Powered By Blogger

21 Ocak 2023 Cumartesi

 

UZAK İHTİMAL (2008) 

Yönetmen: Mahmut Fazıl Coşkun, Senaryo: Tarık Tufan, Görkem Yeltan, İsmail Kılıçarslan, Bektaş Topaloğlu Görüntü Yönetmeni: Refik Çakar, Müzik: Rahman Altı, Yapım: Tülin Soyaslan, İsmail Kılıçarslan Kurgu: Çiçek Kahraman, Kostüm tasarım: Hale İşsever, Sanat Yönetmeni: Selda Çiçek, Yardımcı Yönetmen: Ayhan Özen, Müge Uğurlar, Focus Puller: Özgür Gür, Sanat Yön. Yrd: Davut Kanmaz, Ruhan Ünlüer, Kostüm Asistanı: Meral Aktan, Yapım: Tülin Çetinkol Soyarslan, İsmail Kılıçarslan, Tarık Tufan, Mahmut Fazıl Coşkun

 Oyuncular: Görkem Yeltan (Clara), Nadir Sarıbacak (Musa), Ersan Uysa (Yakup)l, Murat Ergün, Can Kolukısa, Adem Yavuz Özata (Polis)

 Konu: İstanbul’a resmi tayini çıkan Musa, müezzin olarak Galata’da küçük bir camiye yerleşir. Caminin müezzin lojmanı olarak kullandığı daireye yerleşen Musa, karşı dairede yaşayan Clara ile karşılaştığında hayatında neler değişebileceğinden habersizdir.

 İstanbul’un aristokrat ailelerinden birine mensup olan ve şimdilerde sahaflık yapan Yakup Demir, yıllar önce birlikte yaşadığı Anita’ dan doğan kızını aramaktadır. Rahibe adayı Clara, müezzin Musa ve Sahaf Yakup Demir’in hayatları Galata’da kesişir. Üç farklı hayat, üç farklı insanlık durumu kesiştiğinde ortaya sıcak, kimi zaman neşeli, kimi zaman da hüzünlü bir öykü çıkar. Müezzin Musa’nın gün geçtikçe Clara’ya aşık olması ve fakat ifade edememesi bir başka hüzünlü hikayenin başlamasına neden olur. Musa bir yandan Clara ile yakınlaşmaya çalışırken diğer yandan da sahaf Yakup Demir’in dünyasına girmektedir. Bu süreç Musa’yı bambaşka dünyalara yakınlaştırırken, hayata bakışında da değişik kapılar açmaktadır. Musa artık İstanbul’a geldiği günden farklı bir kimlik olarak karşımızdadır. Yakup Demir’in yaşam öyküsünde ortaya çıkan büyük bir sürpriz bütün kahramanlarımızın hayatlarını alt üst eder. Bu yeni durumda Musa’nın bir karar vermesi gerekmektedir. Musa’nın kararı çok kolay olmayacaktır. Üç Mesele; üç farklı insanın hayatını gerçek bir dille anlatırken, sıradışı bir aşkın insani sıcaklığını taşıyor

 ÖDÜLLLER:

Avrupa’nın en prestijli film festivallerinden biri olan Rotterdam Film Festivali’nde Türk sineması büyük bir başarı elde etti. Mahmut Fazıl Coşkun’un yönetmenliğini yaptığı Uzak İhtimal / Wrong Rosary filmi Rotterdam Film Festivali’nde Tiger ödülüne lâyık görüldü.

Toplam 14 filmin yarıştığı festivalde verilen üç Tiger ödüllerinden biri, yarışmaya katılan ilk Türk filmi olan Uzak İhtimal / Wrong Rosary’nin oldu.

 Mahmut Fazıl Coşkun’un da ilk filmi olan Uzak İhtimal / Wrong Rosary, Rotterdam’da büyük ilgiyle karşılandı. Jüri filmin dili ve duygusuyla hikâyesini oldukça iyi aktardığı düşüncesiyle filmi büyük ödüle layık gördü.

 İlk kez bir Türk filminin yarıştığı festivalde Uzak İhtimal filminin konusu da oldukça dikkat çekiciydi. Bir müezzin ile rahibe olmak isteyen kız arasındaki aşkı anlatan film bu aşkın arka planında İstanbul’un eşsiz atmosferini izleyiciye aktarıyor.

 Festival boyunca gerçekleşen tüm gösterimler izleyicilerin yoğun ilgisiyle karşılaşınca biletler önceden tükendi. Özellikle farklı kültür ve dinlerin küçük insan hayatlarındaki izlerini samimi bir dille anlatan Uzak İhtimal, ülkemizi pek çok önemli festivalde temsil etmek üzere davetler aldı.

 Hüzündür bu kente en çok yakışan

Uzak İhtimalin en cazip yanı, bunun belki ancak yalnız İstanbul'da geçebilecek bir hikâye olması. Gerçi farklı dinlerden kişiler arasında, özellikle inançlarının imkânsız kıldığı aşkları anlatan filmler yapılmıştır. Ama bu film kadar coğrafyasına, maddi çevresine oturan bir hikâye pek görülmemiştir. Öyle ki, filmi sanki doğal dekoru olan Galata'dan çekip alın, gücü hayli azalacaktır. Böylece, Tophane'deki bir küçük camiye müezzin olarak gelen Musa'yı tanırız. Anadolu'dan İstanbul'a atanan Musa, bu büyük kentte kaybolmuş gibidir. Galata'daki eski apartmanda komşusu, sessizsedasız bir kızdır: Sonradan bir İtalyan annenin kızı olduğunu öğrendiğimiz Clara. Clara bir küçük kilisede çalışır, ölüm döşeğindeki yaşlı rahibe Anna'ya bakar ve bilemediğimiz uzak hayaller kurar. Musa'nın gönlü ona kayar gibi olur. Ama birleşmeleri için, uzak da olsa bir ihtimal var mıdır? Filmin bir gücü, son derece sade ve sakin yapısında. Konuşmalar asgariye indirgenmiş, dramatik gerilim sanki frenlenmiş. Ama bu sıkıcı bir film de değil. Çünkü, bir yandan son derece gerçekçi olması, birçok sahneyi birer yaşam tablosu haline getiriyor. Ayrıca kimi sürpriz gelişmeler, hikâyeye beklenmedik bir gerilim katıyor. Buna üstün oyunculuklar da ekleniyor. Nadir Sarıbacak, hele ezan okurken, gerçek bir müezzin sanki... Görkem Yeltan ise bir ikon güzelliği taşıyor. Onların yanı sıra, yaşlı sahafta Ersan Uysal da mükemmel. Belki bir temel sorun, ayrıntıların eksikliği. İki başkişiyi daha iyi tanımak, onların hikâyesini daha iyi bilmek istiyoruz. Örneğin müezzinin inançla ilişkisi, Clara'nın bir heykel görünümü ardında yatan gerçek... Ama olmuyor, bunları öğrenemiyoruz. Bir de o iletişimsizlik duygusu... Ki finali neredeyse bıçak gibi keskin hale getiriyor. Ama bu toplum böyle değil ki... Bu sanki bir Kuzey Avrupa ya da Antonioni filmi iletişimsizliği. Açılamayan yürekler, itiraf edilemeyen sırlar... Ama biz pek böyle değiliz sanıyorum. Ancak bu küçük eleştirilerin dışında, bu sakin filmin yadsınamaz bir içsel gücü var. Bu 'bin kocadan arda kalan bakire' kentin ruhuna eldiven gibi uyuyor ve onun yüzyıllık hüznünü taşıyor. Görülmeye değer...(ATİLLA DORSAY 10.10.2009 SABAH)

 FİLMİ İZLE 


  

USTA (2008)

 Yönetmen: Bahadır Karataş, Senaryo: Bahadır Karataş, Ayfer Tunç, Görüntü Yönetmeni: Mirsat Herovic, Yapımcı: Filmpark /Mete Ozok, Cenk Varcan Öykü; Şehsuvar Aktaş, Bahadır Karataş, Sanat Yönetmeni: Zeynep Turan, Yapım Sorumlusu: Sertan Özcan, Oğuz Ongun, Yönetmen Yardımcıları: Osman Taşçı, Burcu Alptekin, Çağın Dizdar, Yapım Asistanları: Alper Evirgen, Serhat Cinisli, Özcan Koşar, Amir Arpacı, Devamlılık Burcu Alptekin, Kameraman Aydoğan Yıldız, Işık Şefi: Ümit Barlas, Evren Özfırat, Ses Teknisyeni Okan Selçuk Set Amirleri: Akgün Arslan, Mahmut Avar, Makyaj: Jeff Kuaför: Ergün Gezer, Sanat Asistanı: Vahit Yazıcı, Hande Bayır, Başak Kozan, Burak Soysal, Kamera Operatörü: Aydoğan Yıldız, Işık Asistanları: Serhat Özcan, Evren Öztırak, Yakup Aydın, Erdem Helvacı, Ozna Belli, Set Teknisyenleri: Akın Doğaşan, İskender Özdemir, Lokman Taşçı, Murat Küçükferah, Habib Emen, Tuğrul Şahin,

