Powered By Blogger

17 Aralık 2022 Cumartesi

16 Aralık 2022 Cuma

 

ŞEYTAN BUNUN NERESİNDE (2002) 


Yönetmen: Levent Kırca, Senaryo: Yaşar Arak, Müfit Can Saçıntı, Görüntü Yönetmeni: Cengiz Tacer, Yapım: Hodri Meydan/Oya Başar Kurgu: Serter Erus, Sanat Yönetmeni: Feyza Şanalan, Saadet Parlak,

Oyuncular: Levent Kırca, Sezai Altekin, FatmaMurat, Selâhattin Taşdğen, Nilgün Belgün, A Demirel, Ferdi Akarnur, Tuluğ Çizgen, Okan Çivlik, Atilla Pakdemir, Teoman Mermutlu, Ayberk Pekcan, Çetin Altay, Hacı Ali Konuk

Konu: Normal koşullarda pek karşı karşıya gelmeyen farklı sınıflardan iki insanın trajik bir kazada kesişen yaşamlarını konu alıyor. Gecenin bir yarısında yol almakta olan son model bir otomobil, bir virajda motosikletli bir köylüye çarpar. Panik içinde otomobillerinden inen şehirli karı koca, yerde cansız yatan köylüye bakarlar. Reşo (Levent Kırca) adında bir köylüye aittir cansız beden Reşo'nun dünyasında insan hayatının değeri sudan ucuzdur. Yeni evlenmiş kardeşinin karısını eşkıyalar kaçırmış, öbür kardeşini kan davası yüzünden kaybetmiş, bir kardeşi de askerde şehit olmuştur. Hasta babasının ölümünü beklerken oğullarının acısına dayanamayan anası da (Fatma Murat) göçüp gitmiştir. Reşo, nesIini sürdürebilmek için dul bir kadınla evlenmiş ve hemen hamile bırakmıştır karısını. Yeni gelen hayat biraz daha önemlidir onlar için, bu yüzden doğum yapacak karısına kasabadan doktor getirmek üzere yola düşmüştür mobiletiyle. Yusuf (Levent Kırca) ise İstanbul'da büyük bir gazetenin genel yayın yönetmenidir. Mafyayla ve siyasilerle içli dışlıdır. Gazeteyi kendi çıkarları için kullanmaya alışmıştır. üstelik gözü daha da yükseklerdedir. Gazete yönetimindeki gücünü arttırabilmek için patronunun arkasından dolaplar çevirmekte ve bu arada karısı Jalezar Hanımı (Tuluğ Çizgen) da hoş tutmaktadır. Fakat ülkedeki dengelerin değişkenliği kimi zaman Yusuf'un entrikalarının ters tepmesine yol açmaktadır. Gazete büyük bir batağın içine düşmüştür. Savcılar, jandarma ve hatta mafya, şirketin üzerine yürümeye hazırlanırken gazetenin sahibi Alaettin (Sezai Alptekin), özel helikopteriyle yurt dışına kaçmaya hazırlanır. Ancak Yusuf bir şekilde onu gazetede kalmaya ikna eder, kendisi de karısını (Nilgün Belgin) alıp yurtdışına kaçmak üzere otomobiliyle yola çıkar. Gecenin bir yarısı, iki ayrı dünyadan gelen iki araç bir virajda çarpışır. Jandarma olaya el koyar ve şehirden gelen karı kocayı karakola götürür.

 

İlk filmden çıkan dersler

İşte bu sarsıcı çarpışma anından yola çıkarak Türkiye'nin doğusuyla batısı arasındaki büyük uçuruma ve iki tarafta birbirinden habersiz süren iki yaşam arasındaki çarpıcı farklılığa dikkat çekmek istemiş Kırca. Hikaye üretmek konusunda pek sıkıntı çekmediğini biliyoruz. Bu da, zihninin çekmecelerinden birinde yıllardır gün ışığına çıkmayı bekleyen onlarca hikayesinden biri. Yıllar önce, besteci bir arkadaşıyla birlikte doğuya bir yere, turneye giderken aklına düşmüş. "Uzun bir yoldu," diye anlatıyor. "Pencereden bakıyor, gördüklerimiz üzerine konuşuyorduk. Hep böyledir ya; toprakların arasında, uzakta üç beş tane ev görürsünüz. Klimalı arabanın içinde, istediğiniz güzel müziği dinleyerek giderken o ev, sizin için pencereden görünen manzaranın bir parça sıdır sadece ama birdenbire madalyonun öteki tarafını çevirdiğinizde orada birilerinin yaşadığını ama nasıl yaşadığını, sizinle ne kadar kopuk olduklarını, sizin için o insanların yaşamının pencerenizden geçen bir tablo olduğunu fark edersiniz. Burada müthiş bir yabancılaştırma efekti ile yüz yüze gelir insan. İşte böyle bir yerden yola çıktık biz de. Yolumuz uzundu, o gün arabada yüksek sesle arkadaşıma anlatarak kurdum hikayeyi."

Çarpma anından başlayarak geri dönüşlerle bir kırsal kesimdeki adamın bir de şehirdeki adamın hikayesini anlatan ve bu iki karakterin çarpışma anına kadarki yaşamlarını izleyen hikayeyi ilk filminin hikayesine göre çok daha sinematografik buluyor Kırca. "Dikkat ederseniz enteresan bir kurgusu var aynı zamanda" diyor. Gereğinden uzun bulunan ilk filminin seyirciye ulaşmayı başarmış bir film olmasına rağmen hataları olduğunu itiraf ediyor. Geçen yıl gösterime giren filmini büyük bir açık yüreklilikle eleştiren yönetmen" ilk filmden kendime göre çok büyük dersler çıkarttım" diyor. "Bir milyon kişi tarafından izlendi, seyircisi ve getirdiği para açısından önemli bir noktadır bu. Ayrıca büyük bir çaba ve enerji vardır içinde, bir şey anlatmaya çalışmaktadır. Ne var ki biraz uzundu. Benim ve arkadaşlarımın söylemek istediğimiz çok şey vardı. Bunları kafamızda derleyip toplayıp bir süzgeçten geçirememiş ve sade bir senaryoya dönüştürememiştik sanki. Biraz fazla yayılmıştık o filmin içinde. Yeni filmin, daha sinema tadında, daha özlü bir anlatımı var, komiği daha bol ama gene bir Levent Kırca lezzeti taşıyor."

İkinci filmde taşlar yavaş yavaş yerine oturuyor gibi görünüyor. İlk filme yönelik eleştirilerin etkisiyle olsa gerek Levent Kırca her fırsatta bunun daha sinema tadında bir film olduğunu söylüyor. Komediyle trajedi yine bir arada, ama bu kez siyahla beyazın yan yana durması gibi sert değil de yönetmenin sözleriyle ifade edersek "daha içiçe geçmiş halde, sinema diline daha uygun, daha oturmuş bir biçimde." Kırca'ya sorarsanız zaten ikisi mutlaka bir arada olmalı, tıpkı hayatın kendi sinde olduğu gibi. "Sanat ya da sinema bizatihi hayatın kendisidir. Hayata baktığınız zaman da trajediyle komediyi iç içe görürsünüz. Sadece siyahla tablo yapamazsınız. Hayat önünüze bir renk skalası koymuştur. Doğanın kendisinde bu vardır."

Filmin farklı sınıftan iki adamı yüz yüze getirdiğini söylemiştik. Bir tarafta büyük bir gazetenin yöneticisi var. Yusuf, sistemin kuralları içinde at oynatan, kimi satın alması gerekiyorsa onu satın alabilen, gerektiğinde gazeteyi de kendi çıkarları için kullanan katakullici, menfaatçi bir adam. Kırca herhangi bir gazeteyi ya da tek başına basını hedef alan bir film çekmediğini özellikle vurguluyor. "Gökdelenler, burjuva yaşantısı, yerine göre savaş çıkartılabilen bir gazete idarehanesi" diye anlatıyor. "Ama biz burada herhangi bir gazeteden bahsetmiyoruz tabii. Basın halkın kaderini belirliyor belki ama sadece basın değil, büyük holdingler de belirlemiyor mu? Onların desteklediği adamlar iktidar olmuyor mu? Arkasını belli sermaye çevrelerine yaslamayan bir partinin iktidara gelmesi mümkün mü? Gazete çok göz önünde olan bir şey ama gözümüzle görmediğimiz nice büyük şirketler var ki gazetelerin bile kulağını çekiyorlar. Şunu samimiyetle söyleyeyim ki ben bir bütününü anlatmaya çalıştım.

Dolayısıyla gazete egemen sınıfın bir yansıması filmde. Gazetenin yöneticisi Yusuf ise sistemin yarattığı bir canavar adeta. "Kurt mudur tilki midir ne olduğu belirsiz, uzaylı gibi bir yaratık bu adam. Bertolt Brecht'in oyunu 'Puntila ve Uşağı Matti'deki Puntila Ağa böyle bir adamdır işte. Her felaketten bir yarar sağlamayı düşünen, sistemin ürettiği yaratıklardır bunlar. Bir süre sonra bunlara teslim olursunuz. Dağ bir şey doğurur yani."

Öte yandaysa ezilen sınıfı temsil eden Reşo'nun dünyasını görüyoruz; insan hayatının sudan ucuz olduğu, hastalıkların ve ölümün Allahtan bilindiği, yoksulluğun kol gezdiği insanların dünyası. "Bugün o kesimdeki insanlar sınıfsal olarak hiçbir değişime uğramadılar" diyor Kırca. "Hatta daha da kötü durumdalar. Yağmur yağdığında onların evini su basar, ikide bir terörist basar. Bedelli askerlik çıktığında şehirli parasını öder askerliğini yapmaz, vatan görevini de onlar yaparlar. Toprakları artık verimsiz olmuş, ağalık sistemine tam olarak teslim olmuşlardır. Göçler bu yüzden olur, gelir şehirde varoşları oluşturursunuz gelebiliyorsanız eğer. Yani o iki sınıf arasında müthiş bir uçurum, müthiş bir çelişki vardır. Onlar kendi hayatlarını yaşarlar havuzlu villalarında, onlar da orada kendi yaşamlarını yaşarlar. Eğer fazla da bilmiyorlarsa, daha iyisini görmemişlerse normal olan odur onlar için."

