SÜT (2008)
Yönetmen: Semih Kaplanoğlu, Senaryo:
Semih Kaplanoğlu, Orçun Köksal, Görüntü Yönetmeni: Özgür Eken,
Yapım: Kaplan Film/Semih Kaplanoğlu,, Arizona Film/Guillaume de
Seille, Heimat Film/ Bettina Brokemper, Johannes Rexin Ortak
yapımı Senaryoya Kastkı: Leyla İpekçi, Sanat Yönetmeni: Naz
Erayda, Kurgu: Francois Quıquere, Ses ve Miksaj: Marc Nouyrigat,
Frederic Thery, Işık Şefi: Ömer Zorkalkan, Set: Mustafa Şahin, Ses:
Marc Nouyright, Miksaj: Frederic Thery, Makyaj Tasarım: Derya
Ergün, Makyaj: Nihal Aylar, Yapım Koordinatörü: Rüya Arabacı, Prodüksiyon
Amiri: Gökhan Şahin, Yönetmen Yardımcıları: Ayla Karlı Tezgören,
Tülin Özen, Ahmet Küçükkayalı, Prodüksiyon Asistanları: Orçun Köksal,
Muhterem Öğretici, Mehmet Deveci, Özkan Akçay, Sanat Yönetmeni Asistanı: İmad
Ağababa, Focus Puller: Orçun Özkılınç, 2. kamera Asistanı: Mustafa
Emin Büyükcoşkun, Boom Operatörü: Oktay Bakı, Ses Kayıt ve Kurgu
Asistanı: Doğa Kılcıoğlu, Set Fotoğrafçısı: Gökçe Pehlivanoğlu,
Laboratuar Sorumlusu: Yusuf Özbek, Renk Düzeltme: Yusuf Özbek, Burcu
Doğanay, Kopya Baskı: Mustafa Koç, Ersan Gümüş, Ayhan Kısa, Film
Yıkama: Adnan Şahin, İlhan Özkan, Aydın Yeniçeri, Negatif Montaj: Selahattin
Turgut, Bora Büyükdikbaş,
Oyuncular: Melih Selçuk
(Yusuf), Başak Köklükaya (Zehra), Rıza Akıon (Ali hoca), Saadet Işıl Aksoy
(Semra), Alev Uçarer (Kemal), Şerif Erol (istasyon şefi), Orçun Köksal (Erol),
Semra Kaplanoğlu, Tülin Özen (köylü kızı), Tansu Biçer (postacı), Sahra Özdağ,
Semra Kaplanoğlu, Burcu Aksoy,
Konu: Genç Yusuf (1820), annesi
Fatma'nın (3840) kasabadaki istasyon şefi ile yaşadığı gizli ilişkiyi
keşfedince ne yapacağını şaşırır. İçinde yetiştiği erkek egemen kültürün
gelenekleri yönünde mi davranacaktır yoksa son yıllarda Anadolu'da da yaşanan
modernleşmenin getirdiği yeni bakış açısıyla mı? Yusuf ile annesi, Yusuf'un yıllar önce
ölen babasından kalan ineklerin sütüyle geçinmeye çalışmaktadırlar. Yaşadıkları
İç Anadolu kasabası son yıllarda etrafta kurulan sanayi tesisleri nedeniyle
modernleşirken geleneksel üretim yöntemleri ve bazı meslekler hızla yok
olmaktadır.
Liseyi bitirdikten sonra üniversite
imtahanını kazanamayan Yusuf'un büyük bir tutku ile yazdığı şiirler, adını
sanını kimsenin duymadığı bazı edebiyat dergilerinde yayınlanmaktadır. Ama ne
şiirin ne de değeri günden güne düşen sütün Fatma ve Yusuf'a bir katkısı
vardır.
Fatma, istasyon şefine duyduğu aşkla
kadınlığını hatırlar ve hızla değişir. Annesinin ilgisinin kendisinden başka
bir erkeğe yöneldiğini geç de olsa fark eden Yusuf, askerlik yoklaması ve
muayene için apar topar büyük şehre gitmek zorunda kalır.
