2003 YILINDA
GÖSTERİME GİREN FİLMLER
Araştıran ve Derleyen: Yalçın ÖZGÜL 2024 Şubat ayı sonuna kadar Blog'a aktarılan film sayısı 7642 adet olmuştur. Film aktarımı devam ediyor.
ŞEYTAN BUNUN NERESİNDE (2002)
Yönetmen: Levent Kırca, Senaryo: Yaşar
Arak, Müfit Can Saçıntı, Görüntü Yönetmeni: Cengiz Tacer, Yapım: Hodri
Meydan/Oya Başar Kurgu: Serter Erus, Sanat Yönetmeni: Feyza
Şanalan, Saadet Parlak,
Oyuncular:
Levent Kırca, Sezai Altekin, FatmaMurat, Selâhattin Taşdğen, Nilgün Belgün, A
Demirel, Ferdi Akarnur, Tuluğ Çizgen, Okan Çivlik, Atilla Pakdemir, Teoman
Mermutlu, Ayberk Pekcan, Çetin Altay, Hacı Ali Konuk
Konu: Normal koşullarda pek karşı
karşıya gelmeyen farklı sınıflardan iki insanın trajik bir kazada kesişen
yaşamlarını konu alıyor. Gecenin bir yarısında yol almakta olan son model bir
otomobil, bir virajda motosikletli bir köylüye çarpar. Panik içinde
otomobillerinden inen şehirli karı koca, yerde cansız yatan köylüye bakarlar.
Reşo (Levent Kırca) adında bir köylüye aittir cansız beden Reşo'nun dünyasında
insan hayatının değeri sudan ucuzdur. Yeni evlenmiş kardeşinin karısını
eşkıyalar kaçırmış, öbür kardeşini kan davası yüzünden kaybetmiş, bir kardeşi
de askerde şehit olmuştur. Hasta babasının ölümünü beklerken oğullarının
acısına dayanamayan anası da (Fatma Murat) göçüp gitmiştir. Reşo, nesIini
sürdürebilmek için dul bir kadınla evlenmiş ve hemen hamile bırakmıştır
karısını. Yeni gelen hayat biraz daha önemlidir onlar için, bu yüzden doğum
yapacak karısına kasabadan doktor getirmek üzere yola düşmüştür mobiletiyle.
Yusuf (Levent Kırca) ise İstanbul'da büyük bir gazetenin genel yayın
yönetmenidir. Mafyayla ve siyasilerle içli dışlıdır. Gazeteyi kendi çıkarları
için kullanmaya alışmıştır. üstelik gözü daha da yükseklerdedir. Gazete
yönetimindeki gücünü arttırabilmek için patronunun arkasından dolaplar
çevirmekte ve bu arada karısı Jalezar Hanımı (Tuluğ Çizgen) da hoş tutmaktadır.
Fakat ülkedeki dengelerin değişkenliği kimi zaman Yusuf'un entrikalarının ters
tepmesine yol açmaktadır. Gazete büyük bir batağın içine düşmüştür. Savcılar,
jandarma ve hatta mafya, şirketin üzerine yürümeye hazırlanırken gazetenin
sahibi Alaettin (Sezai Alptekin), özel helikopteriyle yurt dışına kaçmaya
hazırlanır. Ancak Yusuf bir şekilde onu gazetede kalmaya ikna eder, kendisi de
karısını (Nilgün Belgin) alıp yurtdışına kaçmak üzere otomobiliyle yola çıkar.
Gecenin bir yarısı, iki ayrı dünyadan gelen iki araç bir virajda çarpışır.
Jandarma olaya el koyar ve şehirden gelen karı kocayı karakola götürür.
İlk filmden çıkan dersler
İşte bu sarsıcı çarpışma anından yola
çıkarak Türkiye'nin doğusuyla batısı arasındaki büyük uçuruma ve iki tarafta
birbirinden habersiz süren iki yaşam arasındaki çarpıcı farklılığa dikkat
çekmek istemiş Kırca. Hikaye üretmek konusunda pek sıkıntı çekmediğini
biliyoruz. Bu da, zihninin çekmecelerinden birinde yıllardır gün ışığına
çıkmayı bekleyen onlarca hikayesinden biri. Yıllar önce, besteci bir
arkadaşıyla birlikte doğuya bir yere, turneye giderken aklına düşmüş.
"Uzun bir yoldu," diye anlatıyor. "Pencereden bakıyor,
gördüklerimiz üzerine konuşuyorduk. Hep böyledir ya; toprakların arasında,
uzakta üç beş tane ev görürsünüz. Klimalı arabanın içinde, istediğiniz güzel
müziği dinleyerek giderken o ev, sizin için pencereden görünen manzaranın bir
parça sıdır sadece ama birdenbire madalyonun öteki tarafını çevirdiğinizde orada
birilerinin yaşadığını ama nasıl yaşadığını, sizinle ne kadar kopuk
olduklarını, sizin için o insanların yaşamının pencerenizden geçen bir tablo
olduğunu fark edersiniz. Burada müthiş bir yabancılaştırma efekti ile yüz yüze
gelir insan. İşte böyle bir yerden yola çıktık biz de. Yolumuz uzundu, o gün
arabada yüksek sesle arkadaşıma anlatarak kurdum hikayeyi."
Çarpma anından başlayarak geri dönüşlerle
bir kırsal kesimdeki adamın bir de şehirdeki adamın hikayesini anlatan ve bu
iki karakterin çarpışma anına kadarki yaşamlarını izleyen hikayeyi ilk filminin
hikayesine göre çok daha sinematografik buluyor Kırca. "Dikkat ederseniz
enteresan bir kurgusu var aynı zamanda" diyor. Gereğinden uzun bulunan ilk
filminin seyirciye ulaşmayı başarmış bir film olmasına rağmen hataları olduğunu
itiraf ediyor. Geçen yıl gösterime giren filmini büyük bir açık yüreklilikle
eleştiren yönetmen" ilk filmden kendime göre çok büyük dersler
çıkarttım" diyor. "Bir milyon kişi tarafından izlendi, seyircisi ve
getirdiği para açısından önemli bir noktadır bu. Ayrıca büyük bir çaba ve
enerji vardır içinde, bir şey anlatmaya çalışmaktadır. Ne var ki biraz uzundu.
Benim ve arkadaşlarımın söylemek istediğimiz çok şey vardı. Bunları kafamızda
derleyip toplayıp bir süzgeçten geçirememiş ve sade bir senaryoya dönüştürememiştik
sanki. Biraz fazla yayılmıştık o filmin içinde. Yeni filmin, daha sinema
tadında, daha özlü bir anlatımı var, komiği daha bol ama gene bir Levent Kırca
lezzeti taşıyor."
İkinci filmde taşlar yavaş yavaş yerine oturuyor gibi görünüyor.
İlk filme yönelik eleştirilerin etkisiyle olsa gerek Levent Kırca her fırsatta
bunun daha sinema tadında bir film olduğunu söylüyor. Komediyle trajedi yine
bir arada, ama bu kez siyahla beyazın yan yana durması gibi sert değil de
yönetmenin sözleriyle ifade edersek "daha içiçe geçmiş halde, sinema
diline daha uygun, daha oturmuş bir biçimde." Kırca'ya sorarsanız zaten
ikisi mutlaka bir arada olmalı, tıpkı hayatın kendi sinde olduğu gibi.
"Sanat ya da sinema bizatihi hayatın kendisidir. Hayata baktığınız zaman
da trajediyle komediyi iç içe görürsünüz. Sadece siyahla tablo yapamazsınız.
Hayat önünüze bir renk skalası koymuştur. Doğanın kendisinde bu vardır."
Filmin farklı sınıftan iki adamı yüz yüze
getirdiğini söylemiştik. Bir tarafta büyük bir gazetenin yöneticisi var. Yusuf,
sistemin kuralları içinde at oynatan, kimi satın alması gerekiyorsa onu satın
alabilen, gerektiğinde gazeteyi de kendi çıkarları için kullanan katakullici,
menfaatçi bir adam. Kırca herhangi bir gazeteyi ya da tek başına basını hedef
alan bir film çekmediğini özellikle vurguluyor. "Gökdelenler, burjuva
yaşantısı, yerine göre savaş çıkartılabilen bir gazete idarehanesi" diye
anlatıyor. "Ama biz burada herhangi bir gazeteden bahsetmiyoruz tabii.
Basın halkın kaderini belirliyor belki ama sadece basın değil, büyük holdingler
de belirlemiyor mu? Onların desteklediği adamlar iktidar olmuyor mu? Arkasını
belli sermaye çevrelerine yaslamayan bir partinin iktidara gelmesi mümkün mü?
Gazete çok göz önünde olan bir şey ama gözümüzle görmediğimiz nice büyük şirketler
var ki gazetelerin bile kulağını çekiyorlar. Şunu samimiyetle söyleyeyim ki ben
bir bütününü anlatmaya çalıştım.
Dolayısıyla gazete egemen
sınıfın bir yansıması filmde. Gazetenin yöneticisi Yusuf ise sistemin yarattığı
bir canavar adeta. "Kurt mudur tilki midir ne olduğu belirsiz, uzaylı gibi
bir yaratık bu adam. Bertolt Brecht'in oyunu 'Puntila ve Uşağı Matti'deki
Puntila Ağa böyle bir adamdır işte. Her felaketten bir yarar sağlamayı düşünen,
sistemin ürettiği yaratıklardır bunlar. Bir süre sonra bunlara teslim
olursunuz. Dağ bir şey doğurur yani."
Öte yandaysa ezilen sınıfı
temsil eden Reşo'nun dünyasını görüyoruz; insan hayatının sudan ucuz olduğu,
hastalıkların ve ölümün Allahtan bilindiği, yoksulluğun kol gezdiği insanların
dünyası. "Bugün o kesimdeki insanlar sınıfsal olarak hiçbir değişime
uğramadılar" diyor Kırca. "Hatta daha da kötü durumdalar. Yağmur
yağdığında onların evini su basar, ikide bir terörist basar. Bedelli askerlik
çıktığında şehirli parasını öder askerliğini yapmaz, vatan görevini de onlar
yaparlar. Toprakları artık verimsiz olmuş, ağalık sistemine tam olarak teslim
olmuşlardır. Göçler bu yüzden olur, gelir şehirde varoşları oluşturursunuz
gelebiliyorsanız eğer. Yani o iki sınıf arasında müthiş bir uçurum, müthiş bir
çelişki vardır. Onlar kendi hayatlarını yaşarlar havuzlu villalarında, onlar da
orada kendi yaşamlarını yaşarlar. Eğer fazla da bilmiyorlarsa, daha iyisini
görmemişlerse normal olan odur onlar için."
