Powered By Blogger

12 Aralık 2022 Pazartesi

 

AVCI (1997) 


Yönetmen:
Erden Kıral, Öykü ve Senaryo: Osman Şahin Görüntü Yönetmeni: Jurgen Jurges, Müzik: Arto Tunçboyacıyan, Yapım: Film Prodüksiyon /Erden Kıral, Gül Togay, Ahmet Sarpyuener, Frechzi Gabor, Jan Sıkl Kurgu: Mevluıt Koçak, Kostüm: Çağla Ormanlar, Yapım Sorumlusu: Sadık Deveci, Yardımcı Yönetmen: Serdar Akar, Yönetmen Asistanları: Nur Arık, Deniz Kıral, Dekor: Yavuz Fazlıoğlu, Süleyman Kara, (Macar ve Çek ortak Yapımı. Eurimages, Kültür Bakanlığı ve Efes Pilsen'in katkılanyla)

Oyuncular: Fikret Kuşkan, Ahmet Uğurlu, Jale Ankan, Tomris Oğuzalp, Erol Demiröz, Suavi Eren, Fikret Fırtına, Mehmet Çepiç, Tamer Yılmaz, Hilal Uç, Nur Kulakoğlu , Kemal Karaboğan,

KONU: İki hikayeden oluşan ve o yöre halkının dilinde zamanla bir "söylenceye" dönüşen destansı bir aşk öyküsü. Gelinle damat bataklık, sulak bir alanda sandalla yol almaktadır. Arkadaki teknede ise yaşlı bir adamla kadın vardır. Yaşlı adam ötmekte olan kuşun sesini dinlerken, modem giyimli ve torunu olan genç adama kuşlarla konuşup konuşamadığını sorar. Yaşlı adam, bir kuşun yörenin en güzel kızı Zala hakkında anlattığı hikayeyi anlatmaya başlar.

Zala, Çolakoğlu Osman'ın karısıdır. Osmanlıya kafa tutan Çalakoğlu Osman'ın dedeleri Balkanlıdır. Yaşlı adamın bulunduğu bölgeye, dağlara sürgün edilmiş olan Osman bey, Osman bey aşiretinden kalan beyliği sürdürmekteymiş. Güzelliği dillere destan olan Zala, bir gün babasını, köyünü özlediğini söyleyerek Osman beyden kendisini köyüne götürmesini ister. Osman bey Zala'yı atının terkisine koyup yola koyulur. Yolda giderlerken onları ormanda yaşayan yakışıklı, genç bir adam takip etmeye başlar. Hikayeyi anlatmakta olan yaşlı adam o gün bir tufanın olduğunu söyler. Osman ve Zala metruk bir kulübeye sığınırlar. İçerde kendilerini takip eden adamla karşılaşırlar. Osman'ın beşli 9 mm'lik mavzeri genç adamın ilgisini çekmiştir. Osman ve Zala Bolkar' a giderken, genç adam için ise bir yere gitmek değil yolda olmak önemlidir. Genç adam can yoldaşı şahine, tuzaklarından yakaladığı kuşlardan, kendileri için de topladığı mantarlardan getirmiştir. Osman kulübeden dışarıyı teftişe çıkar, döndüğünde adam kulübede yoktur. Gece olunca yeniden dışarı çıkan Osman ağaçların hareket ettiğini görür. Bu arada midesi bulanan Zala'yı adam kusturur. İçeri geri dönen Osman ağaçların yürüdüğünü, kuşların uçmadığını söyler. Adam yürüyen ağaçları bilmediğini ama yıllardır avcıların peşinde olduğu ağlayan kuştan bahseder. Osman kuşu gördüğünü, ağacın üzerinde bir ışık beneği olarak belirip göz kamaştırıcı bir hale geldiğini anlatır. Bu arada teknelerde yol alanlar sazlıkların arasında kalmış yollarına devam etmekte zorlanmaktadırlar. Adam elindeki iple Osman'a bir oyun gösterir. Bu arada adam ile Zala arasında bir yakınlaşma hissedilmektedir. Adam Zala 'ya sıcak bir havada ormanda yürürken gördüğü bir düşü anlatır. Adam ağaçlardan bir mask oymuştur.

