın karşı karşıya kalınca yelkenlerimi suya indirdim. Neymiş
bu Recep İvedik beyefendinin kerameti bir görür, sonra bu izleme deneyiminden
kimseye bahsetmez, Recep'le olan defterimi de sessiz sedasız kapatırım, diye
düşündüm. Filmin başlamasıyla beraber, Recep İvedik'e karşı biriken gereksiz
öfke mi ve etraftan duyulanlarla oluşmuş önyargılarımı bir kenara bırakmaya
karar verdim. Biraz izledikten sonra anladım ki, herhangi bir filmi analiz
etmek için kullandığım hiçbir yöntem, sinemayla belli bir düzeyde haşır neşir
olmanın kazandırdığı film okuma araçlarından hiçbiri Recep İvedik'e
işlemiyordu. Karşımdaki ne idüğü belirsiz şeyi sinemasal konvansiyonlarla
analiz etmenin bir yolu yok gibi gözüküyordu. Filmlere karşı olan bakışımın
içine işlemiş olan o analitik gözlemci rolünden, o eleştirel gözden sıyrılıp
(tüm bunlardan sıyrılmak ne derece mümkünse), kendimi filmin akışına bırakmaya
karar verdim. Tam bu noktada filmin cazibesinin özünde yatan şeye yaklaştığımı
hissettim. Paradoksal bir biçimde, analiz etmemeye, karşımdaki görüntü
silsilesine karşı kalkanlarımı indirip kendimi onun akışına bırakmaya karar
vermem, bana filmin verdiği hazzı analiz etmenin yolunu açmıştı. Film sona
erdiğinde, filmi izlemekten garip bir zevk aldığımı, film boyunca Recep
İvedik'le özdeşleşip bir tür rahatlama (katarsise benzer bir şey değil, daha
çok genel bir ferahlama) yaşadığımı fark ettim. Bu tür bir seyir deneyimi bu
zevk ve rahatlamadan suçluluk duymanın gerekli olup olmadığı tartışmasını bir
kenara bırakırsak, daha önce, milyonlarca insanı nasıl olup da sinema
salonlarına koşturduğuna dair en ufak bir fikrimin olmadığı Recep İvedik'in
yarattığı çekim gücüne dair bir tahmin yürütme şansı tanıdı bana. Filmi
izlerken mümkün olduğunca askıya aldığım eleştirmen rolü, film süresince
hissedilenleri geriye dönük bir şekilde analiz etmeye başlamamla birlikte
tümüyle geri dönmüş oldu.
Bu geriye dönük hissiyat analizinin bana
film hakkında söylediği şey şuydu: Recep İvedik'in kitleleri çekmesinin
ardında, filmdeki karakterler tarafından "ayı, orangutan, maymundan 5
dakka önce doğmuş" diye nitelendirilen, biraz fazlaca kıl iliştirilmiş bir
maganda karakterinin adap bilmezliklerine, kabalıklarına, cehaletine gülüp
eğlenmek yetmiyor. Filmin cazibesinin özünde, devam filminin fragmanında
kendisini "hayvanım ama evcil değilim" diye tanımlayan bu adamla
özdeşleşmenin getirdiği bir tür ferahlık var. Kurallardan, sınırlamalardan muaf
olmanın, her türlü normun ve değerlendirme kalıbının dışında kalmanın
ferahlığı. "Gonuşma layn" sözüyle özetleyebileceğimiz, hiçbir mantık
düzleminde karşılık verilemeyecek bir söylemi zırh olarak kuşandıktan sonra,
önüne çıkan her tür kişiye ve kuruma sınıf/iktidar farkı gözetmeksizin ağzına
geleni söyleyenin getirdiği bir rahatlamadan bahsediyoruz. Recep İvedik,
Antalya'daki otelin sahibiyle de komisiyle de aynı üslupta konuşabiliyor Otel
müdürüne de "bas git!" diyebiliyor. Recep İvedik'in kendisinin de
kabullenmiş göründüğü ayılık, magandalık ya da kıroluğun nasıl adlandırırsanız
adlandırın getirdiği özgürlük, toplumsal hiyerarşiyi ve güç dengelerini
umursamamakla da sınırlı değil. Recep İvedik'in film boyunca belki de en tutarlı
şekilde gerçekleştirdiği eylem, ağzına gelen ilk şeyi söylemek. Recep İvedik
her ortamda, söylenmemesi gereken, söylenmemesinin gerektiğini bildiğimiz ilk
şeyi söylüyor. Kilolu kadınlara "camış, gergedan, şişko patates",
geylere "top" diye hitap ediyor. Belli ki siyaseten doğrucu olmak
Recep'in umurunda bile değil. Ama onun yaptığını siyaseten doğrulacağı tersyüz
etmek, siyaseten yanlış olmaya çalışmak diye de nitelendiremeyiz tam olarak.