&
Levent Kırca sinemayı sürdürüyor. Kırca'nın yazdığı bir öykünün senaryolaştırılmasına
dayanan yeni film, Türkiye'nin en uç iki kesiminin oldukça kalın ve kaba
çizgili tasvirlerinden ve de beklenmedik karşılaşmalarından oluşuyor. Bir
Anadolu yolculuğunda, gece yarısı ıssız bir şosede mobiletiyle giden bir
köylüye arabasıyla çarpan bir İstanbul gazetesinin genel yayın yönetmeni Yusuf,
kazada ölen köylü Reşo'nun ailesini ve acılı Doğu gerçeklerini tanıyor.
Bu, gerçekten de aralarında
çağlar bulunan iki dünyanın karşılaşmasıdır. Yusuf’un gazetesi, kitle gazetesi
olmak uğruna olmadık tavizler veren, bir yandan politikacılarla, öte yanan
mafyayla ilişkisi çığırından çıkmış, boğazına kadar pisliğe batmış bir yayın
organıdır: Türkiye' de basının durumunun alabildiğine abartılı, kaba çizgili
bir izdüşümü... Yusuf ise tam bir üç kağıtçı, patronun karısıyla yattığı gibi
kadını öldürtmek için kiralık katil de tutabilen, yozlaşmanın tepesindeki bir
eyyamcı, Batılı deyimiyle oportünistin tekidir.
Doğu ise kendi yoksulluk ve
çağ dışılığını yaşar, Levent Kırca'nın yine abartılı yaklaşımıyla... Reşo,
kalabalık ailesinin tüm bireylerini üst üste yitirir. Soyun devamı için
fingirdek, tombiş bir kadınla evlenir. Doğum yaklaştığında, köyde doktor
olmadığından mobiletine atlayıp en yakın kasabaya gitmek zorunda kalır. Bu
unutulmuş Kürt topluluğu için rahat, mutluluk ve çağdaş bir yaşam, çok uzak bir
düş gibidir. ..
Şeytan Bunun Neresinde?, Kırca'nın ilk
filmi Son'un tüm kusur ve erdemlerini taşıyor. Ama sanki bu kez her şey daha
bir aşırı gibi... Filmin en olumlu özelliği, gerçek bir mizah yazarının,
giderek dehasının gücünü hissettirmesi. Özellikle ilk yarıda espriler yağmur
gibi yağıyor ve film, Türk komedi sineması içinde metrekareye en çok yağmur,
pardon espri düşen filmlerin en ön safına geçip yerleşiyor. Espri fakiri bir
sinema için bu az şey değil.
Ama film, ilkindeki gibi,
sonuç olarak biraz uzatılmış bir Levent Kırca Show (ya da 'Olacak O Kadar'
programı) olduğu duygusunu vermekten kaçınamıyor. Tüm ilk bölüm, sanki
Kırca'nın Kürt ve Doğulu aşiret ve köy yaşamı üzerine ustası olduğu skeçlerin
bir toplamı gibi sanki... İş İstanbul'a, basın çevresine gelince, ne kadar
gülseniz, ne kadar filanca tipi veya karakteri falanca tipe veya karaktere
benzetseniz de, işin dozu tümüyle kaçıyor ve Kırca usulü abartı zirvelere
çıkıyor. Evet, mizah zaten gerçeği abartmaktır, ama nereye dek, hangi ölçüde?
Bu iki dünyanın belli bir yapaylık içinde gelip bir 'kaza'yla birbirine
girmesiyse, en hoşgörülü komedi çerçevesi içinde bile aşırı kaçan bir durum.
Film,
evet, güldürüyor. Dediğimiz gibi, esprileri bol. Oyunculuk düzeyi de elbette
yiine TV parodisi çerçevesinde olmak üzere, çok iyi. Ama fılmin gerçek bir
sinemasal yapıdan ve tüm o zengin mizah gücünü örtecek bir çatıdan yoksun
olması, gerçekten de temel bir eksiklik ..
SIR ÇOCUKLARI (2002)
Senaryo ve
Yönetmen: Ümit
Can Güven, Aydın Sayman, Görüntü Yönetmeni: Eyüp Boz, Müzik: Can
Atilla, Yapım: Atadeniz Film/Yılmaz Atadeniz – Tivoli Filmproduction/
Denes Szekeres (Türk—Macaristan) Ortak Yapımı Kamera Ast: Sinan Deviren,
2. Kamera Ast: Engin Özkaya, 3.Kamera Ast: Figen Uçkaç, Yardımcı
Yönetmen: İ. Serkan Acar, 1. Yön. Yrd: Arzu Birol, 2. Yön. Yrd: Melih
Biçer, Akordion Miziği İcra: Muammer Ketençoğlu, Tonmaister: İhsan
Apça, Yard. Tonmaister: Özkan Mete, Özgün Müzik Kayıt: Uygur
Karaman, Ney: Eyüp Hamiş, Klarnet: Gökhun Çavdar, Flüt: Çağatay
Akyol, Gitar: Erdem Sökmen, Düdük: Armen}, Proje Danışmanı: Yusuf
A. Kulca, Yapım Sorumluları: Zafer Ayden, Seyfi Çakır, Sanat
Yönetmeni: Selda Ülkenciler, Ses Kayıt: Gabor Rozgonyi, Işık
Şefi: Recep Biçer, Kurgu: Cem Hamamcı, Set Amiri: Şeref
Yılmaz, Set Teknisyenleri: İsmail Keskin, Şeref Kocadölü, Cengiz Çirkin,
Işık Şefi: Recep Biçer, Işık Teknisyenleri: Oruç Demir, Nurettin
Keleş, Halil Kasap, Ercan Çöz, Alican Çekiç, Teknik Operatör: Kenan Bal,
Makyaj: Mediha Döner, Yardımcısı: İlknur Yılmaz, Ses Kayıt: Gabor
Bozgonyi, Boom Operatörü: Atilla Kohari, Miks: Julia Kendi, Çevirmen:
Balazs Bozgonyi, Set Fotoğrafçısı: Tarık Sayman, Murat Akay, Kostüm
Sorumlusu: Özden Özdemir, Aksesuar Sorumlusu: Yasemin Kalaba, Ceyda,
Casting Hizmetleri: Zebil Yapım Ltd. Şti., Dekor Sorumlusu: Bektaş
İldem, Kamera Arkası Çekim: Ali Demir, Büro Hizmetleri: Görkem
Kiler, Set Hizmetleri: Mehmet Subatan, Sponsor Koordinatörü: Fatoş
Kırlı, Laboratuar: Sinefekt (İstanbul)/FocusFox (Budapeşte), Negatif
Kurgu: Selahattin Turgut, Oyuncu Araştırma: Portakal Filmcilik,
Yapım Koordinasyonu: Istvan Juhasız, Yapım Ast: Adrienn Zsoedos,
Aysel Özgür, Dış İlişkiler Koord: Lucy Wood, Bilgisayar Kurgu: Extra
Yapım Ltd., Ses Kurgusu: Erkan TAktaş (Fono), Optik Yıkama: Yahya
Özdemir, Musa Oruç, Jenerik: Dursun İpek, T .C. Kültür Bakanlığı ve
Eurimages tarafından desteklenmiştir
Oyuncular:
Fırat Tanış (Velit), Halil İbrahim Aras (Cemil), Özgü Namal (Zeynep), Volga Sorgu
(Antepli, Mehmet Ali Alabora (Keşo), Nur Sürer (Münevver), Mustafa Uğurlu
(Palyaço Arslan Kaçar (Şerafettin), Serdar Orçin (Ziya), Arif Erkin (Baba),
Mustafa Turan (Berber Sefa), Suna Selen (Keşo Anne), Erdinç Olgaçlı (Hasan
Dayı), Tibor Varga (Christopher), Aslı Başak Paçacı (Sincap), Batuhan Leveni
(Tilki), Ildiko Inzce (Deli Kadın), Barış Küçükgüler Andrea Balogh (Fahişe),
Barış Küçükgüler (Boyacı İlyas), Timur Ölkebaş (Kansız), Fatih Akyol (Yaşar),
Yüksel Arıcı (Üvey baba), Serkan Ercan (Keşanlı), Mert Şengül (Çakal), Merih
İnce (Şair), Ozan Bilen (Hoca), Uygur Akaya (Cevat), Onur Kaan Çelebi (Ahraz),
Serhan Oktay (Postacı), Mesut Yılmaz (Yetim), Murat Bakan (Arap), Yurdaer Okur
(Ertan), Muammer Ketençoğlu (Akordeoncu), Sibel Hacıdoğan (Aynur), Fuat Onan
(Ramazan), Naci Çelik, Bülent Şakrak, Behruz (TV Yapımcısı), Okan Yalabık (2.
Erkek Sevgili), Dilek Yorulmaz (2.Kız Sevgili), Taner Turan (Sivil Poılis
Şefi), Açelya Kardelsoy (Bardaki 1. Kız), Aysun Yapıcı (Bardaki 2. Kız), Ersin
Altınok (Yardımsever Adam), Hasan Karcı, Orhan Kural, Ali Zebir (Ev Sahibi),
Muhsin Aşan (Büyük Ağabey), Hüseyin Filiz (Ortanca Ağabey), Bülent Şakrak (1.