 Oyuncular: Yetkin Dikinciler (Doğan), Şevket Çoruh (Ersun), Fadik Sevin Atasoy (Emine), Hasibe Eren (Hilal), Sertan Özcan (Güvenlik Görevlisi), Tansel Ural, Tomris İncer (Gülsüm Ana), Müşfik Kenter (Hilmi), Cihat Tamer (Ender Kaptan), Refi Derkovakyan (Ferhat), Ozan Uygun (Uğur), Ahmet Saraçoğlu (Zafer Hoca), Emre Karayel (Niyazi), Ayten Uncuoğlu (Ayten), Tayfun Sav (Hurdacı İsmail), Baran Akbulut (Sanayi Esnafı), İnci Ültay (Merve), Atilla Yiğit (Kadir) , Emre Basalak (Sertaç), Günay Bekman (Hurşit), İskender Bağcılar (Merve’nin babası), Aslı Özmet (Merve), Atilla Yiğit (Kadir), Ertuğrul Gündüz (heyet başkanı), Tayfun Sav (hurdacı İsmail), Syşe Selen (doğanın ablası), Nalan Yavuz (doğanın ablası), Ayhan Önem (okul müdürü), Erol İpekli (kapı görevlisi), Yakup Çınar (müze bekçisi), Tolga Tümer (Kubi), Mustafa Çabukal, Baran Akbulut, (sanayi esnafı), Beyhan Şeker (eczacı), Ayşe Karakaş (gündelikçi fikriye), Mehmet Akif (depocu Yakup),

 Konu: Usta, 2008 Avrupa'sının güneydoğusunda, çağdaş uygarlık hayallerinden kopmak istemeyen Türkiye'nin ruhunu, tutkulu bir oto tamircisinin gözünden anlatıyor. Filmde tek başına bir uçak yapma hayaline inatla sarılan Doğan Usta, bunu hayatının merkezinde görecek, bu tutku ve bencillik onu ailesinden ve eşinden koparacaktır. Doğan'ın kendi uçağını yapma sevdası, film boyunca aşkı ile tutkusu arasında da bir ikilem oluşturacaktır. Bazı dönemler, bazı filmlerin çekim coğrafyası oluyor…Kimisi doğunun belli illerini (son dönemlerde Kars, Mardin), kimisi de batının bazı illerini (daha çok Ege) mesken tutuyor ve o yöreye has özellikler sunuyor… Usta da Eskişehir’in filmi…

 Usta, motor ustası olan Doğan’ın gönül verdiği uçma tutkusu ve gecesini gündüzüne katıp bir uçak yapma hikayesini konu alıyor… Tabii tutku kısmı Arizona Dream’a benzetilebilir, gerçeküstü imgeler olmadan… Bir de Howard Hughes’in hayatını anlatan Göklerin Hakimi’ni de unutmayalım.

 Bazı sahnelerin yoğun hareket ve diyalog halinde geçtiği filmde kamera da bu hareketlere göre kesintisiz açılar sağlayarak filmin akıcılığına gayet güzel bir biçimde hizmet ediyor… Mirsad Heroviç’i kutlamak lazım… Hani bazı Türk filmlerinde ‘öyleymiş gibi’ durumlar, planlar yapılır ya… Örneğin bir uçma sahnesi vardır ama teknik beceriksizlik ve yönetim eksikliği yüzünden adamı uçar değil de yürür vaziyette görürüz ya… İşte bu filmde bunların hiçbirisi yok… Her şey düşünülmüş, taşınılmış ve hakkı mümkün olduğunca yapılmaya çalışılmış. Yani her şey ‘sahici’ kullanılmış. Öyle olunca da ortaya keyifli bir film çıkmış…Oyuncuların hareketli ve doğal oyunculukları da filme eklenince Usta, minimal anlayışla çekilen ama büyük duygulara uzanan bir film olmuş…

 Film Bahadır Karataş’ın ilk uzun metrajı. Filmin Eskişehir’de çekilme hikayesi kendisinin Anadolu Üniversite’sinden mezun olmasıyla başlıyor. Birinci olarak bitirmesini de not olarak düşelim. Ama ondan sonra başlıyor asıl sinema yolculuğu… Hollywood’da yapılan masterlar, dereceler, burslar… Yani okullu olmanın hali bir başka dedirtiyor yönetmen bize… Ama Karataş’ın asıl artısı onca eğitim, Amerika, burs derken, tekrar küçük ve samimi bir öykü çekmesinde yatıyor. Sonuçta sahillerde geçen gençlik filmleri de çekebilirdi.

 Filmin konusuna biraz daha yakından göz atacak olursak; aslında birçok küçük öykünün bir araya gelme hali var. Arkadaşlık, dostluk, hırs, tutkular, kadın ve erkek arasında yaşananlar, çocuksu bakış açısı… Hepsi Usta’nın birleşenleri… Mekan kullanımı, insanların mekanlarla benzeşen özellikleri, araya sokuşturulmuş ama asla göze batmayan politik imgeler, filmin tamamlayıcı unsurları… Yani filme ucundan bucağından türban bile dahil edilmiş, fazla karakterize etmeden… Sonuçta Usta, şu an içinde bulunduğumuz günümüz Türkiyesi’nde geçen, yönetmenin tercih ettiği gerçekçi üslubu, sahici mekân kullanımı, seyirciyi filmin içine çeken ve film boyunca sürükleyen özel kamera hareketleriyle Türk sinemasına yeni ve farklı bir soluk getiriyor. Herkesi bir yerlerinden yakalayacağı kesin… (Banu Bozdemir – Akşam G. 11.06.2009)

FİLMİ İZLE 


 

 TATİL KİTABI (2008) 

Senaryo ve Yönetmen: Seyfi Teoman, Görüntü Yönetmeni: Arnau Valls Colomer Yapım: Bulut Film/ Yamaç Okur, Nadir Öperli Kurgu: Çiçek kahraman, Sanat Yönetmeni: Nadide Argun, Ses: İsmail Karadaş, Ses Tasarımı: Theron Patterson, Ortak Yapımcı: Töre Karahan, Mehmet Betil, Yapım Asistanı: Zümrüt Burul, 1. Yönetmen Yard: Nur Arık, 2. Yönetmen Yard.: Deniz Akgün, 1. Kamera Asısıtanı: Tufan Kılınç, 2. kamera Asisitanı: Meryem Yavuz, Işık : Adem Güney, Mücahit Vural, Grip: Hamza Şahin, Ses Tasarım: Cenker Kökten, Ses Kayıt: İsmail Kardaş, Boom Operatörü: M Cem Öztüfekçi, Sanat Asistanı: Hasan Alp Aydemir, Set Fotoğrafçısı: Sevgi Ortaç, Şoförler: Adem Öğmen, Kemal Güven, Montaj Asistanı: Özcan Vardar, Castink Yardımcısı: Doğa Kılıçoğlu, Ofis Koordinasyon: Doğan Olgunelma, Sanat Danışmanı: Serdar Yılmaz, Makyaj Danışmanı: Cüneyt Ballı, Renk Düzeltme: Ali Betil, Laboratuar: Sinefekt, Laboratuar Sorumlusu: Yusuf Özbek, Kopya Baskı: Mustafa Koç, Ersan Gümüş, Ayhan Kısa, Film Yıkama: Orhan Turgut, İlhan Özkan, Aydın Yeniçeri, Sinan Kılıç, Süleyman Göktaş, Cengiz Koç, Kenan Gürşan, Hüseyin Sargın, Serkan Yiğitkoç, Negatif Kurgu: Selahattin Turgut, Bora Büyükdikbaş, Renk Düzeltme: Yusuf Özbek, Burcu Doğanay, Film Tarama ve Transfer: Özgür Taparlı, Bülent Tanoba,

 Oyuncular:  Taner Birsel (Hasan), Rıza Akın (Şoför Mustafa), Tayfun Günay (Ali), Osman İnan (Mutafa), Ayten Tökün (Güler), Turgut Gürleyen (otobüs muavini), Harun Özüağ (Veysel), Aziz Şahin (Sınıf öğretmeni), Ali İhsan Başarır (müzik öğretmeni), Kerim Dölek (okul müdürü), Onurcan Alavi (İbrahim), Cengiz Tonga (kasap müşterisi). Zafer İnan (Zafer), Ekrem Şenel, Mahir Özel, Burcu Şanlı, Dilek Abdimanoğlu (beden eğitimi öğretmeni), Ayyıldız Beceren (bayrak çeken çocuk), Halil İbrahim Çetin (bayrak çeken çocuk), Rıza Akın (Konuk oyuncu), Cansu Karasay (Limon İşçisi)i, Selma Karasay (Limon İşçisi), Hülya Karasay (Limon İşçisi), Eşe Sarp (Limon İşçisi), Ayhan Arslan (Limon İşçisi), Cennet Ateş (Limon İşçisi), Öner Kundak (kırtasiyeci), Lütrfi Uğur (Mehmet Ali), Ekrem Şenel (Ahmet), Zümrüt Burul (çay bahçesindeki kız), Seyfi Işık (çay bahçesindeki adam), Kaya Özkan (garson), Ahmet Samer Sarılar (camideki çocuk), Alpaslan Cezar (camideki çocuk), Emrah Yıldız (camideki çocuk), Kazım Şenel (Veysel’in Arkadaşı), Adem Salan (Veysel’in Arkadaşı), Uğur Kesimoğlu (Veysel’in Arkadaşı), Burcu Şanlı (plajdaki kadın), Elif Sena Mert (plajdaki kız çocuk), Sinan Şakar (plajdaki adam), Döne Kadıoğlu (Hatice), Rıza Akın (ambulans şoförü), Ahmet Kaan Yıldız, Deniz Volkan Çırak, Sevgi Ortaç, Durhasan Haskan,

 Konu: Tatil Kitabı, Silifkeli bir ailenin bir yaz boyunca başından geçenleri, daha çok ailenin küçük oğlu Ali’nin bakış açısını ön plana çıkararak anlatıyor. Filmin olay örgüsü, Ali’nin sert mizaçlı babası Mustafa ile ailenin diğer üyeleri arasındaki gerilimler üzerine kurulu. İstanbul’da askeri lisede okuyan büyük oğlu Veysel’in askeriyedeki kariyerini yarıda bırakarak üniversite sınavına girme isteğine şiddetle karşı çıkan Mustafa, çekingen ve içine kapalı bir çocuk olan Ali’yi de yaz tatilinde çalışıp kendisi gibi ticaret öğrenmeye zorlar. Kendisini aldattığından şüphelenen eşi Güler ve geçmişte şehirde şansını denemiş, ama tutunamayıp Silifke’ye dönerek baba mesleğini sürdürmek zorunda kalmış kardeşi Hasan’la Mustafa arasında da sürekli bir gerginlik vardır. Tüm bu gerginlikler, limon tüccarı olan Mustafa’nın, iş için gittiği Ürgüp’ten dönüşte beyin kanaması geçirip komaya girmesiyle geri plana itilir. Başta, aileyi bir arada tutmak için Mustafa’nın yerini almak zorunda kalan Hasan olmak üzere, filmdeki karakterler belirgin bir şekilde değişir.

