Senaryo ve Yönetmen Reha Erdem Görüntü Yönetmeni Florent Herry Yapım Atlantik Film/Ömer Atay Kurgu: Reha Erdem: Ses Kurgu: Herve Guyader, Oyuncu Seçimi: Eren Kanat, Müzik : Arvo Part
Oyuncular: Binnur Kaya, Aylin
Aslım, Kevork Malikyan, Philip Arditti, Deniz Hasgüler , Vedat Erincin
Konu: Muhtemel bir deprem nedeniyle
İstanbul’un adalarından birinin boşaltılma kararı alınmıştır. İnsanlar akın
akın oradan ayrılırlar ancak küçük bir kesim bu karara uymayarak kalmakta ayak
direr. Etrafta kıyamet arifesini andıran bir atmosfer hüküm sürerken geride
kalanlar için hayat koşulları günden güne zorlaşacaktır. Film, yaşamları farklı
engellerle sıkıştırılmış bir grup kadının, inanç, cesaret ve enerji ile hayatın
farklı boyutlarına yaptıkları insani serüvenlerine eşlik ediyor.
Şarkı Söyleyen Kadınlar: Saha Seyirciye
Kapalı
Kendi zamanını, mekânını ve hatta insanını kurmaya çalışan kıymetlimiz
bir yönetmen Reha Erdem. Seyircisi son günlerde Kosmos‘dan Jinn‘e ordan Şarkı
Söyleyen Kadınlar‘a doğru kapanan bir üçgen seziyor. Kosmos ve A Ay‘a kadar
olan öncesini bi yere koyup ifade gücünü sonrakilerde bulamayanlar var. Jinn
ile beraber ormanından, masalından, olağanüstülüğünden sıkılan da.
Reha
Erdem’in peşine düştüğü her neyse bakmak, dinlemek, anlamaya çalışmak gerek
elbette. Bugüne kadar yaptıklarının hatırına deyip de seyir lütfu saymamalı bu
çabayı. Varlığı sinema seyircisine armağan birinin son yaptığına durup bir göz
atmalı. Fakat yine de insanın peşini bırakmayan bir duygu var Şarkı Söyleyen
Kadınlar‘da. Epik ile gerçekçilik arasında biçimsel sıkışmışlık yaşayan,
cümlesini bir türlü toparlayamayan bir film gibi. Halit Ergenç’in “ilahi ses”i
ile Adem’in kurtarmaya çabaladığı hayatı arasındaki her şey kuru mizansen
sanki. Kadınlar, yaşlı adamlar, zamparalıklar, bir adaya sıkışmış gibi. Adanın
sallanmasına beş kala herkes kendi kaderini yenmek uğraşında. Belki de değil.
Bir yere kıırdadıkları yok çünkü. “Suyu değiştirilmeyen havuz”un içinde
debelenip duran insanların hayatı bu.
Erdem,
atmosfer kurmak işimiz diyerek en iyi şekilde besliyor filmini. Mekân, büyük
bir kısmı deprem ihtimali nedeniyle boşaltılmış bir ada. Felaket geleceği haber
verilen bir yerde ya çaresizler ya da kendini cesur sayanlar hiçbir yere
gitmiyor. Cesaret inançla ilişkiliyken, çaresizlik de evinde ölmek duygusuyla
yakınlaşıyor. Bu noktada ayrışan karakter Mesut (Kevork Malikyan). Çünkü o
politik gerekçelerini de katarak her şeyin adayı bitirmeyle ilişkili bir komplo
olduğuna inanıyor. Köpeği, doktor arkadaşı ve ev işlerindeki yardımcısı Esma
ile kaldığı yerden sürdürmeye çalışıyor hayatını. Esma ise filmin kıymetlisi.
Binnur Kaya’nın canlandırdığı karakter inançları, saf aklıyla filmi bambaşka
bir boyuta taşıyıp Kosmos‘la organik bir bağ kurdurma potansiyeline sahip.
Mesut’un oğlu Adem (Philip Arditti) ise hayatta kalmak arzusuyla adayı
boşaltanların aksine hayat bulmaya babasının evine geliyor. Erdem, senarist
tarafıyla güzel bir Adem çizmiş. Erdemli biri değil karakter. Şefkat,
pişmanlık, acıma, sadakat gibi duygular da taşımıyor. Taşısa da göstermiyor.
Kontrollü biri de değil. Sempati duyulacak hiçbir yanı yok ama varlığını bu
haliyle kabul ettirebiliyor. Belki de meziyeti bu.
Filmin
karakterleri birbirleriyle konuşmayan daha çok kendi lafını söyleyen insanlar.
Güzel bir anlatım dili yakalanıyor bu noktalarda. En çok Mesut, Adem ve
karısının (Aylin Aslım) adadaki evde bağrışarak konuştukları anda çıkıyor
ortaya bu iletişememe hali. Hatta kadınlar aynı şarkıyı bile söylemiyor birçok
yerde. Kendi cümlelerini kurup duruyorlar. Kadın karakterlere yüklediği uhrevi
güçler yönetmenin incelikli üslubundan payını alsa da varlığı olağanlaştırmaktan
çok olağandışı bir yere taşıyor. O vakit biz “şarkı söyleyen kadınlar”ın bu
dünyaya sığamayacak kadar yüce, hayatla yetinemeyecek kadar olağandışı olduğuna
inandırılıyoruz. Oysa lazım gelen başka bir şeymiş sanki. Mesela kutsaldan
uzakta, daldan düşen elmadan ölüm bulan bir hiçliğin içinde kıymetli olabilmek.
O vakit bir kitabın, filmin, hayatın içinde basitçe ama hürmet gören bir varlık
gösterebilmek. Yani gündelik ve olağan haliyle. Oysa bu filmdeki kadınlar sert
bir gerçekçilik içinde rüyaya yatmış gibi. Acı yüklüler ama hayat buldukları
bir koridor var ve ne yazık ki bu koridorda yetinmeyi biliyorlar. Adem’in
karısı, Esma ve küçük kadın fedakârlıklar içinde, erdem altında debelenip
duruyor. Birine uhrevi bir güç, diğerine dirayet, en küçüğünün payına da
kabullenme düşüyor. “İlahi ses” hep onların kulağında sanki.
Cumartesi
annesi saydığımız iskelede oturan kadının inlemeleri büyük bir “rahatsızlık”,
filmde kurulan hayat ve bizim gerçeğimiz için. O da köşesinde kendi acılı
şarkısını söylüyor. Fakat hikâyenin evreninde bir yabancılaştırma unsuru
olmaktan, umutsuz atmosferi iskele tarafından destekleyip filme işlevsel bir
katkı yapmaktan öteye taşınamıyor. Duygu ile durum arasında koca koca sahneler
heba eden, bütün sahiciliklere mesafe koyan bir film bu. Atmosferi,
karakterleri var gücüyle alışık olduğumuz hayatın, ilişkilerin, iletişimin zeminini
kaydırıyor. Ve ne yazık ki bu zemin bizi tatmin edici bir dünyaya değil
gürültülü ve dilini toparlayamamış bir filme taşıyor. Öyle ki seyirci seyirci
kalıveriyorsunuz. Çünkü çok konuşuyor film, araya girip iki kelam edecek yer
bırakmıyor insana. Oysa gönül yönetmenin zamanında, mekânında kendine de bir
yer bulmak istiyor. İstiyor işte, ne yapalım. (Fatma Onat 21 Şubat 2014 Eksi
Sinema)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder