Senaryo ve Yönetmen Aslı
Özge Görüntü Yönetmeni Emre Erkmen Yapımcı Nadir Öperli Ortak
Yapımcı : Bero Beyer, Mete Gümürhan, Soysal Demir, Enis Köstepen, Töre
Karahan, Kurgu: Aslı Özge
Oyuncular:
Defne Halman (Eda), Hakan Çimenser (Can), Defne Halman Gizem Akman (Nil), Onur
Dikmen (Tan), Süreyya Güzel (Ahu), Haktan Pak (Efe), Sinem Öcalır (Ani), Canan
Öztürk (Gül), Cuneyt Cebenoyan (Ali),
Konu: İlk filmi
Köprüdekiler ile İstanbul, Adana ve Ankara Film Festivalleri´nde en iyi film
ödüllerini alan Aslı Özge´nin yeni filmi Hayatboyu, dünya prömiyerini 63.
Berlin Film Festivali´nde yaptı. Film, sorunlarının çözümü ayrılık
olabilecekken birbirlerinden kopamamanın duygusal sıkışıklığını yaşayan evli
bir çiftin hikâyesini anlatıyor. Filmin izlediği Ela saygın bir sanatçı, Can
ise başarılı bir mimar. İstanbul´un en seçkin semtlerinden birinde, mimari
tasarımını Can´ın yaptığı, bir evi paylaşmaktalar. İlişkilerindeki tutku
çoklukla sönmüş olsa da karşılıklı saygı ve ilgi, beraberliklerinin sürmesini
sağlıyor. Ta ki Ela bir gün Can´ın bir telefon konuşmasına kulak misafiri
oluncaya dek... "İnsanlar mutsuzluklarına rağmen yaşamlarının mevcut halinin
o kadar da kötü olmadığına kendilerini inan
Ödüller 32. İstanbul Film Festivali2013
►En İyi yönetmen “Aslı Özge”
►En iyi görüntü yönetmeni “Emre Erkmen”
Evlilik – Çökerse Altındaki İnsanı Ezecek
Kadar Ağır Bir Şey!
Aslı Özge ilk filmi “Köprüdekiler”de,
taşınma, tayin olma, hayatının aşkını bulma, karnını doyurma gibi beklentileri
ile çaresizlik ve umutsuzluk arasında sıkışıp kalmış kişilerin gerçek
hikayelerini anlatıyordu bize. Neredeyse her kare, onların çıkışsızlıklarını
hissettirmek üzere tasarlanmıştı. Kapı aralıklarında, dar yolların veya
koridorların ortasında konumlandırılan karakterler, hep bir değişim ve hareket
peşinde olmalarına rağmen, sanki bu mekanların, şehrin, ülkenin görünmeyen
ipleri onların elini kolunu bağlamaktaydı.
“Köprüdekiler”den farklı olarak, üst
sınıftan, orta yaşlı karakterleri ele alsa da “Hayatboyu” da aynı
şekilde bu sıkışma hissiyatına odaklanıyor. Ela ve Can, kızlarını büyütmüş, ilk
sahnedeki sevişmenin niteliğinden anladığımız kadarıyla ilişkileri rutine
teslim olmuş bir çift. İzleyici olarak bizler onların kusursuzca tasarlanmış
evlerini dışardan izlerken, bir kafesin içine hapsolmuş iki ruhun hallerine
tanıklık ediyor gibiyiz. Tam da bir güncel sanatçı ve mimarın birlikteliğine
uygun bir ev bu; bilenmiş zevkleri yansıtan her ayrıntısının üzerinde durulmuş,
özgün bir tasarıma sahip. O kadar kusursuz ve hesaplı ki, adeta yaşamıyor. Ece
ve Can’ın ilişkisi gibi, spontanlığa yer bırakmayan, dönüşme ihtimali olmayan,
ölü bir yapı. Çiftin birliktelikleri de aynı evleri gibi iyi sunulmuş bir
proje, ancak içinde bir yaşam belirtisi yok. Daha çok dışarıya karşı bir
mükemmellik tablosu çizme motivasyonuyla sürdürülen, alışkanlıkların bir
sonraki anı belirlediği bir hayata sahipler. Sonra beklenmedik bir şey oluyor ve
Ela, Can’ın aralarındaki anlaşmayı bozduğunu, kendisini aldattığını öğreniyor.