 Hayatınızda bir kez olsun Türkiye'nin varoş semtlerine gittiğiniz oldu mu? Ya da taşra yaşantısını merak edip, görsel dünyanızdan bir incinin eksildiğini düşündüğünüz? Hiç sanmıyorum. Lakin öyle bir tabloyla karşılaşacaksınız ki; işsizliğin dem vurduğu şehirlerde meydana gelen tatsızlıklar yeterince canınızı sıkacak (en azından öyle umuyoruz). Sert bir tabirle, sıcacık evlerinizde uyurken; oradaki insanların geçim derdi için verdiği mücadele, gözlerinizin dolmasına, belki de hayatı daha fazla ti'ye almanız için yol gösterici bir ışık olabilir. Tıpkı Tatil Kitabı filminde olduğu gibi ...

 Yukarıda anlatılanları konu alan Tatil Kitabı, özünde dramatize edilmiş sıradan bir hikayenin altını kazarken; seyircilere göremediği bazı değerlerin neler olduğunu akğktarıp, kendi değerlerinden ödün veriyor. Açıklamak gerekirse; farklı beklentileri olanlar için sonu hüsranla iitebilir. Bu yargıya nasıl vardığımızı soracak olanlara yanıtımız şu: Türkiye standartlarına göre çekilen Tatil Kitabı'nın kendi halkını yabancılaştırmaya alıştırıp, ingilizce altyazı koymasına ne demeli ... Söylenecek laf yok. Cünkü tamamıyla mantığı tefe koyan bir yapım, Hal böyleyken, Türk izleyicisinin bu ayrıntıyı görmezden gelmesi mümkün mü? Dört başı mamur olan filmin Türkiye'ye ve Türklere mal edildiğini sanıyorduk. Yanılmışız meğer... Buyurun buradan yakın; Tatil Kitabı eşittir: Avrupa sineması ... Avrupalı olma sevdasını bir kenara bırakıp görücüye çıkmaktansa; kendi yolunda yürümeli.

 Aksi takdirde farklı bir boyuta yolculuk yapması muhtemeldir. Neyse şimdilik tüm bunları boş verelim ve Tatil Kitabı'nın asıl derdine kulak kabartalım. Toplumsal vicdanı masaya yatıran Tatil Kitabı deyim yerindeyse; insanlığın canavarlaşıp barbarlaştığını ve yaşadığımız dünyanın bir kaos içerisinde yozlaştığını anlatarak, kaleme aldığı bir "Hayat Defteri" (yaşanan çirkin olayların yazıldığı günlük ve bu günlüğün beyazperdeye aktarımı) iken, ataerkil aile yapısının beraberinde getirdiği tutucu sistemle olan hesaplaşması ise anaerkil düzene geçişin sağlanması için yapılmış bir vurguydu belki de. Keşke filmin adı Tatil Kitabı değil de Hayat Defteri olsaymış.

 Tatil Kitabı'nın hikayesi Ali adlı ufak bir çocuğun üzerine kuruludur. Evvel zaman içinde, Silifke'ye bağlı olan bir taşrada zorluklar içinde hayat mücadelesini sürdüren Ali adlı bir çocuk yaşarmış. Sevimli mi sevimli bir çocukmuş, Okuldaki öğretmeni, Ali'ye okuması için Tatil Kitabı verince, Ali'nin yaşamı tümden tüme değişivermiş. Yazının girizgahında da anlatıldığı üzere, Ali geçim sıkıntısı çeken bir ailenin evladı olarak dünyaya gelmiş olmanın bedelini bir yük olarak omuzlarında taşırken, tatil boyunca hep bir başınaymış, Yalnızlığını gidermek için sakız satmaya başlamış başlamasına ama tatil; Ali için tatil değil; adeta Cin işkencesiymiş. Böylece Tatil Kitabı da yalan olmuş [film boyunca göremememiz bundan olsa gerek). Onun yerine üzüntü ve kederin beraberinde getirdiği olaylar zincirinde yer alan Ali, kabus dolu anların eşliğinde gerçek hayatı öğrenmiş. Bu okuduğunuz, masalımsı hikaye Hayat Defteri'nde yer alıyor. Filmin tek olgunlaştırıcı öğesi olan Hayat Defteri'ne konu olan Ali "Beni bu dünyadan çekin, kurtarını" deresine haykırarak yüzünden düşen bin bir parçanın kalıntılarını rolünün içine hapsetmiş gibi gözükse de, eksileri artılarına baskın çıkan Tatil Kitabı her şeyden öte esteti klikten yoksunluğuyla; biçimsel bir deneyden çok, uzayan seyir süresinin yarattığı sekmelerle ciddi bir ivme kaybına sebep olurken, hani biraz nasihat etseniz şapkasını size hediye edip annesinin yanına gider misali, bir kinayeye maruz kalabilir. Söz gelimi; uzun plan sekansların meydana getirdiği açmazlarla birlikte filmi saran bobin kendi ekseninde dönerken, ardı arkası kesilmeyen karlı görüntülerin seyirciye yazar/yönetmen Seyfi Teoman'ın ilk projesi olduğunu hatırlatmasına rağmen, sonuç oldukça karanlık, 

Oyunu kurallarına göre oynamayı ihlal eden yönetmen hikayenin içine yedirdiği onca detaya karşın elinde var olan hamuru eline yüzüne bulaştırarak, parlak buluşunu bir çırpıda çöp tenekesine yollamış. Dahası doksan iki dakika boyunca arkamıza yaslanarak izlediğimiz Tatil Kitabı'nda müziğin bile yer almaması, farazi bir durum, Ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: "işte benim filmim böyle bir film, sanatın ruhunu iliklerinize kadar işliyor."

 Netice itibariyle, Altyazı dergisinin sponsorluğunda çekilen Tatil Kitabı festivalden birçok ödülle dönerken, merak ettiğim bir şey var. Avrupalılar bu filmden ne anladı? Seyfi Teoman her ne kadar Avrupa sinemasını taklit ediyor olsa da, taraflı olarak baktığımızda Avrupalılar ataerkil aile yapısının ne demek olduğunu bile bilmiyor. Kaldı ki Türkiye'nin DoğuBatı sorunlarından bile bihaberler.Hatırlarsanız 2006 yılında vizyona giren Dondurmam Gaymak gerek kasaba hayatının dezavantajlarını anlatan senaryosuyla, gerekse, seyirciye dokundurduğu mesajla kalıbın dışına çıkmamasıyla bilinirken, Tatil Kitabı da Ali'nin kameraya doğru melül melül baktığı sahnelerle, adından söz ettirebilir. (Arzu Çevikalp)

 #Tatil Kitabı'nın açılış sahnesinde filmin çocuk karakteri Ali, sınıf arkadaşlarıyla beraber kadraja giriyor ve bu kalabalık mizansende yavaş yavaş öne çıkıyor. Takip eden sahnelerde filmin geçtiği kasabanın insanlarının gündelik hayatından detaylar izliyoruz. Benzer şekilde kamera sabit kalıyor ve insanlar kadraja dahil oluyorlar. Filmin giriş kısmı, bir bakıma görsel tercihleriyle esas meselesini de kuruyor. Tatil Kitabı ilerledikçe anlıyoruz ki, yönetmen Seyfi Teoman içinden çıkılamayan, bir bakıma insanları hapseden bir sistemden bahsediyor. Aynı ailenin farklı kuşaklardan gelen üç erkek karakteri benzer dertlere sahipler. Küçük Ali filmin geçtiği yaz tatili boyunca hayatın kimi gerçekleriyle ve zor yönleriyle tanışıyor. Yine tatil için kasabaya dönen ağabeyi ise kendi hayallerini gerçekleştirmek, askeri liseyi bırakıp üniversite sınavına girmek amacında. İki kardeşin amcalarıysa zamanında kasabadan şehre göç ettmiş ama bir süre sonra pes edip geri dönmüş. Bu üç erkeğin tepesinde bir otorite figürü olaraksa baba karakteri yer almakta. Ali'yi yaz tatilinde zorla çalıştıran da, ağabeyinin askeri liseye gidip subay olmasında ısrar eden de babadan başkası değil. Amca karakteri üzerinde belirgin bir yaptırımı olmasa bile, temsili olarak yine benzer bir etkisi var.

Aslında oğulları için belirli tercihlerde bulunan, kardeşinin karşısınaysa gelenekseli temsil eden bir model olarak çıkan baba karakte rinin kötü bir niyeti yok. Bir sahnede dile getirdiği gibi, zamanında maruz kaldığı muameleyi oğullarına uyguluyor. Başka bir deyişle, çocukarını kendi babasından öğrendiği şekilde yetiştiriyor. Filmin esas olarak ilgilendiği de bu karakterler arasında yaşananlardan daha genel bir resme ulaşmak zaten.

