Powered By Blogger

4 Kasım 2022 Cuma

 

MAVİ SÜRGÜN (1992)


Yönetmen: Erden Kral, Senaryo: Erden Kral, Kenan Ormanlar, Elie Schellerer, Eser: Halikarnas Balıkçısı, (Cevat Şakir Kabaağaçlı) Görüntü Yönetmeni: Kenan Ormanlar, Müzik: Timur Selçuk, Yapım: Kentel Film/Erden Kral, Kenan Ormanlar Türk – Alman – Yunan Ortak yapımı Yönetmen Yardımcısı: Güliz Kucur, Steadycam Operatörü: Ercan Yılmaz, (Eurimages, TRT ve Kültür Bakanlığının katkılarıyla).

Oyuncular: Can Togay, Özay Fecht, Ayşe Romey, Hanna Schygulla, Tattian Papamaoushou, Halil Ergün, Ali Sürmeli, Menderes Samancılar, Kürşat Alnıaçık, Mevlüt Demiryay, Can Kolukısa, Altan Erkekli, Cezmi Baskın, Meltem Savcı, Sabriye Kara, Mehmet Çepiç, İlhan Kilimci, Levent Ülgen, Suavi Eren, Fatih Özses, Ali Düşenkalkar, Ali Çakalgöz


Konu
: Yıl 1925. Cevat Şakir'in Resimli Ay dergisinde, asker kaçaklarının soruşturma yapılmadan idama mahkum edilmelerine karşı çıkan bir yazısı yayınlanır. Cevat Şakir ve derginin yazı işleri müdürü Zekeriya Sertel tutuklanıp Ankara istiklal Mahkemesi'nde yargılanırlar. Cezaları üç yıllık sürgündür. Cevat Şakir, Bodrum'a, Zekeriya Sertel ise Sinop'a gönderilir. Ankara'dan Bodrum'a tutuklu olarak bir buçuk ayda giden yazar, bu tren yolculuğu boyunca ilginç olaylar yaşar. Ve geçmişiyle de hesaplaşan Cevat Şakir, trende ona annesini hatırlatan bir kadınla, gezginci bir tiyatro topluluğunun baş oyuncusu Marie'yle tanışır. Daha sonra Bodrum'da tanıdığı köylü kızı Hatice'yle evlenir. Sürgün yaşamı büyük bir mutlulukla sürüp gider.

ÖDÜL:

30. Antalya Altın Portakal Film FestivaIi'nde (1993)
     ► "En İyi Film" ve "En iyi Yönetmen"

(Jüri Üyeleri: Orhan Aksoy, Tunç Başaran, Hülya Koçyiğit, Engin Cezzar, Atilla Dorsay, Nedim Otyam, Müfit Kayacan, Prof.Dr. Oğuz Onaran, Doç.Dr. Naci Güçhan

6. Uluslararası Ankara Film Festivali'nde (1994)

► Can Tolgay "En İyi Erkek Oyuncu",

►Timur Selçuk "En İyi Özgün Müzik"

► Kenan Ormanlar "En İyi Görüntü Yönetmeni

13. Uluslararası Istanbul Film Festivali'nde (1994)

► Mavi Sürgün "AItınLale Ödülü",

 

SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) seçiminde (1994)

► "En Iyi Film", "En İyi Yönetmen",

►Can Tolgay "En İyi Erkek Oyuncu"

► Özay Fecht "En İyi Kadın Oyuncu",

►Kenan Ormanlar "En İyi Görüntü Yönetmeni

► Timur Selçuk "En İyi Özgün Müzik"

 (Jüri Üyeleri:  Atilla Dorsay, Agah Özgüç, Sungu Çapan, Turan Aksoy, Sevin Okyay. Ali Ulvi Uyanık, Kamil Suveren, Coşkun Çokyiğit, Hayri Caner, Sadi Çiiingir, Saim Yavuz, Mehmet Açar, Tunca Arslan, Necati Sönmez, Uğur Vardan. Murat Özer, Gülenay Börekçi, Hülya Arslanbay, Uygar Şirin, Rekin Teksoy, Cumhur Canbazoğlu)

8. Adana Film Festivali'nde (1994)

► Mavi Sürgün "En İyi 3. Film"

►Yüreğir Belediyesi Özel Ödülü.

►Timur Selçu "En İyi Özgün Müzik Ödülü",

Kültür Bakanlığı (1994)

►"Sinema Başaarı Ödüıü",

Çasod (Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği) seçiminde (1994)

►Can Togay "En İyi Erkek Oyuncu".

& Sarı Tebessüm fırtınasının hemen ardından Erden Kral'ın son filmi Mavi Sürgün'ü özel bir gösterimde izleme olanağı bulduk. Mavi Sürgün de Sarı Tebessüm gibi "devlet" güdümlü filmlerden biri. Dahası filme TRT bile ortak. Yazar Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın namı diğer Halikarnas Balıkçısı'nın yaşamından bir kesiti perdeye getiren Mavi Sürgün'ün en önemli özelliği 20 küsur milyarı aştığı söylenen bütçesi. Ancak, gelin görün ki, filme "20 milyarlık film" demek mümkün değil. Bir dönem filmi olması açısından belki "ekstra" masrafları olabilir ama yine de filmin bütünü ele alındığında "20 milyarın biraz "şişirilmiş" bir rakam olduğu "açık" ve "net" bir şekilde belli oluyor.