Kapkaçcı), Eray Kahya (2. Kapkaçcı), Yakup Yavru (Devriye Polisi), Ali Köroğlu
(Ziya’nın Arkadaşı), Mehmet Akgün (Karakol Polisi), Mustafa Vurgun (Darbulacı
Çocuk), Barış Kocasay (Darbulacı Çocuk), Arman Biçer (İskeledeki Çocuk), Umut
Biçer (İskeledeki Çocuk), Halil İbrahim Özcan
(Genelevdeki Adam), Kemal Bilginer
(Şarküterideki 1. Polis), Ahmen Emin Beli (Şarküterideki 2. Adam), Arzu Lılınç
(Eczanedeki kadın), Nail Kırmızıgül (1 Erkek Sevgili), Ayten Soyutürk (1. Kız
Sevgili), Konuk Sanatçılar: Sanem Çelik, Mehmet Özdilek, Suat Sungur
(Eczanedeki Erkek), Beyazıt Öztürk, Mustafa Alabora (Eczacı), Necmettin Çobanoğlu
(Reşo’nun Dayıdı)
Konu: Küçük Cemil, üvey babasının
şiddet estirdiği Adana'daki evinden kaçar. Ayrılırken uyumakta olan annesi Münevver
'in yastığının altına para bırakarak onun yüzünü okşar. Haydarpaşa garında
akşam saatlerinde trenden inen Cemil, garın karşısındaki eski bir lokomotifin
içine girer ve cebinde taşıdığı palyoçosunu da yanına koyar ve uykuya dalar.
Rüyasında lokomotife bir palyaçonun geldiğini görür. Uyandığında İstanbul'da
her zamanki yoğun günlerden biri başlamıştır. Cemil, simit almak için cebini
kurcalarken düşürdüğü parayı alan bir tinerci çocuk simit alır ve
arkadaşlarıyla bölüşür. Tinercinin arkadaşları Cemil'le ilgilenmişlerdir
Tinerciler Cemil'i de yanlarına alarak
giderler. Çocuklar bir kahvecinin verdiği çayları içerken pislik dedikleri
Şerafettin'in gelmekte olduğunu görürler. Paniğe kapılan tinerci çocuklar
aceleyle kaçarlar. Yolda boyacılık yapan İlyas'ın yanına uğrarlar. İlyas,
futbola meraklıdır ve onlara yanındaki topla birkaç numara gösterir. Tinerciler
ve Cemil geceyi geçirmek için terk edilmiş eski bir mekana giderler.
Tinerciler, Cemil'e kendisini polise götürmeyi teklif ederler. Cemil kabul
etmez. Amacı para kazanıp annesini yanına almaktır. Tinerciler berber Sefa'nın
yardımıyla aralarında para toplayıp, çocuğu annesinin yanına göndermeyi
düşünmektedirIer. Cemil tinerci çocuklarla uyurken rüyasında annesini görür
Tinerci çocuklarla birlikte Tanya isimli bir kadında kalmaktadır. Münevver,
Cemil 'in kaçmasına ve kocasının eziyetine dayanamamış, kocasını bıçaklayarak
evi terk etmiştir. Tinercilerin büyük olanı Velid, hoşlandığı milli piyango
bileti satıcısı genç kızın çantasını çalan kapkaççılardan alarak kıza geri
getirir. Tinerci çocuklardan biri ninesinin sandığından içi dolu bir para
cüzdanı getirmiştir. Fakat paralar tedavülden kalkmıştır. Cemil'in rüyasına
yeniden giren palyaço, ona annesini özlediğini diğerlerine neden söylemediğini
sorar. Cemil, kendisini geri göndermelerinden korktuğunu söyler palyaçoya.
Cemil'in annesi Münevver, İstanbul'a gelir. Tinerci Velid hoşlandığı piyangocu
kızın dikkatini çekmek için kızın yanında Cemil'den düşme numarası yapmasını
ister. Münevver, kız kardeşi olan Zeynep'in evine gitmiştir. Zeynep Beyoğlu'nda
piyango satan genç kızdır. Zeynep, Münevver'i yatalak olan babalarının yanına götürdüğünde
adam birden sinirlenmiştir. Diğer yandan Münevver evliyken Ceyhan'a, kör
Hacer'in oğlu Kenan'a kaçmıştır. Münevver'in kayınvalidesi oğullarından
Reşit'in onu öldürmesini ister. Ferit, tinercilerden Aras'ın küçük çocuklardan
birini para karşılığında sattığını fark eder. çocuğu kurtaran Velid, Aras'la
ölüm kalım mücadelesine girişir. Bu arada küçük Cemil hastalanmıştır. Seyit
İstanbul'a gelmiş ve Münevver'in adresini bulmuş fakat onu öldürememiştir.
Zeynep'in arkadaşı devrimci bir genç Velid'i Zeynep 'le tanıştırır. Kimsesiz
çocukların hamisi Christopher'ın evinde tinerci çocuklar Christopher'ın himaye
ettiği Ümit'in askere gidişini kutlarlar. Seyit, evinde kaldığı akrabasına
Münevver'i bulamadığına ilişkin yalan söyler. Küçük Cemil'in kaldığı kahvenin
sahibi bir gece sarhoş olarak kahveye gelir ve küçük çocuğa tacizde bulunur.
Velid ve bir gurup arkadaşı bir gece Şerafettin'i ıssız bir sokakta
sıkıştırarak bıçaklayarak öldürür. Münevver oğlunu bir TV programında görmüştür.
Zeynep'in yardımıyla TV kanalıyla
ilişkiye giren Münevver oğlunu bulur. Seyit dayısıyla birlikte yemek yerken
Münevver ve Cemil 'in buluşmasını istismar eden televizyon kanalını
izlemektedir. Seyit, toplumsal baskıyla istemeyerek de olsa televizyon
kanalının çııkışında Münevver'i öldürür. “Prof. Dr. Alim Şerif Onaran/Doç. Dr.
Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 354”
Ödüller
39.
Antalya Altın Portakal Film Festivali (2002)
► Dr
Avni Tolunay Jüri Özel Ödülü,
►En
İyi Erkek Oyuncu (Fırat Tanış),
►En İyi
Sanat Yönetmeni (Selda Ülkenciler),
►Halk
Jürisi Ödülü "En İyi Film";
Sadri
Alışık Sinema Ödülleri (2003)
►
"Umut Veren Kadın Oyuncu" (Özgü Namal),
22.
Uluslararası İstanbul Film Festivali (2003):
►
"En İyi Erkek Oyuncu" (Fırat Tanış).
14.
Uluslararası Ankara Film Festivali (2002):
► En
İyi Kadın Oyunncu (Nur Sürer),
► En
İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Volga Sorgu),
► En
İyi Sanat Yönetmeni (Selda Ülkenciler),
► Umut
Veren Kadın Oyuncu (Özgü Namal),
► Umut Veren Erkek Oyuncu (Fırat Tanış), S Umut Veren Senaryo Yazarı (Ümit C.
Güvendın
Sayman),
► Jüri
Özel Ödülü;
19.Mısır
Alexandria Film Festivali (2003):
► En
İyi Aktör,
SİYAD seçiminde (2003):
"Yılın Umut Veren Genç
Sanatçısı" (Fırat
Tanış).
& Ele aldığı öykünün yamacında, günümüzde medyanın her şeyi
raitinge endekslemiş tavrı, kapkaçılar gibi toplum hayatını yaralayan konular
da filmde gündem teşkil ediyor. Aydın Sayman ve Ümit Güven'in filmi
toplumumuzda kaybeden, çıkışı olmayan insanların trajik durumlarını karşımıza
acıtıcı bir şekilde getiriyor. Toplumumuzda oldukça yüksek sayıda insanın
yoksulluk sınırında yaşadığını düşündüğünüzde, ele alınan sorunların önemi daha
büyüyerek ortaya çıkıyor. Filmin odak noktası, kaybeden insanlar üzerine kurulu.
Başta tinerci çocuklar olmak üzere, pek çok dert bu bağlamda gündeme geliyor.
Çoğumuzun karşılaştığında biraz da tedirginlikle yolunu değiştirdiği bu
çocukların da, aslında korkulmaması, nefret edilmemesi gereken kişiler olduğu
filmde işleniyor. Tinerci çocuklar filmde salt çalmaya, adam öldürmeye meyilli
insanlar olarak işlenmiyor.
Filmin yönetmenleri, anlatmak istedikleri
dünyayı sinemayla ifade ederken. özellikle Ümit Cin Güven'in sokağın içinden
gelen deneyimlerini kullanmışlar. Filmin ele aldığı tinerci çocuklar şüphesiz
masum, zararsız kişiler olarak sunulmuyorlar. Ama çoğunlukla bir vicdanları
olan ve nedensiz yere kimseye zarar vermeyecek insanlar olarak işlenmişler.
Diğer yandan bu çocuklar hakkında, çoğumuzun aklına gelmeyebilecek insani boyutlar
da filmde öne çıkarılmış. Örneğin tinercilerin lideri Velid'in küçük Cemil'i
sokaklardan koruyabilmek için arkadaşları ve berber Sefa'nın yardımıyla para
toplayarak annesinin yanına, Adana'ya göndermeye çalışması ya da Velid'in
piyangocu kız Zeynep'e duyduğu aşk gibi. Bu yaklaşımların kurmanın sınırları
içinde yaratıldığını, gerçek yaşamda bunların olmayacağını düşünebiliriz. Fakat
Sır Çocukları, olabildiğince başarılı oyunculuğu ve duyarlı emil gözü
anlatımıyla bizi en azından önyargılarımızdan kurtularak hayata insan olmanın
onuruyla bakmanın gerekliği konusunda düşündürüyor. Film, ele aldığı kişilerin
yaşamındaki felaketleri önümüze getirirken, bu kadarı da fazla dedirtebilecek
bir isyan duygusu uyandırabilir. Ama bu durumda aslında isyan duymaktan çok,
ülkemize özgü gerçeklerin yarattığı dramlara tanıklık etmenin sıkıntısını
duyumsamak gerekiyor. Filmde umudu, çocuksuluğu temsil eden tek şey düşlerde
ortaya çıkan palyaço. Sır Çocukları'nın neredeyse bütün karakterleri
kaybediyor. Küçük çocuk dönmüş bir kahve işletmecisinin tacizine uğrayarak
yaşama tutunma şansını kaybediyor. Annesi küçük mutluluklar peşinde koşmak
isterken, katil olup kocasının kardeşi tarafından öldürülüyor ve Cemil'in içindeki
son umut kırıntılarını tüketiyor. Feodal toplumun ceberrut namus anlayışı
yüzünden Münevver'i öldürmek zorunda kalan genç Seyit'in yaşamı tükeniyor.
Filmin en olumlu ve umut yaşayabilecek karakteri Zeynep'in ise, devrimci bir
arkadaşının yüzünden başı derde giriyor.