 Seyfi Teoman kuşaktan kuşağa aktarılan bu gelenekselci yetiştirme tarzının birey olmayı engelleyen yönlerine dikkat çekiyor Tatil Kitabı'nda. Genele uyum sağlamak veya dışarıda kalmamak için, tek tip insan yetiştirmeye yönelik bu ataerkil düzenin insanlarca nasıl kabullenildiğine vurgu yapıyor. Yönetmen verdiği röportajlarda da belirttiği üzere, konformizmin mevcut sistemin devamlılığını sağlaması için en büyük dayanak olduğunun altını çiziyor filmiyle. Taşrada geçen çoğu diğer Türk filminin aksine, Tatil Kitabı'nın zamanın akış hızıyla değil de gündelik rutinlerle ilgileniyor olması da bu anlamda ilginç. Özellikle limonların işçiler tarafından paketlenişini gösteren sahne bu duruma cuk oturuyor. Dolayısıyla Tatil Kitabı'nın minimal anlatımı da benzerlerinden biraz daha farklı bir yere oturuyor.

 Filmin finalinde geldiği noktaysa ele aldığı meseleye dair bir çözüm önerisinde bulunmuyor. Babanın ölümü ne yazık ki otorite figürünü ortadan kaldırmıyor. Zira sistem kendisini böyle tehlikelere karşı çoktan güvenceye almış durumda. Ne Ali'nin, ne de ağabeyinin hayatında ciddi bir değişiklik olmuyor. Amcaysa sessizce kardeşinin rolünü üstleniyor. Özetle rollerin devamlılığı sağlanıyor, gidenin yerine yenisi geçiyor. Kapanış sahnesindeyse Ali'yi tekrar önlüğüyle okulda görüyoruz. Kamera Ali'yi sınıf ta arkadaşlarıyla bırakıp yavaşça uzaklaşıyor. Başka bir deyişle yaşadığı kasabanın rutininden çıkmanın, kuvvetle muhtemel bu çocuk için de mümkün olmayacağını söylüyor Teoman. Tatil Kitabı'nın finalde vardığı bu. sonuca rağmen yine de karamsar bir film olduğunu. söylemek zor. Söz konusu olan, yine yönetmenin bizzat belirttiği gibi, daha ziyade bir durum tespiti.

 Tatil Kitabı'nın başka bir filmde ağdalı şekilde ele alınabilecek, hatta rahatlıkla melodrama meyledebilecek bir hikayeyi mümkün olduğunca soğukkanlı şekilde anlatması ayrıca takdire şayan. Seyfi Teoman, ulaşmak istediği anlama uygun şekilde mesafeli bir tarz tutturmuş. Bir aileyi kökten sarsabilecek bir dramı, neredeyse "nothing happens" (hiçbir şey olmuyor) sinemasının tarzıyla perdeye taşımış. Şöyle de diyebiliriz; her ne kadar fimin karakterleri için bir çıkış umudu olmasa bile, bu parlak ilk film umut vaat eden genç bir yönetmeni haberliyor. (Engin Ertan) “Altyazı, Aylık Sinema Dergisi sayı 78”

 

ÖDÜL

16. Art film Uluslararası Film Festivali

En İyi Film “Seyfi Teoman “

27. İstanbul Film Festivali

En İyi Film “ Seyfi Teoman”

FIPRESCI Ödülü

“Seyfi Teoman “

32. Montreal Film Festivali

En İyi 3. Film “Seyfi Teoman “

54. Taormina Film Festivali

Jüri Özel Ödülü “Seyfi Teoman “

3. Uluslararası Dadaş Film Festivali

En İyi Film “Seyfi Teoman “


FİLMİ İZLE 



 

ŞEYTANIN PABUCU (2008) 

Yönetmen: Turgut Yasalar, Hilâl Bakkaloğlu, Senaryo: ([1]) Turgut Yasalar, Hilal Bakkaloğlu, Aslı Doğan, Görüntü Yönetmeni: Gökhan Atılmış, Müzik (ARİA) Cengiz Onural, Bora Ebeoğlu, Yapım: Mia Yapım/Banu Akdeniz Sanat Yönetmeni: Erol Taştan, Kurgu: Ahmet Can Çakırca, Yardımcı Yönetmen: Serap Danış, Yönetmen Yardımcısı: Samet Akdeniz, Gülşah Zebil, Selda Saçu, Öyküm Pala, Kamera Teknisyeni: Şefik Ağırtmış, Görsel Efektler: Cem Gül, Negatif Kurgu: Kadir Burç, Kurgu Asistanı: Ender Özyer, Kopya Baskı: Tamer Eşkazan, Renk Düzenleme: Tolga Girici, Işık Şefi: Vedat Özdemir, Işık Ekibi: Oğuz Özcan, Abdurrahman Baysal, Beykan Baloğlu, Barış Koçak, Kostüm Sorumlusu: Ayten Şentürk, Ses Kayıt: Mehmet Kılıçel, Gürkan Özkaya, Boom Operatörü: Bülent Bengü, DS Nitris: Sencer Yalçın, Görsel Efektler: Cem Gül, Yapım Sorumlusu: Ayhan Turgut, Yapım Yardımcıları: Mustafa Kemal Ölçer, Mithat Kurudirek, Emrah Kazancıgil, Gülhan KIırdı, Kamera Operatörü: Uğur Şapaloğlu, Kamera Ekibi: Murat Karabina, Şefik Ağırtmış, Kostüm Sorumlusu: Ayten Şentürk Çapa, Kostüm Yardımcısı: Tuğba Tiryaki, Rüya Yazgı, Set Amiri: Çetin Şaşmaz, Set Ekibi: Caner Aksu, Muhammed Uçar, Paşa Genç,

 Oyuncular. Fatih Ürek (Burhan/Nebahat), Aysun Kayacı (Aysel), Barış Falay (Niyazi), Yılmaz Gruda (Nahit), Nevin Efe, Hüseyin Avni Danyal (Faruk), Ahmet Erkut (Dursun), Serhat Talay (Görkem), Ahmet Varlı (Bekir), Güngör Gün (Nail), Yalçın Avşar (Şef), İlyas Salman, kaya Erdaş, Sabriye Sürel (Şengül), Devrim Parscan (Aksakallı Dede), Ümit Keleş (Salim), Konuk Oyuncular: İlyas Salman (Halil), Levent Öktem (Kumarhanedeki adam), Kaya Erdaş (ofis görevlisi), Metin Şenözlü (Türk hacı), Sinem Özer (1. komşu kadın), Nuray Coşkun (2. komşu kadın), Komşu Kadınlar: Meziyet Çankır, Fatma Yıldız, Zekiye Kadıoğlu, Derya Savaş, Serap Berin Peker, Güldane KLüçüklaysever, Ayşe Atikoğlu, İsmet Çankır, Leyla Üstbay, Behice Güvenir, Sevil Savaş, Güreş Alanı: Şükrü Kayabaş (Ağa), Ahmet Yavuz (Baş Pehlivan), Pehlivanlar: Turhan Aslantürk, Musa Altunhan, Ergun Sevindi, Umut Vardar, Serdar Ötken (Yağcı), Recep Koşan (Cazgır), Süleyman Kaplan (kuıle hakemi), İlyas Demiroğlu (meydan hakemi), Davul zurna ekibi: Alattin Zurnacı Hayrettin Zurnacı

 Konu: Şeytanın Pabucu, ilerlemiş yaşına rağmen yaşlı ablası Nebahat ile birlikte yaşayan, zamanını kumarda ve altı ganyanda para kaybederek geçiren Burhan’ın (Fatih Ürek) trajikomik hikâyesini anlatıyor.

 


(2) William Rose’nin romanından Alexande Mackendrick’in rejisiyle 1955 yılında beyaz perdeye aktarılan “The Ladykillers” isimli filmden uyarlama. Bu filmin başlıca oyuncuları; Alec Guinness (1914-2000), Cecil Parker (1897-1971) ve Peter Sellers (19251980

 

 

SÜT (2008) 

Yönetmen: Semih Kaplanoğlu, Senaryo: Semih Kaplanoğlu, Orçun Köksal, Görüntü Yönetmeni: Özgür Eken, Yapım: Kaplan Film/Semih Kaplanoğlu,, Arizona Film/Guillaume de Seille, Heimat Film/ Bettina Brokemper, Johannes Rexin Ortak yapımı Senaryoya Kastkı: Leyla İpekçi, Sanat Yönetmeni: Naz Erayda, Kurgu: Francois Quıquere, Ses ve Miksaj: Marc Nouyrigat, Frederic Thery, Işık Şefi: Ömer Zorkalkan, Set: Mustafa Şahin, Ses: Marc Nouyright, Miksaj: Frederic Thery, Makyaj Tasarım: Derya Ergün, Makyaj: Nihal Aylar, Yapım Koordinatörü: Rüya Arabacı, Prodüksiyon Amiri: Gökhan Şahin, Yönetmen Yardımcıları: Ayla Karlı Tezgören, Tülin Özen, Ahmet Küçükkayalı, Prodüksiyon Asistanları: Orçun Köksal, Muhterem Öğretici, Mehmet Deveci, Özkan Akçay, Sanat Yönetmeni Asistanı: İmad Ağababa, Focus Puller: Orçun Özkılınç, 2. kamera Asistanı: Mustafa Emin Büyükcoşkun, Boom Operatörü: Oktay Bakı, Ses Kayıt ve Kurgu Asistanı: Doğa Kılcıoğlu, Set Fotoğrafçısı: Gökçe Pehlivanoğlu, Laboratuar Sorumlusu: Yusuf Özbek, Renk Düzeltme: Yusuf Özbek, Burcu Doğanay, Kopya Baskı: Mustafa Koç, Ersan Gümüş, Ayhan Kısa, Film Yıkama: Adnan Şahin, İlhan Özkan, Aydın Yeniçeri, Negatif Montaj: Selahattin Turgut, Bora Büyükdikbaş,