& Levent Kırca sinemayı sürdürüyor. Kırca'nın yazdığı bir öykünün senaryolaştırılmasına dayanan yeni film, Türkiye'nin en uç iki kesiminin oldukça kalın ve kaba çizgili tasvirlerinden ve de beklenmedik karşılaşmalarından oluşuyor. Bir Anadolu yolculuğunda, gece yarısı ıssız bir şosede mobiletiyle giden bir köylüye arabasıyla çarpan bir İstanbul gazetesinin genel yayın yönetmeni Yusuf, kazada ölen köylü Reşo'nun ailesini ve acılı Doğu gerçeklerini tanıyor.

Bu, gerçekten de aralarında çağlar bulunan iki dünyanın karşılaşmasıdır. Yusuf’un gazetesi, kitle gazetesi olmak uğruna olmadık tavizler veren, bir yandan politikacılarla, öte yanan mafyayla ilişkisi çığırından çıkmış, boğazına kadar pisliğe batmış bir yayın organıdır: Türkiye' de basının durumunun alabildiğine abartılı, kaba çizgili bir izdüşümü... Yusuf ise tam bir üç kağıtçı, patronun karısıyla yattığı gibi kadını öldürtmek için kiralık katil de tutabilen, yozlaşmanın tepesindeki bir eyyamcı, Batılı deyimiyle oportünistin tekidir.

Doğu ise kendi yoksulluk ve çağ dışılığını yaşar, Levent Kırca'nın yine abartılı yaklaşımıyla... Reşo, kalabalık ailesinin tüm bireylerini üst üste yitirir. Soyun devamı için fingirdek, tombiş bir kadınla evlenir. Doğum yaklaştığında, köyde doktor olmadığından mobiletine atlayıp en yakın kasabaya gitmek zorunda kalır. Bu unutulmuş Kürt topluluğu için rahat, mutluluk ve çağdaş bir yaşam, çok uzak bir düş gibidir. ..

Şeytan Bunun Neresinde?, Kırca'nın ilk filmi Son'un tüm kusur ve erdemlerini taşıyor. Ama sanki bu kez her şey daha bir aşırı gibi... Filmin en olumlu özelliği, gerçek bir mizah yazarının, giderek dehasının gücünü hissettirmesi. Özellikle ilk yarıda espriler yağmur gibi yağıyor ve film, Türk komedi sineması içinde metrekareye en çok yağmur, pardon espri düşen filmlerin en ön safına geçip yerleşiyor. Espri fakiri bir sinema için bu az şey değil.

Ama film, ilkindeki gibi, sonuç olarak biraz uzatılmış bir Levent Kırca Show (ya da 'Olacak O Kadar' programı) olduğu duygusunu vermekten kaçınamıyor. Tüm ilk bölüm, sanki Kırca'nın Kürt ve Doğulu aşiret ve köy yaşamı üzerine ustası olduğu skeçlerin bir toplamı gibi sanki... İş İstanbul'a, basın çevresine gelince, ne kadar gülseniz, ne kadar filanca tipi veya karakteri falanca tipe veya karaktere benzetseniz de, işin dozu tümüyle kaçıyor ve Kırca usulü abartı zirvelere çıkıyor. Evet, mizah zaten gerçeği abartmaktır, ama nereye dek, hangi ölçüde? Bu iki dünyanın belli bir yapaylık içinde gelip bir 'kaza'yla birbirine girmesiyse, en hoşgörülü komedi çerçevesi içinde bile aşırı kaçan bir durum.

Film, evet, güldürüyor. Dediğimiz gibi, esprileri bol. Oyunculuk düzeyi de elbette yiine TV parodisi çerçevesinde olmak üzere, çok iyi. Ama fılmin gerçek bir sinemasal yapıdan ve tüm o zengin mizah gücünü örtecek bir çatıdan yoksun olması, gerçekten de temel bir eksiklik ..

 

 

SIR ÇOCUKLARI (2002) 

Senaryo ve Yönetmen: Ümit Can Güven, Aydın Sayman, Görüntü Yönetmeni: Eyüp Boz, Müzik: Can Atilla, Yapım: Atadeniz Film/Yılmaz Atadeniz – Tivoli Filmproduction/ Denes Szekeres (Türk—Macaristan) Ortak Yapımı Kamera Ast: Sinan Deviren, 2. Kamera Ast: Engin Özkaya, 3.Kamera Ast: Figen Uçkaç, Yardımcı Yönetmen: İ. Serkan Acar, 1. Yön. Yrd: Arzu Birol, 2. Yön. Yrd: Melih Biçer, Akordion Miziği İcra: Muammer Ketençoğlu, Tonmaister: İhsan Apça, Yard. Tonmaister: Özkan Mete, Özgün Müzik Kayıt: Uygur Karaman, Ney: Eyüp Hamiş, Klarnet: Gökhun Çavdar, Flüt: Çağatay Akyol, Gitar: Erdem Sökmen, Düdük: Armen}, Proje Danışmanı: Yusuf A. Kulca, Yapım Sorumluları: Zafer Ayden, Seyfi Çakır, Sanat Yönetmeni: Selda Ülkenciler, Ses Kayıt: Gabor Rozgonyi, Işık Şefi: Recep Biçer, Kurgu: Cem Hamamcı, Set Amiri: Şeref Yılmaz, Set Teknisyenleri: İsmail Keskin, Şeref Kocadölü, Cengiz Çirkin, Işık Şefi: Recep Biçer, Işık Teknisyenleri: Oruç Demir, Nurettin Keleş, Halil Kasap, Ercan Çöz, Alican Çekiç, Teknik Operatör: Kenan Bal, Makyaj: Mediha Döner, Yardımcısı: İlknur Yılmaz, Ses Kayıt: Gabor Bozgonyi, Boom Operatörü: Atilla Kohari, Miks: Julia Kendi, Çevirmen: Balazs Bozgonyi, Set Fotoğrafçısı: Tarık Sayman, Murat Akay, Kostüm Sorumlusu: Özden Özdemir, Aksesuar Sorumlusu: Yasemin Kalaba, Ceyda, Casting Hizmetleri: Zebil Yapım Ltd. Şti., Dekor Sorumlusu: Bektaş İldem, Kamera Arkası Çekim: Ali Demir, Büro Hizmetleri: Görkem Kiler, Set Hizmetleri: Mehmet Subatan, Sponsor Koordinatörü: Fatoş Kırlı, Laboratuar: Sinefekt (İstanbul)/FocusFox (Budapeşte), Negatif Kurgu: Selahattin Turgut, Oyuncu Araştırma: Portakal Filmcilik, Yapım Koordinasyonu: Istvan Juhasız, Yapım Ast: Adrienn Zsoedos, Aysel Özgür, Dış İlişkiler Koord: Lucy Wood, Bilgisayar Kurgu: Extra Yapım Ltd., Ses Kurgusu: Erkan TAktaş (Fono), Optik Yıkama: Yahya Özdemir, Musa Oruç, Jenerik: Dursun İpek, T .C. Kültür Bakanlığı ve Eurimages tarafından desteklenmiştir

 Oyuncular: Fırat Tanış (Velit), Halil İbrahim Aras (Cemil), Özgü Namal (Zeynep), Volga Sorgu (Antepli, Mehmet Ali Alabora (Keşo), Nur Sürer (Münevver), Mustafa Uğurlu (Palyaço Arslan Kaçar (Şerafettin), Serdar Orçin (Ziya), Arif Erkin (Baba), Mustafa Turan (Berber Sefa), Suna Selen (Keşo Anne), Erdinç Olgaçlı (Hasan Dayı), Tibor Varga (Christopher), Aslı Başak Paçacı (Sincap), Batuhan Leveni (Tilki), Ildiko Inzce (Deli Kadın), Barış Küçükgüler Andrea Balogh (Fahişe), Barış Küçükgüler (Boyacı İlyas), Timur Ölkebaş (Kansız), Fatih Akyol (Yaşar), Yüksel Arıcı (Üvey baba), Serkan Ercan (Keşanlı), Mert Şengül (Çakal), Merih İnce (Şair), Ozan Bilen (Hoca), Uygur Akaya (Cevat), Onur Kaan Çelebi (Ahraz), Serhan Oktay (Postacı), Mesut Yılmaz (Yetim), Murat Bakan (Arap), Yurdaer Okur (Ertan), Muammer Ketençoğlu (Akordeoncu), Sibel Hacıdoğan (Aynur), Fuat Onan (Ramazan), Naci Çelik, Bülent Şakrak, Behruz (TV Yapımcısı), Okan Yalabık (2. Erkek Sevgili), Dilek Yorulmaz (2.Kız Sevgili), Taner Turan (Sivil Poılis Şefi), Açelya Kardelsoy (Bardaki 1. Kız), Aysun Yapıcı (Bardaki 2. Kız), Ersin Altınok (Yardımsever Adam), Hasan Karcı, Orhan Kural, Ali Zebir (Ev Sahibi), Muhsin Aşan (Büyük Ağabey), Hüseyin Filiz (Ortanca Ağabey), Bülent Şakrak (1. Kapkaçcı), Eray Kahya (2. Kapkaçcı), Yakup Yavru (Devriye Polisi), Ali Köroğlu (Ziya’nın Arkadaşı), Mehmet Akgün (Karakol Polisi), Mustafa Vurgun (Darbulacı Çocuk), Barış Kocasay (Darbulacı Çocuk), Arman Biçer (İskeledeki Çocuk), Umut Biçer (İskeledeki Çocuk), Halil İbrahim Özcan

(Genelevdeki Adam), Kemal Bilginer (Şarküterideki 1. Polis), Ahmen Emin Beli (Şarküterideki 2. Adam), Arzu Lılınç (Eczanedeki kadın), Nail Kırmızıgül (1 Erkek Sevgili), Ayten Soyutürk (1. Kız Sevgili), Konuk Sanatçılar: Sanem Çelik, Mehmet Özdilek, Suat Sungur (Eczanedeki Erkek), Beyazıt Öztürk, Mustafa Alabora (Eczacı), Necmettin Çobanoğlu (Reşo’nun Dayıdı)

Konu: Küçük Cemil, üvey babasının şiddet estirdiği Adana'daki evinden kaçar. Ayrılırken uyumakta olan annesi Münevver 'in yastığının altına para bırakarak onun yüzünü okşar. Haydarpaşa garında akşam saatlerinde trenden inen Cemil, garın karşısındaki eski bir lokomotifin içine girer ve cebinde taşıdığı palyoçosunu da yanına koyar ve uykuya dalar. Rüyasında lokomotife bir palyaçonun geldiğini görür. Uyandığında İstanbul'da her zamanki yoğun günlerden biri başlamıştır. Cemil, simit almak için cebini kurcalarken düşürdüğü parayı alan bir tinerci çocuk simit alır ve arkadaşlarıyla bölüşür. Tinercinin arkadaşları Cemil'le ilgilenmişlerdir