Sır Çocukları, tüm olumlu unsurlarına
karşın, aynı anda çok sorunu gündeme getirmeye çalışmanın da sıkıntısını
yaşıyor. Örneğin; filme yama gibi eklenmiş ve derinlemesine işlenmemiş Zeynep
'in arkadaşı devrimci genç ve onun Zeynep'e verdiği zarar filmde sırıtıyor,
şablon bir karakter ve olay zinciri olarak eğreti duruyor. "Sokaktaki
zorlu yaşamı olanca gerçekliğiyle yansıtmaya ara verip yarısından itibaren
masalsı bir yöne dümen kıran 'Sır Çocukları' bir yandan aile ve kan davası gibi
kırsala ait geleneksel sorunlara değinirken öte yandan sokakta, aşırı uçlarda,
pamuk ipliğine bağlı bir yaşam süren, her an diken üstünde, ayakta kalma
mücadelesi veren, marjinal bir kesimden kesitler sunarak kimi yeterince
işlenememiş kanı canlı portreler çizmeye girişiyor" (Çapan, Cumhuriyet,
20.12.2002).
Sır Çocukları, toplumsal
yaşamın eleştirisine soyunurken pek çok yönetmenimizin düştüğü bir hastalıktan
kurtulamıyor: halkı bir filmle bilinçlendirmek ve her sorunu anlatmaya
çalışmak. "Kuşkusuz kimi senaryo, anlatım, montaj sorunları aşılabilse,
kimi yan öykücük ve karakterleri ayıklanabilse, uzun tutulmuş süresi
kısaltılabilseydi seyirci karşısına daha başarılı ve iz bırakan bir film olarak
çıkabilirdi' Sır Çocukları'... Maceralı, sorunlu, fasılalı bir çekim
serüveninin ardından afişlere çıkan ve sinemamıza yeni isimler kazandıran, son
tahlilde artıları eksilerinden fazla bu samimi ve taze film, tozpembe bir
yamalı bohça olmaktan sıyrılarak görülmeyi hak ediyor. “Prof.Dr.Alim Şerif
Onaran/Doç.Dr.Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf,
355 ”
& Büyük
bir iyi niyetle yapılmış, her gün sokaklara yansıyan ve ülkenin gerçek, büyük
bir sorunu olan sokak çocukları üzerine bir filme olumsuz yaklaşmak kolay
değil. Ama eleştirmenlik kimi zaman böyle şeyleri aşmayı da gerektiriyor. Sır
Çocukları, ailesinden kaçarak İstanbul'a gelen 10 yaşlarındaki bir çocuğun
öyküsünü anlatıyor. Bir sokak çocukları çetesine katılıyor Cemil... Arkasından
İstanbul'a gelen annesi ise kör bir piyango bileti satıcısının yanında bilet
satan kız kardeşinin evine sığınıyor. Ama ardında, onu bir namus sorunu
nedeniyle izleyen bir katil adayı vardır ...
Sır Çocukları, bir zamanların Yeşilçam
filmlerinin ya da Kemalettin Tuğcu romanlarının çocuklara bakışı ile daha günümüzden,
daha gerçekçi bir yaklaşımın sentezi çabası gibi duruyor. Kimi duyarlılıkları
eski Yeşilçam'ı da aşarak daha eskiye, örneğin Chaplin'e gidiyor: kör satıcı ve
yanındaki genç kızın Şehir Işıkları'nı hatırlattığı söylenemez mi? Avare
çocuklar çetesi ve başlarındaki Veli'yse sanki hık demiş Raj Kapoor'un
Avare'sinin burnundan düşmüş ...
Kimsesiz çocuklar sorununu
büyük bir iyimserlikle, sorunun ardında yatan acıyı, küçük bedenlerin ve
ruhların korkunç yalnızlığını pek duyuramadan, pembe bir tavırla işliyor
film... Özellikle ilk yarı çok uzun, çok savruk... Sonlara doğru beklenmedik
biçimde toparlanıyor ve etkili bir finalle sonuçlanıyor gerçi... Sempatik
oyuncuları da var: özellikle Antalya'da ödül alan Fırat Tanış. Ama sanki çok
daha iyi olabilirdi gibi geliyor insana ... Belki gelecek sefere …”Atilla
Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 135”
SEVDAMSIN BENİM (2002)
Senaryo ve
Yönetmen: Oğuz
Gözen, Görüntü Yönetmeni: Ferhat Bakır, Müzik: Hacı Gezici,
Yapım: Ge Film/Hacı Gezici
Oyuncular: Mesut Mertcan,
Cemal Gencer, İncilay Özdemir, Hacı Gezici, Nuri Tek, Merve Can, Mehmet
Surkentli, Süleyman Bahtıkara, Cengiz Karacan, Cemal Ertokuş
Konu: Bir kasabanın balıkçı meyhanesinde
hizmet eden kimsesiz bir kızla bir yazarın dramatik öyküsü.
RUS GELİN (2002)
Yönetmen: Zeki
Alasya, Senaryo: Umur Bugay, Öykü: Elvan Pektaş Deniz, Müzik: Müjdat
Akgün, Görüntü Yönetmeni: Eyüp Boz, Yapım: Bugay Film/ Umur Bugay
Yönetmen
Yardımcısı: Faruk
Karaçay, Yardımcı Yönetmen: Korkut Akın, Sanat Yönetmeni: Saim
Bugay, Kurgu: İsmail Niko Canlısoy Genel Koordinatör: Nezihe
Dikilitaş, Belgin Kutun,
Oyuncular: Zeki Alasya,
Metin Akpınar, Tatyana Tsvikeviç, Murat Akkoyunlu, Sibel Taşçıoğlu, Şafak
Sezer, Bilge Şen, Nezih Tuncay, Ali Uyandıran, Ömer Çolakoğlu, Serdar
Bordanacı, Ünal Erdoğan, Levent Ünsal, Erdoğan Tuncel, Azer Bülbül, Faruk
Karaçay, Yıldırım Öcek, Şebnem Alakurt, Uluç Özkök, Şafak Orbay, Tuncay Tarhan,
Celâl Özberk, Cengiz Samsun, Ali Yaylı, Hale Caneroğlu
Konu: Dünya şampiyonu bir Rus kadının
Türkiiye'deki öyküsü. Türkiye adına yarışa katılmak için Moldovya'dan gelen Rus
güzeli okçu Lena Aslanova (Tatyana Tsvikeviç), beklenmedik bir sorunla karşılaştı:
Bu yarışa katılabilmek için formalite evliliği yapması gerekmektedir. Bu
evlilik için, federasyon başkanı Mithat Kocabaş (Zeki Alasya), namazındaki
niyazındaki eski bir pehlivan (Metin Akpınar) olan yaşlı damat adayını ikna
eder. Bu arada güzel okçu kızı ülkesine geri götürmek isteyen Moldovyalı
ajanlar iz sürmektedir. Yaşlı pehlivan ise birden Lena’ya aşık olmuştur. Bu
nedenle formalite evliliğine karşıdır. Büyüsüne kapıldığı Rus kızıyla,
geleneklerine uygun bir düğün le bu evliliği yasallaştırmak ister. Federasyon
başkanı Mithat Kocabaş da gizliden gizli ye Lena’ya aşık olmuştur. Başkan her
iki taraftan da zor durumda kalmıştır. Lena'nın oteli terk edip pehlivanın
evine yerleşmesine engel olamaz. ve olaylar komik bir evlilik macerasıyla sürüp
gider.
Sadri Alışık Sinema Ödülleri (20022003)
► Murat Akkoyunlu "umut veren erkek
oyuncu".
&
Rus Gelin, elin yüzü düzgün, sinema gibi sinema işte. Hayır, sanıldığı gibi bir
Zeki’nin filmi değil, Yönetmen Zeki, bir Metin filmi yapmış .. Hem de çok iyi yapmış
.. Bir defa teknik kalite iyi .. Çekimler iyi, görüntü, ses, müzikler iyi. Sizi
rahatsız eden bir şey yok. Şirin bir öykü.. Hemen hepsi çok iyi yönetilmiş, iyi
oynamış oyuncular. Metin Akpınar, Rumelili pehlivan eskisi rolünde, aksanı ile
başlayarak harikalar yaratıyor. Kahkaha ile gülerek, kah gözleriniz yaşararak
izliyorsunuz. Metin tiyatrocu.. Ama teatral oynamıyor, rol kesmiyor. Sinemacı
gibi oynuyor.. Öteki tiyatrocular da öyle.. Şafak Sezer, Murat Akkoyunlu ve
Bilge Şen'e de bayıldım mesela. Filmde havada kalan, kopuk iki tip var. Nerden,
niye geldikleri ve nereye gittikleri belli olmayan casuslar (Hıncal Uluç, Sabah
G., 8 Şubat 2003)
& Metin Akpınar Zeki Alasya ikilisini yeniden görmek ne güzel.. Türk
usulü komedinin bu altın çocukları, hayat yolunun ileri bir noktasına geldiler.
Açıkçası yaşlandılar. Ama küçük ekrandan bize sürekli yansıyıp duran onca eski
filmlerinin sık sık hatırlattığı gibi, onlar bizim gerçek ve büyük komedi
ustalarımız, tiyatrodan, 'kabare'den gelip sinema da da son derece olumlu işler
yapan büyük halk sanatçılarıydı. Ve hala da öyleler ...
Zeki Alasya'yı da yönetmenliğe döndüren bu
yeni filmleri, Türkiye'nin yakın yıllarda yaşadığı kimi olaylardan esinler
taşıyor. Rusya' dan, Moldovya'dan ülkemize sığınan bir kadın ok şampiyonu,
burada Okçuluk Federasyonu tarafından karşılanıyor. Peşinden ayrılmayan iki
casusla birlikte ... Güzel Lena'nın Türkiye adına uluslararası alanda
yarışabilmesi için Türk vatandaşı olması gereklidir. Bunun en kestirme yoluysa
ona, kağıt üzerinde kalan bir formalite evliliği yaptırmaktır. Federasyon
başkanının has adamı olan bir gencin, namazında niyazındaki eski pehlivan
kayınpederi, akla gelen ilk isim olur. Ve evlilik gerçekleşir. Ama güzel
Lena'nın çekiciliğine kimse dayanamaz ki...
Böylece, ununu eleyip eleğini
asmış yaşlı adam da, kaşarlanmış başkan da kadına abayı yakarlar ve vaveyla
kopar ...