 Oyuncular: Melih Selçuk (Yusuf), Başak Köklükaya (Zehra), Rıza Akıon (Ali hoca), Saadet Işıl Aksoy (Semra), Alev Uçarer (Kemal), Şerif Erol (istasyon şefi), Orçun Köksal (Erol), Semra Kaplanoğlu, Tülin Özen (köylü kızı), Tansu Biçer (postacı), Sahra Özdağ, Semra Kaplanoğlu, Burcu Aksoy,

 Konu: Genç Yusuf (1820), annesi Fatma'nın (3840) kasabadaki istasyon şefi ile yaşadığı gizli ilişkiyi keşfedince ne yapacağını şaşırır. İçinde yetiştiği erkek egemen kültürün gelenekleri yönünde mi davranacaktır yoksa son yıllarda Anadolu'da da yaşanan modernleşmenin getirdiği yeni bakış açısıyla mı? Yusuf ile annesi, Yusuf'un yıllar önce ölen babasından kalan ineklerin sütüyle geçinmeye çalışmaktadırlar. Yaşadıkları İç Anadolu kasabası son yıllarda etrafta kurulan sanayi tesisleri nedeniyle modernleşirken geleneksel üretim yöntemleri ve bazı meslekler hızla yok olmaktadır.

 Liseyi bitirdikten sonra üniversite imtahanını kazanamayan Yusuf'un büyük bir tutku ile yazdığı şiirler, adını sanını kimsenin duymadığı bazı edebiyat dergilerinde yayınlanmaktadır. Ama ne şiirin ne de değeri günden güne düşen sütün Fatma ve Yusuf'a bir katkısı vardır.

 Fatma, istasyon şefine duyduğu aşkla kadınlığını hatırlar ve hızla değişir. Annesinin ilgisinin kendisinden başka bir erkeğe yöneldiğini geç de olsa fark eden Yusuf, askerlik yoklaması ve muayene için apar topar büyük şehre gitmek zorunda kalır.

 Şehirde şiire meraklı, üniversiteli genç kız Semra ile tanışır ama bu heyecan kısa sürer; çocukken yaşadığı ateşli bir hastalık nedeni ile askerlik yapamayacağı ortaya çıkınca kasabaya geri döner.Hem görmezden gelmek zorunda kaldığı Fatma'nın ilişkisi hem de çürüğe çıkarılmış olmanın ağırlığı erkek kültürün egemen olduğu topraklarda Yusuf'u bir seçim yapmaya zorlar.

 Genç Yusuf değişimin acısıyla baş etmenin yolunu bulabilecek midir?

 Ödül:

Yusuf üçlemesi Serisinin ikinci filmi olan Süt ise; 3. Granada Cines Del Sur Film Festivali'nde En İyi Erkek Oyuncu

Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde FİPRESCİ ve Radikal Halk Jürisinin sahibi oldu.

 Not: Semih Kaplanoğlunun Yusuf’un üzerine kurulu üçlemesinin ikinci filmi. Bakınız üçlemenin 1. Filmi “Yumurta”, 2. Filmi “Süt”, 3. Filmi “Bal

 Süt, ait olduğu üçlemenin ana karakteri Yusuf'un gençlik dönemini ve 'evden kopuş' sürecini anlatıyor. Bir yandan 'ev' ine, alışılageldiğe, tanıdık ve güvenli olana sırtını dayayan, diğer yandan da o tanıdıklıktan uzaklaşmak, dağların, binaların, çalıların ardında saklanan 'yeni'yle, bilinmeyen le yüz yüze gelmek isteyen bir gencin hikayesi bu. Semih Kaplanoğlu, filmini evin içine sığınmak ve evin dışına savrulmak ve bu iki duygunun farklı nüansları arasında gidip gelen bir hat üzerinde kurmuş. Sanki tüm film, " denizde fazla açılma" diyen annesine inat ufuk çizgisine doğru yüzmeyi sürdüren, ama arkaya dönüp baktığında tanıdığı dünyanın giderek küçüldüğünü fark eden, çevre evler arasında kendi evini seçememeye başlayan bir çocuğun, geri yüzmekle daha da açılmak arasında kaldığı, korkuyla büyülenmenin birbirine karıştığı ruh halinin bir dışavurumu.

 .Süt, Yusuf'un yetişkinliğin eşiğinde yaşadığı bu son ergenlik krizini, bir yanıyla, oldukça natüralist bir şekilde gözler önüne seriyor. Ama diğer yanıyla Süt, uykuya dalmadan önce hayatına. geçmişine dair önemli şeylerin belli belirsiz farkına varan bir zihnin içinde gezinmeye benzeyen rüyavari bir his de uyandırıyor. Filmde Yusuf'un bakışının çevrildiği her yüz, her imge, içinde bulunduğu her mekan, gözünü yakan her ışık, onun ruhundaki gel gitleri ifade eder bir nitelik kazanıyor: Yanınızda sürekli cep  telefonuyla konuşan zorlama bir sevgili adayı ve onun bir binanın tepesinde gördüğünüz silüeti; yan sokaktan gelen askerliğe uğurlama sesleri; sokak köftecisinin etrafında bir şeyler paylaşıyor olmanın hevesiyle biriken bir arkadaş grubu; maden ocağında çalışan arkadaşınızın  kıyafetleri ve tüm bu gördüğünüz/duyduğunuz şeylerin dünyasıyla sizin kendi dünyanız arasındaki uzaklık. .. Siz hayatınızın en sancılı dakikalarını yaşarken, basket sahasında yalnız başına oynayan bir çocuk .

 Süt, şimdiki zamanın yoğunluğu içinde, tüm bu imge ve ortamların , onu bir hayattan başka bir hayata taşıdığını görememiş olan; ama sonradan geçmiş yaşamına baktığında onların yön belirleyici niteliğinin farkına varan birinin gözünden anlatılıyor sanki: Kaplanoğlu'nun filmden sonraki söyleşide de değindiği üzere Yumurta'nın Yusuf'unun kendi geçmişine doğru bakan gözünden. Bu yüzden Süt'ü, zor anlaşılır bir film olarak damgalayıp ötekileştirmeden önce, filmi bir de böyle düşünmek gerekiyor: Bazen zihninizde bir yüz ya da bir durum belir. Bir lise hocanızın yüzü ya da annenizin televizyon karşısında uyuyakalmış hali. Hafızanızın içinden çıkagelip sizi ziyaret eden o yüze aradan geçen zamanın sisli perdesinin ardından bakmaya çalıştığınızda, orada bambaşka bir şeyler görürsünüz. O yüze, hayatınızın o anını yaşarken bakmış olmanın değerini fark edersiniz. Lise hocasının ilgisiz suratı, geleceğe karşı duyduğunuz korkunun, yetişkin dünyasına adım atmaktaki isteksizliğinizin; annenizin yüzü ise, evinize olan bağlılığınızın, odanızda kitaplarınızIa baş başa olmanın huzurunun şeklini alıverir zihninizde. Annenizin tüm ısrarlarına rağmen tamir etmediğiniz bir motosiklet lastiğinin, ondan kopuşunuzun ilk emaresi olduğunu anlarsınız bir anda; aynı lastiğin bir yabancı tarafından şişirilmesi ise anneoğul arasında kurulan ilksel birlikteliğin 'üçüncü' bir özne tarafından tehdit edilmeye başlandığı noktayı ifade etmeye başlar. Hayatın tüm olağanlığı içerisinde yaşanan şeyler birer simgeye dönüşür, bir hikayenin parçaları gibi görünmeye başlar. Kapla noğlu da Süt'te olaylar ...

 ve imgelere, geçmişine bu gözle bakan birinin onlara atfedebileceği bu tür anlamlar yüklüyor. Ama bunu, her olayın ardında inanılması güç rastlantılar arayarak,hayata zorla metafizik bir nitelik katmaya çalışan bir yönetmen gibi yapmıyor. Hayatın değerini artıracağım diye, o hayatı asıl değerli kılan ayrıntıları ve sıradanlıkları bir kenara fırlatmıyor. Hayatı kendi haline bırakıyor ve ne bulursa da o kendi halindelikte; olağan dışılıkla değil olağanlıkta buluyor. (Oldukça grotesk olduğu söylenebilecek yılan metaforu bile, annenin bir gün evin içinde bir yılan gördüğünü "zannetmesi"nden ve oğulun tıpkı motosikletin lastiği meselesi gibi bunu da ciddiye almayışından türüyor).