Şehirde şiire meraklı, üniversiteli genç
kız Semra ile tanışır ama bu heyecan kısa sürer; çocukken yaşadığı ateşli bir
hastalık nedeni ile askerlik yapamayacağı ortaya çıkınca kasabaya geri
döner.Hem görmezden gelmek zorunda kaldığı Fatma'nın ilişkisi hem de çürüğe
çıkarılmış olmanın ağırlığı erkek kültürün egemen olduğu topraklarda Yusuf'u
bir seçim yapmaya zorlar.
Genç Yusuf değişimin acısıyla baş etmenin
yolunu bulabilecek midir?
Ödül:
Yusuf üçlemesi Serisinin ikinci filmi olan
Süt ise; 3. Granada Cines Del Sur Film Festivali'nde En İyi Erkek
Oyuncu
Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde FİPRESCİ ve
Radikal Halk Jürisinin sahibi oldu.
Not: Semih Kaplanoğlunun Yusuf’un üzerine
kurulu üçlemesinin ikinci filmi. Bakınız üçlemenin 1. Filmi “Yumurta”,
2. Filmi “Süt”, 3. Filmi “Bal”
Süt, ait olduğu üçlemenin ana karakteri
Yusuf'un gençlik dönemini ve 'evden kopuş' sürecini anlatıyor. Bir yandan 'ev'
ine, alışılageldiğe, tanıdık ve güvenli olana sırtını dayayan, diğer yandan da
o tanıdıklıktan uzaklaşmak, dağların, binaların, çalıların ardında saklanan
'yeni'yle, bilinmeyen le yüz yüze gelmek isteyen bir gencin hikayesi bu. Semih
Kaplanoğlu, filmini evin içine sığınmak ve evin dışına savrulmak ve bu iki
duygunun farklı nüansları arasında gidip gelen bir hat üzerinde kurmuş. Sanki
tüm film, " denizde fazla açılma" diyen annesine inat ufuk çizgisine
doğru yüzmeyi sürdüren, ama arkaya dönüp baktığında tanıdığı dünyanın giderek
küçüldüğünü fark eden, çevre evler arasında kendi evini seçememeye başlayan bir
çocuğun, geri yüzmekle daha da açılmak arasında kaldığı, korkuyla büyülenmenin
birbirine karıştığı ruh halinin bir dışavurumu.
.Süt, Yusuf'un yetişkinliğin eşiğinde
yaşadığı bu son ergenlik krizini, bir yanıyla, oldukça natüralist bir şekilde
gözler önüne seriyor. Ama diğer yanıyla Süt, uykuya dalmadan önce hayatına.
geçmişine dair önemli şeylerin belli belirsiz farkına varan bir zihnin içinde
gezinmeye benzeyen rüyavari bir his de uyandırıyor. Filmde Yusuf'un bakışının
çevrildiği her yüz, her imge, içinde bulunduğu her mekan, gözünü yakan her
ışık, onun ruhundaki gel gitleri ifade eder bir nitelik kazanıyor: Yanınızda
sürekli cep telefonuyla konuşan zorlama
bir sevgili adayı ve onun bir binanın tepesinde gördüğünüz silüeti; yan
sokaktan gelen askerliğe uğurlama sesleri; sokak köftecisinin etrafında bir
şeyler paylaşıyor olmanın hevesiyle biriken bir arkadaş grubu; maden ocağında
çalışan arkadaşınızın kıyafetleri ve tüm
bu gördüğünüz/duyduğunuz şeylerin dünyasıyla sizin kendi dünyanız arasındaki
uzaklık. .. Siz hayatınızın en sancılı dakikalarını yaşarken, basket sahasında
yalnız başına oynayan bir çocuk .
Süt, şimdiki zamanın yoğunluğu içinde, tüm
bu imge ve ortamların , onu bir hayattan başka bir hayata taşıdığını görememiş
olan; ama sonradan geçmiş yaşamına baktığında onların yön belirleyici
niteliğinin farkına varan birinin gözünden anlatılıyor sanki: Kaplanoğlu'nun filmden
sonraki söyleşide de değindiği üzere Yumurta'nın Yusuf'unun kendi geçmişine
doğru bakan gözünden. Bu yüzden Süt'ü, zor anlaşılır bir film olarak damgalayıp
ötekileştirmeden önce, filmi bir de böyle düşünmek gerekiyor: Bazen zihninizde
bir yüz ya da bir durum belir. Bir lise hocanızın yüzü ya da annenizin
televizyon karşısında uyuyakalmış hali. Hafızanızın içinden çıkagelip sizi
ziyaret eden o yüze aradan geçen zamanın sisli perdesinin ardından bakmaya
çalıştığınızda, orada bambaşka bir şeyler görürsünüz. O yüze, hayatınızın o
anını yaşarken bakmış olmanın değerini fark edersiniz. Lise hocasının ilgisiz
suratı, geleceğe karşı duyduğunuz korkunun, yetişkin dünyasına adım atmaktaki
isteksizliğinizin; annenizin yüzü ise, evinize olan bağlılığınızın, odanızda
kitaplarınızIa baş başa olmanın huzurunun şeklini alıverir zihninizde.