Umur Bugay'ın daha önceki
senaryo ya da TV dizilerini hatırlatan bir sıcaklığı var senaryonun ... Ve film
çok da iyi başlıyor. Havaalanı, antrenman sahası vb. mekanlardaki kalabalık
sahneler, prodüksiyon olarak çok iyi çözümlenmiş. Türk erkeğinin, giderek Türk
insanının kimi temel özellikleri çok iyi biçimde saptanmış ve mizah konusu
yapılmış. Alasya da, Akpınar da üzerlerine eldiven gibi oturan rollerinde çok
iyiler ve de o ezeli rekabet filmlerde ... ama galiba biraz da gerçek hayatta),
bir hikaye boyunca yeniden canlanıp karşımıza geliyor sanki ...
Ancak ikinci yarı da işler biraz
bozuluyor. Belli bir yerde duruyor sanki hikaye ve Akpınar ile genç kızın
ilişkisi, üzerine yeni eklemeler yapılmaksızın, tekdüze biçimde olduğu yerde
sayıyor. Allah'tan Bugay Alasya ikilisi, burada biraz da dram malzemesini
devreye sokuyor ve hikayeye bir 'çok genç bir kıza aşık yaşlı adam' sosu
katıyorlar. Bu Mavi Melek teması üzerine birkaç dokunaklı sahne ve de final,
filme daha hüzünlü bir hava katıyor.
Rus Gelin beklediğimiz kadar
iyi değilse de, sonuç olarak keyifle izlenen bir film. Benim için en ilginç
yanıysa, iki yeni ve büyük yeteneği keşfetmek oldu: pehlivanın kızı ve damadı
rollerindeki Sibel Taşçıoğlu ve Murat Akoyunlu. Özellikle Akoyunlu geleceğin
parlak bir komedyeni olacak desem... Acaba yanılır mıyım? “
& 37
senelik beraberliğin ardından yollarını ayırdıktan sonra ilk kez "Güle
Güle" filminde bir araya gelen Zeki Alasya ve Metin Akpınar, ikiliyi
birlikte görmeyi özleyenleri mutlu etmesi beklenen bir başka filmle yeniden
seyirci karşısına çıkıyorlar. Yönetmenliğini Zeki Alasya'nın yaptığı "Rus
Gelın", Moldovya'dan gelen dünya şampiyonu bir okçunun Türkiye adına yarışabilmesi
için yaşlı bir pehlivanla yaptığı formalite evliliğini konu alan bir komedi. (Senem
Erdı Ne (Sinema D. Şubat 2003)
Son yıllarda daha çok
"Bizimkiler" ve Yazlıkçılar" gibi Türkiye'nin en çok seyredilen
televizyon dizilerinin yapımcısı olarak tanınan ama aynı zamanda Yeşilçam'ın
altın günlerine uzanan bir sınema geçmişine sahip deneyimli bir senaryo yazan
olan Umur Bugay'ın geliştirdiği bir film projesi "Rus Gelin". Ertem
Eğilmez'in çektiği ilk "Hababam Sınıfı"nın, "Çöpçüler
Kralı", "Kapıcılar Kralı" ve "Düttürü Dünya" gibi
popüler komedilerin senaryolarını yazan Bugay'ın son film projesi, 2000 yılında
gösterime giren, başrollerini Güven Kıraç, Meltem Cumbul ve Zafer Algöz'ün
paylaştıkları "Duruşma" filmiydi. Maddi olanaksızlıklar yüzünden
sinema yapamadığından yakınan yapımcı, EIvan Pektaş Deniz'in öyküsünden
uyarladığı "Rus Gelin"i de 90 dakikalık bir televizyon filmi olarak
düşünmüş başlangıçta ancak sonra, yeni kurulan bir yapım ve dağıtım şirketi
olan Türk filminin devreye girmesiyle birlikte bir sinema filmine dönüşmüş
proje. Sinemaya yatırım yapmak ve her yıl en az iki Türk filmi piyasaya sürmek
iddiasıyla yola çıkan şirket, projeyi satın a1mış ve bir sinema filmi olarak
gerçekleştirilmesini sağlamış. "Rus Gelin"le ilgili bilgi almak üzere
görüştüğümüz şirket yöneticisi Çağlar Ergin, "Kuruluş dönemlerimizde
sektörde bir kıpırdanma vardı. İnsanlar film çekmek istiyordu, biz de biraz
imdada yetişir gibi olduk ve ilk defa Bugay yapımın bu projesine destek
verdik" diyor. "İkinci projemiz de çok iddialı olacak. Senaryosunu
Cem Yılmaz'ın yazdığı ve başrolünü üstleneceği bilim kurgu komedi türündeki bu
filmin hazırlıkları sürüyor. Mart'ta çekime başlanacak ve sonbaharda gösterime
girecek. Türk sinemasını bundan 20 yıl önceki şaşaalı günlerine döndürmeye
çalışacağız. Ne Hollywood'a yanaşan ne Avrupa sinemasına öykünen, bütünüyle
Türkiye'nin gerçeklerinden hareket eden Türk filmleri çekmek istiyoruz. Bu film
de bunun örneklerinden biri. Her şeyiyle bir Türk hikayesi. içinde bir Gagalus
Türkü var, pehlivan var, federasyon var"
Başrollerini Zeki Alasya, Metin Akpınar ve Türkiye'de modellik
yapan Rus oyuncu Thtsyana Thvikeviç'in paylaştıktan filmin konusu şöyle:
Moldovya'dan gelen, dünya şampiyonu bir
okçunun (Thtsyana Thvikeviç) Türkiye adına yarışabilmesi için formalite
evliliği yapması gerekmektedir. Federasyon Başkanı (Zeki Alasya), damat olarak
düşünülen eski bir pehlivanı (Metin Akpınar) bu evliliğe ikna etmeyi başarır.
Bu arada ajanlar Rus okçunun peşindedir, yaşlı damat ise formalite icabı
evlendiği genç ve güzel eşine aşı olmaya başlamıştır…
"Filmin bugünkü halimizi
anlattığını söyleyebiliriz" diyor Umur Bugay. "Komik olan halimiz
işte. Hamaset, bürokrasi... Her şey bizde büyük mesele haline geliyor. İşte
hamasi bürokratlarımızla, madalya mücadelesini öne çıkaran onların bakış
açısıyla, asıl iş yapan insanların çabalarının çatışmasını görüyoruz filmde.
Komedi de buradan kaynaklanıyor."
"Rus Gelin", özel
olarak ZekiMetin ikilisi için tasarlanmış bir film değil. "Zaten bir ikili
filmi değil bu" diyor Bugay. "Diğer filmlerindeki gibi bir ikili çatışması
yok ama pehlivan rolü Metin için düşünüldü. Şener Şen de düşünülmüştü aynı rol
için ama Şener'in başka projeleri vardı. Metin okudu, çok benimsedi."
Dolayısıyla önce Metin Akpınar katılmış
projeye. Arkasından filmin yönetmenliği ve başrollerden . birisi için Zeki
Alasya'ya teklif götürülmüş. "Rus Gelin" hakkında konuşmak üzere
görüştüğümüz yönetmen, teklifi kabul etmesinin sebeplerini şöyle açıklıyor:
"Bir kere her zaman söylediğim gibi sinemayı çok seviyorum. Yani çok
açıkça anlamsız bir teklif değilse bu konuda gelen her teklifi ciddiye
alıyorum, ama son iki sene içinde dokuza yakın projeyi reddettim. Sinemayı çok
sevdiğim halde reddedebildiğimi göstermek bakımından söylüyorum bunu. Teklifi
kabul etmemdeki en önemli etkenlerden birisi, Türk filminin çıkış noktasıydı.
Hasbelkader bir film yapacağım diye değil, Türk filmleri yapacağız, diye yola
çıkıyorlar. Sinemayı bu kadar seven bir insan olarak buna duyarsız kalmak
mümkün değildi. kincisi, bana teklifi getiren Umur Bugay, benim 35 senelik
arkadaşımdır. üstelik yönetmenliğini yaptığım ilk fiiıni birlikte
hazırlamıştık. Umur o filmin senaryo yazarıydı. Daha sonra gerek tiyatroda
gerek müzikallerde birlikte çalıştığımız, kafasına çok güvendiğim birisidir. Bir
başka etken de, ara ara da olsa birlikte iş yapmanın keyfini süreceğim bir adam
olan Metin Akpınar'la bir araya gelmek fikriydi. Metin, Cumhuriyet döneminin en
iyi oyuncularından birisidir hiç şüphesiz. Onu çok iyi tanıyorum. Bir
yönetmenin en büyük avantajı bu kadar iyi tanıdığı bu kadar iyi bir oyuncuyla
çalışmaktır. Bir de bir para istedim verdiler. Gerekli şartlar tamamlandı yani.
(Kahkahalar)"
Ortaklıklarına son verdikleri 1997
yılından beri bir "Güle Güle" filmi için bir de şimdi "Rus
Gelin"de bir araya gelen Zeki Alasya ile Metin Akpınar'ın 37 yıl beraber
çalıştıktan sonra yollarını ayırmalarının sebebi hep merak edilir. İşin iç
yüzünü bir de Zeki Alasya'dan dinleyelim dedik: 'Aramızda büyük kavgalar
gürültüler olduğu sanılır, oysa bizim Metin'le beraberliğimiz 37 yıl süren bir
beraberliktir ve bu, iyimser bir hesapla bile Türkiye'deki insan ömrünün
yansından fazla bir süredir. Bu süre içinde insanların dünya görüşleri,
beğenileri, davranışları ve eğilimleri her yıl bir öncekinden biraz daha
farklılaşabilir. Yani bir noktadan başlarsınız, bir süre her konuda aynı
düşünerek sürdürürsünüz işi ama giderek farklı düşünmeye başlarsınız. Bu yavaş
yavaş olur ama bir süre sonra aranın açıldığını fark edersiniz. Bir gün gelir
ki hiçbir konuda aynı şeyi düşünmez olursunuz. . Böylesine bir fikir ayrılığına
düştüğünüzde ortak üretimi sürdürmek zordur. Yani sabun fabrikası değil ki bu,
bir taraftan hammaddeyi koyalım öbür taraftan çıksın. Bu kadar farklı düşünen
insanların bir şey yaratması çok güç olur. O zaman ne yapılabilir, üretime
nokta koyulabilir, üretim ara ara yapılabilir ya da yanlış olduğunu düşünmeden
sırf para kazanmak için sürdürülebilir. Biz bütünüyle kesmedik ama sırf para
kazanmak için sürdürelim hatasına da düşmedik. Ara ara çalışma yolunu seçtik.