 Hayal kırıklığına uğrama korkusuyla yetişkin hayatına atılmayı geciktiren (askere alınmayınca, toplumsal statü anlamında da 'reşitliğe' erme şansını yitiren; süt satamaz olunca işini de kaybeden) Yusuf, 'üvey baba' tehdidiyle birlikte sırtını dayadığı 'ev'ini de kaybettiğini düşünmeye başlıyor. Açık denizde, hangi tarafa yüzeceğini bilemez bir halde kalakalıyor. Yusuf'un hayatın bilinmezliğine karşı bir sığınak olarak gördüğü ev fikri çatırdayınca, Kaplanoğlu filmin anlatımında da çeşitli çatlaklar oluşturmaya başlıyor. Yusuf şuurunu yitirince kurgu da şuurunu yitiriyor; başlarda devamlılık arz eden anlatım, sonlara doğru, ateşli hastalık sırasında görülen sanrılar gibi birbirinden kopuk anların ardı ardına gelmesiyle ilerlemeye başlıyor. Ta ki Yusuf evini tümüyle geride bırakana, ta ki maden ocağında taktığı kaskın fenerinin ışığı, tek bir yönü, önündeki belirsiz geleceği işaret edene kadar Yumurta'nın Yusuf'u geçmişine nasıl bakıyorsa, biz de geri dönüp filme o şekilde baktığımızda, onun annesinden kopuş hikayesinin, filmin başında, önünde duran bir arabadan gelen bir davetle başladığının farkına varıyoruz. Süt, Yusuf'un, onu eve dönmekten alıkoyan "bir yerlere gidiyoruz, gelsene" davetiyle ve genç bir kızla gönülsüzce tanışmasıyla başlıyor ve kendi ayakları üzerinde durmayı tümden kabullendiği (maden ocağında çalışmaya başlaması) noktada sona eriyor. Annesinin evliliğiyle birlikte Yusuf kendi geleceğine, cep telefonuyla konuşup duran o genç kıza baktığı gibi bakıyor, tam da gönüllü olmadan kendini 'evin ötesi'ne, yetişkinliğin bilinmezliğine bırakıyor. Ama gözü, hep arkada, diğer evler arasında seçemez olmaya başladığı kendi evinde kalıyor. Yumurta' da geri dönüp, tanıyamayacağı kendi evinde. (Fırat Yücel ) “Altyazı, Aylık Sinema Dergisi sayı 78”

 Semih Kaplanoğlu'nun son filmi Süt'ü izledikten sonra insanın aklında aynı kökten türeme birtakım kelimeler dolanıyor; hayal, tahayyül, muhayyile ... Tamamı bir hayal atmosferini çağrıştıran, karakterinin tahayyül etme biçimine göre dilini kuran ve sinemada başka bir muhayyilenin imkanını arayan bir film Süt. Başka bir muhayyile denince ilk akla gelen şey rüyalar, çünkü gündelik yaşamdaki algımızdan bambaşka bir algının mümkün olduğunu bize duyuran, kendi zihnimizin sınırlarının sandığımızdan daha geniş olduğunu bize bildiren deneyimlerdir rüyalar. Ama rüyalarımız, en zor paylaşılan deneyimlerimizdir; bilincimizin görünmeyen yüzünü, dolayısıyla da birtakım zaaflarımızı açık edebileceği için değil sadece; rüyaların dili uyanık bilincin diline kolayca tercüme edilemediği için de. Semih Kaplanoğlu,

 Valery'nin bahsettiğine benzer bir "sanatsal gözlem"i kurarken bu türden bir zorlukla mücadele ediyor. Konuşma dili için bilinç halinin dil normları ne anlama geliyorsa, sinema için de ana akım sinema dilinin orada durduğu düşünülebilir. Bu durumda, rüyaların dilini görsel olarak temsil etme, başka bir muhayyileyi sinemada kurma çabası da, aynen rüyaları anlatırken yaşadığımıza benzer bir zorluk taşıyor. Kaplanoğlu Süt'te bu zorluğu aşmanın dilsel öğelerini arıyor. Kimi sinema izleyicisi için filmi zorlu hale getiren de bu; filmin başka bir dili, başka bir iletişim zeminini başka bir deneyim algısını arıyor.

 Kaplanoğlu, BalSütYumurta üçlemesini kronolojik olarak tersten kuruyor. Süt ise Yusuf'un yirmili yaşlarının başında henüz annesiyle yaşadığı dönemde geçiyor. Bu tersine yolculuk, yumurta'yı takip eden Süt'ü de, henüz çekilmeyen Bal'ı da birer flashback haline getiriyor. Mesela Yumurta' da Yusuf'un bir köpeğin karşısında neden öyle ağladığının cevabını bu geriye dönüşle anlıyoruz. Ama üçlemenin kurduğu sorucevap dizgisi, bilgiye odakla nan türden değil; Kaplanoğlu hiçbir filminde izleyicinin ısrarla cevabını bekleyeceği sorular ortaya atmıyor çünkü, hatta bundan kaçınıyor. Karakterini de birtakım somut olaylarla, onu kestirmeden biçimlendirecek bir takım profil bilgileriyle şekillendirmekten özellikle kaçınıyor. Ama yine de, geçmişin e döndükçe Yusuf'la yakınlığımız artıyor; onun hakkında birtakım somut bilgiler edindiğimiz için değil, ruhsal dünyasına daha çok girdiğimiz için onunla tanışıklığımız derinleşiyor. Hatta Süt'te bütün bir filmin anlatım yapısı, dolayısıyla izleyici olarak bizim görme biçimimiz onun iç dünyası dolayımıyla kuruluyor.

 Sonuçta Süt, bilgi üzerinden kurulmuyor, çünkü esas odaklandığı insanın bilinç hali değil. Örneğin Yumurta' da Yusuf'un annesini kaybettiğini öğreniyoruz, evet, ama Süt'le birlikte onun annesini asıl kaybettiği döneme dönmüş oluyoruz. Yumurta'daki kayıp, ölümle gelen, dolayısıyla apaçık ortada olan, deşilecek bir yanı olmayan bir olguyken, Süt'te ergenlikten çıkış anlamına gelen kayıp, açıkça görülemeyecek, bilgi düzeyine çıkarılmamış, bilincin uzak bölgelerine yolculuk etmeyi gerektiren bir durumdur ve Süt de tam olarak böyle bir yolculuğu görselleştirmeye çalışır.

 Süt'le birlikte anlıyoruz ki, üçlemenin şimdiki zamanı Yusuf'un Yumurta'daki halidir; diğer ikisi ise Yumurta' da dururken geçmişten hatırlananlardır. Süt'ün bir tür rüya atmosferinde geçmesi de bu yüzden. Bu anlamda rüyalarla anılar arasında da bir ilişki kurulmuş oluyor. Rüyalar nasıl bilincin görünmeyen yüzünden besleniyorsa, anılar da oralardan bir yerden besleniyor. Rüyalar ne kadar başka bir bilinç haline taşıyorsa bizi, geçmişimizi hatırlama anlarımız da o kadar gündelik bilinçten uzağa bir yere taşıyor. Bütün hikayenin bir taşra hikayesi olması da bu yüzden belki; vitrinde olmayan, her an bakılmayan, kıyıda köşede kalmış yanımıza bakan bir anlatı için en uygun yer taşra olduğu için. Süt, anıları rüyaya çok yakın bir yere yerleştirirken, Yumurta' dan oldukça farklı bir dil kuruyor. Yusuf'un geçmişini değil, Yusuf'un zihnindeki geçmişini temsil etmeye soyunduğu için, her bir mekanın 'bellekmekanına dönüştüğü, zamanın hatırlanan ana göre karakterin zihninde keyfi bir ölçeğe tabi tutulduğu bir dil kuruyor. Zamanı çeken, uzatan, anları zamanın bütünlüğünden koparıp hafızanın kendinden menkul zaman kurgusuna tercüme eden ve zamanla oynadıkça mekanı kuran bir dil bu. Bu yüzden Süt, en çok, Proust'un romanlarını getiriyor akla: "Hafızamızın en güçlü kısmı bizim dışımızda, çisentili bir rüzgarda, bir odanın rutubet kokusunda veya yanmaya başlayan bir ateşin ilk andaki kokusundadır; kendi benliğimize ait, zekamızın işe yaramaz diye küçümsediği şeyi, geçmişin son ve en güçlü kalıntısını, bütün gözyaşlarımız dinmiş gibi görünürken hala bizi ağlatabilen şeyi bulduğumuz her yerdedir. Bizim dışımızda mı? Daha doğrusu içimizdedir, ama kendi bakışımızdan gizlenmiş, iyi kötü devam eden bir unutuşa gömülmüştür... " Valery'nin bahsettiği "mistik derinlik", Süt için, Proust'un burada tarif ettiği türden bir bellek yolculuğuna yorulabilir; bilinç düzeeyine çıkarılmamış, ama bir şekilde elbette kaydedilmiş bilgileri zamanın içinden koparıp çıkarmaya çalışan bir sinema anlayışına.

 Anılarla rüyalar birbirine bu kadar yakınlaşınca, üçlemenin karakterinin, ismini Yusuf peygamberden alması da başka bir anlam kazanıyor. Hatırlanırsa, Yumurta' da Yusuf'un isminin bir gönderme olduğunun altı filmin içinde özellikle çiziliyordu. Yusuf, rüyasında kendisini bir kuyudan çıkmaya çalışırken görüyordu, aynı kardeşleri tarafından kuyuya atılan Yusuf peygamber gibi. Yusuf peygamber, gördüğü rüyalar ve rüyaları yorumlama gücüyle anılan bir peygamber. Bu anlamda, Yusuf'un Süt'le birlikte başlayan geçmişe dönüşü, annesinin ölümünün ardından geçmişini yorumlayışı ya da bilincin "başka" yerlerine yolculuk edişi, Yusuf peygamberin rüyaları yorumlamasıyla paraleldir.