Zala, adama maskın kim olduğunu sorduğunda kendisi olduğunu öğrenince "ben senin gördüğün gibi değilim" der. Zala arkası dönük yatmakta olan Osman'a ormanda ağlayanın kuş değil kendisi olduğunu söyler. Ayaklarına boyayla şekiller çizen Zala'nın açılan bacaklarından adam gözlerini kaçıramaz. Uyumakta olan Osman'ın ellerini bağlayan adam, Zala'nın arkasından dışarı çıkar. Zala adamın baştan çıkarma çabalarına dayanamaz ve aralarında tutkulu bir sevişme başlar.

Bu arada sesleri duyan Osman, bileğindeki ipleri ateşte yakarak çözüp dışarı çıkar ve adamı silahıyla vurur. Zala çılgın gibi ağlamaktadır. Osman'ın "kimse görmedi buralardan gidelim" isteğine "ben gördüm" ya diye yanıt verir. Zala ormanda koşarak kaçmaya başlar.

Teknede ilerlemekte olan yaşlı adam Osman beyin çok sonra cesedinin kulübenin yakınlarında bulunduğunu söyler. Zala'ya ne olduğunu ise kimse bilmemektedir. Zaman zaman ormanda zil sesleri duyulduğunu söyleyen yaşlı adama yaşlı kadın, anlattıklarının yalan olduğunu söyler. Adam kadına sözün ve suyun akışı kesilmez diye yanıt verir. Yaşlı adamın söylediklerinin yalan olduğunu söyleyen yaşlı kadın hikayenin başka versiyonunu anlatmaya başlar. Zala ile Osman Bey ormanda yol alırlarken karşılarına bir falcı kadın çıkıp atlarını sakinleştirir. Bu arada oraya gelen genç bir adam falcının at hırsızı bir cadı olduğunu söyler. Zala ile Osman yollarına devam ederken adam da onları takip etmeye başlar. Adam onlara eşkıyaların buz tutmuş bir kuyuya gömdükleri Osmanlı altınlarından bahseder. Zala adamdan hoşlanmaz ve Osman'a gidelim der. Fakat Osman bey altın lafından etkilenmiştir. Zala'yı bulundukları yerde bırakarak yakındaki kuyuya giderler. Adam, kuyunun başında Osman beyin başına vurarak bayıltır ve onu bağlayarak kuyudan sarkıtır. Geri dönen adam Zala'yı kuyunun yakınına getirip tecavüz etmeye yeltenir. Zala adama Osman beyi öldürmesini söyler. Adam kuyuya inerken kadın ağaca bağlı olan ipi keserek ikisini de kuyunun dibine gönderir. Adam Osman beye karısının bir fahişe olduğunu ve onları bırakıp gittiğini söyler ve Osman'ın iplerini keser. Osman adama saldırıp bıçakla kulağını kesme girişiminde bulunsa da adamın konuşmalarının da etkisiyle vazgeçer. Adam Osman'a birbirlerine yardım etmeden kurtulamayacaklarını söyler.

 

Birbirlerinin sırtına çıkarak ucunda ilmik olan urganı kuyunun dışına atarak çıkmaya çalışırlar. İpin kuyunun dışında bir yere takılmasını sağlayamayan adam vahşi hayvan gibi bağırmaya başlar. Teknedekiler bataklıkta ilerlemeye devam ederken yaşlı kadın susmuştur. Gelinle damat öndeki teknede ayakta durarak giderlerken tekne bir yerde durur. Gelin elinde kalbe benzeyen ve üstünde yıldız ile ay şekli olan bir taşı suya bırakır. Bu arada yaşlı kadınla adamın teknesinde olan ve onların torunu olan küçük kız Zala'yı gördüğünü söyler. Diğerleri Zala'yı görmemiştir. Yaşlı kadın, Zala ananın torununa göründüğüne; kalbi temiz olana, çocuk kısmına her şeyin mal olduğunu söyler. “Prof. Dr. Alim Şerif Onaran, Doç.Dr. Bülent Vardar, “20. Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf: 129  131 ”

4 "Avcı", Kurosawa'nın bir Japon klasiğinden uyarladığı "Raşamon"un, Anadolu versiyonu olarak nitelendirilebilir. Filmin geçtiği mekan, kişilikler, konu ve temalar aynı. Bir başka ilginç benzerlik de her iki filmin de yönetmenIerin tutumunda. Kurosawa'nın "Ran"da çok belirgin olduğu gibi bir Shakespeare yapıtını (Kral Lear) 'Japonlaştırması' gibi Erden Kıral da sanki bir Japon yapıtını 'Anadolulaştırıyor'. İnsanın doğasını, duygu ve tutkularının ne coğrafya ne de zamana göre belirlenmediğini ve temelde hep aynı olduğunu, aynı kaldığını, şiddet ve cinselliği temel iç güdüler sayan Freudyen bir yaklaşımla ortaya koyuyor. (Alin Taşçıyan, Milliyet G., 06 Mart 1998)