Yani Metin ile beraberliğimiz artık böyle filmlerde falan, ama hiç belli olmaz
yarın öbür gün bir yapımcı çıkar bir müzikalden falan bahseder ikimizin de
aklına yatar, yine süreli olarak bir araya geliriz.
11 kez ZekiMetin filmi yöneten Alasya, yıllar sonra yeniden eski
ortağını yönetiyor bu filmde ve bir yönetmen gözüyle bakınca bugün Metin
Akpınar'ın eskisine göre çok daha iyi bir sinema oyuncusu olduğunu düşünüyor.
"Bu son çalışmada gördüğüm Metin Akpınar, sinema oyuncusu olarak benim
bıraktığım Metin Akpınar'dan bayağı farklı bir noktada. Şimdi, sinemayı daha
iyi koklayan bir oyuncu. O zaman hep tiyatro ön plandaydı ve tiyatro vardı
aklında, oysa sinema yapan insanların sinema düşünmesi lazım, nefesini sinema
olarak alması lazım. Metin onu yapamazdı. Bizim filmlerimizden sonra Sinan
Çetin'in 'Propaganda'sında, 'Güle Güle'de, Abuzer Kadayıf'ta oynadı. Bütün bu
deneyimler onu daha iyi bir sinema oyuncusu yapmış gördüğüm kadarıyla."
Her şeye rağmen görüş ayrılıkları baki,
ama sınırları belli bir senaryo etrafında buluşmaya ve bir proje süresince
birlikte çalışmaya ikisinin de itirazı yok. İş bittikten sonra herkes, aynı
görüş ayrılıklarıyla ayrı ayrı yoluna devam etmekte özgür ne de olsa. Zeki
Alasya'ya sorarsanız o, özellikle televizyona ağırlık verdikleri bunca yıldır
ihmal ettiği sinemaya ağırlık vermek istiyor bundan sonra. "Kimilerini
kızdırsam da baştan itibaren cesaretle söylediğim için yeniden söylemekte
sakınca görmüyorum, sinemayı televizyondan da, tiyatrodan da daha fazla seviyorum"
diyor. "üstelik kameranın önünü deil arkasını seviyorum. Yani parasal
sorunum olmasa yaşamının bundan sonraki bölümünü sadece sinema filmi yaparak
geçirmek isterdim."
Yeşilçam'a dönüş
Geçmişten
bu yana, sinemaya bakışında pek fazla değişiklik olmadığını söylüyor. Değişen
dünyayla birlikte anlatmak istediği hikayeler ve kullanmak istediği teknoloji
değişmiş belki ama tıpkı eskiden olduğu gibi yine "öznel değil nesnel
sinema"ya yakın buluyor kendini. "Fellini, Bertoucci, Bergman gibi
büyük yönetmenlerin filmlerini seyrettiğiniz zaman kimin çektiğini hemen
anlarsınız" diyor. "Bunlar öznel sinemanın çarpıcı örnekleridir.
Bense işin başından itibaren nesnel bir sinemadan yana oldum. Benim bir sinema
dilim olsun ama 16 kelimeyle konuştuğum bir dil olsun ve o 16 kelimeyi
yakaladıkları anda beni tanısınlar istemedim. Giderek gördüm ki dünya
sinemasında da 70'lerden başlayarak bugüne varan başarılı çizgi, nesnel bir
sinemayla mümkün olabildi. Yeni teknolojilerin tümünü cesaretle kullanmak da
sinemaya bakışımın önemli bir parçası oldu her zaman. O günden bu yana çok
değişmedi düşündüklerim."
Eskiden olduğu gibi yegane
amacı güldürmek olan filmler çekmek istemiyor artık. Değişen dünyayla birlikte
unutulmaya yüz tutan değerleri öne çıkaran, hayatın içinden, sıcak, samimi
hikayelerle çıkmak istiyor seyircinin karşısına. ''Anlatmak istediğim hikayeler
değişti tabii" diyor
"Dünya değişti. Son 2530 yıl hem
dünyada hem ülkemizde büyük acılarla geçti ama bundan sonra sevgi, dostluk,
dayanışma gibi unutmaya başladığımız değerlerin öne çıkacağına inanıyorum. Ben
de bu değerleri işleyen filmler çekmek istiyorum. Eskiden olduğu gibi sadece
güldürmek peşinde değilim. Ülkemin barışa ihtiyacı olacak önümüzdeki yıllarda.
Barış adına sanatçıların bir şey koyması lazım ortaya. Ben de bunu yapmak
istiyorum. Biraz masalsı filmler olabilir belki. Tıpkı eski Yeşilçam
dönemindekiler gibi. Bugün beğenmediğimiz o filmler çok önemli bir görev
üstlenmişlerdi. İyiyle kötünün mücadelesinde iyinin galibiyetini görürdük. Çoğu
masalsıydı, çoğu bugünkü sinema düşüncesiyle bakıldığı zaman önemsiz gibi
görülebilirdi ama bu ülkenin belli bir yere gelişinde çok önemli etkileri
olmuştur. Şimdi o filmlerin daha ayakları yere basanlarını yapmaya çalışacağım.
İstediğim Alasya'a sorarsanız bir Türk filminin dünya çapında bir ödül kazanına
zamanı geldi artık. Hatırlarsanız bunu "Güle Güle"nin gösterime
girdiği zaman da söylemiş ve "Güle Güle"yi kast ettiği düşünülerek bir
hayli tepki görmüştü. "Oysa o zaman benim söylemek istediğim başka bir
şeydi" diyor.
"Zamanlama olarak Türkiye doğru bir
çıkış yaparsa birkaç yıl içinde önemli bir festival bulacaktır. Berlin ya da
Cannes da olabilir. Ciddi olarak buna ihtiyacımız var, çünkü dünya piyasasına
açılmak için markaya ihtiyacımız var. Ayrıca Büyük Reis ne kadar cömert, ne
kadar alicenap olduğunu göstermek için yabancı filmler ödülünü hep bu taraflara
doğru uzatır, İtalya da zıplar zıplar kapar. Biraz da bu yüzden söyledim zamanı
geldi diye. Üstelik bu yalnızca o filme ilişkin bir iddia değildi."
Peki "Rus Gelin"e ilişkin bir
iddia olabilir mi deyince, açık yüreklilikle hayır, diyor Alasya. '''Rus
Gelin', eğlenceli, sıcak, popüler bir hikaye ve popüler olmak için kesinlikle
ucuzlatılmamış bir film" diyor. "Çok doğru bir çabanın başlangıcı. O
bakımdan çok önemsiyorum ve sahip çıkılması gerektiğini düşünüyorum. Çok
sıcacık bir hikayeyi çok doğru anlattık, diye düşünüyorum. Bu geçecektir
seyirciye.
O ŞİMDİ ASKER (2002)
Yönetmen: Mustafa Altıoklar, Senaryo: Levent Kazak, Görüntü Yönetmeni: Soykut Turan, Müzik: Jingle Harse, Ömer Ahunbay, Hakan Ozer, Yapım: ANS Productiion/Abdullah Oğuz Yönetmen Yardımcısı: Ceyda Demir, Tuncay Kapucu, Ayşegül Yurdakul, Sanat Yönetmeni: Veli Kahraman, Sanat Yön. Yrd.: Burcu Tokumbet, Sanat Asistanı: Erkan Özdem, Kostüm: Fatoş Suda, Kurgu: Erol Adilçe, Kurgu Asst.: Ekrem Ertikmen, Teknik Direktör: Şener Onar, Dolly Operatörü: Ufuk Kayar, Phonix Operatörü: Hamza Şahin, Ses Tasarım: Orçun Kozluca, Kerem Türer, Kaan Tatlı, Kaan Karlık, Boom Operatörü: Onur Yavuz, Prodüksiyon Amiri: Ali Naci Erol, Satış Müdürü: Bülent Turgut,Oyuncular: Özcan Deniz
(Yüzbaşı Volkan), Ali Poyrazoğlu (Hüseyin), Pelin Batu (Müzeyyen), Yavuz Bingöl
(Karlıdağ), Mehmet Günsür (Nihat), Levent Kazak (Artist), Ali Ersin Yenar
(Can), Ercan Saatçi (Murat), Seray Sever (Askeri Doktor), Özlem Tekin (Aylin),
Gökhan Özoğuz (Atena Gökhan), Yiğit Özşener (Ömer), Yunus Günçe (Dr. Okan),
Hakan Ka (Laptop Recep), Metin Belgin (Alb. Arif Keser), Metin Belgin (Albay),
Naci Taşdöğen (Süslü Başçavuş), Erdem Ergüney, Küçük İskender (Savcı), Meral
Okay (Resmiye), Kürşat, Fresh B., Şebnem Scheffer, Fethi Kantarcı (Seyfi paul),
Sarp Levendoğlu (Yunan Askeri), Remzi Evren, Erdem Ergüney (çavuş), Çağlayan
Neyman, Zühtü Erkan, Nazif Uslu (ağa), Taner Karagüzel, Güneş Emir Emir Özbek
(sürmeli),
Konu:
Çanakkale 5. Er Eğitim Tugayı'nda bedelli askerlik yapan bir grup
"siviller "in öyküsü. Dünyanın ve Türkiye'nin çeşitli yörelerinden
gelip çeşitli sınıfları oluşturan fabrikatör Murat (Ercan Saatçi), işçi Ömer
(Yiğit Özşener), pop yıldızı Gökhan, depremde ailesini yitirmiş Nihat (Mehmet
Günsür), aşırı kiloları nedeniyle zamanında askerliğini yapamamış Can karısının
doğumunu bekleyen Levent (Levent Kazak), Avustralya'da yaşayan Hüseyin (Ali
Poyrazoğlu), Güneydoğulu köy ağası ve Almanya’da yaşayan hiphopçu Fresh öykünün
kahramanlarıdır. İlk günlerinde ağır bir eğitimden geçen ve giderek de askeri
disipline alışmak zorunda kalan bedelli grubun komutanı Yüzbaşı Volkan'dır
(Özcan Deniz). Kahramanlarımız eski sevgililerinin anılarıyla yaşarken, askerliklerini
yaptıkları yörede yeni aşklara da kucak açarlar. Askerliklerinin son günleri
yaklaştığı sırada ise, sahneye konmak üzere kendilerinin ve tüm tugayın
unutamayacağı müzikal bir show hazırlarlar.