 Süt bütünüyle bir anı anlatısı gibi kurulurken, Yusuf'un epilepsi hastalığıyla gelen krizler filmin bu yapısını daha da derinleştiriyor. Altyazı'nın Kasım sayısında Fırat Yücel'in ifade ettiği gibi, "Yusuf şuurunu yitirince kurgu da şuurunu yitiriyor; başlarda devamlılık arz eden anlatım, sonlara doğru, ateşli hastalık sırasında görülen sanrılar gibi birbirinden kopuk anların ardı ardına gelmesiyle ilerlemeye başlıyor. Anılar geçmişe dönüp bakıldığı için başka bir algı kurarken, epilepsi yaşanan anın kendisini, henüz deneyimlenirken, o bildik algı kalıplarından çıkarıyor. Bu yüzden de filmin başından itibaren anılarla motive edilen anlatım dili, artık başka bir motivasyona ulaşıyor. Bu noktadan sonra izleyiciden olayların akışını takip etmesi değil, Yusuf'un algı biçimini deneyimlenmesi bekleniyor.

 Babasız bir anne evinde büyümüş, bu yüzden biraz baba olmuş (ama annesinin serzenişlerinden bile belli ki daha çok da olamamış), ne kadar büyüyüp ne kadar büyümediğinin çelişkisini vaktinden evvel yaşamaya başlamış bir oğlan çocuğu Yusuf. Ama baba olmak istemiyor Yusuf, büyümek istemiyor. Annesinin bir anlam veremediği kitaplara, şiirlere, bakıp durduğu çiçeklere gömülmek istiyor. Ama ya askere gideceği, ya üniversiteye gideceği, sonuçta büyümek için ille taşradan başka bir yere gideceği, dolayısıyla da annesinden gideceği döneminde geçiyor filmin hikayesi. Dahası, o gitmese bile, annesinin onun bir yerlere gideceğini kavradığı bir dönemde.

 Bu dönemin insana 'ne yaptığını' anı ile, epilepsi hastalığı ile motive ederek insanın içinden bir yerlerden anlatıyor Kaplanoğlu. Filmin son sahnesinde, Yusuf'un film boyunca nasıl ince bir çizgide yürüdüğü netleşiyor. Yusuf'un başındaki madenci kaskından gelen ışık kameraya yönelip bütün ekranı süt beyazına bularken, filmin bu beyaz kadrajda biteceğini, Yusuf'un 'orada' kaldığını düşünüyorsunuz. Anneden kopuşu, tam bir bilinç düzlemi kaymasıyla yaşayan Yusuf'un, nihayetinde varabileceği son sınıra varacağını; süte batarak onu bekleyen geleceği reddedeceğini, o başka bilinçte sonsuz bir beyaza batacağın!. .. Ama öyle olmuyor; görüntü tekrar beyazdan açılırken, sütten kopup yeniden 'buralarda bir yerlerde' var olmaya devam ediyor Yusuf; Yumurta' da var olmaya devam ediyor. Rüyalarıyla, krizleriyle, anılarıyla arada bir gidip geliyor, ama sahaf dükkanını açmış yaşamaya devam ediyor. Annesinin ölümüyle birlikte, hangi sınırdan döndüğünü hatırlıyor; 'süt'ü hatırlıyor. Belki de Yusuf köpeğin karşısında ağlarken, aslında o anki kaybına değil, geçmişteki asıl kaybına ağlıyor. Yasını tutmanın kolay ve meşru olduğu bir ölüm sayesinde; gizli kapaklı atlatılmaya çalışılmış, insanın bilincine oyunlar oynayan bir travmanın yasını tutuyor. (Yücel Fırat) . "Oraya Buraya Bakan Çocuk", Altyazı, Kasım 2008, sayı 78, sf. 89.}

Dâhiyane bir film üzerine eskiz

Süt gerçekten de şaşırtıcı bir film. Hem itici ve soğuk, hem deha pırıltılarıyla bezeli, Kaplanoğlu'nun önceki filmlerinden belki daha 'zor', ama yine belki çıtayı daha yükseklere çıkaran bir film. Onu artık kesin olarak bir 'auteur', bir yaratıcı sinemacı, bir sanatçı kıvamına ve düzeyine yükselten...Yumurta'nın kahramanı Yusuf'un ilk gençlik yıllarını anlatan bu film, birçok açıdan sürprizlerle dolu.

 Sineması daha kapalı, daha kişisel. Ama aynı zamanda, belki çılgınlık düzeyinde bir sinemasal araştırma tadı içeren bir film. O ünlü ve amiyane deyimle 'film gibi film' arayanlar, aradıklarını katiyen bulamayacaklar, haberleri olsun. Ama, çağdaş sinemayı yalnızca bir cumartesi eğlencesi değil de majör, önemli, özgür ve görkemli bir sanat alanı sayan ve bu alanda yepyeni zihinsel ve estetik jimnastiklere açık olanlar bayılacak.

 Film, Tire kasabasında yaşayan ve sütçülük ve tezgahtarlıkla geçinen Yusuf ve annesinin hemen hiç konuşma, dolayısıyla iletişim içermeyen hayatlarına odaklanıyor. Çeşitli yan karakterler var: Yusuf'un şiirlerini gösterip akıl danıştığı alkolik edebiyat hocası, madende çalışan ve bir araya gelince şiir merakını paylaşan arkadaşı, bir lastik değiştirme esnasında tanıştığı anneyle gizli kapaklı bir ilişki kuran orta yaşlı adam, birkaç komşu, birkaç kısa süreli raslantı... Bunlardan birinin, Yusuf'un askerlik muayenesi için gittiği İzmir'de karşılaşıp randevulaştığı (ama bu randevuya gitmediği) bir genç kız, perdede ise Saadet Işıl Aksoy olması ayrı bir şaşkınlık nedeni: Aksoy, Yumurta'da ileri yaştaki Yusuf'un yıllar sonra kasabaya geri döndüğünde karşılaştığı kadın değil miydi? Yoksa yönetmen, insan, hayatı boyunca hep aynı kadına âşık olur mu demek istiyor? Tüm Kaplanoğlu filmleri gibi varoluşçu sayılabilecek film, daha çok küçük anlara, minik raslantılara, olay parçacıklarına dayalı... Hemen her şey anlatılmaktan çok sezdiriliyor, ima ediliyor. Örneğin Yusuf, annesinin yabancı bir adamla ilişkisini hep küçücük şeylerden bulup çıkarıyor, açıkça hiçbir şey görmüyor. Elbette biz de öyle... Kaplanoğlu imaların, inceliklerin, nüansların adamı. Onda kaba, kesin çizgili, belirli hiçbir şey yok.

Kaplanoğlu genel geçer seyirciyi hayli zorluyor. Hatta belki Meleğin Düşüşü'nden de çok...Örneğin tamamen karanlık saniyeler geçiyor, ya da fonda flu olarak saptanan bir duvar, öndeki iki kahramanın görüntüden çıkmasından sonra yine saniyeler boyu flu olarak gösterilmeye devam ediyor, vs.

 Yönetmen sanki seyircisini sıkı bir sinemaseverlik sınavına sokuyor. Sınavı geçemeyenler, onun için önemli değil. Seyircim az olsun, ama iyi olsun dediğini duyar gibi oluyorsunuz!..

 Buna karşılık, işte o seyirci için kimi görkemli sinema anları var. Baştaki yılan çıkarma sahnesi, evde 'ihaneti keşif' sahneleri, finale doğru avavcı bölümü, gölde dev balığı yakalama sahnesi. Ve madende geçen final. O cılız ışıkların kullanılışı, kameranın bir ara madenci başlığının önündeki parlak ışığa gelip saplanması ve uzun süre ona takılıp kalması... Sonra, yeniden bir genel plana, yani madene ve bir anlamda hayata dönüş. Tek sözcükle, dahiyane.

 İşte böyle bir film Süt. Dediğim gibi, klasik bir eleştiri yapamadım, konusunu anlatamadım. Size daha çok filmin bendeki temel izlenimlerini yazdım. Bu bir tür eskiz oldu, has sinemaseverin üzerinde çalışıp kendi görüşleriyle tamamlayabileceği... Benim yazım bu zor filme bir tür 'giriş' olabildiyse, mutlu olurum. (ATİLLA DORSAY 02.01.2009 Sabah)


 

SÜPER AJAN K 9 (2008) 

Yönetmen Bülent İşbilen Senaryo: Duygu Gelbal Görüntü Yönetmeni: Barış Işık Müzik Yakup İçöz, Hakan Yeşilkaya Yapım Elita Film / Ergun Mercan Süpervizör: Ersan Mercan, Ortak Yapımcı: Haydar Satil, Kurgu: Engin Öztürk, Senaryo Süpervizörü: Cengiz Küçükayvaz, Yardımcı yönetmen: Edgü Karadam Özdemir, Reji Asistanları: Melis Silahtaroüğlu, Zehra Demir, Semra Toramanoğlu, Sena Mühürcü, Oktay Arabacı, Yapım Koordinatörü: Hakan Danış, Yapım Sorumlusu: Özgür Düşmez, Prodüksiyon asistanları: Aysun Gümüş, Oktay Arabacı, Focus Puller: Bülent Şengül, Kamera Asistanı: Murat Karabina, Işık Şefi: Özgür Yücel, Işık Asistanı: Alpay Serbez, Zafer Kılıç, Mehmet Saçlık, Hamza Toprak, Ersin Yücel, Sanat Yönetmeni: Mustafa Ziya Ülkenciler, Kostüm: Selver Yanar, Gökçe Gürcanlı, Makyaj: Tülay Özçelik, Kuaför: İsmail Savaş, Ses Kayıt: Kaan Karlık, Bülent Kılıç, Boom Operatörü: Eren Erşipal, Set Amiri: Ertan Sımsıkı, Set Asistanları: Eren Murathan, Serkan Yelkenci, Hilmi Acar, Kenan kalkan, Ses tasarım: Bülent Taban, Seslendirme Yönetmeni: Aygül Yıldırım, Stüdyo Koordinatörü: Serkan Üstün, Negatif Yıkama: Arif Şengül, Kadir Burç, Rıdvan Kara, Emrullah Demir, Uğur Görer, Renk Düzeltme: Uğur Orbay, Film Baskı: Uğur Orbay, İlker Şen, Kopya Kontrol: Tamer Eşkazan