Kullanılan negatif filmin miktarı, yapılan "sesli" çekimlerin masrafı, yurt dışındaki "laboratuar" hizmetleri de göz önüne alınsa yine de 20 milyara ulaşmak biraz güç gibi görünüyor. Şimdi bazı çevreler Antalya'da ödül kazanan bu film hakkında böyle yazıyoruz diye bize cephe alabilirler ama "görünen köyün kılavuz istemediği" de bir gerçek.


Bu noktada hemen bir kıyaslama yapmakta fayda var. Sinan Çetin geçen yıl tamamını Almanya'da "sesli" olarak çektiği ve "yüzlerce" kutu negatif film harcadığı Berlin in Berlin'i yaklaşık 5 milyar liraya "mal" ederken, Ziya Öztan TRT adına iki yıldır uğraştığı Kemal'in Askerleri/Kurtuluş adlı diziyi, şehir ve kasaba dekorları kurarak, teknik işlemlerini yurt dışında yaparak 35 milyara "mal" ederken, Mavi Sürgün'ün nasıl oluyor da 20 küsur milyarlık bir film olduğu "bağıra, bağıra" söyleniyor? Bilemiyoruz.

Ama yapımcılar para olmadığından Kültür Bakanlığı, Euroimages ve TRT gibi kurumlar işe ortak edilerek maliyetin % 20'si garanti altına alınmış. Tabii söz konusu bu kurumlara verilen rapora göre filmin maliyeti 20 küsur milyar. Bu paranın büyük kısmının da döviz olduğunu düşünürseniz, buyurun % 20'sini siz hesap edin!..

Hepsi bu kadar da değil. Bir de filmin anlatım "sorunu" var. Hikaye Halikarnas Balıkçısı'nın yayınlanan bir yazısından dolayı Bodrum'a sürgün edilmesini konu ediniyor. Ana tema bu. Ama Bodrum filmde pek yok. Daha doğrusu film bir tür "yol" filmi. Cevat Şakir, Bodrum'a geliyor, film bitiyor. Filmin tamamı neredeyse TRT'nin sağladığı "kara tren"de geçiyor. Eee dedik ya TRT filme ortak.

Bütün dünya Cevat Şakir'i "Halikarnas Balıkçısı" olarak tanırken filmde bu lakabın nereden geldiği, kim tarafından verildiği ve ne zaman verildiği hakkında hiçbir bilgi yok. Ama en acısı Bodrum yok, Bodrum'daki Halikarnas Balıkçısı yok. Sadece Cevat Şakir var. Bir de "kartpostal" güzelliğinde görüntüler. Oysa hepsi birden olsaydı, daha iyi olmaz mıydı ? Şüphesiz, ama o zaman bu filmin maliyeti gerçekten "20 küsur milyar''ı bulurdu!.. (Nejat Çelik “Antrakt Sinema Dergisi” Haziran 1993 )


& Erden Kıral'ın temaları ve anlatım özellikleri açısından artık sinemamızın sayılı auteur'leri arasında olduğuna kuşku yok. Kıral, Halikarnas Balıkçısı'nın Mavi Sürgün adlı öz yaşamsal romanında, kendi temalarını bulmuş sanki: Fiziksel bir yer değiştirmeyle koşut bir iç yolculuk, yabancı ve aykırı bir çevrede kimlik arayışı, ilkel davranışlar ardında belki de asıl "uygarlık" olan bir yaşam biçimi ...


Osmanlı'nın son yıllarında tam bir aristokrat olarak yetişen, yüzyılın en büyük dönüşümlerinden biri önünde kendi kişisel öyküsünü ya şayan, annesine aşırı tutkusu ile babasına inanılmaz nefreti arasında bölünmüş ve sonunda "baba katili" olmaya dek gitmiş bir sorunlu kişilik Cevat Şakir... "Cumhuriyet düşmanı" bulunan bir yazısından sonra yargılanıp sürgüne mahkum edilmiş ve nazlı bir gül gibi yetiştiği İstanbul ortamından kopartılıp kendi halinde bir Ege kıyı kasabasına gönderilmiş.. Orada doğasıyla, insanıyla, arkeolojisiyle, tarihiyle gerçek Ege'yi keşfetmiş. Kendisini doğaya ve denize adamış sade insan yaşamlarının özünü kavramış ... Ve bu daha basit, daha yalın, daha "ilkel" olanı benimseyerek kendini aşmayı, kendini yüceltmeyi, "süblimasyon"a ([1])  erişmeyi denemiş ...

Film, Cevat Şakir'in bir zamanlar girdiği bir tarikattaki "çile"sinden bir görüntüyle açılıyor. Ve benzer bir görüntüyle kapanıyor. Balıkçı, öykünün sonunda artık "çile"nin sonuna gelmiş, kişiliğini değiştirmiş ve dönüştürmüştür. Aradaki tüm olup bitenler ise, bunun öyküsüdür.

Erden Kıral, bu öyküyü bir ölçüde serbest biçimde uyarlarken, en uygun sinemasal karşılıklarla görselleştirmeyi başarıyor. İstiklal mahkemelerinin ortalığa saldığı korku, yıllardır süren savaşlardan yorgun, bezgin bir halk, radikal değişimlerin kaçınılmaz sancıları... Tüm bunlar, ekonomik, ama özlü sahnelerle ustaca veriliyor. Odak noktasında, öğrenmeye açık meraklı kişiliğiyle genç Cevat Şakir duruyor. Itır çiçeğinin özelliklerini öğrenirken, jandarmaların gerçek halk çocuğu yüzlerini keşfederken veya trendeki kumpanyanın geçkin Levanten oyuncusunda, annesine onca benzemesine karşın (belki de onca benzediği için) geçici bir sevdanın lezzetini bulurken, onu da gerçek ve ilginç kişiliğiyle tanıyoruz.