Annenizin tüm ısrarlarına rağmen tamir etmediğiniz bir motosiklet lastiğinin,
ondan kopuşunuzun ilk emaresi olduğunu anlarsınız bir anda; aynı lastiğin bir
yabancı tarafından şişirilmesi ise anneoğul arasında kurulan ilksel
birlikteliğin 'üçüncü' bir özne tarafından tehdit edilmeye başlandığı noktayı
ifade etmeye başlar. Hayatın tüm olağanlığı içerisinde yaşanan şeyler birer
simgeye dönüşür, bir hikayenin parçaları gibi görünmeye başlar. Kapla noğlu da
Süt'te olaylar ...
ve imgelere, geçmişine bu gözle bakan
birinin onlara atfedebileceği bu tür anlamlar yüklüyor. Ama bunu, her olayın
ardında inanılması güç rastlantılar arayarak,hayata zorla metafizik bir nitelik
katmaya çalışan bir yönetmen gibi yapmıyor. Hayatın değerini artıracağım diye,
o hayatı asıl değerli kılan ayrıntıları ve sıradanlıkları bir kenara
fırlatmıyor. Hayatı kendi haline bırakıyor ve ne bulursa da o kendi
halindelikte; olağan dışılıkla değil olağanlıkta buluyor. (Oldukça grotesk
olduğu söylenebilecek yılan metaforu bile, annenin bir gün evin içinde bir
yılan gördüğünü "zannetmesi"nden ve oğulun tıpkı motosikletin lastiği
meselesi gibi bunu da ciddiye almayışından türüyor).
Hayal kırıklığına uğrama korkusuyla
yetişkin hayatına atılmayı geciktiren (askere alınmayınca, toplumsal statü
anlamında da 'reşitliğe' erme şansını yitiren; süt satamaz olunca işini de
kaybeden) Yusuf, 'üvey baba' tehdidiyle birlikte sırtını dayadığı 'ev'ini de
kaybettiğini düşünmeye başlıyor. Açık denizde, hangi tarafa yüzeceğini bilemez
bir halde kalakalıyor. Yusuf'un hayatın bilinmezliğine karşı bir sığınak olarak
gördüğü ev fikri çatırdayınca, Kaplanoğlu filmin anlatımında da çeşitli
çatlaklar oluşturmaya başlıyor. Yusuf şuurunu yitirince kurgu da şuurunu
yitiriyor; başlarda devamlılık arz eden anlatım, sonlara doğru, ateşli hastalık
sırasında görülen sanrılar gibi birbirinden kopuk anların ardı ardına
gelmesiyle ilerlemeye başlıyor. Ta ki Yusuf evini tümüyle geride bırakana, ta
ki maden ocağında taktığı kaskın fenerinin ışığı, tek bir yönü, önündeki
belirsiz geleceği işaret edene kadar Yumurta'nın Yusuf'u geçmişine nasıl
bakıyorsa, biz de geri dönüp filme o şekilde baktığımızda, onun annesinden
kopuş hikayesinin, filmin başında, önünde duran bir arabadan gelen bir davetle
başladığının farkına varıyoruz. Süt, Yusuf'un, onu eve dönmekten alıkoyan
"bir yerlere gidiyoruz, gelsene" davetiyle ve genç bir kızla
gönülsüzce tanışmasıyla başlıyor ve kendi ayakları üzerinde durmayı tümden
kabullendiği (maden ocağında çalışmaya başlaması) noktada sona eriyor.