4Şiddetli bir yağmur sonrası ormanda yollarını kaybedip sığındıkları kulübede bir avcıyla karşılaşan Çolak Osman BeyZala çiftinin öyküsünü görüntüler Avcı. Ve söylencelerden oluşan bir efsaneyle başlar film. Zala'nın öyküsü önce köylülerden bir erkeğin anlatımıyla verilir, sonra da bir köylü kadının bakış açısından...

Birbirleriyle çelişen bu iki anlatının hangisi yalan, hangisi doğrudur? Belki de hiçbiri? Anlatılan bir efsanedir çünkü. Ve Erden Kıral’a göre de "filmde herkes yalan söylüyor." Herkesin kendi hayal güçlerine, hatta daha öte kişisel çıkarlarına göre kurdukları "yalan dünya"da öykü giderek değişime uğrarken, Zala da kendi gerçeğini yitiriyor böylece.

Birinci episodda altı çizilebilecek bir "cinsel zorbalık"tan söz edilemez. Avcının (Fikret Kuşkan) gözleri, Çolak Osman'm karısı Zala'nın (Jale Arıkan) üzerindedir. Cinsel taciz, avcının bakışlarında, gözlerindedir. Ona saldırarak değil, bastırılmış cinselliğini uzaktan bakışlarıyla uyararak ona sahip olmak ister. Aslında Zala da böyle içsel bir beklenti içindedir. Karşıdan gelecek bir kıvılcıma hazır "saatli bomba" gibidir...

Bir süre sonra şiddetli bir "cinsel patlama"ya tanık oluruz. Gün doğarken bir sabah avcı, ormanda Zala'ya yaklaşır. Ona sarılır. Dudak dudağa gelirler. Zala, en küçük bir tepki göstermez. Tersine arzu doludur. Eğer bu bağlamda bir saldırı, ya da cinsel bir taciz varsa bu karşılıklıdır. Ve şiddet, Zala ile avcının vahşi sevişmelerinde vardır yalnızca. Kaldı ki dudak dudağa sert biçimde başlayan bu kucaklaşmaya kendini kaptırıp, avcıyı azgınca soymaya çalışan da Zala' dır.

Sırtı dev bir ağaç gövdesine dayalı Zala, oral seks eylemini anımsatan bir davranışla alttan göğüslerine doğru öperek yükselen avcıyla ayakta sevişir. Ardından onlan bu kez, elleri arkadan bağlı Çolak Osman'ın (Ahmet Uğurlu) gözüyle izleriz. Avcı, Çolak Osman'ın ellerini kulübede uyurken bağlamıştır. Çolak Osman, kulübeden dışarıya baktığında her şeyi görür. Kuş sesleriyle, yerde ve avcının üzerinde sevişen karısının zevk çığlıkları birbirlerine karışır. Vahşi orman dekoruna uygun hayvansı bir sevişmedir bu. Şaşkın ve acılı Çolak Osman, kulübe içindeki uzaklıktan nasıl görüyorsa, biz de öyle, aynı uzaklıktan görürüz. Kamera yakına girmez bu sahnenin devamında. Çünkü avcı, Zala'nın üzerinde gidip gelirken çıplaktır. Erden Kıral, pornografinin tuzağına düşmemek için, Fikret Kuşkan’nı bu sahnede ki çıplaklığını özellikle uzaktan ve soft bir çekimle görüntüler. İki vücudun birbiri üstünde hayvansı devinimi, bu tür teknik bir uygulamayla çekildiğinde flulaşır, deformasyona uğrar. Objektiferle "mikroskobik incelikte bir erotizm anlayışı" egemendir bu "müstehcenlikten kaçış sahnelerinde. Diğer anlatıyı oluşturan ikinci episodda ise, temel öykü aynı ama kimlikler değişime uğramıştır. Özellikle de birinci anlatımda kendi isteğiyle cinsel doyuma ulaşan Zala, bu kez "o Zala" değildir. Ormanda avcının saldırısına uğradığında karşı çıkar, direnir, "cinsel terör" karşısında teslim olmaz. Bu mücadele sırasında avcının yumruğuyla bayılır. Ayıldığında yerde yüzükoyun yatmaktadır. Beline kadar çırılçıplaktır. Avcı üzerindedir. Ancak cinsel ilişkiye giremediği ve ona sahip olamadığı için büyük bir panik içindedir. Bir türlü ereksiyona geçemez. Kendi kendine eliyle oynasa da...