Ancak ikinci yarıda işler biraz bozuluyor. Çünkü bu bölümde, Türk toplumunun çağdaş nostaljilerinden birini oluşturan Bodrum söz konusudur. Cevat Şakir, kendi kendisini Ege uygarlıklarının iz sürücüsü ve bu uygarlıkların devam çizgisinin amansız avcısı Halikarnas Balıkçısı'na dönüştürürken, sürgün yeri Halikarnas'ı da Türk aydınının Ege uygarlıklarını ve Ege usulü yaşamı keşfedeceği "tatil kenti" Bodrum'a dönüştürecektir. Ve Türk aydını, bu filmde, elbette ki bu serüvenin en azından temellerinin atılmasını görmek isteyecektir.

İşte filmde bu dönüşüm yok... Veya çok çabuk geçiştiriliyor. Balıkçı'nın Bodrum'la ve oranın insanıyla tüm ilişkisi, neredeyse yalnızca Emine ve Hatice'yle ilişkilerine indirgeniyor: Balıkçı, "veresiye Emine"yi, tüm düşkünlüğü içinde insan olarak kabul ediyor, ona yardım etmeye çalışıyor. Hatice'yi, bu temiz, saf ve güzel köylü kızını ise eş olarak seçiyor. Bu ilişkiler, incelikle, oya gibi verilmiş. Ama seyircide Bodrum'un oluşumuna değin merakı tam olarak doyurmuyor. Yine de, sonuç olarak Mavi Sürgün, Türk siinemasının son yıllardaki en başarılı filmlerinden biri... Erden Kıral'ın görüntülere egemenliği, psikolojik bir filmle bir "dönem filmi"ni, bir tür "destan" tarzını belli bir bireşime ulaştırmadaki başarısı açık. Orhan Oğuz'un görüntüleri ve Timur Selçuk'un, yer yer Vivaldi esintileri taşısa da, kendi başına bir müzik olayı sayılması gereken ve filme müthiş katkıda bulunan çalışması, son derece usta işi. Ve de, kuşkusuz, oyuncular. Tüm roller, küçüğünden büyüğüne çok iyi seçilmiş, oynanmış ve yönetilmiş. Ama özellikle Can Togay'ın görkemli Cevat Şakir kompozisyonundan, Almanya'da yaşayan Türk oyuncular Ozay Fecht ve Ayşe Romey'in oyunlarından söz etmek gerekir.

Türk sinemasının günümüzde hangi düzeye ulaştığını, artık "hangi kulvarda yarıştığını" merak edenler, Mavi Sürgün'ü mutlaka görmeli. “tilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 115”

& Ustası Yılmaz Güney'in ve döneme damgasını vuran toplumcu gerçekçi sinemanın etkisinde çektiği ilk filmlerinden bu yana, bağımsızlığını korumaya özen göstermiş, yalnızca inandığı, kişisel bağlar kurduğu hikayeleri anlatmayı seçmiş bir sinemacı Erden Kıral. "Kanal" (1978) ve "Bereketli Topraklar Üzerinde" (1979) gibi, kırsal kesim insanlarının hikayelerine odaklanan filmler çektiği kariyerinin ilk döneminden, daha felsefi, daha kavramsal ve daha içe dönük bir sinemaya yöneldiği ikinci dönemine dek bütün filmlerinde en gerçekçi, en basit, en sade ve en estetik anlatırma ulaşmaya çalıştığını açıkça görüyoruz. 1993'de çektiği "Mavi Sürgün" ise, yönetmenin üslup arayışlarına, iç hesaplaşmaların, felsefi tartışmaların ağırlık kazandığı filmlerle devam ettiği ikinci dönemine ait. 1982'de çektiği "Hakkari'de Bir Mevsim"den sonra yönetmen, 12 Eylül askeri darbesinin yarattığı malum koşullar nedeniyle iki filmi yasaklanmıştı. Türkiye' den ayrılmak zorunda kalmış ve bir tür sürgün hayatı yaşamıştı. Bu filminde de hepimizin çok iyi tanıdığı ünlü bir sürgünün hikayesini anlatıyor: Resimli Hafta dergisinde yayımlanan bir yazısı sebebiyle İstiklal Mahkemesi'nde yargılanarak Bodrum'a sürgüne gönderilen Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın hikayesi. Cevat Şakir'in kendi yaşam öyküsünü kaleme aldığı "Mavi Sürgün" romanını temel alan film, yazarın İstanbul'dan Bodrum'a uzanan yolculuğuna koşut ilerleyen trajik bir iç yolculuğun hikayesi. Romanı okuyanlar ya da Cevat Şakir'in yaşamına bir şekilde aşina olanlar için içine girmesi daha kolay bir film olduğunu söylemek lazım.