Recep'inki daha çok istediğim her an, istediğim her kişiye, istediğim her şeyi
söylerim tavrı. Recep için siyaseten doğruculuğun kuralları ciddiye alınıp da
tersine çevrilecek şeyler değil. Recep, belli bir çevrenin içinde olmakla
kazanılan, öğrenilen bu tür öğretilerin tamamen dışında 'yer alıyor. Onları
tersyüz etmesi için önce öğrenmesi, onların alanına dahil olması gerekiyor.
Oysa Recep İvedik'in yarattığı haz tam da onun, sonradan kazanılan, öğrenilen
hiçbir şeyin tanımlama alanına girmemesinde, kategori dışında kalmasında saklı.
Recep'le özdeşleşmenin zevki, var olan normları, konvansiyonları yıkmakla
değil, onları hiç bilmiyormuş gibi yapmakla, onlara tabi olunmadığı zamana geri
dönmekle açığa çıkıyor. Recep'le beraber girilen regresyon, bir ilkokul
çocuğunun söylemindeki rahatlığı/özgürlüğü/umursamazlığı da beraberinde
getiriyor. Regresyonun sağladığı bu her türlü sorumluluk ve sınırlamadan muaf
olma durumu, akla gelen ilk sözü söylemeyi, en aşağı seviyeye inebilmeyi,
banalleşebilmeyi, iğrençleşebilmeyi mümkün kılıyor. En alt seviyeden
konuşabilmek, dilin içine gömülü olan ayrımcı söylemden bihaber olarak
kelimelerini seçebilmek omuzlardan büyük bir yük kaldırıyor.
Recep İvedik, bir film olarak da, aynı baş
kahramanının eylemleri gibi değerlendirme dışı kalıyor. Recep İvedik, filmin
ilk gösterime girdiği dönemde çokça duyduğumuz üzere "bir film
değil"; çünkü onu bir sinema filmi olarak değerlendirebileceğimiz zeminin
dışında konumlandırıyor kendisini. Hem baş karakterinin kuruluşuyla, hem de
mizah anlayışıyla eleştiri ve değerlendirme kıstaslarının dışında kalıyor.
Recep'in söylemi ne kadar umursamaz ve başına buyruksa, filmin sinemasal
konvansiyonlarla olan ilişkisi de öyle. Film ne o konvansiyonları benimseyip
onların izinden gidiyor, ne de bu konvansiyonların varlığını tanıyıp onları
alaşağı etmeye çalışıyor. Film, sinema tarihinin içinde şekillenen, yüzlerce
filmin birikiminin sonucunda oluşan estetik değerlerin sınırları içinde
oynamıyor oyununu. Sonuçta ortaya çıkan ürün, sinemayla halihazırda belli bir
ilişkisi olan seyircinin gözünde bir film olarak algılanamıyor. Bazen bir skeç,
bazen bir televizyon dizisi, bazen bir Hollywood klişesi, bazen ne olduğunu
tanımlamanın pek güç olduğu garip patlamalar, söz dizmeceler, laf koymalar,
hiçbir kategoriye girmeyecek sekanslar.
Ele avuca sığmayan garip bir Şey. Her
türden mizah anlayışı, her cins espri ... Bir yandan cüzdanını kaybeden
işadamına cüzdanı geri getirmek için kilometrelerce yol tepen, yolda kalan iki
genç kıza kendi aküsünü veren; bir yandan da ulaşacağı yere varmak için yoldan
geçen birini Ankara yerine Antalya'ya götürebilen, satıcı kıza tekme atabilen
bir adam. Filmde tutarlı bir karakter ya da tutarlı bir mizah türü oluşturmak
için çaba sarf edilmiyor. Recep İvedik ne kahraman olarak çizilmeye çalışılıyor
ne de antikahraman. Ancak sinemanın kendi dili/konvansiyonları içinde anlam
kazanabilecek kahraman/antiman ikiliği de, bir mizah geleneğinin/birikiminin
içinde anlam kazanabilecek tutarlı bir espri anlayışı da Recep İvedik'i zerre
kadar ilgilendirmiyor çünkü. Filmin afişinde yazan "bir halk kahramanı"
ibaresi de, filmin bu kadar çok insana hitap etmesi de belki biraz bununla
alakalı. Filmin belirli kazanılmış zevklerin, öğrenilen/edinilen kuralların,
bir adabın ekseninde kurulmamasıyla; kendinden menkullüğüyle. (Abbas Boskurt)
“Altyazı, Aylık Sinema Dergisi, sayı, 81”
# Türk sineması yıllardır starlık üzerine
kurduğu gidişatını bu kez, karakter üzerine kurmaya devam ediyor… Cem Yılmaz’ın
Arif’inden sonra Şahan Gökbakar’ın Recep İvedik’i bir karakter olarak karşımıza
çıkıyor. İzlenme rekoru kıran Recep İvedik, ikincisi için kolları sıvadı ve bu
kıllı, homur homur adamdan daha ilk filminde bir ekol yaratmayı başardı. Filmi
izlerken filmin tek olumlu yanının sınıf ayrımcılığına ucundan bucağından
dokundurması, kaba kuvvetine ve homurtusuna güvenen bir adamın zengin sınıfa az
da olsa haddini bildirmesi olarak algılanabilir.
Onun dışında ‘incelik’ filmin ucundan
bucağından geçmiyor. Aslında film, filmden çok fazla bir şey beklemememiz
gerektiğini, sandığın içine sakladığı bir ‘son’la da anlatmaya çalışıyor. Yani
kadının suratına kusan İvedik bir anlamda suşik kadınlara kusuyor, filmin
sonunda çekilen hareket bütün yapaylığa çekiliyor.
İlkinde yazlık mekanda karşımıza çıkan ve
tüm kabalıklarını konuşturan İvedik, bu kez şehir koşullarında ve tam bir yalnız
ve ıssız adam modunda karşımızda. Onun ıssızlığının nedenleri farklı elbette.
Bu kez yanında sadece ona habire ‘adam’ olması yönünde nasihatte bulunan ninesi
var. Hal böyle olunca İvedik yeni maceralara doğru kolayca kayıveriyor. İnsanın
dış görüntüsüne fazlaca önem vermeyen yurdum insanları da onu çabucak işe
alıveriyor. Mesela host, kasiyer ve kurye oluveriyor çabucak… Kıllı, sakallı
bir host ne kadar gerçekçi olabilir ki zaten…
Film bunca ıvır zıvıra, bunca olaya, bunca
boşluğa rağmen yine iyi bir seyirci sayısını hedefleyecek gibi duruyor. Çünkü
homurtulu ve bel altından esprileriyle, birçoğumuza itici gelse de etrafımızda
bulunan bir tipleme Recep İvedik… Sosyolojik olarak da var olmaya çalışan bir
insanın izdüşümlerine yer veriyor diyebiliriz. O yüzden filmi yerden yere
vurmaya, baltalamaya, sosyolojik bir olgu olarak aşağılara çekmeye, sınıfsal
bir bakış açısıyla küçümsemeye hiç gerek yok… Çünkü bu film hakkında çıkan
haberleri takmayan, kendi yolunda gayet emin adımlarla ilerleyen ve iş yapan bir
film…
Hatta kendini bu filmin içinde bulan,
entelektüel geçinen herkesin bile filmin birçok yerinde kendini tutamayıp
patladığına tanık olduk, olabiliriz, neden olmayalım ki? O yüzden Recep
İvedik’i çok fazla abartmaya, gidin gitmeyin demeye, giderseniz şöyle ya da
böyle olur deyip ortalığı bulandırmaya gerek yok…
Gerçek olan bir şey var ki o da Recep İvedik rüzgarının ülkemizde bir süre daha
eseceği… Ama buna ikincinin izlenirlik oranı da karar verebilir… Ekonomik kriz,
gülünesi filmlerin oranını arttırdıkça, daha çok Recep İvedikler çekilir gibi
de duruyor.(Banu Bozdemir, Akşam G. 11,06.2009)