Zala, kaçıp kurtulmak ister. Ancak bıçak tehditi altındadır. Canını kurtarmak için, avcının cinsel tacizine istemeyerek de olsa katılmak zorunda kalır. Çıplak bedeninin üzerinde umutsuzca çırpınan, iktidar savaşı veren avcıyı kendi eliyle uyarmaya çalışır. Ama nafiledir... Ve örtülü bir biçimde olsa da Türk sinemasının cinsellik literatüründe ilk kez bir erkeğe kadın eliyle mastürbasyon yaptırıldığını görürüz. Gerçekte bu ilginç bir sahnedir. Ormandaki "cinsel terör", sonuçta "cinsel trajedi"ye dönüşürken Zala'yla avcı, yani "kurban"la "cellat" filmin sonundaki "kuyu fantezisi"yle yer değiştirirler. (Agah Özgüç, Türk Sinernasında Cinselliğin Tarihi, Syf, 104, 105, 106)

NOT: Agah Özgüç'ün kitabında; Derman, Kurbağalar, Su, İpekçe, Dönüş, Aşkın Kesişme Noktası, Ziller filmlerinin de Osman Şahin öykülerinden uyarlandığı belirtilmektedir. Oysa bu filmlere kaynaklık eden bir öykü yoktur; fakat bu filmlerin, film öyküleri Şahin tarafından yazılmıştır. Sinema ile ilişkisi, sırf öykülerinin sinemaya uyarlanmasına bağlı kalmayan Şahin, bu örneklerde görüldüğü gibi doğrudan film öyküleri de yazmış. (Orhan Ünser)


FİLMİ İZLE 




 

ANLAŞMA NOKTASI (1997) 

Yönetmen: Zafer Par, Senaryo: Macit Koper, Görüntü Yönetmeni: Ahmet Servidal, Müzik: Bora Ayanoğlu, Yapım: Gülşah Film//Selim Soydan

Oyuncular: Hakan Ural, Selçuk Ural, Funda Barın

Konu: Hakan, oğlu ile aralarındaki anlaşmazlıkları düzeltmek için birlikte tatile çıkar. Sahilde dolaşırlarken baygın bir kıza rastlarlar

 

AKŞAMCI (1997) 

Senaryo ve Yönetmen: Oğuz Gözen, Görüntü Yönetmeni: Mustafa Kuzu, Yapım: Arkan Film/Ahmet Arkan

Oyuncular: Cemal Gencer, Hicran Candan, Engin Aksu, İbrahim Kurt, Ali Uz, Muazzez Ayan, Mehmet Bereket, Kemal Sağlam, Okan Akıncı

Konu: Alkol bağımlısı bir adamın öyküsü. Genç adam meyhane arkadaşlarının tuzağına düşerek, bir soyguna karışır. Olaydan sonra pişmanlık duyarsa da iş işten geçmiştir.

 

AKREBİN YOLCULUĞU (1997) 



Yönetmen: Ömer Kavur, Senaryo: Macit Koper, Ömer Kavur, Görüntü Yönetmeni: Erdal Kahraman, Müzik Atilla Özdemiroğlu, Yapım: Alfa Film/ Ömer Kavur, Janos Rossa Objektif Film Stüdyo/Ana Vasova Barandov Biografia Sanat Yönetmeni: Selma Gürbüz, Kurgu: Mevlüt Koçak, Yapım Asistanı: Mete Şen, Yardımcı Yönetmen: Arslan Kaçar, Hülyas Bilban, Set Fotoğrafları: Necdet Taşçıoğlu, Jenerik Kurgu: Hilmi Güver, Kuaför: İbrahim Karakız, Uygulayıcı Yapımcı: Sadık Deveci, Eurimages’in, Sinema Vakfı’nın ve Efes Pilsen’in katkılaıyla

Oyuncular: Mehmet Aslantuğ, Şahika Tekand, Tuncel Kurtiz, Nüvit Özdoğru, Aytaç Arman, Tomris Oğuzalp, Rana Cabbar, Kenan Bal, Macit Koper, Mehmet Bulduk