Cevat Bey, köklü bir aileden gelen, iyi eğitim görmüş genç bir yazardır. Kurtuluş Savaşı'nın devam ettiği günlerde, idam edilen asker kaçaklarından biriyle ilgili yazısı nedeniyle İstiklal Mahkemesi'nde yargılanarak Bodrum' da kalebenliğe mahkum edilir ve sürgün yerine varmak üzere yola çıkar. Sisler ardından çıkagelen anıların, düşlerin, kabusların ve gerçeğin iç içe geçtiği bu uzun yolculuk sırasında Cevat Bey'in kişiliğine ve geçmişine dair önemli ipuçları edinir ve hissettiği ağır suçluluk duygusunun asıl sebebini öğreniriz. Genç adam, karısıyla ilişkisi olduğunu öğrendiği babasını kendi elleriyle vurmuştur. Film boyunca ağzından tek söz çıkmayan ancak donuk, otoriter bakışlarından bu büyük trajediyi yaratan sürecin başlıca sorumlusu olduğunu hissettiğimiz baba, oğlunun tabancasından çıkan kurşunla ölmüştür. Oğulsa, ömür boyu bu suçun ağırlığını taşıyarak yaşamaya mahkum olmuş ve kendini yaşamdan sürgün etmiştir adeta. Yeniden hayata tutunabilmesi, ruhunu bu sürgünden kurtarabilmesiyle mümkündür ancak Hiç yaşanmamış olmasını dilediği geçmişini geride bırakmak ve hayatla yeni bir ilişki kurmak için bir fırsat olarak değerlendirdiği Bodrum sürgünü, ceza olmaktan çıkar ve nihayet ruhunu huzura kavuşturmanın yolunu bulmasını sağlayan bir ödüle dönüşür.

Erden Kıral, Cevat Şakir gibi eğitimli, hümanist, ince ruhlu bir adamın böyle bir cinayet işlemiş olmasını ve bu korkunç suçun böyle bir insanın ruhunda yarattığı çelişkiyi çok ilgi çekici bulduğu için çekmiş filmi. Buna karşılık film, Cevat Şakir gibi bir adamın nasıl olup da babasını öldürmüş olabileceğine dair çok tatmin edici bir açıklama getirmiyor açıkçası. Ancak bu genç adamın yaşadığı suçluluk duygusunu ve ruhunu yeniden ışığa ve özgürlüğe kavuşturabilmek için verdiği olağanüstü mücadeleyi etkileyici bir dille anlatıyor. Cinayeti işleyen o olmasına rağmen Cevat Şakir'i cellattan ziyade, onu bu noktaya getiren olayların ve kişilerin şekillendirdiği bir kaderin kurbanı olarak sunan film bu tezinde gayet ikna edici. (Senem Erdine İşmen) “SİYAD 40 Yılın Serüveni”



[1]  Bir maddenin katı fazdan sıvı faza geçmeden doğrudan gaz fazına geçmesine süblimleşme (süblimasyon) denir!


FİLMİ İZLE



 

 

MAİLOĞLU (1992) 


Senaryo ve Yönetmen: Mehmet Ezici, Görüntü Yönetmeni: Mükremin Şumlu, Yapım: ÖzKa Film/Fuat Özkaya


Oyuncular: Murat Soydan, Nazan Saatçi, Urfalı Müslim, Nilgün Ersoy, Sırrı Elitaş, Kudret Karadağ, Yusuf Boz, Hasan Yıldız


Konu: Babası belli olmayan bir çocuğun mücadelesinin öyküsü.

 

KURŞUN ADRES SORMAZ (1992)


Yönetmen: Bilge Olgaç Senaryo Bilge Olgaç, Osman Şahin “Osman Şahin’in “Ocağına Düşmek” isimli öyküsünden uyarlama” Görüntü Yönetmeni: Aytekin Çakmakçı, Yapım Gülşah Film/Selim Soydan Yapım Sorumlusu: Emrah Şimşit, Müzik: Selda ve Sezer Bağcan,

Oyuncular: Aytaç Arman, Halil Ergün, Levent Ülgen, Şerif Sezer, Küçük Oyuncu: Serkan Bozkurt, Orhan Aydın, Mustafa Suphi,

Konu: Kan davası yüzünden iki adam öldüren Hano (Aytaç Arman), kanlıları tarafından takip edilmekte ve ölüm tehlikesiyle karşı karşıya bulunmaktadır. Kaçarken, bozkırın ortasında rastladığı bir eve sığınır. Evin sahibi Seyfo (Halil Ergün), Hano'yu kanlılarının elinden kurtarır. Ama, kurtardığı adamın, kendi amcasının da katili olduğunu anlayan Seyfo ile Hano arasında yeni bir kovalamaca başlar. Bu ölümkalım kaçışı, Hano'nun, şansının yaver gitmesi sayesinde, Göreme'de bir turist grubuna rastlayarak kurtulması ile sonlanır.

& Türk Sineması'nda ilk kadın yönetmen olması açısından önem taşıyan Bilge Olgaç'ın şimdilik son yapımı olan "Kurşun Adres Sormaz", kendisinden beklenilenin aksine, kadının toplumsal sorunlarını sorgulayan bir film değil. Film, kırsal kesimde hala hakimiyetini sürdüren toplumsal bir yarayı, yani kan davasını konu almaktadır. Türk sinema tarihi boyunca aynı konuyu ele alan pek çok örnek olmasına karşın, yönetmenin konuya farklı bir bakış açısı ile yaklaşma isteğini ve çabasını gerçekleştiremediği ve klasik kalıpların dışına çıkamadığı açıkça gözlenmektedir. Hakim olan "belgeselci" tavır, belki de filmi izlenebilir kılan tek fakör. Az önce de belirttiğimiz gibi, film, klasik anlatımların ve yaratım darboğazında boğulup gitmiş. Başlangıcından itibaren kayıp bir film olan "Kurşun Adres Sormaz", adeta yerli bir western görünümünde.