 

Tinerciler Cemil'i de yanlarına alarak giderler. Çocuklar bir kahvecinin verdiği çayları içerken pislik dedikleri Şerafettin'in gelmekte olduğunu görürler. Paniğe kapılan tinerci çocuklar aceleyle kaçarlar. Yolda boyacılık yapan İlyas'ın yanına uğrarlar. İlyas, futbola meraklıdır ve onlara yanındaki topla birkaç numara gösterir. Tinerciler ve Cemil geceyi geçirmek için terk edilmiş eski bir mekana giderler. Tinerciler, Cemil'e kendisini polise götürmeyi teklif ederler. Cemil kabul etmez. Amacı para kazanıp annesini yanına almaktır. Tinerciler berber Sefa'nın yardımıyla aralarında para toplayıp, çocuğu annesinin yanına göndermeyi düşünmektedirIer. Cemil tinerci çocuklarla uyurken rüyasında annesini görür Tinerci çocuklarla birlikte Tanya isimli bir kadında kalmaktadır. Münevver, Cemil 'in kaçmasına ve kocasının eziyetine dayanamamış, kocasını bıçaklayarak evi terk etmiştir. Tinercilerin büyük olanı Velid, hoşlandığı milli piyango bileti satıcısı genç kızın çantasını çalan kapkaççılardan alarak kıza geri getirir. Tinerci çocuklardan biri ninesinin sandığından içi dolu bir para cüzdanı getirmiştir. Fakat paralar tedavülden kalkmıştır. Cemil'in rüyasına yeniden giren palyaço, ona annesini özlediğini diğerlerine neden söylemediğini sorar. Cemil, kendisini geri göndermelerinden korktuğunu söyler palyaçoya. Cemil'in annesi Münevver, İstanbul'a gelir. Tinerci Velid hoşlandığı piyangocu kızın dikkatini çekmek için kızın yanında Cemil'den düşme numarası yapmasını ister. Münevver, kız kardeşi olan Zeynep'in evine gitmiştir. Zeynep Beyoğlu'nda piyango satan genç kızdır. Zeynep, Münevver'i yatalak olan babalarının yanına götürdüğünde adam birden sinirlenmiştir. Diğer yandan Münevver evliyken Ceyhan'a, kör Hacer'in oğlu Kenan'a kaçmıştır. Münevver'in kayınvalidesi oğullarından Reşit'in onu öldürmesini ister. Ferit, tinercilerden Aras'ın küçük çocuklardan birini para karşılığında sattığını fark eder. çocuğu kurtaran Velid, Aras'la ölüm kalım mücadelesine girişir. Bu arada küçük Cemil hastalanmıştır. Seyit İstanbul'a gelmiş ve Münevver'in adresini bulmuş fakat onu öldürememiştir. Zeynep'in arkadaşı devrimci bir genç Velid'i Zeynep 'le tanıştırır. Kimsesiz çocukların hamisi Christopher'ın evinde tinerci çocuklar Christopher'ın himaye ettiği Ümit'in askere gidişini kutlarlar. Seyit, evinde kaldığı akrabasına Münevver'i bulamadığına ilişkin yalan söyler. Küçük Cemil'in kaldığı kahvenin sahibi bir gece sarhoş olarak kahveye gelir ve küçük çocuğa tacizde bulunur. Velid ve bir gurup arkadaşı bir gece Şerafettin'i ıssız bir sokakta sıkıştırarak bıçaklayarak öldürür. Münevver oğlunu bir TV programında görmüştür.

 Zeynep'in yardımıyla TV kanalıyla ilişkiye giren Münevver oğlunu bulur. Seyit dayısıyla birlikte yemek yerken Münevver ve Cemil 'in buluşmasını istismar eden televizyon kanalını izlemektedir. Seyit, toplumsal baskıyla istemeyerek de olsa televizyon kanalının çııkışında Münevver'i öldürür. “Prof. Dr. Alim Şerif Onaran/Doç. Dr. Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 354”

 

Ödüller

39. Antalya Altın Portakal Film Festivali (2002)

► Dr Avni Tolunay Jüri Özel Ödülü,

►En İyi Erkek Oyuncu (Fırat Tanış),

►En İyi Sanat Yönetmeni (Selda Ülkenciler),

►Halk Jürisi Ödülü "En İyi Film";

Sadri Alışık Sinema Ödülleri (2003)

► "Umut Veren Kadın Oyuncu" (Özgü Namal),

22. Uluslararası İstanbul Film Festivali (2003):

► "En İyi Erkek Oyuncu" (Fırat Tanış).

14. Uluslararası Ankara Film Festivali (2002):

► En İyi Kadın Oyunncu (Nur Sürer),

► En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Volga Sorgu),

► En İyi Sanat Yönetmeni (Selda Ülkenciler),

► Umut Veren Kadın Oyuncu (Özgü Namal),

► Umut Veren Erkek Oyuncu (Fırat Tanış), S Umut Veren Senaryo Yazarı (Ümit C.  

 Güvendın Sayman),

► Jüri Özel Ödülü;

19.Mısır Alexandria Film Festivali (2003):

► En İyi Aktör,

SİYAD seçiminde (2003):
    "Yılın Umut Veren Genç Sanatçısı" (Fırat Tanış).

 & Bir ortak yapım ve ortak yönetmenlik çalışması olan 'Sır Çocukları', temelde ülkemizin büyük yaralarından biri olan evden kaçan ve tinerci olan çocukların dramı üzerine yoğunlaşan bir film. Filmin fonunda ayrıca çözülemeyen feodal ilişkilerin uzantısı olan kan davası, namus cinayetleri ve illegal siyasal örgütlenmeler üzerine değinmelerde yer tutuyor. Sır Çocukları, ele aldığı temayı melodrama indirgemeden, gerçekçi olmayan mutlu sonlada çözümlemeden yansıtmaya çalışan bir film. Bu tavrıyla da aslında zaman zaman belgesel bir film gibi gelişerek, uzunca bir süredir toplum hayatımızın gündemini çeşitli şekillerde işgal eden bir konuya, tinerci çocuklar sorununa ayna tutmaya çalışıyor. Filmin yönetmenlerinden Aydın Sayman, "Bu filmde sokak çocuklarının durumu konusunda toplumu ağır uykusundan uyandırmak için çalıştık" derken, "kendisi de eskiden bir tinerci ve sokak çocuğu olan filmin fikir babası ve diğer yönetmeni Ümit Güven de, daha çok çalışmaları gerektiğini ifade etti. Güven, 'çünkü sokak çocuklarıyla ilgili bu proje çok güç ve emek isteyen bir proje' (Sokak Çocuklarının Filmi: Sır Çocukları, Radikal, 2002) derken, "Sokak onların evleri olduğu kadar aynı zamanda bir vahşet. Bu vahşete karşı omuz omuza olmak zorundalar. Ben onların arasına girdim, arkadaş oldum. Bana bir 'ağabey' gibi yaklaştılar. Toplum tarafından dışlanan masum yüzler gördüm. O çocuklar pırıl pırıl bir nesil olabilir. Bu çocuklar hayatla savaşıyor" diyerek filmin oluşum nedenlerine açıklık getiriyor (Özyurt/Şenel, Radikal, 14.05.2002). Aslında Sır Çocukları temelde tinerci çocuklar sorunu üzerine odaklanmış bir yapıda görünse de gerçekte bir sistem eleştirisine de soyunuyor. "Makineleşmiş, betonlaşmış bir toplumda insanların yüreği de katılaşıyor: 'Sır Çocukları' aslında bir sevgi fillmi... Annelerin, babaların çocuklarını sevmesi gerektiğini vurgulayan bir film" (Özyurt, Radikal, 25.12.2002:20).

& Ele aldığı öykünün yamacında, günümüzde medyanın her şeyi raitinge endekslemiş tavrı, kapkaçılar gibi toplum hayatını yaralayan konular da filmde gündem teşkil ediyor. Aydın Sayman ve Ümit Güven'in filmi toplumumuzda kaybeden, çıkışı olmayan insanların trajik durumlarını karşımıza acıtıcı bir şekilde getiriyor. Toplumumuzda oldukça yüksek sayıda insanın yoksulluk sınırında yaşadığını düşündüğünüzde, ele alınan sorunların önemi daha büyüyerek ortaya çıkıyor. Filmin odak noktası, kaybeden insanlar üzerine kurulu. Başta tinerci çocuklar olmak üzere, pek çok dert bu bağlamda gündeme geliyor. Çoğumuzun karşılaştığında biraz da tedirginlikle yolunu değiştirdiği bu çocukların da, aslında korkulmaması, nefret edilmemesi gereken kişiler olduğu filmde işleniyor. Tinerci çocuklar filmde salt çalmaya, adam öldürmeye meyilli insanlar olarak işlenmiyor.

Filmin yönetmenleri, anlatmak istedikleri dünyayı sinemayla ifade ederken. özellikle Ümit Cin Güven'in sokağın içinden gelen deneyimlerini kullanmışlar. Filmin ele aldığı tinerci çocuklar şüphesiz masum, zararsız kişiler olarak sunulmuyorlar. Ama çoğunlukla bir vicdanları olan ve nedensiz yere kimseye zarar vermeyecek insanlar olarak işlenmişler. Diğer yandan bu çocuklar hakkında, çoğumuzun aklına gelmeyebilecek insani boyutlar da filmde öne çıkarılmış. Örneğin tinercilerin lideri Velid'in küçük Cemil'i sokaklardan koruyabilmek için arkadaşları ve berber Sefa'nın yardımıyla para toplayarak annesinin yanına, Adana'ya göndermeye çalışması ya da Velid'in piyangocu kız Zeynep'e duyduğu aşk gibi. Bu yaklaşımların kurmanın sınırları içinde yaratıldığını, gerçek yaşamda bunların olmayacağını düşünebiliriz. Fakat Sır Çocukları, olabildiğince başarılı oyunculuğu ve duyarlı emil gözü anlatımıyla bizi en azından önyargılarımızdan kurtularak hayata insan olmanın onuruyla bakmanın gerekliği konusunda düşündürüyor. Film, ele aldığı kişilerin yaşamındaki felaketleri önümüze getirirken, bu kadarı da fazla dedirtebilecek bir isyan duygusu uyandırabilir. Ama bu durumda aslında isyan duymaktan çok, ülkemize özgü gerçeklerin yarattığı dramlara tanıklık etmenin sıkıntısını duyumsamak gerekiyor. Filmde umudu, çocuksuluğu temsil eden tek şey düşlerde ortaya çıkan palyaço. Sır Çocukları'nın neredeyse bütün karakterleri kaybediyor. Küçük çocuk dönmüş bir kahve işletmecisinin tacizine uğrayarak yaşama tutunma şansını kaybediyor. Annesi küçük mutluluklar peşinde koşmak isterken, katil olup kocasının kardeşi tarafından öldürülüyor ve Cemil'in içindeki son umut kırıntılarını tüketiyor. Feodal toplumun ceberrut namus anlayışı yüzünden Münevver'i öldürmek zorunda kalan genç Seyit'in yaşamı tükeniyor. Filmin en olumlu ve umut yaşayabilecek karakteri Zeynep'in ise, devrimci bir arkadaşının yüzünden başı derde giriyor.

