Yönetmen: Ali Özgentürk
Senaryo: Işıl Özgentürk
Görüntü Yönetmeni: Ertunç
Şenkay
Müzik: Sarper Özsan
Yapım: Asya Film / Ali
Özgentürk
Gör. Yön. Yardımcısı: Mahmut
Yumuşak, Set Ekibi: İsmail Kündem, Enver Kündem, Bekir Yenigün, Işık
Ekibi: Doğan Atakan, Yavuz Kar, Osman Gündem, Dekor, Kostüm görevlisi: Deniz
Özen, Seslendirme yönetmeni: Mustafa Alabora, Kurgu Teknisyeni:
Cevat Sezer, Laboratuar Şefi: Yusuf Özbek, Ses Mühendisi: Ercan
Okan, Tanıtma Yazıları: Ateş Benice, Efekt Sudi Yılmaz, Yapım
Müdürü: Mete Türkben, Yapım yardımcısı: Maren Schulte, Yapım
Sorumlularaı: Yusuf Niş, Ziya Ilgaz, Yönetmen Yardımcıları: Ahmet
Sezerel, Eray Özbal, Yeşim Kaya, Sadık Karlı, Salon Efektleri: Erkan
Okan, Eşleme: Christina Schulz, Kurgu revizyon teknisyeni: Christiane
Fazlagiç, Kopya Baskı: Contrast Film (Berlin)Sinefekt Laboratuarında hazırlanmış, Fono Film
stüdyosunda seslendirilmiştir.)
Oyuncular: Tarık Akan (yönetmen), Şahika Tekant
(Yönetmenin karısı), Ayberk Çölok, Turgut Savaş (baba), Nathalia Duverne
(sevgili), Suna Selen, Meral Çetinkaya, Haşmet Zeybek, Gökhan Mete, Fahriye
Pınarcı , Turgay Betil, Erol Özkök, Ahmet Yürür, Celal Hosrovşahi, Emel Kurma,
Muzaffer Kargı, Talip Kargı, Arif Yalın, Mehmetv Ali Altın, Suna Tanrıver,
Attila Oğultekin, Mehmet Akyol, Özgür Özbilgiç, Ahmet Tekdemir, Mehmet Akyol,
Kerem Kurtoğlu, Metin Göksel, Dilek Güvel, Cüneyt Yalar, Fatih Erdoğan,
Yardımcı
Oyuncular: Bora Onat, Sedat Savlak,
Hikmet Karagöz, Erol Şen, Yavuz Seçkin, Filiz Ekinci, Serdar Sönmemiş, Mutlu
Polat, Ragıp Taranç, Funda Oskay, Cem Duygulu
v ….Işıl Özgentürk'ün senaryosu Ali
Özgentürk'ün filmi, daha neler neler anlatmaya sıvanmıyor ki? Yönetmenin
deyişiyle, "Yalnızca bir Türk yönelmenin bireysel hesaplaşması değil, aynı
za-manda bir kuşağın toplumsal hesaplaş-ması" da olması istenen film-de,
neler neler yok ki!.. Kırsal kesim - kent kültürleri, Doğu - Batı kültürleri
çatışması; demokratikleşme yolunda çekilen sancılar; 27 Mayıs Öncesi Beyazıt
meydanında akan kandan bir diğer mayısta, 1968 in Mayısında Paris'ten İstanbul'a
yaşanana yakın geçmişin çeşİtli olayları; baskı, kıyım, işkence, hapis;
toplatılan şiir, yakılan film, yasaklanan düşünce... Ve tüm bunları vermek
için, yalnızca sanki bir Resnais sinemasının belleği izleyen zaman dizimden
bağımsız tutumu veya bir Fellini sinemasının öz yaşamsal nostalji tutkusu
değil, aynı zamanda Bunuel'den, PasoIinİ'den çıkıp bir Ali Özgentürk filmine
konmuş duygusu veren çeşitli simgesel gerçeküstü.