Film boyunca Seyfo, Hano ve diğer kanlısı, ölüm motifini birlikte yaşamakta ve bu motif üzerinde amansız bir ortaklık kurmaktadırlar. Hano ölümden kaçarken, Seyfo ve diğer kanlı, Hano üzerine acımasız bir mücadeleye girişmektedirler. Köy insanının toplumsal değerleri çerçevesinde küçücük bir bakış açısına sıkışıp kalmış dünyası, do yaşlı adam ve kızı, bunların simgesi olarak kullanılmıştır

Hano'nun kanlısı ile yaşlı adamın kızı arasında gelişen aşk, tipik bir "Ferhat ile Şirin masalı" olmaktan öteye gidememiştir. Konunun ele alınış biçimindeki bu aksaklıklara rağmen, filmin izlenebilir hale gelmesi için önemli unsurlardan birisi olan oyunculuk da, ne yazık ki, abartılı ve inandırıcılığı son derece zayıf olan bir boyutta kalmıştır. 29. Antalya Film Festivali'nde hiç ödül alamayan bu filme, yeni platformlarda ödül vermemek, bir anlamda haksızlık sayılabilir. Film, çok daha kısa bir sürede konuyu çok daha akıcı bir biçimde anlatabileceği yerde, gereksiz yere bu kadar uzatılmasından ve saygıdeğer oyuncularının sergilediği performans açısından, festivalin "en sıkıcı film" ve "en gerçekdışı oyunculuk" ödüllerine layık gösterilebilirdi.


Yönetmen Bilge Olgaç, özelikle Seyfo'nun Hano'yu öldürdükten sonraki olaylara yönelik kurduğu hayalleri trajikomik boyutlarda ele almak istemiş, ama hayal sürecine kattığı aşırı abartılı mizansen ve replikler nedeniyle, absürde kayan bir anlatıma girmiştir. Filmin sinematografik anlatımını zedeleyen bir diğer unsur da, müziğin, anlatılan konunun daima önünde yer alması ve bu açıdan anlaşılırlığı güçleştirmiş olmasıdır. İster istemez izleyici, müzikle birlikte konudan uzaklaşmakta, zaten boğucu bir anlatıma sahip olan film, iyice çıkmaza girmektedir. Sinema adına hiçbir yeni adımın atılmadığı, kişisel çıkmazların içine gömülüp kalmış bir 1992) film olan "Kurşun Adres Sormaz", yönetmeninin, var olan formasyonu içinde büyük bir tükeniş yaşadığını gözler önüne sermektedir. Dileğimiz, Bilge Olgaç'ın, bundan sonraki çalışmalarında, daha nesnel bir tavırla, sırf film yapmış olmak için değil, ortaya gerçekten kayda değer bir şeyler koymak için çaba sarf etmesidir. (Nıl Ozer  Semra Gozel Antrakt Sinema Dergisi Aralık 1992)



FİLMİ İZLE 





 

KAPILARI AÇMAK (1992)


Yönetmen: Osman Sınav, Senaryo: Osman Sınav, Mustafa Kutlu,  Görüntü Yönetmeni: Ender Turgut, Yapım: Sinegraf Ltd/Sedat Kalsın, Osman Kara

Sanat Yönetmeni: Türkan Kafadar, Müzik: Özhan Eren, Kurgu: Mevlut Koçak,

Oyuncular: Mehmet Aslantuğ, İlknur Bozkurt, Macit Flordun, Orhan Hızlı, Ertaç Ünsal, Orsel Sonat, M. Metin Günay, Uğur Kıvılcım, İnci Boztepe, Ömer Korkmaz

Konu: Kötü yola düşen bir genç kadının yeniden yaşama bağlanmasını anlatıyor.. Telekız bu işi bırakıp köyüne döner. Köyde ilk gözağrısı imamın oğluna sığınır. Kız gerçek yaşamı ve sevgiyi onda bulur.

Ödül:

29. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde (1992)

►Kapıları açmak “ en iyi üçüncü film”


Mehmet Aslantuğ “en iyi erkek oyuncu”

&  Yönetmenliğini Osman Sınav'ın yapmış olduğu “(İlk uzun metrajlı filmi) ” film, büyük ümitlerle başlayıp, sonuçta hayal kırıklığına uğradığı bir aşk ilişkisinin ardından yapayalnız kaldığı şehirde, yaşamını sürdürebilmek için fahişelik yapan, fakat yaşadığı bu hayattan kurtulabilmek için köyüne sığınma çabası içinde olan bir köylü kızın öyküsünü anlatıyor. Köy ortamında, Türk geleneklerine baskıcı ve otoriter bir ailenin kızı olarak yetişmiş olan Zehra (İlknur Bozkurt), kendisini uzaktan seven, mahcup bir genç olan Cihan'ın (Mehmet Aslantuğ) sevgisini karşılıksız bırakıp, hovarda ve çapkın Kemal'i seçer ve onunla İstanbul'a kaçar. Fakat olaylar beklendiği gibi gelişmeyince, İstanbul'un kozmopolitliği içinde, yaşam gerçeğine yenik düşüp, fahişelik yapmaya başlar. Tüm bu gelişim süreci, bir anlamda izleyicinin yaşam formasyonuna bırakılmış, Türk Sineması'nda defalarca anlatılan bir öykünün kıskacından kurtulabilmek için, bu kesit, filmin jeneriğinde sunulmuştur. Jenerik, bu anlamda filmin bütünselliğini sağlamakta ve güçlü bir sinematografik anlatıma sahip bulunmaktadır. Böylesine iyi bir başlangıç, izleyiciyi, ilk aşamada filme son derece yakınlaştırmaktadır. Ne yazık ki, jenerikte yakalanan bu güçlü anlatım, filmdeki olay örgüsünün gelişmesiyle birlikte, önemini yitirmektedir. çarpıcı bir başlangıç yapılmasına karşın, bu başarı filmin devamında yakalanamamıştır. Zehra'nın, kötü geçmişini unutup, tekrar eski ve temiz yaşantısına dönme arzusu karşısında, köy halkının kendisine gösterdiği tepkinin çürümüşlüğü, kahramanı ister istemez bir ikileme sürüklemekte ve yaşam gerçeğine karşı, amansız ama aynı zamanda umut ve sevgi dolu, yıkılmaz bir mücadeleyi başlatmaktadır. Bu mücadele içinde, seyircinin rahatlıkla özdeşleşebileceği, sıradan, içe dönük, sıkılgan bir erkek olan Cihan ile, sevdiği genç tarafından terk edilen, fahişelik yapmak zorunda kalan Zehra tiplemeleri, Türk toplumunun baskıcı karakterine karşı direnen, gerçekçi, sevecen, olması gereken Türk insanını simgelemektedir.