Annesinin evliliğiyle birlikte Yusuf kendi geleceğine, cep telefonuyla konuşup
duran o genç kıza baktığı gibi bakıyor, tam da gönüllü olmadan kendini 'evin
ötesi'ne, yetişkinliğin bilinmezliğine bırakıyor. Ama gözü, hep arkada, diğer
evler arasında seçemez olmaya başladığı kendi evinde kalıyor. Yumurta' da geri
dönüp, tanıyamayacağı kendi evinde. (Fırat Yücel ) “Altyazı, Aylık Sinema
Dergisi sayı 78”
Semih Kaplanoğlu'nun son filmi
Süt'ü izledikten sonra insanın aklında aynı kökten türeme birtakım kelimeler
dolanıyor; hayal, tahayyül, muhayyile ... Tamamı bir hayal atmosferini
çağrıştıran, karakterinin tahayyül etme biçimine göre dilini kuran ve sinemada
başka bir muhayyilenin imkanını arayan bir film Süt. Başka bir muhayyile
denince ilk akla gelen şey rüyalar, çünkü gündelik yaşamdaki algımızdan
bambaşka bir algının mümkün olduğunu bize duyuran, kendi zihnimizin
sınırlarının sandığımızdan daha geniş olduğunu bize bildiren deneyimlerdir
rüyalar. Ama rüyalarımız, en zor paylaşılan deneyimlerimizdir; bilincimizin
görünmeyen yüzünü, dolayısıyla da birtakım zaaflarımızı açık edebileceği için
değil sadece; rüyaların dili uyanık bilincin diline kolayca tercüme edilemediği
için de. Semih Kaplanoğlu,
Valery'nin
bahsettiğine benzer bir "sanatsal gözlem"i kurarken bu türden bir
zorlukla mücadele ediyor. Konuşma dili için bilinç halinin dil normları ne
anlama geliyorsa, sinema için de ana akım sinema dilinin orada durduğu
düşünülebilir. Bu durumda, rüyaların dilini görsel olarak temsil etme, başka
bir muhayyileyi sinemada kurma çabası da, aynen rüyaları anlatırken
yaşadığımıza benzer bir zorluk taşıyor. Kaplanoğlu Süt'te bu zorluğu aşmanın
dilsel öğelerini arıyor. Kimi sinema izleyicisi için filmi zorlu hale getiren de
bu; filmin başka bir dili, başka bir iletişim zeminini başka bir deneyim
algısını arıyor.
Kaplanoğlu, BalSütYumurta üçlemesini
kronolojik olarak tersten kuruyor. Süt ise Yusuf'un yirmili yaşlarının başında
henüz annesiyle yaşadığı dönemde geçiyor. Bu tersine yolculuk, yumurta'yı takip
eden Süt'ü de, henüz çekilmeyen Bal'ı da birer flashback haline getiriyor.
Mesela Yumurta' da Yusuf'un bir köpeğin karşısında neden öyle ağladığının
cevabını bu geriye dönüşle anlıyoruz. Ama üçlemenin kurduğu sorucevap dizgisi,
bilgiye odakla nan türden değil; Kaplanoğlu hiçbir filminde izleyicinin ısrarla
cevabını bekleyeceği sorular ortaya atmıyor çünkü, hatta bundan kaçınıyor.
Karakterini de birtakım somut olaylarla, onu kestirmeden biçimlendirecek bir
takım profil bilgileriyle şekillendirmekten özellikle kaçınıyor. Ama yine de,
geçmişin e döndükçe Yusuf'la yakınlığımız artıyor; onun hakkında birtakım somut
bilgiler edindiğimiz için değil, ruhsal dünyasına daha çok girdiğimiz için
onunla tanışıklığımız derinleşiyor. Hatta Süt'te bütün bir filmin anlatım
yapısı, dolayısıyla izleyici olarak bizim görme biçimimiz onun iç dünyası
dolayımıyla kuruluyor.