 Oyuncular: Mellih Ekener (süper ajan), Cengiz Küçükayvaz (deşifre), Salih Kalyon (general), Didem Erol (Ayşe Taşovalı), Züleyha Karyağdı (Zena), Erdal Tosun (namı Kemal), Atila Sarıhan (Vlademir Hasan), Haldun Boysan (anten Hulusi), Osman Gidişoğlu (Settar), Bülent Şakrak (Ajan Hüsnü), Aliona Bozbey (Paris), Fatih Altın (Kekeç), Burak Özncü (Şrek), Atilla Arcan (müdür), Hakan Türkşen (cia şefi), Serdatr Oskay (denek), Saadet Çıracı (aneanne), Erhan Koç (patlayan ajan), Ajanlar: Zehra Demir, Yıldız Erol, Fettullah Gergin, Sezer Akça, Yiğit Mercan (kayakçı .çocuk), Özlem Balcı ( spiker), Engin Çelik (güvenlik), Burak Yavuz REratalay (kameraman), Aygün Serbes (spiker), Engin Kocagöz (ajan), Murat Tavlı (kendini asan adam), Ümit Ulu (ajan), Deniz Aksu (terörist)

 Konu: Eski Sümerbank ayakkabı fabrikasında çekilen filmde olaylar şöyle gelişiyor: Amerika'da bulunan bir virüs ele geçirilir. Türkiye'de yapılacak NATO Zirvesi, bu virüsün yayılması için en ideal yerdir. Virüs NATO toplantısından bir gece önce yapılan gizli operasyonla su şişelerinin içine enjekte edilir.


FİLMİ İZLE 


 

 

SON DERS (2008) “Aşk ve Üniversite” 

Senaryo ve Yönetmen: Mustafa Uğur Yağcıoğlu, Iraz Okumuş, Müzik: Tolga Sünter, Emrah Anul, Görüntü Yönetmeni: Ulaş Zeybek, Colin MounierYapımcı: Mustafa Uğur Yağcıoğlu Kameraman: Sedat Koçak, Reji Asistanları: Dilan Tokan, Evrim Öktem Hakan Güner, Stajyer Reji Asist.: Aslı Oğuz, Görüntü Yönetmeni asist.: Sedat Koçak, Kurgu: Olgun Gökalp Ertunga, Kurgu Yönetmeni: Hakan Bilir, Ortak Yapımcı: Murat Kadıoğlu, Sanat Yönetmeni: Duygu Kabaçam, Sanat Yönetmeni Asistanları: Erhan Candan, Hasan Demir, Yeter Demir, Uygulayıcı Yapımcı: Mustafa Şen, Yardımcı Yönetmen: Ahmet Katıksız, Ses: Mert Özer, Genel Koordinatör: Cihat Figen, Editör: Gökalp Olgun Ertunga, Uygulayıcı Yapımcı: Mustafa Şen, Işık Şefi: Yusuf Erol, Kostüm: Tarkan Güneş, Gülden Kara, Esra, Set Amiri: Tolga Yarım, Makyaj: Gülcan Bayar, Kuaför: Sedat Aysan, Kuaför Asst.: Suat Batal, Focus Puller: Adem Güven, Mehmet Tuba Yüksel, Kamera Asistanı: Özgür Erkartal, Ses Kayıt Operatörü: Onur Albayrak, Boom Operatörü: Ömür Müldür Prodüksiyon Amiri: Nizam Veral, Prod. Asst.: Ahmet Akalın, Tekin Uğurlu, Prod. Stajyer: Atıl Anıl, Işık Asistanları: Bilgehan Perçin, Ahmet Serkan Işık, Sedat Kibar, Sadi Varol, Bülent Topaloğlu, Serdar Güneş, Panter Operatörü: Kenan Bal, Panter Operatör Asst.: Hüseyin Keleş, Birol Başar, Jimmy Jip Operatörü: Bedirhan Bağcı, Jimmy Jip Asistanı: Erdoğan Comat, Steadycam Operatörü: Zafer Sevenar, Set Fotoğrafçısı: Yahya Samancılar, Doğu Kendigelen, Post Prodüksiyon asst.: Onur Atalay Şenol, Casting: Berrin Kırımlıoğlu (Mavi Fil), Mayadrom Ajans, Slay Ajans, Golmedya, Vento, Ses Tasarım: Mert Özer, Diyalog Editör: Serdar Öngören, Kamera ve Kurgu: Deniz Nurluel, Alihan Tüfekçioğlu, Koordinatör: Turan Tokal, Final Mix: Nurkut Özdemir, Miksaj Asst.: Kerem Aktaş, Optik Ses: Eyüp Yıldız, Negatif Kayıt: Şafak Muhtaç, Renk Düzenleme: Erol Şahin, Laboratuar Teknik Sorumlu: Erkan Aktaş, Kopya Baskı: Zekeriya Şahin, Osman Yıldız, Çağlar Öztek, Burak Çopur, Film Yıkama: Yahya Özgtürk, M. Mustafa Oruç, Mustafa Şahin, Ali Korkmaz, Alt yazı Eşleme: Dila Ulutaş, Lazer Altyazı: Mürsel Gülveren, Taner Alioğlu, İsmail yeltek, Yusuf Aksoy, Fono Film İletişim: Fatma Gülveren, Ulaşım: Gürbüz Saraç, Salih Gönülal, İsmail Çam, Ali İnal, Seyfi Topal, Necdet Uğurlu, Müzisyenler: Gitarlar: Serdar Mumbuç, Deniz Beydili, Şahan Gölge (Violin), Murat Süngü (Çello), Murat Azirot (Vokal), Ses Stüdyosu: Melodika, (Fono Film Laboratuarlarında hazırlanmıştır).

 Oyuncular: Ferhan Şensoy (Saffet), Kaan Urgancıoğlu (Ulaş), Ekin Türkmen (Deren), Durul Bazan (Cem), Burak Sarımola (Veli), Ali Yaylı (Sezgin), Aylin Kontente (Hande), Deniz Baytaş (Nermin), Neriman Uğur (Melda Hoca), Burcu Okutulmuş (İpek), Ali Çoban (Komiser Kürşat), Şerif Bozkurt (Sivil Polis), Eşref Seyitoğlu (Sivil Polis), Müfit Aytekin (İşkenceci polis), Onur Buldu (Genç Sezgin), Aydın Sezgin (Genç Selim), Ufuk Ziya Bayrak (Genç Caner), Mert Karabulut (Genç Mehmet), Levent Güner (Selim), Serdar Sönmemiş (Mehmet), Erşan Utku Ölmez (Serkan), Ahad Kazmaz (Kaan), Ercüment Acar (Doğan), Tevfik Yapıcı (Sedat), İrfan Kangı (Bakkal), Deniz Ardıç (Pelin), Şive Şenözen (Yeşim), Sedat Mert (Orkun), Aytunç Şabanlı (Deniz Gezmiş), Hakan Bozyiğit (Saffet Evi Önü Polis), İnci Şen (Kuzguncuk kadın), Kerem Poyraz Kayaalp (Ertuğ), Sertaç Çelik (İsviçreli Doktor), Tuğçe Özbudak (Kübra), Güneş Sayın (Perihan), İpek Ayaz (Ebru), Mehmet Neşşar (Saffet Doktor), Ayhan Işık (Saffet Ev Sahibi), Cüneyt Arda Pamuk (İşkenceci Polis), Gökçe Eriş (Kuzguncuk Kadın 2), Onur Yıldız (TV Haber Spikeri), Su Okumuş (Caner Sekreter), Reyhan Çakır (Caner Sekreter 2), Ergül Coşkun (Sedat’ın Karısı), Filiz Bağcı (Kütüphanedeki Kız), Nigar Alkan (Türk hayat kadını), Tanya Varsilova (Ruz hayat kadını), Kumru Sipahioğlu (Rus hayat kadını 2), H. İbrahim Yılmaz (Muhtar), Fikret Altunhan (polis 1 1970 ler), İrfan Başaran (Amfideki hoca), Eşref Seyitoğlu, Neriman Uğur, Konuk

 Konu: Yurt dışından gelen bir Türk öğretim görevlisinin (Saffet Hoca) üniversiteli gençlere öğretecekleri dersle, okuldaki müfredatla sınırlı kalmayacaktır. Oysa iddiasızdır bu yeni hoca; “İlk dersimiz kimsenin buradan alınacak derse ihtiyacı olmadığı” diye başlar. Ancak ğrencilerin ve özellikle de bir tanesinin onu fark etmesi ile bambaşka bir dünya açılır önlerinde. Saffet Hoca’nın geçmişinin açığa çıkması ile birlikte Üniversite öğrencisi Ulaş (Kaan Urgancıoğlu) hayatı garip bir şekilde kesişir.

 SON DERS bu günün aşkının, üniversite hayatının, kuşak çatışmasının, önceki kuşak tarafından duyarsızlıkla suçlanan gençliğin nedenlerinin eğlenceli bir hikâyesi. Son Ders, sadece bu günün gençliğinin değil, 80 öncesi ve 70’li kuşağın da bu gün geldiği son noktanın söz aldığı bir film.


FİLMİ İZLE