Tam bu arada bir deprem olur
ve Ege Denizi açıklarında bir ada belirir. Bu toprak parçası yüzünden Türkiye
ile Yunanistan arasında diplomatik bir gerginlik yaşanacaktır. Savaş kapıdadır.
Tüm terhisler iptal edilir. Ancak beklenmedik bir sürpriz sonucunda savaş
patlamadan biter. Ve herkes evine, eski yaşamlarına geri döner.
Not: Levent Kazak'ın otobiyografik bedelli
askerlik anılarından yola çıkılarak gerçekleştirilen filmde ilk kez “S Cook
serisi objektifler kullanıldı. Ayrıca filmin çekimi sırasında bir çok sahnede
gerçek subaylar ve askerler rol aldı. Filmde kullanılan tüm askeri kıyafet,
teçhizat ve silahlar Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından temin edildi. Etkili
bir sahneyle açılan film boyunca o felaket duygusundan kurtulamıyoruz Asker,
tekne gibi pusulasını şaşırıyor, bir taraftan mizah dalgası bir taraftan
melankoli dalgası vurdukça yalpalıyor ve hedefinden uzaklaşıyor... Buna rağmen,
Hollywood'un büyük stüdyo yapımlarına özgü özenli görüntü yönetimi ve dinamik
kurgusu gıcır gıcır bir görünüm veriyor. Mustafa Altıoklar kariyerinin en iyi
filmine imza atıyor... Kardak krizini hicveden, Ege'deki TürkYunan gerginliği
depremle ilgili fantastik bir temele oturtulması "Eşkıya"nın ölümü
gibi "O Şimdi Asker"in adası da yakışmıyor filmin bütünlüğüne. (Alin
Taşçıyan, Milliyet G. 22 Mart 2003)
Mustafa Altıoklar'ı hep
ilgiyle iz1edim. Kısa filmlerinden, çok sevdiğim (ve sanırım hakkında yazan tek
yazar olduğum) Denize Hançer Düştü adlı Jean Genet uyarlaması ilk filminden
beri... O belki gitgide kişisel bir sinemadan daha popüler bir sinemaya kaydı.
Ama bu pek çok sinemacının kaderi değil midir ve sonuç olarak popüler, ama
düzeyli işler yapmak küçümsenecek bir şey midir?
O
Şimdi Asker, adına askerlik dediğimiz konuda yapılmış ilk filmimiz. Türk
milleti, malum, askerliği sever, dünya yüzünde hala en uzun süreli olan askerliği
gıkı çıkmadan yapar. Ordu başımızın tacı, askerlik ömrümüzün neşesidir. Ve her
erkeğin hayatı içinde en unutulmaz kimi anılar, o döneme aittir.
o Şimdi Asker, öncelikle bu
dönem üzerindeki kimi tabuları yıkıyor. Gerçi konusu çok daha sınırlı ve kendine
özgü bir alan olan 'bedelli askerlik' ama yine de bu döneme gözlemci alaycı,
iğneleyici bir bakış atıyor. Elbette burası ABD değil, Yeşilçam da Hollywood
değil. Onun için, MASH Cephede Eğlence,
Catch 22 gibi askerliğeorduya tavizsiz yaklaşımları ve radikal eleştirileri
beklemeyin... Ama bir ilk deneme olarak, bu film hiç de fena değil.
Tiyatrocu Levent Kazak'ın anılarına filmin
kadrosundan Özcan Deniz, Yavuz Bingöl, Ercan Saatçi gibilerinkiler de eklenmiş.
Ve sonuç olarak, acısıtatlısıyla tam bir Türk usulü askerlik tablosu oluşmuş.
Bedelli askerlikte buluşan ilginç bir karakterler galerisi bu... Çeşitli
nedenlerle yıllarca görevi aksatan "asker kaçakları", yeniden yatılı
okul havasına giriyor, kimliklerini 28 günlüğüne unutup ortak koşullarda birleşiyorlar.
Fabrika sahibiyle orada çalışan işçi, Avustralya'ya göçmüş Hüsnü ve Türkçe
bilmeyen oğlu Seyfi Paul, koğuş arkadaşı oluyorlar. Depremi yaşamış ve
yitirdiği insanların acısını alkolde boğmayı deneyen Nihat, "laptop"
Recep, şişmanlığı nedeniyle hep çürüğe çıkarılmış Can, biraz kendilerini
oynayan Athena'dan sempatik Gökhan, Almanya'dan gelmiş hiphop ustası Fresh,
askerliği hep uzayıp duran Karlıdağ Yavuz Bingöl... Ve niceleri...
Bu tabloda kimi unutulmaz
sahneler yer alıyor. Hüsnü'nün tırmanmada takılıp kalan oğlu Seyfi Paul'e
yardıma koşması, Anzak mezarlığını ziyaret, deprem kurbanı karşısında yüzbaşının
gözünde beliren yaşlar... Finaldeki hem Amerikan müzikallerinden, hem de
Hababam Sınıfı'ndan yadigar 'müzikal oyun' bölümü... Ve de, Kardak adacığından
esinlenmiş, Türk Yunan savaşını başlatmanın eşiğine gelen 'deprem yavrusu'
kayalık bölümü ...
Bu
konutema yeniliğine, Altıoklar bir temel yenilik daha ekliyor. Sinemamızın
cüzamdan kaçar gibi kaçtığı kalabalık sahneleri, geniş ufuklu çekimleri art arda
dizerek ve hepsini de en usta biçimde çözümleyerek, sinemamızı adeta dışarı
açıyor, kalabalıklara ve geniş mekanlara yayıyor.
&
Hikayesi bol bir dünyadır askerlik dünyası. Kendi hikayelerini kapıda bırakıp
içeri giren milyonlarca erkek, ister gönüllü ister gönülsüz gelmiş olsunlar,
anlatmaktan bıkıp usanmadıkları yeni ve unutulmaz hikayelerle çıkarlar dışarı.
İçeride dışarının hikayeleri, dışarıda da içerinin hikayeleri anlatılır. Dolayısıyla
sinema için bir hayli zengin bir kaynaktır aslında ve Amerikan sineması
tarafından da bol bol kullanılıyor zaten. Askerlik yanlısı, askerlik karşıtı ya
da askerlikle dalga geçen o kadar çok Amerikan filmi seyrettik ki Amerikan
ordusunu Türk ordusundan iyi tanıyoruz muhtemelen, oysa savaş filmleri dışında
Türk askerinin dünyasını ele alan hemen hiç Türk filmi çekilmedi, bugüne kadar
(bizim hatırlayabildiğimiz tek örnek Kemal Sunal'ın başrol aldığı komedi dizisi
"Şaban Askerde"). Birçok sebebi olabilir ama Türkiye şartlarında
biraz riskli bir mevzu olduğu kabul edilecek olursa bugüne kadar sanatsal
üretimi teşvik etmemiş olmasını anlamak o kadar da zor değil. Yıllardır
erkeklerin anlatmaya bayıldığı, kadınların dinlemekten sıkıldığı hikayeler
üreten bu er kek dünyası, Mustafa Altıoklar yönetmenliğinde bir filmle
beyazperdede şimdi. Çanakkale 5. Er Eğitim Tugayı'nda bedelli askerliğini
yapmakta olan dünyanın dört bir yanından gelmiş birbirinden çok farklı
insanların zorunlu olarak aynı çatı altında ve uyum içinde geçirmek zorunda
kaldıkları 28 günün hikayesini anlatan "O Şimdi Asker", senaryosunu
Levent Kazak'la Mustafa Altıoklar'ın birlikte yazdıkları bir duygusal komedi.
Birçok ünlünün yer aldığı geniş oyuncu kadrosuyla dikkat çeken çok başrollü bir
film ama Yüzbaşı Volkan'ı canlandıran Özcan Deniz'le bir depremzedeyi
canlandıran Mehmet Günsür'ün karakterlerinin diğerlerine göre biraz daha öne
çıktığı söyleniyor. Farklı sınıflardan ve farklı kültürlerden bir grup erkek fabrikatör.
Murat (Ercan Saatçi), işçi Ömer (Yiğit Özşener), büyük bir pop yıldızı olan
Gökhan (Athena grubunun solisti Gökhan), depremde ailesini ve her şeyini
kaybeden Nihat (Mehmet Günsür), hamile karısını evde bırakıp gelen tiyatrocu
Levent (Levent Kazak), Avustralya'da yaşayan Hüseyin (Ali Poyrazoğlu) ve
diğerleri bedelli askerliklerini yapmak üzere Çanakkale 5. Er Eğjtim)
Tugayı'nda bir ara ya gelmiştir. İlk günlerde onlar bayağı zorlayan askerlik
eğitimine ve askeri disipline alışırlar bir süre sonra. Hatta birkaç gün içinde
kendilerini gerçekten asker gibi hissetmeye başlarlar. Tam bu sırada bir deprem
olur ve Ege Denizi açıklarında bir ada ortaya çıkar. Türkiye ile Yunanistan arasında
gerilim yaratan bu ada yüzünden savaş kapıdadır ancak askerlerin hiçbiri buna
hazırlıklı değildir. Savaş tehdidi karşısında her biri yaşamını yeniden gözden
geçirmek durumunda kalır.
Askerlikle ilgili bir film çekme
düşüncesi, 2001 yılında tiyatro oyuncusu Levent Kazak'la Mustafa Altıloklar'ın
tatil için gittikleri Gökçeada'da ortaya Çıkmış. Askerliğini henüz bitirmiş
olan Levent Kazak, askerde biriktirdiği anılarından yola çıkarak bir senaryo
geliştirmeyi teklif etmiş. Fikir, Altıoklar'ın da ilgisini projeyi. Askerlik en
çok, insanın hayata bakışını geri dönüşü olmayan bir biçimde değiştiren bir
deneyim olarak ilgisini çekiyor yönetmenin. "Her ne kadar gitmek istemesek
ve içeride bizi çok sıkmış günler, haftalar, dakikalar geçirmiş olsak da, ne
olursa olsun askeriyeden çıkan her erkek, öncekinden farklı bir adam olarak
dönüyor sivil yaşama" diyor. "Bunun sebebinin ne olduğunu bilmiyorum.