Alegorik"
sahneler: Ellerinde ölü oğullarının resmiyle dağ başlarında yürüyen köylü
kadınları, şafağa karşı yakılan meşaleler, tarlalarda yakılan filmleri
kurtarmaya çabalayan yönetmen... vb. Bu anlatılması zor (ayrıca bir filmi
anlatmak da gerekli sayılmayabilir) filmin, bunca ilginç, önemli, toplumumuz
için yaşamsal şeyi anlatmayı denemesine karşın, insanı iki saat boyunca adeta
bu gibi soğutan, mıh gibi yerine çakan, kımıldamaya korkutan, bilince de sanki
ayaklarının ucuna basarcasına salondan çıkıp gitme duygusu veren bir filme
dönüşmesine ne demeli? Sinemanın, giderek sanatın gizlerinden biri de bu olsa
gerek!.. Yoksa bizim yönetmenlerimizin yazgısı mı bu? Yıllar yılı en zor,
olumsuz koşullardaki çabalarına alkış tuttuğumuz, o ilkel koşullarda
kotardıkları belki çok daha sade. yalın, alçak gönüllü, ama çok daha içten (en
azından bizim öyle bulduğumu?) çabalarını desteklediğimiz yönetmenlerimizin,
Zeki Ökten'in veya Özgentürk'ün, elbette haklı olarak daha yükseklere erişmek,
daha önemli, daha kişisel bir sinema yapmak, "auteur" statülerini
adeta kanıtlamak islediklerinde başarıya erişememelerini nasıl açıklamalı? Türk
sineması, elbette ömür boyu geri kalmışlık öyküleri anlatmayacak. Çağdaş sanayi
toplumunun düşünen insanlarının, aydınlarının çok daha bireysel arayışlar,
özlemler peşinde koşan öykülerine benzer öyküler, elbette bizde de gündeme (ve
perdeye) gelecek...
Ama "Su da Yanar"
gibi. hemen hiç bir sahnesi gerçeklik, içtenlik duygusu vermeyen, hemen her
sahnesinde "etkili olmak", seyirciyi "tavlamak", siyasal
özden estetik kaygıya, her şeyiyle seyirciye bir "tuzak kurmak" duygusu
ileten bir filmle değil. Türk sineması, belki de şimdiye dek gördüğü ilgiyi,
oldukça "naif konuları yine naif bir anlatımla vermesiyle kazandı. Bu tür
konulardan kurtulmayı İstemek, elbette ki Türk sinemasının hakkı. Ama daha
karmaşık, yoğun konulara benzer bir naif tutumla yaklaşmak, ancak fiyasko
doğuruyor. Siz, beş dakikada bir "Bu filmi yapamayacağım,
yaptırmayacaklar, bırakmayacaklar, bırakmayacaklar" diye konuşan bir
yönetmen ve her rastladığı kişinin ona, "Bu filmi yapmalısın, yapacaksın,
hepimiz bekliyoruz" demesini düşünebiliyor musunuz? Ali Özgentürk ya
sinemayı ya kendini (veya ikisini birden) fazla ciddiye alıyor gibi geldi
bize!,
"Su da
Yanar” kimi usta işi sahneler yok değil, Özgentürk'ün has bir sinemacı olduğunu
duyuran... Ama Film sonuç olarak tümüyle yapay tümüyle sentetik duruyor. Tarık
Akan'ın inanmadığı, anlamadığı bir roldeki çabası göz yaşartıcı,.. Nathalie
bilmem ne adlı Fransız kızı sanki bir müsamerede oynuyor!.. Bu badire-den
filmin tek yaşayan, inandırıcı kişisi olarak "eş" rolündeki Şahika
Tekand kendini kurtarıyor. "Şaire adanmış bir film üzerine bir film"
düşüncesinin içerdiği incelik ise, yönelmenin bir sahnede Fransız sevgilisine
şairin adını heceletmesi sahnesinde adamakıllı kabalaşıyor.,. Evet,
"şair"in (Nâzım'ın) adını İlk kez bir Türk filminde duyanlar, kimi
sahnelerin içerdiği ilerici özü yürekli bulanlar (ki öyle), "karı - koca -
Fransız sevgili" üçgeninin ilişkilerini ilginç bulacak
"feministler" vb. seyirci kategorileri, filme belli bir seyirci
başarısı bile sağlayabilir... Ama birilerinin çıkıp, "kralın çıplak
olduğunu" söylemesi de kaçınılmaz,,. Bu filmin sonuç olarak en büyük
kusuru, en küçük bir denetimden bile geçirilmemiş duyarlılığı... Aklın
denetiminden geçmeyen ham duyarlığın sanatta olsa ûlsa geri teptiğine kendi
adıma içtenlikle inanıyorum.,.
Bu arada, filmin belki en
olumlu yanı olan ve özellikle gece sahnelerinde şimdiye dek hiç bir Türk
filminde görmediğimiz bir görüntü kalitesi sağlayan Ertunç Şenkay'ın çabası
ise, en azından benim izlediğim Kent sinemasında rezalet bir projeksiyon
nedeniyle güme gidiyor. Yazık!.. “Atilla Dorsay, “12 Eylül Yılları ve
Sinemamız”