Sonuçta Süt, bilgi üzerinden kurulmuyor,
çünkü esas odaklandığı insanın bilinç hali değil. Örneğin Yumurta' da Yusuf'un
annesini kaybettiğini öğreniyoruz, evet, ama Süt'le birlikte onun annesini asıl
kaybettiği döneme dönmüş oluyoruz. Yumurta'daki kayıp, ölümle gelen,
dolayısıyla apaçık ortada olan, deşilecek bir yanı olmayan bir olguyken, Süt'te
ergenlikten çıkış anlamına gelen kayıp, açıkça görülemeyecek, bilgi düzeyine
çıkarılmamış, bilincin uzak bölgelerine yolculuk etmeyi gerektiren bir durumdur
ve Süt de tam olarak böyle bir yolculuğu görselleştirmeye çalışır.
Süt'le birlikte anlıyoruz ki, üçlemenin
şimdiki zamanı Yusuf'un Yumurta'daki halidir; diğer ikisi ise Yumurta' da
dururken geçmişten hatırlananlardır. Süt'ün bir tür rüya atmosferinde geçmesi
de bu yüzden. Bu anlamda rüyalarla anılar arasında da bir ilişki kurulmuş
oluyor. Rüyalar nasıl bilincin görünmeyen yüzünden besleniyorsa, anılar da
oralardan bir yerden besleniyor. Rüyalar ne kadar başka bir bilinç haline
taşıyorsa bizi, geçmişimizi hatırlama anlarımız da o kadar gündelik bilinçten
uzağa bir yere taşıyor. Bütün hikayenin bir taşra hikayesi olması da bu yüzden
belki; vitrinde olmayan, her an bakılmayan, kıyıda köşede kalmış yanımıza bakan
bir anlatı için en uygun yer taşra olduğu için. Süt, anıları rüyaya çok yakın
bir yere yerleştirirken, Yumurta' dan oldukça farklı bir dil kuruyor. Yusuf'un
geçmişini değil, Yusuf'un zihnindeki geçmişini temsil etmeye soyunduğu için,
her bir mekanın 'bellekmekanına dönüştüğü, zamanın hatırlanan ana göre
karakterin zihninde keyfi bir ölçeğe tabi tutulduğu bir dil kuruyor. Zamanı
çeken, uzatan, anları zamanın bütünlüğünden koparıp hafızanın kendinden menkul
zaman kurgusuna tercüme eden ve zamanla oynadıkça mekanı kuran bir dil bu. Bu
yüzden Süt, en çok, Proust'un romanlarını getiriyor akla: "Hafızamızın en
güçlü kısmı bizim dışımızda, çisentili bir rüzgarda, bir odanın rutubet kokusunda
veya yanmaya başlayan bir ateşin ilk andaki kokusundadır; kendi benliğimize
ait, zekamızın işe yaramaz diye küçümsediği şeyi, geçmişin son ve en güçlü
kalıntısını, bütün gözyaşlarımız dinmiş gibi görünürken hala bizi ağlatabilen
şeyi bulduğumuz her yerdedir. Bizim dışımızda mı? Daha doğrusu içimizdedir, ama
kendi bakışımızdan gizlenmiş, iyi kötü devam eden bir unutuşa gömülmüştür...
" Valery'nin bahsettiği "mistik derinlik", Süt için, Proust'un
burada tarif ettiği türden bir bellek yolculuğuna yorulabilir; bilinç düzeeyine
çıkarılmamış, ama bir şekilde elbette kaydedilmiş bilgileri zamanın içinden
koparıp çıkarmaya çalışan bir sinema anlayışına.
Anılarla rüyalar birbirine bu kadar
yakınlaşınca, üçlemenin karakterinin, ismini Yusuf peygamberden alması da başka
bir anlam kazanıyor. Hatırlanırsa, Yumurta' da Yusuf'un isminin bir gönderme
olduğunun altı filmin içinde özellikle çiziliyordu. Yusuf, rüyasında kendisini
bir kuyudan çıkmaya çalışırken görüyordu, aynı kardeşleri tarafından kuyuya
atılan Yusuf peygamber gibi. Yusuf peygamber, gördüğü rüyalar ve rüyaları
yorumlama gücüyle anılan bir peygamber. Bu anlamda, Yusuf'un Süt'le birlikte
başlayan geçmişe dönüşü, annesinin ölümünün ardından geçmişini yorumlayışı ya
da bilincin "başka" yerlerine yolculuk edişi, Yusuf peygamberin
rüyaları yorumlamasıyla paraleldir.