Orada yaşanan her neyse önceki adam gibi çıkmıyoruz dışarı. Otorite
karşısındaki eşitliği en net ve en keskin bir biçimde hissetmekten kaynaklanan
bir şey belki de."
Erkekler kadar doğrudan olmasa da asker
eşi, asker annesi ya da asker kardeşi olarak kadınların da yaşamak zorunda
kaldıkları, dolayısıyla toplumun her kesimini ilgilendiren bir mesele askerlik
ve bu yanıyla sinemada ele alınmayı fazlasıyla hak eden bir konu AItıoklar'a göre.
"Bu kadar toplumsal bir meselenin bir ucuna kamera tutmanın doğru
olacağını düşündük" diyor. "Festivalde Cronenberg'in son filmini
izledim. Ödipal komplekslerin, 70 milyonluk toplumda ancak 70 kişinin belki
yaşadığı ağır bir şizofreni tablosunun koskocaman bir film olarak karşımıza
çıkabildiğini düşünürsek 70 milyonun tümünü ilgilendiren bir meselenin film
karelerinde yer almasının derece doğaldır." Filmin amaçlarından biri de bu
kadar toplumsal bir mesele olmasına rağmen kadınlara kapalı bu dünyayı onlar
için keşfetmek ve böylece erkeklerin elindeki silahlardan birini almak biraz
da. "Biz gidiyoruz bizzat yaşıyoruz, bu filmle onlara da bir anahtar
deliği verelim istedik ki baksınlar hakikaten erkeklerin abarttığı kadar bir
şey var mı" diyor AItıoklar. "Çünkü erkeklerin bir sünnet silahları
vardır kadınlara karşı kullandıkları bir de askerlik. O silahın altında ne
varmış kadınlar da görsün ve böylece bu afra tafra dönemi de sona ersin
artık."
Askerliğini yapmış bir erkeğe orada en fazla neden etkilendiğini
sorduğunuzda aşağı yukarı aynı cevabı alırsınız. Kişilikleri yok sayan koşulsuz
bir eşitlikten ve özgürlüğe son veren mutlak bir teslimiyetten bahsederler
genellikle. Gerçekten de eşitlik ilkesinin bu kadar kesin ve sert bir biçim
kadınlara karşı kullandıkları bir de askerlik. O silahın altında ne varmış
kadınlar da görsün ve böylece bu afra tafra dönemi de sona ersin artık."
Pek ilgi görmeyen ilk filmi "Denize
Hançer Düştü"nün ardından Türk sinemasının yeniden gişe yapmaya başladığı
bir dönemi başlatan filmlerden biri olarak görülen "İstanbul Kanatlarımın
Altında"yı, ardından 'Ağır Roman"ı ve sonra da 'Aansör"ü çeken
Mustafa Altloklar'ın filmografisinde bireysel özgürlük meselesinin ortak bir
tema olarak giderek ağırlık kazandığını görüyoruz. Yönetmen "O Şimdi
Asker"in aynı temayı daha dolaylı olarak ele alan bir film olduğunu
söylüyor. 'Askerliğin kişilik üzerindeki etkisi beni elbette ilgilendiriyor ama
psikanalitik kökenlerinden ziyade sonuçlarıyla ilgileniyorum" diyor.
"Filimin içinde bir firar girişimi izleyeceksiniz. Detaylara girmek
istemiyorum ama bazılarını o noktaya kadar getiren bir durum söz konusu işte.
Sonuç olarak siz, belirlenmiş bir alanın içinde, size hiç sorulmaksızın, sizden
önce konulmuş kuralları yerine getirmek kaydıyla o düzenin bir parçası
olabilirsiniz ancak ve düzenin bir parçası olmadığımız takdirde mutlu olma
şansınız yok. Buradaki mesele, küçük bir askeri birlikten koskoca bir topluma
iz düşüm olarak getirildiği zaman yine belirli kalıpların içinde olmak
zorunluluğunu ele alınış oluyoruz. Dolayısıyla bireyin özgürlüğü meselesi,
direkt değil ama endirekt bir. biçimde işlenmiş oluyor yine."
Fizik tedavi uzmanı olarak, kısa dönem askerlik yapan yönetmen
nispeten rahat bir askerlik geçirmiş. Bu askerlikten filme çok fazla malzeme
çıkmamış olduğunu tahmin ediyoruz ama o aynı çıkmak istiyorsunuz ya da bağırmak
istiyorsunuz ya da uyumamak istiyorsunuz ya da yemek yememek istiyorsunuz.
Bunların zorunluluk haline getirilmesi zaten insanın üzerinde bir basınç
duygusu yaratıyor ve o basınçtan ne kadar etkilendiğiniz biraz da size bağlı.
Benim gibi özgürlüğüne düşkün ve her türlü halkadan uzak durmaya çalışan bir
adamsanız iki ay size iki asır gibi gelebilir ama eğer kendine dert etmeyen
biriyseniz dört sene de o baskıyla yaşayabilirsiniz."
İnandırıcılık ve samimiyet, sinemada en
fazla önemsediği iki şey Altıoklar'ın. Son yıllarda gişe de başarılı olmuş
bütün filmlerin de bu sayede seyirciyle buluştuğuna inanıyor. "Bir anlamda
sanatta ilkesizliğin taraftarı olduğumu söyleyebilirim ama yine de tek geçerli
ilkenin samimiyet olması gerektiğini düşünürüm" diyor. Bu samimiyeti ve
inandırıcılığı koruyabilmek için senaryo üzerinde çok uzun süre çalışıyor ve
çekim öncesinde çok fazla prova yapıyor. İnandırıcı karakterler geliştirmek ve
Oyunculardan inandırıcı performanslar almak için gerçekten enteresan bir yöntem
geliştirmiş. Şöyle anlatıyor: "Senaryo defalarca yazılıp belli bir
olgunluğa eriştikten sonra karton karakterler kalıyor elimizde, sonra o karton
karakterler üzerinde çalışıyorum. Davranış biçimlerini ve kişilik özelliklerini
hikaye içindeki tutarlılıklarını korumaya çalışarak ve diğer karakterlerle karşılaştırarak
devamlı geri dönüp değiştire değiştire oturtuyorum. Basitçe, bir iki kelimeyle
tarif edilebilecek karakterler ortaya çıktıktan sonra bu özelliklerin ortak
olduğu bir yıldız burcu bulmak kalıyor. ~ bu giderek Kova'laşıyor' diyorsun mesela
bir tanesine. Özcan Deniz'in karakteri giderek Kovalaşıyor diyelim, peki Kova
burcu benim filmimdeki tipte bir yüzbaşıya uyar mı diye kitabı açıp bakıyorsun,
uyuyorsa Kova Burcu'nun diğer özelliklerini Yüzbaşı Volkan karakterini
süslemekte kullanıyorsun. Bunu astrolojiye inandığım için yapmıyorum,
klasifikasyonda kolaylık sağladığı için tercih ediyorum. Bir defa kafadan on
iki tane farklı temel karakterim oluyor elimde böylece. Karakterleri çalışırken
Oyuncularıma öncelikle burçlarını anlatıyorum. Renklerini, uğurlu sayılarını
veriyorum. Bunun ne faydası var diye düşünebilirsiniz ama bu sayede oyuncunun
kendisinden uzaklaşıp başka bir karaktere doğru seyahat etmesi kolaylaşıyor.
Bunların hepsi görünmese de inandırıcılık olarak yansıyor filme. Seyirciyi inandırmak
için önce oyuncuyu inandırmak gerekiyor çünkü." Çocukken oyun oynamış her
insanda doğal bir oyunculuk yeteneği olduğuna inanan yönetmen sinema oyunculuğu
deneyimi olmayan Oyuncularıyla özel çalışmalar yapmış. Bütün Oyuncularından çok
memnun, Özcan Deniz'inse doğal bir oyunculuk yeteneğine sahip olduğunu
düşünüyor. "Oyunculuk adına çok sağlam bir workshop oldu bu film
öncelikle" diyor. "En büyük özelliği bu belki de."
Abdullah Oğuz'un yapım şirketi ANS ile
Mustafa Altıoklar'ın şirketi Röntgen Film'in ortaklığıyla gerçekleştirilen ve
en az 1.5 milyon dolara malduğu söylenen filmin çekimleri, her türlü gerçek
mekanın, askerlerin, araçların, silahların ve tankların kullanımına olanak
tanıyan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin izniyle Tuzla Piyade Okulu'nda yapıldı. Sanılanın
aksine bu izinleri almak o kadar da zor olmamış. "Bir sinema filmi için
Kültür Bakanlığı'na başvurduğunuzda kırk dereden su getirirsiniz oysa Silahlı
Kuvvetler'de hiç öyle olmadı" diyor yönetmen. Genelkurmay Genel Sekreteri
Tümgenerel Aslan Güner Paşa, Altıoklar'la yaptığı görüşmede 'Black Hawk Down'
türü askeri filmleri kaçırmadan izlemeye çalıştıklarını ve yaratıcılar
tarafından hayal edilmiş kimi unsurları zaman zaman stratejik alanda
değerlendirmeye değer bulduklarını söyleyerek askerlikle ilgili teknik
ayrıntılara özen gösterildiği takdirde böyle filmleri seve seve
destekleyeceklerini söylemiş. Silahlı Kuvvetler, filmi izleyip denetlemiş ama
yönetmenin söylediğine göre sadece askerlikle ilgili teknik ayrıntıların doğru
yansıtılması konusunda hassasiyet göstermiş, bunun dışında hiçbir konuda filme
müdahale etmemiş. Buradan da anlaşılacağı üzere askerliği kötü gösteren bir
film değil "O Şimdi Asker" ama Amerika'nın savaş tehditleri savurduğu
böyle bir gündemde nefesini tutmuş barış için dua eden insanların yanında yer
aldığı için Silahlı Kuvvetler'in bir parça kalbini kırmış olabilir. "Savaş
olmasın, savaşlara lüzum yok diyen bir film bu" diyor Altıoklar.
"Durduk yerde hiç yoktan birbirimizi yiyoruz diyen bir film. Dolayısıyla
böyle bir savaş arifesinde olması gereken yerde, benim durduğum yerde
duruyor." SENEM ERDINE (sinema D. Mart 2003)