Sır Çocukları, tüm olumlu unsurlarına karşın, aynı anda çok sorunu gündeme getirmeye çalışmanın da sıkıntısını yaşıyor. Örneğin; filme yama gibi eklenmiş ve derinlemesine işlenmemiş Zeynep 'in arkadaşı devrimci genç ve onun Zeynep'e verdiği zarar filmde sırıtıyor, şablon bir karakter ve olay zinciri olarak eğreti duruyor. "Sokaktaki zorlu yaşamı olanca gerçekliğiyle yansıtmaya ara verip yarısından itibaren masalsı bir yöne dümen kıran 'Sır Çocukları' bir yandan aile ve kan davası gibi kırsala ait geleneksel sorunlara değinirken öte yandan sokakta, aşırı uçlarda, pamuk ipliğine bağlı bir yaşam süren, her an diken üstünde, ayakta kalma mücadelesi veren, marjinal bir kesimden kesitler sunarak kimi yeterince işlenememiş kanı canlı portreler çizmeye girişiyor" (Çapan, Cumhuriyet, 20.12.2002).

Sır Çocukları, toplumsal yaşamın eleştirisine soyunurken pek çok yönetmenimizin düştüğü bir hastalıktan kurtulamıyor: halkı bir filmle bilinçlendirmek ve her sorunu anlatmaya çalışmak. "Kuşkusuz kimi senaryo, anlatım, montaj sorunları aşılabilse, kimi yan öykücük ve karakterleri ayıklanabilse, uzun tutulmuş süresi kısaltılabilseydi seyirci karşısına daha başarılı ve iz bırakan bir film olarak çıkabilirdi' Sır Çocukları'... Maceralı, sorunlu, fasılalı bir çekim serüveninin ardından afişlere çıkan ve sinemamıza yeni isimler kazandıran, son tahlilde artıları eksilerinden fazla bu samimi ve taze film, tozpembe bir yamalı bohça olmaktan sıyrılarak görülmeyi hak ediyor. “Prof.Dr.Alim Şerif Onaran/Doç.Dr.Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 355 ”

& Büyük bir iyi niyetle yapılmış, her gün sokaklara yansıyan ve ülkenin gerçek, büyük bir sorunu olan sokak çocukları üzerine bir filme olumsuz yaklaşmak kolay değil. Ama eleştirmenlik kimi zaman böyle şeyleri aşmayı da gerektiriyor. Sır Çocukları, ailesinden kaçarak İstanbul'a gelen 10 yaşlarındaki bir çocuğun öyküsünü anlatıyor. Bir sokak çocukları çetesine katılıyor Cemil... Arkasından İstanbul'a gelen annesi ise kör bir piyango bileti satıcısının yanında bilet satan kız kardeşinin evine sığınıyor. Ama ardında, onu bir namus sorunu nedeniyle izleyen bir katil adayı vardır ...

Sır Çocukları, bir zamanların Yeşilçam filmlerinin ya da Kemalettin Tuğcu romanlarının çocuklara bakışı ile daha günümüzden, daha gerçekçi bir yaklaşımın sentezi çabası gibi duruyor. Kimi duyarlılıkları eski Yeşilçam'ı da aşarak daha eskiye, örneğin Chaplin'e gidiyor: kör satıcı ve yanındaki genç kızın Şehir Işıkları'nı hatırlattığı söylenemez mi? Avare çocuklar çetesi ve başlarındaki Veli'yse sanki hık demiş Raj Kapoor'un Avare'sinin burnundan düşmüş ...

Kimsesiz çocuklar sorununu büyük bir iyimserlikle, sorunun ardında yatan acıyı, küçük bedenlerin ve ruhların korkunç yalnızlığını pek duyuramadan, pembe bir tavırla işliyor film... Özellikle ilk yarı çok uzun, çok savruk... Sonlara doğru beklenmedik biçimde toparlanıyor ve etkili bir finalle sonuçlanıyor gerçi... Sempatik oyuncuları da var: özellikle Antalya'da ödül alan Fırat Tanış. Ama sanki çok daha iyi olabilirdi gibi geliyor insana ... Belki gelecek sefere …”Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 135”

 

 

 SEVDAMSIN BENİM (2002) 

Senaryo ve Yönetmen: Oğuz Gözen, Görüntü Yönetmeni: Ferhat Bakır, Müzik: Hacı Gezici, Yapım: Ge Film/Hacı Gezici

Oyuncular: Mesut Mertcan, Cemal Gencer, İncilay Özdemir, Hacı Gezici, Nuri Tek, Merve Can, Mehmet Surkentli, Süleyman Bahtıkara, Cengiz Karacan, Cemal Ertokuş

Konu: Bir kasabanın balıkçı meyhanesinde hizmet eden kimsesiz bir kızla bir yazarın dramatik öyküsü.

 

RUS GELİN (2002)


Yönetmen: Zeki Alasya, Senaryo: Umur Bugay, Öykü: Elvan Pektaş Deniz, Müzik: Müjdat Akgün, Görüntü Yönetmeni: Eyüp Boz, Yapım: Bugay Film/ Umur Bugay Yönetmen Yardımcısı: Faruk Karaçay, Yardımcı Yönetmen: Korkut Akın, Sanat Yönetmeni: Saim Bugay, Kurgu: İsmail Niko Canlısoy Genel Koordinatör: Nezihe Dikilitaş, Belgin Kutun,

Oyuncular: Zeki Alasya, Metin Akpınar, Tatyana Tsvikeviç, Murat Akkoyunlu, Sibel Taşçıoğlu, Şafak Sezer, Bilge Şen, Nezih Tuncay, Ali Uyandıran, Ömer Çolakoğlu, Serdar Bordanacı, Ünal Erdoğan, Levent Ünsal, Erdoğan Tuncel, Azer Bülbül, Faruk Karaçay, Yıldırım Öcek, Şebnem Alakurt, Uluç Özkök, Şafak Orbay, Tuncay Tarhan, Celâl Özberk, Cengiz Samsun, Ali Yaylı, Hale Caneroğlu

Konu: Dünya şampiyonu bir Rus kadının Türkiiye'deki öyküsü. Türkiye adına yarışa katılmak için Moldovya'dan gelen Rus güzeli okçu Lena Aslanova (Tatyana Tsvikeviç), beklenmedik bir sorunla karşılaştı: Bu yarışa katılabilmek için formalite evliliği yapması gerekmektedir. Bu evlilik için, federasyon başkanı Mithat Kocabaş (Zeki Alasya), namazındaki niyazındaki eski bir pehlivan (Metin Akpınar) olan yaşlı damat adayını ikna eder. Bu arada güzel okçu kızı ülkesine geri götürmek isteyen Moldovyalı ajanlar iz sürmektedir. Yaşlı pehlivan ise birden Lena’ya aşık olmuştur. Bu nedenle formalite evliliğine karşıdır. Büyüsüne kapıldığı Rus kızıyla, geleneklerine uygun bir düğün le bu evliliği yasallaştırmak ister. Federasyon başkanı Mithat Kocabaş da gizliden gizli ye Lena’ya aşık olmuştur. Başkan her iki taraftan da zor durumda kalmıştır. Lena'nın oteli terk edip pehlivanın evine yerleşmesine engel olamaz. ve olaylar komik bir evlilik macerasıyla sürüp gider.

 Ödül:

Sadri Alışık Sinema Ödülleri (20022003)

► Murat Akkoyunlu "umut veren erkek oyuncu".

& Rus Gelin, elin yüzü düzgün, sinema gibi sinema işte. Hayır, sanıldığı gibi bir Zeki’nin filmi değil, Yönetmen Zeki, bir Metin filmi yapmış .. Hem de çok iyi yapmış .. Bir defa teknik kalite iyi .. Çekimler iyi, görüntü, ses, müzikler iyi. Sizi rahatsız eden bir şey yok. Şirin bir öykü.. Hemen hepsi çok iyi yönetilmiş, iyi oynamış oyuncular. Metin Akpınar, Rumelili pehlivan eskisi rolünde, aksanı ile başlayarak harikalar yaratıyor. Kahkaha ile gülerek, kah gözleriniz yaşararak izliyorsunuz. Metin tiyatrocu.. Ama teatral oynamıyor, rol kesmiyor. Sinemacı gibi oynuyor.. Öteki tiyatrocular da öyle.. Şafak Sezer, Murat Akkoyunlu ve Bilge Şen'e de bayıldım mesela. Filmde havada kalan, kopuk iki tip var. Nerden, niye geldikleri ve nereye gittikleri belli olmayan casuslar (Hıncal Uluç, Sabah G., 8 Şubat 2003)

& Metin Akpınar Zeki Alasya ikilisini yeniden görmek ne güzel.. Türk usulü komedinin bu altın çocukları, hayat yolunun ileri bir noktasına geldiler. Açıkçası yaşlandılar. Ama küçük ekrandan bize sürekli yansıyıp duran onca eski filmlerinin sık sık hatırlattığı gibi, onlar bizim gerçek ve büyük komedi ustalarımız, tiyatrodan, 'kabare'den gelip sinema da da son derece olumlu işler yapan büyük halk sanatçılarıydı. Ve hala da öyleler ...