Süt bütünüyle bir anı anlatısı gibi
kurulurken, Yusuf'un epilepsi hastalığıyla gelen krizler filmin bu yapısını
daha da derinleştiriyor. Altyazı'nın Kasım sayısında Fırat Yücel'in ifade
ettiği gibi, "Yusuf şuurunu yitirince kurgu da şuurunu yitiriyor; başlarda
devamlılık arz eden anlatım, sonlara doğru, ateşli hastalık sırasında görülen
sanrılar gibi birbirinden kopuk anların ardı ardına gelmesiyle ilerlemeye
başlıyor. Anılar geçmişe dönüp bakıldığı için başka bir algı kurarken, epilepsi
yaşanan anın kendisini, henüz deneyimlenirken, o bildik algı kalıplarından
çıkarıyor. Bu yüzden de filmin başından itibaren anılarla motive edilen anlatım
dili, artık başka bir motivasyona ulaşıyor. Bu noktadan sonra izleyiciden
olayların akışını takip etmesi değil, Yusuf'un algı biçimini deneyimlenmesi
bekleniyor.
Babasız bir anne evinde büyümüş, bu yüzden
biraz baba olmuş (ama annesinin serzenişlerinden bile belli ki daha çok da
olamamış), ne kadar büyüyüp ne kadar büyümediğinin çelişkisini vaktinden evvel
yaşamaya başlamış bir oğlan çocuğu Yusuf. Ama baba olmak istemiyor Yusuf,
büyümek istemiyor. Annesinin bir anlam veremediği kitaplara, şiirlere, bakıp
durduğu çiçeklere gömülmek istiyor. Ama ya askere gideceği, ya üniversiteye
gideceği, sonuçta büyümek için ille taşradan başka bir yere gideceği,
dolayısıyla da annesinden gideceği döneminde geçiyor filmin hikayesi. Dahası, o
gitmese bile, annesinin onun bir yerlere gideceğini kavradığı bir dönemde.
Bu dönemin insana 'ne yaptığını' anı ile,
epilepsi hastalığı ile motive ederek insanın içinden bir yerlerden anlatıyor
Kaplanoğlu. Filmin son sahnesinde, Yusuf'un film boyunca nasıl ince bir çizgide
yürüdüğü netleşiyor. Yusuf'un başındaki madenci kaskından gelen ışık kameraya
yönelip bütün ekranı süt beyazına bularken, filmin bu beyaz kadrajda
biteceğini, Yusuf'un 'orada' kaldığını düşünüyorsunuz. Anneden kopuşu, tam bir
bilinç düzlemi kaymasıyla yaşayan Yusuf'un, nihayetinde varabileceği son sınıra
varacağını; süte batarak onu bekleyen geleceği reddedeceğini, o başka bilinçte
sonsuz bir beyaza batacağın!. .. Ama öyle olmuyor; görüntü tekrar beyazdan
açılırken, sütten kopup yeniden 'buralarda bir yerlerde' var olmaya devam
ediyor Yusuf; Yumurta' da var olmaya devam ediyor. Rüyalarıyla, krizleriyle,
anılarıyla arada bir gidip geliyor, ama sahaf dükkanını açmış yaşamaya devam
ediyor. Annesinin ölümüyle birlikte, hangi sınırdan döndüğünü hatırlıyor;
'süt'ü hatırlıyor. Belki de Yusuf köpeğin karşısında ağlarken, aslında o anki
kaybına değil, geçmişteki asıl kaybına ağlıyor. Yasını tutmanın kolay ve meşru
olduğu bir ölüm sayesinde; gizli kapaklı atlatılmaya çalışılmış, insanın
bilincine oyunlar oynayan bir travmanın yasını tutuyor. (Yücel Fırat) .
"Oraya Buraya Bakan Çocuk", Altyazı, Kasım 2008, sayı 78, sf. 89.}
Dâhiyane bir film üzerine eskiz
Süt gerçekten de şaşırtıcı bir film. Hem
itici ve soğuk, hem deha pırıltılarıyla bezeli, Kaplanoğlu'nun önceki
filmlerinden belki daha 'zor', ama yine belki çıtayı daha yükseklere çıkaran
bir film. Onu artık kesin olarak bir 'auteur', bir yaratıcı sinemacı, bir
sanatçı kıvamına ve düzeyine yükselten...Yumurta'nın kahramanı Yusuf'un ilk
gençlik yıllarını anlatan bu film, birçok açıdan sürprizlerle dolu.