Köy ve kent ikileminin yan motif olarak kullanıldığı film, bu motifle birlikte kırsal yaşantıya gerçekçi bakış açıları taşımakta, bu bakış açısı, dinin yaptırım gücü, kırsal kesim üzerinde hala sürmekte olan Doğu toplumu etkileri ve bir tabu olmaktan kurtulamayan cinselliğe köy insanının yaklaşımıyla yoğrulmuştur. Tüm bu motifler süresince, gizli kalan kent yaşamına karşın yansıtılmak istenen köy yaşantısına dair iyi niyetli yaklaşımlar, filmin izlenebilirliğini artırmaktadır. Ama, geriye dönüşler anlamsız bir yoğunluktadır.

Temel karakterler olan Zehra, Cihan ve İmam kişilikleri, filmin olay örgüsünü oyunculuk açısından desteklemektedir. Özellikle Cihan rolündeki Mehmet Aslantuğ'un ödüle layık bir doğallık sergilediği ve köy atmosferinde, tam anlamıyla oturmuş bir oyunculuk ortaya koyduğu, somut bir gerçektir. İmam karakterindeki Macit Flordun da, seçilen anlatımı güçlendirici bir performans kaydetmektedir. Ama, mankenlikten gelme İlknur Bozkurt'un sergilediği yapay ve düzeysiz oyunculuk, oyunculuk bağlamında kurulmaya çalışılan dengeyi sarsmış ve bu karakter, yüzeysel, derinliği olmayan bir tip olarak son derece havada kalmıştır.

Filmin yönetmeni Osman Sınav, köy hayatına toplumsal gerçekçi bir yaklaşımı varmış gibi görünmesine rağmen, istemeyerek de olsa din olgusunu ön plana çıkararak, içinde bulunduğu ikilemi perdeye aktarmaktan kendini kurtaramamış, bu anlamda da, filmin sinematografik anlatımını zedelemiştir. Kendisiyle yapılan bir söyleşide, TRT kökenli olmasına rağmen, TRT'de iken bile sinema yaptığını dile getirmiş, ama ne yazık ki, ilk sinema çalışması olan bu filmi, televizyon mantığından, ayrıntı ve yakın plan çekimlerden kurtaramamıştır: İzleyici, sık sık, sanki bir televizyon dizisi izliyormuş duygusuna kapılmaktadır.

Estetik açıdan, köy ortamının doğallığı ve nesnelliği çerçevesinde taşıdığı olumlu özelliklerle birlikte, jenerik bittiği anda sona eren bir film yapan Osman Sınav, geniş kitlelere ulaşma fırsatını yakalayamayıp, ne yazık ki Türk sinemacılarının sık sık düştüğü yaratıcılık darboğazına sürüklenmiştir. Film, 29. Antalya Festivali'nde Mehmet Aslantuğ'un aldığı en iyi erkek oyuncu ödülü dışında (en iyi üçüncü film seçilmesine rağmen), kayda değer nitelikler taşımamakta ve sadece güzel köy görüntüleriyle izleyiciyi etkilemektedir... (Gaye Çelıkbaş Antrakt Sin. Derg. Aralık 1992)



 

 

İKİ KADIN (1992)


Senaryo ve Yönetmen: Yavuz Özkan, Görüntü Yönetmeni: Ertunç Şenkay, Yapım: Z Film/Yavuz Özkan Yönetmen Yardımcısı: Aycan Çetin, Müzik: Berrak Taranç, Sanat Yönetmeni: Gül Oğuz, Kurgu: Mevlut Koçak, Sedat Karadeniz, Negatif Kurgu: Tamer Eşkazan, Film Baskı: Uğur Orbay, Ses Kayıt: Erkan Esenboğa, Sanat Yönetmeni: Gül Oğuz,

Oyuncular: Serap Aksoy, Zuhal Olcay, Haluk Bilginer, Tunca Yönder, Nejat Boren, İlhan Dolunay, Göknil Vuran

Konu: Otel odasında beraber olduğu hayat kadınına kötü davranıp tecavüz eden evli bir milletvekili, olayın büyüyüp medyaya yansıması üzerine zor durumda kalır. Gerçek bir olaydan esinlenen film, özellikle milletvekilinin karısı ile hayat kadınının birbirlerini tanıyıp yakınlaştıkları sahnelerle öne çıkıyor.