Zeki Alasya'yı da yönetmenliğe döndüren bu yeni filmleri, Türkiye'nin yakın yıllarda yaşadığı kimi olaylardan esinler taşıyor. Rusya' dan, Moldovya'dan ülkemize sığınan bir kadın ok şampiyonu, burada Okçuluk Federasyonu tarafından karşılanıyor. Peşinden ayrılmayan iki casusla birlikte ... Güzel Lena'nın Türkiye adına uluslararası alanda yarışabilmesi için Türk vatandaşı olması gereklidir. Bunun en kestirme yoluysa ona, kağıt üzerinde kalan bir formalite evliliği yaptırmaktır. Federasyon başkanının has adamı olan bir gencin, namazında niyazındaki eski pehlivan kayınpederi, akla gelen ilk isim olur. Ve evlilik gerçekleşir. Ama güzel Lena'nın çekiciliğine kimse dayanamaz ki...

Böylece, ununu eleyip eleğini asmış yaşlı adam da, kaşarlanmış başkan da kadına abayı yakarlar ve vaveyla kopar ...

Umur Bugay'ın daha önceki senaryo ya da TV dizilerini hatırlatan bir sıcaklığı var senaryonun ... Ve film çok da iyi başlıyor. Havaalanı, antrenman sahası vb. mekanlardaki kalabalık sahneler, prodüksiyon olarak çok iyi çözümlenmiş. Türk erkeğinin, giderek Türk insanının kimi temel özellikleri çok iyi biçimde saptanmış ve mizah konusu yapılmış. Alasya da, Akpınar da üzerlerine eldiven gibi oturan rollerinde çok iyiler ve de o ezeli rekabet filmlerde ... ama galiba biraz da gerçek hayatta), bir hikaye boyunca yeniden canlanıp karşımıza geliyor sanki ...

Ancak ikinci yarı da işler biraz bozuluyor. Belli bir yerde duruyor sanki hikaye ve Akpınar ile genç kızın ilişkisi, üzerine yeni eklemeler yapılmaksızın, tekdüze biçimde olduğu yerde sayıyor. Allah'tan Bugay Alasya ikilisi, burada biraz da dram malzemesini devreye sokuyor ve hikayeye bir 'çok genç bir kıza aşık yaşlı adam' sosu katıyorlar. Bu Mavi Melek teması üzerine birkaç dokunaklı sahne ve de final, filme daha hüzünlü bir hava katıyor.

Rus Gelin beklediğimiz kadar iyi değilse de, sonuç olarak keyifle izlenen bir film. Benim için en ilginç yanıysa, iki yeni ve büyük yeteneği keşfetmek oldu: pehlivanın kızı ve damadı rollerindeki Sibel Taşçıoğlu ve Murat Akoyunlu. Özellikle Akoyunlu geleceğin parlak bir komedyeni olacak desem... Acaba yanılır mıyım? “

& 37 senelik beraberliğin ardından yollarını ayırdıktan sonra ilk kez "Güle Güle" filminde bir araya gelen Zeki Alasya ve Metin Akpınar, ikiliyi birlikte görmeyi özleyenleri mutlu etmesi beklenen bir başka filmle yeniden seyirci karşısına çıkıyorlar. Yönetmenliğini Zeki Alasya'nın yaptığı "Rus Gelın", Moldovya'dan gelen dünya şampiyonu bir okçunun Türkiye adına yarışabilmesi için yaşlı bir pehlivanla yaptığı formalite evliliğini konu alan bir komedi. (Senem Erdı Ne (Sinema D. Şubat 2003)

Son yıllarda daha çok "Bizimkiler" ve Yazlıkçılar" gibi Türkiye'nin en çok seyredilen televizyon dizilerinin yapımcısı olarak tanınan ama aynı zamanda Yeşilçam'ın altın günlerine uzanan bir sınema geçmişine sahip deneyimli bir senaryo yazan olan Umur Bugay'ın geliştirdiği bir film projesi "Rus Gelin". Ertem Eğilmez'in çektiği ilk "Hababam Sınıfı"nın, "Çöpçüler Kralı", "Kapıcılar Kralı" ve "Düttürü Dünya" gibi popüler komedilerin senaryolarını yazan Bugay'ın son film projesi, 2000 yılında gösterime giren, başrollerini Güven Kıraç, Meltem Cumbul ve Zafer Algöz'ün paylaştıkları "Duruşma" filmiydi. Maddi olanaksızlıklar yüzünden sinema yapamadığından yakınan yapımcı, EIvan Pektaş Deniz'in öyküsünden uyarladığı "Rus Gelin"i de 90 dakikalık bir televizyon filmi olarak düşünmüş başlangıçta ancak sonra, yeni kurulan bir yapım ve dağıtım şirketi olan Türk filminin devreye girmesiyle birlikte bir sinema filmine dönüşmüş proje. Sinemaya yatırım yapmak ve her yıl en az iki Türk filmi piyasaya sürmek iddiasıyla yola çıkan şirket, projeyi satın a1mış ve bir sinema filmi olarak gerçekleştirilmesini sağlamış. "Rus Gelin"le ilgili bilgi almak üzere görüştüğümüz şirket yöneticisi Çağlar Ergin, "Kuruluş dönemlerimizde sektörde bir kıpırdanma vardı. İnsanlar film çekmek istiyordu, biz de biraz imdada yetişir gibi olduk ve ilk defa Bugay yapımın bu projesine destek verdik" diyor. "İkinci projemiz de çok iddialı olacak. Senaryosunu Cem Yılmaz'ın yazdığı ve başrolünü üstleneceği bilim kurgu komedi türündeki bu filmin hazırlıkları sürüyor. Mart'ta çekime başlanacak ve sonbaharda gösterime girecek. Türk sinemasını bundan 20 yıl önceki şaşaalı günlerine döndürmeye çalışacağız. Ne Hollywood'a yanaşan ne Avrupa sinemasına öykünen, bütünüyle Türkiye'nin gerçeklerinden hareket eden Türk filmleri çekmek istiyoruz. Bu film de bunun örneklerinden biri. Her şeyiyle bir Türk hikayesi. içinde bir Gagalus Türkü var, pehlivan var, federasyon var"

Başrollerini Zeki Alasya, Metin Akpınar ve Türkiye'de modellik yapan Rus oyuncu Thtsyana Thvikeviç'in paylaştıktan filmin konusu şöyle:

Moldovya'dan gelen, dünya şampiyonu bir okçunun (Thtsyana Thvikeviç) Türkiye adına yarışabilmesi için formalite evliliği yapması gerekmektedir. Federasyon Başkanı (Zeki Alasya), damat olarak düşünülen eski bir pehlivanı (Metin Akpınar) bu evliliğe ikna etmeyi başarır. Bu arada ajanlar Rus okçunun peşindedir, yaşlı damat ise formalite icabı evlendiği genç ve güzel eşine aşı olmaya başlamıştır…

"Filmin bugünkü halimizi anlattığını söyleyebiliriz" diyor Umur Bugay. "Komik olan halimiz işte. Hamaset, bürokrasi... Her şey bizde büyük mesele haline geliyor. İşte hamasi bürokratlarımızla, madalya mücadelesini öne çıkaran onların bakış açısıyla, asıl iş yapan insanların çabalarının çatışmasını görüyoruz filmde. Komedi de buradan kaynaklanıyor."

"Rus Gelin", özel olarak ZekiMetin ikilisi için tasarlanmış bir film değil. "Zaten bir ikili filmi değil bu" diyor Bugay. "Diğer filmlerindeki gibi bir ikili çatışması yok ama pehlivan rolü Metin için düşünüldü. Şener Şen de düşünülmüştü aynı rol için ama Şener'in başka projeleri vardı. Metin okudu, çok benimsedi."

Dolayısıyla önce Metin Akpınar katılmış projeye. Arkasından filmin yönetmenliği ve başrollerden . birisi için Zeki Alasya'ya teklif götürülmüş. "Rus Gelin" hakkında konuşmak üzere görüştüğümüz yönetmen, teklifi kabul etmesinin sebeplerini şöyle açıklıyor: "Bir kere her zaman söylediğim gibi sinemayı çok seviyorum. Yani çok açıkça anlamsız bir teklif değilse bu konuda gelen her teklifi ciddiye alıyorum, ama son iki sene içinde dokuza yakın projeyi reddettim. Sinemayı çok sevdiğim halde reddedebildiğimi göstermek bakımından söylüyorum bunu. Teklifi kabul etmemdeki en önemli etkenlerden birisi, Türk filminin çıkış noktasıydı. Hasbelkader bir film yapacağım diye değil, Türk filmleri yapacağız, diye yola çıkıyorlar. Sinemayı bu kadar seven bir insan olarak buna duyarsız kalmak mümkün değildi. kincisi, bana teklifi getiren Umur Bugay, benim 35 senelik arkadaşımdır. üstelik yönetmenliğini yaptığım ilk fiiıni birlikte hazırlamıştık. Umur o filmin senaryo yazarıydı. Daha sonra gerek tiyatroda gerek müzikallerde birlikte çalıştığımız, kafasına çok güvendiğim birisidir. Bir başka etken de, ara ara da olsa birlikte iş yapmanın keyfini süreceğim bir adam olan Metin Akpınar'la bir araya gelmek fikriydi. Metin, Cumhuriyet döneminin en iyi oyuncularından birisidir hiç şüphesiz. Onu çok iyi tanıyorum. Bir yönetmenin en büyük avantajı bu kadar iyi tanıdığı bu kadar iyi bir oyuncuyla çalışmaktır. Bir de bir para istedim verdiler. Gerekli şartlar tamamlandı yani. (Kahkahalar)"

 Neden aynıydık?

Ortaklıklarına son verdikleri 1997 yılından beri bir "Güle Güle" filmi için bir de şimdi "Rus Gelin"de bir araya gelen Zeki Alasya ile Metin Akpınar'ın 37 yıl beraber çalıştıktan sonra yollarını ayırmalarının sebebi hep merak edilir. İşin iç yüzünü bir de Zeki Alasya'dan dinleyelim dedik: 'Aramızda büyük kavgalar gürültüler olduğu sanılır, oysa bizim Metin'le beraberliğimiz 37 yıl süren bir beraberliktir ve bu, iyimser bir hesapla bile Türkiye'deki insan ömrünün yansından fazla bir süredir. Bu süre içinde insanların dünya görüşleri, beğenileri, davranışları ve eğilimleri her yıl bir öncekinden biraz daha farklılaşabilir. Yani bir noktadan başlarsınız, bir süre her konuda aynı düşünerek sürdürürsünüz işi ama giderek farklı düşünmeye başlarsınız. Bu yavaş yavaş olur ama bir süre sonra aranın açıldığını fark edersiniz. Bir gün gelir ki hiçbir konuda aynı şeyi düşünmez olursunuz. . Böylesine bir fikir ayrılığına düştüğünüzde ortak üretimi sürdürmek zordur. Yani sabun fabrikası değil ki bu, bir taraftan hammaddeyi koyalım öbür taraftan çıksın. Bu kadar farklı düşünen insanların bir şey yaratması çok güç olur. O zaman ne yapılabilir, üretime nokta koyulabilir, üretim ara ara yapılabilir ya da yanlış olduğunu düşünmeden sırf para kazanmak için sürdürülebilir. Biz bütünüyle kesmedik ama sırf para kazanmak için sürdürelim hatasına da düşmedik. Ara ara çalışma yolunu seçtik. Yani Metin ile beraberliğimiz artık böyle filmlerde falan, ama hiç belli olmaz yarın öbür gün bir yapımcı çıkar bir müzikalden falan bahseder ikimizin de aklına yatar, yine süreli olarak bir araya geliriz.