“Hayatboyu” evliliği içinden çıkılması zor
bir kurum olarak ele alırken esas olarak Ela’nın bakış açısına, onun ruhsal
hallerine yoğunlaşıyor. Belki biraz entelektüelliğin ve öğrenilmiş medeni olma
baskısının getirdiği ketumlukla, bu ilişkide tüm hissedilenler bastırılmakta.
Kocasının ihanetini öğrendiğinde ona bağırıp çağırmak, onunla bu konuda
yüzleşmek ya da bu üzüntüsünü bir arkadaşıyla paylaşmak yerine, bir şey olmamış
gibi davranmayı tercih ediyor Ela. Tabii duyguları yok etmek mümkün değil;
küçük sakarlıklar, yükselen tansiyonlar, huzursuz kıkırdamalar olarak çıkıyor
bunlar Ela’nın vücudundan.
Filmin atmosferine de baştan sona bu
gerginlik, pusuda bekleyen, her an patlamaya hazır bir halin varlığı hakim.
Seyirciyi duygusal olarak manipüle etmeyen, hatta en ufak bir duygusal kıpırtı
uyandırmayan, mesafeli bir anlatım tercih edilse de, boğulma hissi illa ki
izleyene eşlik ediyor film boyu. En geniş, beyaz, ferah mekanlardaki sahnelerde
bile kadraj içindeki kolonlar, pervazlar, tırabzanlar karakterleri
sıkıştırıyor.
Pasif agresif bir tavırla içinde
biriktirdiği hıncı, yarattığı eserle ortaya koyuyor Ela: Bir vincin ucunda
asılı, dev bir kaya parçası. Bunun korkutucu bulunmasından müthiş bir zevk
alıyor. Düşerse altındaki insanı ezecek kadar “ağır bir şey olmalı” derken,
değiştiremediği hayatı için kendine, hissiz ve tepkisiz bir robot gibi hayatına
devam ettiği için de kocasına duyduğu kızgınlığı gözlemlemek mümkün. “Aşk”ta
karısının yüzüne yastık bastıran Haneke karakteri Ela’ya çok da uzak değil.
Yeniden yaşadığını hissedebilmek için kara çıplak ayakla basması gereken,
yalnızlık hissini yenebilmek için kocasından bir tepki kırıntısı bekleyen
Ela’nın yaşadığı çalkantıları, duygu dalgalanmalarını minimum diyalogla
yansıtması gereken Defne Halman’a ciddi bir iş düşüyor. En büyük yardımcısı ise
steril atmosferleriyle Ela’nın iç yolculuğuna ayna olan mekanlar. Çiftin
hayatlarında yaşadığı depremi, gerçek bir deprem teste tabi tuttuğunda kısa
süreliğine Can’a odaklanıyor film. Fakat o noktaya kadar sadece suskunluğu ve mesafeliliğine
tanık olduğumuz, yalnızca Ela’nın gözünden tanıdığımız bu karakterin içine bu
denli kısa sürede girmek ve derinlerde yaşadıklarını idrak etmek çok da mümkün
olmuyor.
Çalıştığı galeriyle ilgili
memnuniyetsizliğini sinirle anlatan Ela’ya kızı rahatlıkla, “Çık o zaman o
galeriden” diyor. “Çok mu alternatif var” diye cevap veriyor Ela da. O güne dek
tuğlaları tek tek üst üste koyarak inşa ettiği hayatını yıkıp, yeniden inşa
etme ihtimali ona fazlasıyla korkutucu geliyor. Arabayla, uçakla çıkılan onca
yolculuğa, otogarda, havalanında geçen onca sahneye rağmen, bu filmin
karakterleri henüz hiçbir yere gidemiyorlar. Daha doğrusu, Ela taşınma fikriyle
ev aradığında bile gidebildiği en uzak yer, Can’la evlerinin mutfak ışığının
açık olduğunu görebildiği mesafede. İnsanların bir toz bulutu içinde el
yordamıyla yol adıkları bir atmosfer yarattığı son eserinde anlatmaya çalıştığı
gibi, nereye gittiğini bilemeden, yalnızlık ve kaybolmuşluk hissiyle ilerlemeye
çalışıyor Ela. Burcu Aykar (www.eksisinema.com)