* Olayı yaşayan hiç kimsenin adının olmaması, filmdeki her kahramanı toplumdaki insanlarla özdeşleştiriyor: Filmin konusunun, sadece bakanın bir fahişeye tecavüz etmesi ve fahişenin bu olay karşısında gösterdiği tepki olarak özetlemek, yetersiz olur. Çünkü, bu olaya bağlı olarak, insanın bastıramadığı merak ve kıskançlık duyguları sonucu gelişen, bakanın karısı ile fahişe arasındaki ilişki ön plana çıkıyor ve öykünün seyri değişiyor.

Bu iki kadın arasındaki ilişki, bakanın karısının, fahişeye, bedelini ödeyerek, bir müşteri gibi yaklaşmasıyla başlıyor. İlk konuşmaları sonunda, bakanın karısının fahişeye inanması, karıkoca arasındaki ilişkinin dıştan göründüğü gibi olmadığını da veriyor. İki kadın, daha sonraki karşılaşmalarında, yalnızlıklarını da paylaşmaya başlıyor. Bu paylaşım sırasında, bakanın karısı yine fahişenin ücretini ödüyor. Filmin sonunda ise, Zuhal Olcay'ın giydiği kırmızı kıyafetle, yönetmen, fahişeyi bakanın karısının gözünde bir cinsel kimliğe büründürüyor. ..

 

Yönetmen Yavuz Özkan, John Berger'ın "Görmek konuşmadan önce gelir" sözünden hareketle olsa gerek, fahişenin kızını kör olarak kullanmış. Böylece, bu kız çocuğu, olayların dışında bırakılmış ve fahişenin yaşamak istediği duru sevginin, bozulmuş düzendeki saflığın simgesi haline gelmiş.

Aslında kadının sevgiye olan ihtiyacının anlatılmak istendiği babakız ilişkisi ise, büyük olasılıkla bilinçsiz bir yaklaşımla, gerek oyunculuk, gerek çekim ölçekleri sonucunda, ensest ilişkiye kayıyor. Fahişenin yatak odasında, babasını bir müşterisi gibi soyup yatağa yatırması ve kendisinin de onun yanına uzanmasıyla, bu durum, daha açık bir hale geliyor. Filmde, olayların üzerine kurulduğu "bakanfahişebakanın karısı" üçlüsü, nerdeyse toplumdan soyutlanmış durumda.

Yönetmen, belki de sadece üç insan arasındaki ilişkiyi vermek istiyor. Ama bunu yaparken, özellikle toplumsal bir misyonu olan bakanı toplumdan soyutlaması, büyük bir hata. Bu, bakanın kişiliğinin de yerine oturmamasına neden oluyor.

Karakter olarak ele alınırsa, aynı yerine oturmamışlık, fahişe için de söz konusu. Bu fahişe, yaşam biçimi, sahip olduğu maddi değerler ve verilmek istenen kültür düzeyi ile, Türkiye standartlarındaki fahişe kimliğinden uzak. Buna karşın, olayın basına yansıması ve çevrenin kadına yaklaşımı ise, toplumda fahişeliğe gösterilen tavrı sergiliyor.

" Filmin tüm tanıtımlarında vurgu yapılan, "bakanın fahişeye tecavüzü", Halk ]ürisi ödülünü "Iki Kadın"ın almasında en büyük etken olmuştur. Ama bu nokta, film boyunca geride kalmıştır. Bu da, aslında Yavuz Özkan'ın filmde neyi vermek istediğine karar verememiş olduğunun bir göstergesidir. Aynı şey, filmin birkaç finale sahip olmasından da bellidir.


Bu kararsızlık, 29. Antalya Film Festivali ödüllerinde de bir karmaşa yarattı. Eğer yönetmen, fahişenin tecavüz sonrasında yaşadığı psikolojiyi işlemek istediyse, Serap Aksoy en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünü hak etmişti. ama iki kadın arasındaki ilişkiyi ele almak istediyse, Serap Aksoy'u, başrolde değil, yardımcı kadın oyuncu gibi görmek haksızlıktı.


Yavuz Özkan'ın, bundan sonraki filminde, olay örgüsünü, konu için tam bir karar verdikten sonra kurması dileğiyle. (Banu Hepçekenler Antrakt Sin. Derg. Aralık 1992)


ÖDÜL:

 5. Ankara Film Festivali’nde (1993)

►Seçiciler Kurulu Özel Ödülü “İki Kadın”

►Yavuz Özkan “En İyi Yönetmen”

12. İstanbul Film Festival’nde (1993)

►En İyi Film” ve “En İyi Yönetmen”

(Jüri Üyeleri: Orhan Aksoy, Sevin Okyay, Can Togay, Fehmi Yaşar, Güneş karabuda)

 SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) seçiminde (1993)

►“En İyi 3. Film”, Serap Aksoy “En İyi Kadın Oyuncu”

 Kültür Bakanlığı (1993) “Sinema Başarı Ödülü

 İskenderiye Film Festivali (1993)

►Yavuz Özkan “En İyi Senaryo”,

►Serap Aksoy “En İyi Kadın Oyuncu”

 7. Adana Altın Koza Film Festivali (1993)

►Zuhal Olcay “En İyi Kadın Oyuncu”

►Orhan Oğuz “En İyi Görüntü Yönetmeni”

►Adana Büyükşehir Belediyesi Ödülü “İki kadın”

 ÇASOD (Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği) seçiminde (1993)

►Zuhal Olcay “En İyi Kadın Oyuncu”

4  iki Kadın, benim için gerçekten hoş bir sürppriz oldu. Kadın sorunlarına ve "ilişki"lerine birden artan ilginin ışığında ve bu ilginin medyada kıyametler koparan bir biçimde sömürüsünü getiren kimi filmlerin yanı sıra, bu filmde "korktuğuma uğramadım." Tersine, zor, kışkırtıcı, her türlü sömürüye açık öyküsünü çok iyi denetlemiş, özenli, duyarlı, olgun bir film geldi karşıma ...