11 kez ZekiMetin filmi yöneten Alasya, yıllar sonra yeniden eski ortağını yönetiyor bu filmde ve bir yönetmen gözüyle bakınca bugün Metin Akpınar'ın eskisine göre çok daha iyi bir sinema oyuncusu olduğunu düşünüyor. "Bu son çalışmada gördüğüm Metin Akpınar, sinema oyuncusu olarak benim bıraktığım Metin Akpınar'dan bayağı farklı bir noktada. Şimdi, sinemayı daha iyi koklayan bir oyuncu. O zaman hep tiyatro ön plandaydı ve tiyatro vardı aklında, oysa sinema yapan insanların sinema düşünmesi lazım, nefesini sinema olarak alması lazım. Metin onu yapamazdı. Bizim filmlerimizden sonra Sinan Çetin'in 'Propaganda'sında, 'Güle Güle'de, Abuzer Kadayıf'ta oynadı. Bütün bu deneyimler onu daha iyi bir sinema oyuncusu yapmış gördüğüm kadarıyla."

Her şeye rağmen görüş ayrılıkları baki, ama sınırları belli bir senaryo etrafında buluşmaya ve bir proje süresince birlikte çalışmaya ikisinin de itirazı yok. İş bittikten sonra herkes, aynı görüş ayrılıklarıyla ayrı ayrı yoluna devam etmekte özgür ne de olsa. Zeki Alasya'ya sorarsanız o, özellikle televizyona ağırlık verdikleri bunca yıldır ihmal ettiği sinemaya ağırlık vermek istiyor bundan sonra. "Kimilerini kızdırsam da baştan itibaren cesaretle söylediğim için yeniden söylemekte sakınca görmüyorum, sinemayı televizyondan da, tiyatrodan da daha fazla seviyorum" diyor. "üstelik kameranın önünü deil arkasını seviyorum. Yani parasal sorunum olmasa yaşamının bundan sonraki bölümünü sadece sinema filmi yaparak geçirmek isterdim."

 

Yeşilçam'a dönüş

Geçmişten bu yana, sinemaya bakışında pek fazla değişiklik olmadığını söylüyor. Değişen dünyayla birlikte anlatmak istediği hikayeler ve kullanmak istediği teknoloji değişmiş belki ama tıpkı eskiden olduğu gibi yine "öznel değil nesnel sinema"ya yakın buluyor kendini. "Fellini, Bertoucci, Bergman gibi büyük yönetmenlerin filmlerini seyrettiğiniz zaman kimin çektiğini hemen anlarsınız" diyor. "Bunlar öznel sinemanın çarpıcı örnekleridir. Bense işin başından itibaren nesnel bir sinemadan yana oldum. Benim bir sinema dilim olsun ama 16 kelimeyle konuştuğum bir dil olsun ve o 16 kelimeyi yakaladıkları anda beni tanısınlar istemedim. Giderek gördüm ki dünya sinemasında da 70'lerden başlayarak bugüne varan başarılı çizgi, nesnel bir sinemayla mümkün olabildi. Yeni teknolojilerin tümünü cesaretle kullanmak da sinemaya bakışımın önemli bir parçası oldu her zaman. O günden bu yana çok değişmedi düşündüklerim."

Eskiden olduğu gibi yegane amacı güldürmek olan filmler çekmek istemiyor artık. Değişen dünyayla birlikte unutulmaya yüz tutan değerleri öne çıkaran, hayatın içinden, sıcak, samimi hikayelerle çıkmak istiyor seyircinin karşısına. ''Anlatmak istediğim hikayeler değişti tabii" diyor

"Dünya değişti. Son 2530 yıl hem dünyada hem ülkemizde büyük acılarla geçti ama bundan sonra sevgi, dostluk, dayanışma gibi unutmaya başladığımız değerlerin öne çıkacağına inanıyorum. Ben de bu değerleri işleyen filmler çekmek istiyorum. Eskiden olduğu gibi sadece güldürmek peşinde değilim. Ülkemin barışa ihtiyacı olacak önümüzdeki yıllarda. Barış adına sanatçıların bir şey koyması lazım ortaya. Ben de bunu yapmak istiyorum. Biraz masalsı filmler olabilir belki. Tıpkı eski Yeşilçam dönemindekiler gibi. Bugün beğenmediğimiz o filmler çok önemli bir görev üstlenmişlerdi. İyiyle kötünün mücadelesinde iyinin galibiyetini görürdük. Çoğu masalsıydı, çoğu bugünkü sinema düşüncesiyle bakıldığı zaman önemsiz gibi görülebilirdi ama bu ülkenin belli bir yere gelişinde çok önemli etkileri olmuştur. Şimdi o filmlerin daha ayakları yere basanlarını yapmaya çalışacağım. İstediğim Alasya'a sorarsanız bir Türk filminin dünya çapında bir ödül kazanına zamanı geldi artık. Hatırlarsanız bunu "Güle Güle"nin gösterime girdiği zaman da söylemiş ve "Güle Güle"yi kast ettiği düşünülerek bir hayli tepki görmüştü. "Oysa o zaman benim söylemek istediğim başka bir şeydi" diyor.

"Zamanlama olarak Türkiye doğru bir çıkış yaparsa birkaç yıl içinde önemli bir festival bulacaktır. Berlin ya da Cannes da olabilir. Ciddi olarak buna ihtiyacımız var, çünkü dünya piyasasına açılmak için markaya ihtiyacımız var. Ayrıca Büyük Reis ne kadar cömert, ne kadar alicenap olduğunu göstermek için yabancı filmler ödülünü hep bu taraflara doğru uzatır, İtalya da zıplar zıplar kapar. Biraz da bu yüzden söyledim zamanı geldi diye. Üstelik bu yalnızca o filme ilişkin bir iddia değildi."

Peki "Rus Gelin"e ilişkin bir iddia olabilir mi deyince, açık yüreklilikle hayır, diyor Alasya. '''Rus Gelin', eğlenceli, sıcak, popüler bir hikaye ve popüler olmak için kesinlikle ucuzlatılmamış bir film" diyor. "Çok doğru bir çabanın başlangıcı. O bakımdan çok önemsiyorum ve sahip çıkılması gerektiğini düşünüyorum. Çok sıcacık bir hikayeyi çok doğru anlattık, diye düşünüyorum. Bu geçecektir seyirciye.

FİLMİ İZLE 



 

 O ŞİMDİ ASKER (2002) 

Yönetmen: Mustafa Altıoklar, Senaryo: Levent Kazak, Görüntü Yönetmeni: Soykut Turan, Müzik: Jingle Harse, Ömer Ahunbay, Hakan Ozer, Yapım: ANS Productiion/Abdullah Oğuz Yönetmen Yardımcısı: Ceyda Demir, Tuncay Kapucu, Ayşegül Yurdakul, Sanat Yönetmeni: Veli Kahraman, Sanat Yön. Yrd.: Burcu Tokumbet, Sanat Asistanı: Erkan Özdem, Kostüm: Fatoş Suda, Kurgu: Erol Adilçe, Kurgu Asst.: Ekrem Ertikmen, Teknik Direktör: Şener Onar, Dolly Operatörü: Ufuk Kayar, Phonix Operatörü: Hamza Şahin, Ses Tasarım: Orçun Kozluca, Kerem Türer, Kaan Tatlı, Kaan Karlık, Boom Operatörü: Onur Yavuz, Prodüksiyon Amiri: Ali Naci Erol, Satış Müdürü: Bülent Turgut,

Oyuncular: Özcan Deniz (Yüzbaşı Volkan), Ali Poyrazoğlu (Hüseyin), Pelin Batu (Müzeyyen), Yavuz Bingöl (Karlıdağ), Mehmet Günsür (Nihat), Levent Kazak (Artist), Ali Ersin Yenar (Can), Ercan Saatçi (Murat), Seray Sever (Askeri Doktor), Özlem Tekin (Aylin),
Gökhan Özoğuz (Atena Gökhan), Yiğit Özşener (Ömer), Yunus Günçe (Dr. Okan), Hakan Ka (Laptop Recep), Metin Belgin (Alb. Arif Keser), Metin Belgin (Albay), Naci Taşdöğen (Süslü Başçavuş), Erdem Ergüney, Küçük İskender (Savcı), Meral Okay (Resmiye), Kürşat, Fresh B., Şebnem Scheffer, Fethi Kantarcı (Seyfi paul), Sarp Levendoğlu (Yunan Askeri), Remzi Evren, Erdem Ergüney (çavuş), Çağlayan Neyman, Zühtü Erkan, Nazif Uslu (ağa), Taner Karagüzel, Güneş Emir Emir Özbek (sürmeli),

Konu: Çanakkale 5. Er Eğitim Tugayı'nda bedelli askerlik yapan bir grup "siviller "in öyküsü. Dünyanın ve Türkiye'nin çeşitli yörelerinden gelip çeşitli sınıfları oluşturan fabrikatör Murat (Ercan Saatçi), işçi Ömer (Yiğit Özşener), pop yıldızı Gökhan, depremde ailesini yitirmiş Nihat (Mehmet Günsür), aşırı kiloları nedeniyle zamanında askerliğini yapamamış Can karısının doğumunu bekleyen Levent (Levent Kazak), Avustralya'da yaşayan Hüseyin (Ali Poyrazoğlu), Güneydoğulu köy ağası ve Almanya’da yaşayan hiphopçu Fresh öykünün kahramanlarıdır. İlk günlerinde ağır bir eğitimden geçen ve giderek de askeri disipline alışmak zorunda kalan bedelli grubun komutanı Yüzbaşı Volkan'dır (Özcan Deniz). Kahramanlarımız eski sevgililerinin anılarıyla yaşarken, askerliklerini yaptıkları yörede yeni aşklara da kucak açarlar. Askerliklerinin son günleri yaklaştığı sırada ise, sahneye konmak üzere kendilerinin ve tüm tugayın unutamayacağı müzikal bir show hazırlarlar.