Sineması daha kapalı, daha kişisel. Ama
aynı zamanda, belki çılgınlık düzeyinde bir sinemasal araştırma tadı içeren bir
film. O ünlü ve amiyane deyimle 'film gibi film' arayanlar, aradıklarını
katiyen bulamayacaklar, haberleri olsun. Ama, çağdaş sinemayı yalnızca bir
cumartesi eğlencesi değil de majör, önemli, özgür ve görkemli bir sanat alanı
sayan ve bu alanda yepyeni zihinsel ve estetik jimnastiklere açık olanlar
bayılacak.
Film, Tire kasabasında yaşayan ve sütçülük
ve tezgahtarlıkla geçinen Yusuf ve annesinin hemen hiç konuşma, dolayısıyla
iletişim içermeyen hayatlarına odaklanıyor. Çeşitli yan karakterler var:
Yusuf'un şiirlerini gösterip akıl danıştığı alkolik edebiyat hocası, madende
çalışan ve bir araya gelince şiir merakını paylaşan arkadaşı, bir lastik
değiştirme esnasında tanıştığı anneyle gizli kapaklı bir ilişki kuran orta
yaşlı adam, birkaç komşu, birkaç kısa süreli raslantı... Bunlardan birinin,
Yusuf'un askerlik muayenesi için gittiği İzmir'de karşılaşıp randevulaştığı
(ama bu randevuya gitmediği) bir genç kız, perdede ise Saadet Işıl Aksoy olması
ayrı bir şaşkınlık nedeni: Aksoy, Yumurta'da ileri yaştaki Yusuf'un yıllar
sonra kasabaya geri döndüğünde karşılaştığı kadın değil miydi? Yoksa yönetmen,
insan, hayatı boyunca hep aynı kadına âşık olur mu demek istiyor? Tüm Kaplanoğlu
filmleri gibi varoluşçu sayılabilecek film, daha çok küçük anlara, minik
raslantılara, olay parçacıklarına dayalı... Hemen her şey anlatılmaktan çok
sezdiriliyor, ima ediliyor. Örneğin Yusuf, annesinin yabancı bir adamla
ilişkisini hep küçücük şeylerden bulup çıkarıyor, açıkça hiçbir şey görmüyor.
Elbette biz de öyle... Kaplanoğlu imaların, inceliklerin, nüansların adamı.
Onda kaba, kesin çizgili, belirli hiçbir şey yok.
Kaplanoğlu genel geçer seyirciyi hayli
zorluyor. Hatta belki Meleğin Düşüşü'nden de çok...Örneğin tamamen karanlık saniyeler
geçiyor, ya da fonda flu olarak saptanan bir duvar, öndeki iki kahramanın
görüntüden çıkmasından sonra yine saniyeler boyu flu olarak gösterilmeye devam
ediyor, vs.
Yönetmen sanki seyircisini sıkı bir
sinemaseverlik sınavına sokuyor. Sınavı geçemeyenler, onun için önemli değil.
Seyircim az olsun, ama iyi olsun dediğini duyar gibi oluyorsunuz!..
Buna karşılık, işte o seyirci için kimi
görkemli sinema anları var. Baştaki yılan çıkarma sahnesi, evde 'ihaneti keşif'
sahneleri, finale doğru avavcı bölümü, gölde dev balığı yakalama sahnesi. Ve
madende geçen final. O cılız ışıkların kullanılışı, kameranın bir ara madenci
başlığının önündeki parlak ışığa gelip saplanması ve uzun süre ona takılıp
kalması... Sonra, yeniden bir genel plana, yani madene ve bir anlamda hayata
dönüş. Tek sözcükle, dahiyane.
İşte böyle bir film Süt. Dediğim gibi,
klasik bir eleştiri yapamadım, konusunu anlatamadım. Size daha çok filmin
bendeki temel izlenimlerini yazdım. Bu bir tür eskiz oldu, has sinemaseverin
üzerinde çalışıp kendi görüşleriyle tamamlayabileceği... Benim yazım bu zor
filme bir tür 'giriş' olabildiyse, mutlu olurum. (ATİLLA DORSAY 02.01.2009
Sabah)