Özkan, "bir fahişeye tecavüz eden bir bakan" temasıyla, kuşkusuz toplumumuzda son dönemde yankılar yapmış birden fazla olaya birden yanaşıyor: bir "tecavüz" olayında fahişeyi "ikinci sınıf vatandaş" olarak gören bir adli olay. Ve yine son yıllarda kimi politikacılarımızın karıştığı seks skandalları. Eee, "küçük Amerika" olacak değil miydik? Amerikan toplumunu allak bullak eden ve seçimlerin kaderini bile etkileyen bu tür olayın bizde de olması kaçınılmaz değil mi? Kaçınılmaz da, sinemamızın bu tür olaylara eğilmesi yeni bir şey. Tümüyle kalkmadıysa da oldukça gevşeyen bir sansür anlayışı, sözgelimi lezbiyen ilişkilerin de, bir politik skandalında perdeye getirilmesine artık olanak tanıyor.

Sinemamız, ilk şaşkınlık ve denetimsizlik dönemi geçtikten sonra, bu özgürlükten sonuna dek yararlanacak sanırım. iki Kadın, baştan itibaren tavrını koyan bir film, konusunu, onun tüm siyasasal, ahlaksal ve toplumsal çağrışımlarını ortaya koyarken, bunu soğukkanlı bir tavırla yapacak, seyircinin çeşitli duygularını ve önyargılarını sömürmeyecek bir tavır. Baştaki "tecavüz" sahnesi ve bunu izleyen gelişmeler, filmde sağlam ve inandırıcı biçimde ortaya konuyor. Sonra işler biraz bozuluyor, filme belli bir şematizm, belli bir kolaya kaçma tavrı egemen oluyor. Özellikle olayın yol açtığı "siyasal skandal", bunun basındaki yankıları vb. olaylar, belki de sınırlı yapım koşullarından, çok kısa, cılız ve şematik biçimde geliştiriliyor. Örneğin o basın toplantısında gerçekten kıyametlerin kopması, gazetecilerin çok daha fazla ve de saldırgan olmaları, bakanın çevresinin tek bir kişiyle temsil edilmemesi gerekirdi.

Ne var ki, olay bu toplumsal boyuttan kişisel boyuta kaydıkça ve iki kadının (fahişe ve bakanın karısı) ilişkilerine dönüştükçe, film yeniden ilk soluğunu buluyor, hatta aşıyor. Özkan, burada bu iki kadının ilişkilerini oya gibi işliyor, olası psikolojik gelişmeleri inandırıcı biçimde veriyor. İki kadın oyuncusunun, Zuhal Olcay ve Serap Aksoy'un oyun güçlerinden azami yararlanarak, ortaya sanki nefes nefese izlenen bir "kadın ilişkisi" koyuyor. Düş Gezginleri'nin kolaycı ve ticari tavrından da olabildiğince uzak kalarak, öyküsüne ve kişilerine gerçek bir ilgi toplamayı başarıyor.

iki Kadın, Orhan Oğuz'un görüntü çalışmasından da destek alarak bir "Avrupa filmi" giibi duran, denetimli, düzeyli bir film. Yavuz Özkan'ın son yıllardaki en başarılı filmi. Ve günümüz Türk sinemasının kuşkusuz ki ilginç bir örneği. “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 92”


FİLMİ İZLE 




HER GECE BODRUM (1992)



Yönetmen: Naci Çelik Berksoy, Senaryo: Ayşe Şasa, Selim İleri (Selim İleri’nin aynı isimli romanından), Görüntü Yönetmeni: Ertunç Şenkay, Yapım: Ares Film/ Şener Gezgen Müzik: Bora Ayanoğlu, Kurgu: Mevlut Koçak,

Oyuncular: Meral Oğuz, Berhan Şimşek, Cenk Sözeri, Hülya Erçel, Metin Yavuzoğlu, Tamer Güler

Konu: Cem, Murat, Tarık Bodrum tatilinde Betigül, Haydar ve Kerim ile tanışırlar. Cem ve Murat'ın arkadası Ahmet ablası Emre ve Ingiliz arkadaşı Catharine de onlara katılır. Betigül ile ilişkiye girer, Emine Karim’e ilgi duyar. Catharine yerli törelere uyamaz, Tank içine kapanır. Betigül Cem'i bırakır Murat'a yaklaşır. Kerem’den ilgi görmeyen Emine iki gün sonra büyük bir düş kırıklığı ile Bodrum'u terk eder. Cem. Muraat, Tamer istanbul'a dönerler. Cem sertleşmiş, Murat sevgi, keşvetmiştir. Bu Bodrum dinlencesi beyaz perdeye "Evde kalmış bir kızın (Emine) Bodrum tatilinde yaşadığı kırgın bir aşkın öyküsü olarak yansır.



FİLMİ İZLE