Tam bu arada bir deprem olur ve Ege Denizi açıklarında bir ada belirir. Bu toprak parçası yüzünden Türkiye ile Yunanistan arasında diplomatik bir gerginlik yaşanacaktır. Savaş kapıdadır. Tüm terhisler iptal edilir. Ancak beklenmedik bir sürpriz sonucunda savaş patlamadan biter. Ve herkes evine, eski yaşamlarına geri döner.

Not: Levent Kazak'ın otobiyografik bedelli askerlik anılarından yola çıkılarak gerçekleştirilen filmde ilk kez “S Cook serisi objektifler kullanıldı. Ayrıca filmin çekimi sırasında bir çok sahnede gerçek subaylar ve askerler rol aldı. Filmde kullanılan tüm askeri kıyafet, teçhizat ve silahlar Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından temin edildi. Etkili bir sahneyle açılan film boyunca o felaket duygusundan kurtulamıyoruz Asker, tekne gibi pusulasını şaşırıyor, bir taraftan mizah dalgası bir taraftan melankoli dalgası vurdukça yalpalıyor ve hedefinden uzaklaşıyor... Buna rağmen, Hollywood'un büyük stüdyo yapımlarına özgü özenli görüntü yönetimi ve dinamik kurgusu gıcır gıcır bir görünüm veriyor. Mustafa Altıoklar kariyerinin en iyi filmine imza atıyor... Kardak krizini hicveden, Ege'deki TürkYunan gerginliği depremle ilgili fantastik bir temele oturtulması "Eşkıya"nın ölümü gibi "O Şimdi Asker"in adası da yakışmıyor filmin bütünlüğüne. (Alin Taşçıyan, Milliyet G. 22 Mart 2003)

Mustafa Altıoklar'ı hep ilgiyle iz1edim. Kısa filmlerinden, çok sevdiğim (ve sanırım hakkında yazan tek yazar olduğum) Denize Hançer Düştü adlı Jean Genet uyarlaması ilk filminden beri... O belki gitgide kişisel bir sinemadan daha popüler bir sinemaya kaydı. Ama bu pek çok sinemacının kaderi değil midir ve sonuç olarak popüler, ama düzeyli işler yapmak küçümsenecek bir şey midir?

 

O Şimdi Asker, adına askerlik dediğimiz konuda yapılmış ilk filmimiz. Türk milleti, malum, askerliği sever, dünya yüzünde hala en uzun süreli olan askerliği gıkı çıkmadan yapar. Ordu başımızın tacı, askerlik ömrümüzün neşesidir. Ve her erkeğin hayatı içinde en unutulmaz kimi anılar, o döneme aittir.

o Şimdi Asker, öncelikle bu dönem üzerindeki kimi tabuları yıkıyor. Gerçi konusu çok daha sınırlı ve kendine özgü bir alan olan 'bedelli askerlik' ama yine de bu döneme gözlemci alaycı, iğneleyici bir bakış atıyor. Elbette burası ABD değil, Yeşilçam da Hollywood değil. Onun için, MASH  Cephede Eğlence, Catch 22 gibi askerliğeorduya tavizsiz yaklaşımları ve radikal eleştirileri beklemeyin... Ama bir ilk deneme olarak, bu film hiç de fena değil.

Tiyatrocu Levent Kazak'ın anılarına filmin kadrosundan Özcan Deniz, Yavuz Bingöl, Ercan Saatçi gibilerinkiler de eklenmiş. Ve sonuç olarak, acısıtatlısıyla tam bir Türk usulü askerlik tablosu oluşmuş. Bedelli askerlikte buluşan ilginç bir karakterler galerisi bu... Çeşitli nedenlerle yıllarca görevi aksatan "asker kaçakları", yeniden yatılı okul havasına giriyor, kimliklerini 28 günlüğüne unutup ortak koşullarda birleşiyorlar. Fabrika sahibiyle orada çalışan işçi, Avustralya'ya göçmüş Hüsnü ve Türkçe bilmeyen oğlu Seyfi Paul, koğuş arkadaşı oluyorlar. Depremi yaşamış ve yitirdiği insanların acısını alkolde boğmayı deneyen Nihat, "laptop" Recep, şişmanlığı nedeniyle hep çürüğe çıkarılmış Can, biraz kendilerini oynayan Athena'dan sempatik Gökhan, Almanya'dan gelmiş hiphop ustası Fresh, askerliği hep uzayıp duran Karlıdağ Yavuz Bingöl... Ve niceleri...

Bu tabloda kimi unutulmaz sahneler yer alıyor. Hüsnü'nün tırmanmada takılıp kalan oğlu Seyfi Paul'e yardıma koşması, Anzak mezarlığını ziyaret, deprem kurbanı karşısında yüzbaşının gözünde beliren yaşlar... Finaldeki hem Amerikan müzikallerinden, hem de Hababam Sınıfı'ndan yadigar 'müzikal oyun' bölümü... Ve de, Kardak adacığından esinlenmiş, Türk Yunan savaşını başlatmanın eşiğine gelen 'deprem yavrusu' kayalık bölümü ...

Bu konutema yeniliğine, Altıoklar bir temel yenilik daha ekliyor. Sinemamızın cüzamdan kaçar gibi kaçtığı kalabalık sahneleri, geniş ufuklu çekimleri art arda dizerek ve hepsini de en usta biçimde çözümleyerek, sinemamızı adeta dışarı açıyor, kalabalıklara ve geniş mekanlara yayıyor.

 O Şimdi Asker, senaryosundan görüntü çalışmasına, oyuncularından kalabalık gerçek askerlerin kullanılışına, kurgusundan müziğin e her şeyiyle son derece profesyonel biçimde kotarılmış, "İşte iş filmi böyle olur, böyle olmalı," dedirten bir çalışma. Ben kendi adıma keyifle izledim ve tam iki yıl süren kendi askerliğimi andım. Sanırım çok kişi bunu yapacak ve hanımlar da bu erkek olayına bu film sayesinde biraz yaklaşacaklar.

& Hikayesi bol bir dünyadır askerlik dünyası. Kendi hikayelerini kapıda bırakıp içeri giren milyonlarca erkek, ister gönüllü ister gönülsüz gelmiş olsunlar, anlatmaktan bıkıp usanmadıkları yeni ve unutulmaz hikayelerle çıkarlar dışarı. İçeride dışarının hikayeleri, dışarıda da içerinin hikayeleri anlatılır. Dolayısıyla sinema için bir hayli zengin bir kaynaktır aslında ve Amerikan sineması tarafından da bol bol kullanılıyor zaten. Askerlik yanlısı, askerlik karşıtı ya da askerlikle dalga geçen o kadar çok Amerikan filmi seyrettik ki Amerikan ordusunu Türk ordusundan iyi tanıyoruz muhtemelen, oysa savaş filmleri dışında Türk askerinin dünyasını ele alan hemen hiç Türk filmi çekilmedi, bugüne kadar (bizim hatırlayabildiğimiz tek örnek Kemal Sunal'ın başrol aldığı komedi dizisi "Şaban Askerde"). Birçok sebebi olabilir ama Türkiye şartlarında biraz riskli bir mevzu olduğu kabul edilecek olursa bugüne kadar sanatsal üretimi teşvik etmemiş olmasını anlamak o kadar da zor değil. Yıllardır erkeklerin anlatmaya bayıldığı, kadınların dinlemekten sıkıldığı hikayeler üreten bu er kek dünyası, Mustafa Altıoklar yönetmenliğinde bir filmle beyazperdede şimdi. Çanakkale 5. Er Eğitim Tugayı'nda bedelli askerliğini yapmakta olan dünyanın dört bir yanından gelmiş birbirinden çok farklı insanların zorunlu olarak aynı çatı altında ve uyum içinde geçirmek zorunda kaldıkları 28 günün hikayesini anlatan "O Şimdi Asker", senaryosunu Levent Kazak'la Mustafa Altıoklar'ın birlikte yazdıkları bir duygusal komedi. Birçok ünlünün yer aldığı geniş oyuncu kadrosuyla dikkat çeken çok başrollü bir film ama Yüzbaşı Volkan'ı canlandıran Özcan Deniz'le bir depremzedeyi canlandıran Mehmet Günsür'ün karakterlerinin diğerlerine göre biraz daha öne çıktığı söyleniyor. Farklı sınıflardan ve farklı kültürlerden bir grup erkek fabrikatör. Murat (Ercan Saatçi), işçi Ömer (Yiğit Özşener), büyük bir pop yıldızı olan Gökhan (Athena grubunun solisti Gökhan), depremde ailesini ve her şeyini kaybeden Nihat (Mehmet Günsür), hamile karısını evde bırakıp gelen tiyatrocu Levent (Levent Kazak), Avustralya'da yaşayan Hüseyin (Ali Poyrazoğlu) ve diğerleri bedelli askerliklerini yapmak üzere Çanakkale 5. Er Eğjtim) Tugayı'nda bir ara ya gelmiştir. İlk günlerde onlar bayağı zorlayan askerlik eğitimine ve askeri disipline alışırlar bir süre sonra. Hatta birkaç gün içinde kendilerini gerçekten asker gibi hissetmeye başlarlar. Tam bu sırada bir deprem olur ve Ege Denizi açıklarında bir ada ortaya çıkar. Türkiye ile Yunanistan arasında gerilim yaratan bu ada yüzünden savaş kapıdadır ancak askerlerin hiçbiri buna hazırlıklı değildir. Savaş tehdidi karşısında her biri yaşamını yeniden gözden geçirmek durumunda kalır.

Askerlikle ilgili bir film çekme düşüncesi, 2001 yılında tiyatro oyuncusu Levent Kazak'la Mustafa Altıloklar'ın tatil için gittikleri Gökçeada'da ortaya Çıkmış. Askerliğini henüz bitirmiş olan Levent Kazak, askerde biriktirdiği anılarından yola çıkarak bir senaryo geliştirmeyi teklif etmiş. Fikir, Altıoklar'ın da ilgisini projeyi. Askerlik en çok, insanın hayata bakışını geri dönüşü olmayan bir biçimde değiştiren bir deneyim olarak ilgisini çekiyor yönetmenin. "Her ne kadar gitmek istemesek ve içeride bizi çok sıkmış günler, haftalar, dakikalar geçirmiş olsak da, ne olursa olsun askeriyeden çıkan her erkek, öncekinden farklı bir adam olarak dönüyor sivil yaşama" diyor. "Bunun sebebinin ne olduğunu bilmiyorum. Orada yaşanan her neyse önceki adam gibi çıkmıyoruz dışarı. Otorite karşısındaki eşitliği en net ve en keskin bir biçimde hissetmekten kaynaklanan bir şey belki de."

 Toplumsal bir mesele olarak askerlik

Erkekler kadar doğrudan olmasa da asker eşi, asker annesi ya da asker kardeşi olarak kadınların da yaşamak zorunda kaldıkları, dolayısıyla toplumun her kesimini ilgilendiren bir mesele askerlik ve bu yanıyla sinemada ele alınmayı fazlasıyla hak eden bir konu AItıoklar'a göre. "Bu kadar toplumsal bir meselenin bir ucuna kamera tutmanın doğru olacağını düşündük" diyor. "Festivalde Cronenberg'in son filmini izledim. Ödipal komplekslerin, 70 milyonluk toplumda ancak 70 kişinin belki yaşadığı ağır bir şizofreni tablosunun koskocaman bir film olarak karşımıza çıkabildiğini düşünürsek 70 milyonun tümünü ilgilendiren bir meselenin film karelerinde yer almasının derece doğaldır." Filmin amaçlarından biri de bu kadar toplumsal bir mesele olmasına rağmen kadınlara kapalı bu dünyayı onlar için keşfetmek ve böylece erkeklerin elindeki silahlardan birini almak biraz da. "Biz gidiyoruz bizzat yaşıyoruz, bu filmle onlara da bir anahtar deliği verelim istedik ki baksınlar hakikaten erkeklerin abarttığı kadar bir şey var mı" diyor AItıoklar. "Çünkü erkeklerin bir sünnet silahları vardır kadınlara karşı kullandıkları bir de askerlik. O silahın altında ne varmış kadınlar da görsün ve böylece bu afra tafra dönemi de sona ersin artık."

Askerliğini yapmış bir erkeğe orada en fazla neden etkilendiğini sorduğunuzda aşağı yukarı aynı cevabı alırsınız. Kişilikleri yok sayan koşulsuz bir eşitlikten ve özgürlüğe son veren mutlak bir teslimiyetten bahsederler genellikle. Gerçekten de eşitlik ilkesinin bu kadar kesin ve sert bir biçim kadınlara karşı kullandıkları bir de askerlik. O silahın altında ne varmış kadınlar da görsün ve böylece bu afra tafra dönemi de sona ersin artık."

Pek ilgi görmeyen ilk filmi "Denize Hançer Düştü"nün ardından Türk sinemasının yeniden gişe yapmaya başladığı bir dönemi başlatan filmlerden biri olarak görülen "İstanbul Kanatlarımın Altında"yı, ardından 'Ağır Roman"ı ve sonra da 'Aansör"ü çeken Mustafa Altloklar'ın filmografisinde bireysel özgürlük meselesinin ortak bir tema olarak giderek ağırlık kazandığını görüyoruz. Yönetmen "O Şimdi Asker"in aynı temayı daha dolaylı olarak ele alan bir film olduğunu söylüyor. 'Askerliğin kişilik üzerindeki etkisi beni elbette ilgilendiriyor ama psikanalitik kökenlerinden ziyade sonuçlarıyla ilgileniyorum" diyor. "Filimin içinde bir firar girişimi izleyeceksiniz. Detaylara girmek istemiyorum ama bazılarını o noktaya kadar getiren bir durum söz konusu işte. Sonuç olarak siz, belirlenmiş bir alanın içinde, size hiç sorulmaksızın, sizden önce konulmuş kuralları yerine getirmek kaydıyla o düzenin bir parçası olabilirsiniz ancak ve düzenin bir parçası olmadığımız takdirde mutlu olma şansınız yok. Buradaki mesele, küçük bir askeri birlikten koskoca bir topluma iz düşüm olarak getirildiği zaman yine belirli kalıpların içinde olmak zorunluluğunu ele alınış oluyoruz. Dolayısıyla bireyin özgürlüğü meselesi, direkt değil ama endirekt bir. biçimde işlenmiş oluyor yine."

 Karakter geliştirmede astrolojinin rolü

Fizik tedavi uzmanı olarak, kısa dönem askerlik yapan yönetmen nispeten rahat bir askerlik geçirmiş. Bu askerlikten filme çok fazla malzeme çıkmamış olduğunu tahmin ediyoruz ama o aynı çıkmak istiyorsunuz ya da bağırmak istiyorsunuz ya da uyumamak istiyorsunuz ya da yemek yememek istiyorsunuz. Bunların zorunluluk haline getirilmesi zaten insanın üzerinde bir basınç duygusu yaratıyor ve o basınçtan ne kadar etkilendiğiniz biraz da size bağlı. Benim gibi özgürlüğüne düşkün ve her türlü halkadan uzak durmaya çalışan bir adamsanız iki ay size iki asır gibi gelebilir ama eğer kendine dert etmeyen biriyseniz dört sene de o baskıyla yaşayabilirsiniz."

İnandırıcılık ve samimiyet, sinemada en fazla önemsediği iki şey Altıoklar'ın. Son yıllarda gişe de başarılı olmuş bütün filmlerin de bu sayede seyirciyle buluştuğuna inanıyor. "Bir anlamda sanatta ilkesizliğin taraftarı olduğumu söyleyebilirim ama yine de tek geçerli ilkenin samimiyet olması gerektiğini düşünürüm" diyor. Bu samimiyeti ve inandırıcılığı koruyabilmek için senaryo üzerinde çok uzun süre çalışıyor ve çekim öncesinde çok fazla prova yapıyor. İnandırıcı karakterler geliştirmek ve Oyunculardan inandırıcı performanslar almak için gerçekten enteresan bir yöntem geliştirmiş. Şöyle anlatıyor: "Senaryo defalarca yazılıp belli bir olgunluğa eriştikten sonra karton karakterler kalıyor elimizde, sonra o karton karakterler üzerinde çalışıyorum. Davranış biçimlerini ve kişilik özelliklerini hikaye içindeki tutarlılıklarını korumaya çalışarak ve diğer karakterlerle karşılaştırarak devamlı geri dönüp değiştire değiştire oturtuyorum. Basitçe, bir iki kelimeyle tarif edilebilecek karakterler ortaya çıktıktan sonra bu özelliklerin ortak olduğu bir yıldız burcu bulmak kalıyor. ~ bu giderek Kova'laşıyor' diyorsun mesela bir tanesine. Özcan Deniz'in karakteri giderek Kovalaşıyor diyelim, peki Kova burcu benim filmimdeki tipte bir yüzbaşıya uyar mı diye kitabı açıp bakıyorsun, uyuyorsa Kova Burcu'nun diğer özelliklerini Yüzbaşı Volkan karakterini süslemekte kullanıyorsun. Bunu astrolojiye inandığım için yapmıyorum, klasifikasyonda kolaylık sağladığı için tercih ediyorum. Bir defa kafadan on iki tane farklı temel karakterim oluyor elimde böylece. Karakterleri çalışırken Oyuncularıma öncelikle burçlarını anlatıyorum. Renklerini, uğurlu sayılarını veriyorum. Bunun ne faydası var diye düşünebilirsiniz ama bu sayede oyuncunun kendisinden uzaklaşıp başka bir karaktere doğru seyahat etmesi kolaylaşıyor. Bunların hepsi görünmese de inandırıcılık olarak yansıyor filme. Seyirciyi inandırmak için önce oyuncuyu inandırmak gerekiyor çünkü." Çocukken oyun oynamış her insanda doğal bir oyunculuk yeteneği olduğuna inanan yönetmen sinema oyunculuğu deneyimi olmayan Oyuncularıyla özel çalışmalar yapmış. Bütün Oyuncularından çok memnun, Özcan Deniz'inse doğal bir oyunculuk yeteneğine sahip olduğunu düşünüyor. "Oyunculuk adına çok sağlam bir workshop oldu bu film öncelikle" diyor. "En büyük özelliği bu belki de."

Abdullah Oğuz'un yapım şirketi ANS ile Mustafa Altıoklar'ın şirketi Röntgen Film'in ortaklığıyla gerçekleştirilen ve en az 1.5 milyon dolara malduğu söylenen filmin çekimleri, her türlü gerçek mekanın, askerlerin, araçların, silahların ve tankların kullanımına olanak tanıyan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin izniyle Tuzla Piyade Okulu'nda yapıldı. Sanılanın aksine bu izinleri almak o kadar da zor olmamış. "Bir sinema filmi için Kültür Bakanlığı'na başvurduğunuzda kırk dereden su getirirsiniz oysa Silahlı Kuvvetler'de hiç öyle olmadı" diyor yönetmen. Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgenerel Aslan Güner Paşa, Altıoklar'la yaptığı görüşmede 'Black Hawk Down' türü askeri filmleri kaçırmadan izlemeye çalıştıklarını ve yaratıcılar tarafından hayal edilmiş kimi unsurları zaman zaman stratejik alanda değerlendirmeye değer bulduklarını söyleyerek askerlikle ilgili teknik ayrıntılara özen gösterildiği takdirde böyle filmleri seve seve destekleyeceklerini söylemiş. Silahlı Kuvvetler, filmi izleyip denetlemiş ama yönetmenin söylediğine göre sadece askerlikle ilgili teknik ayrıntıların doğru yansıtılması konusunda hassasiyet göstermiş, bunun dışında hiçbir konuda filme müdahale etmemiş. Buradan da anlaşılacağı üzere askerliği kötü gösteren bir film değil "O Şimdi Asker" ama Amerika'nın savaş tehditleri savurduğu böyle bir gündemde nefesini tutmuş barış için dua eden insanların yanında yer aldığı için Silahlı Kuvvetler'in bir parça kalbini kırmış olabilir. "Savaş olmasın, savaşlara lüzum yok diyen bir film bu" diyor Altıoklar. "Durduk yerde hiç yoktan birbirimizi yiyoruz diyen bir film. Dolayısıyla böyle bir savaş arifesinde olması gereken yerde, benim durduğum yerde duruyor." SENEM ERDINE (sinema D. Mart 2003)