Konu: Esrarengiz bir yabancının kendisine verdiği bir saat kulesinin adresi ve anahtarıyla yola çıkan gezginci saat tamircisi Kerem Usta, Gölköy adlı bir kasabaya varır. Dik bir yamacın tepesine kurulmuş saat kulesine bakmaya gittiğinde burada karşısına çıkan gizemli bir kadının etkisine kapılır. Ardından saat kulesiyle birlikte kasabadaki bir çok şeyinde sahibi olan Agah Bey'le tanışır ve kulede gördüğü kadının Agah Bey'in karısı Esra olduğunu öğrenir. Ertesi gün Esra'yı kasabada gören Kerem, göl kıyısına kadar onu izler. Bu arada, bir başka adamın da kadını izlediğine tanık olur. Oradan uzaklaşırken duyduğu silah sesleriyle geri dönen ve gölde adamın cesediyle karşılaşan genç adam hemen koşup polise haber verir. Ancak polislerle birlikte olay yerine döndüğünde ceset ortadan kaybolmuştur. Gariplikler birbirini izlerken, Agah Bey onu kuledeki bozuk saati onarmakla görevlendirir. Esra ise Kerem'den saat kulesine bir çan yapmasını ister. Genç adam çanı döktürmek üzere başvurduğu dökümcüden, yıllar önce yine böyle bir çan siparişi verildiğini ama çanı almaya kimsenin gelmediğini öğrenir. Olayların gizemini çözmeye çalışırken Esra'ya giderek büyük bir tutkuyla bağlanan Kerem, Agah Bey'in tehditleriyle de yüzleşmek zorunda kalır. Geçmişin ve geleceğin iç içe girdiği bu karmaşık olaylar yumağı içinde, tüm tehlikelere karşın gerçeğin peşine düşer. (Türsak Sinema Yıllığı 97/98)

Ödüller:

9. Ankara Uluslararası Film Festivali'nde (1997)
► "Akrebin Yolculuğu"na "Jüri Özel Ödülü",
► Ömer Kavur "En İyi Yönetmen",
► Tuncel Kurtiz "En İyi oyuncu”
► Macit Koper "En İyi Senaryo".
► Erdal Kahraman "En İyi Görüntü Yönetmeni"
► En iyi Kurgu “Mevlût Koçak”
► Seçiciler Kurulu Özel Ödülü

 16. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde (1997)
► Yılın en İyi Türk Filmi “Akrebin Yolculuğu” ► Ömer Kavur “ En İyi yönetmen”

 11. Adana Altın Koza Film Festivali (1997) ► “En İyi Senaryo”
► En İyi Müzik “Atilla Özdemiroğlu”
► Adana Büyükşehir Belediyesi Özel Ödülü

SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) seçiminde (1997)
► Ömer Kavur "En İyi Yönetmen"
► Erdal Kahraman "En İyi Göüntü Yönetmeni"

&  Ömer Kavur, sinemasının bilinen hemen tüm öğelerini yeniden, bir kez daha, görkemli ve kusursuza yakın bir bireşim içinde karşımıza getiriyor. Filmi öylesine "Kavurien" ki, onu biraz tanıyan herhangi bir sinemasever, ne olduğunu bilmeden birkaç dakika izlese, bir Kavur filmi olduğunu anlayabilir. Bir zamanlar, benim için sinemada başarı formülünü üç sihirli G'ye bağlamıştım: güzellik, gerçeklik ve gizem... Akrebin Yolculuğu işte bu üç ögeyi kendinde topluyor. Inanılması zor denecek kadar estetik, baştan sona gizemli ve tüm bu gizemin ardında, insanın ve de bizim kültürümüzün gerçeklerine yaslanan bir film bu…


Kör müzisyenler topluluğunun solisti o bülbül sesli kadının bir yerde Kerem Usta'ya söylediği gibi: "Siz de bir seyyahsınız... Kaybolan belgeleri ve unutulmuş kasabaları arıyorsunuz". Ama Kerem Usta, biraz da kadının, Esra'nın kişiliği: çocuklugunda babasıyla birlikte sürekli Anadolu'yu gezen, her kasabada özellikle saat kulelerine hayran olan ve onlardan birine gerçek anlamda sahip olmayı hep dilemiş kişi, Esra kadar Kerem Usta, ama onların da ötesinde, Kavur'un kendisi olmasın?

 Evet, Kavur bize çekici bir aşk ve tutku öyküsü anlabyor. Hikayeyi zaman zaman katedip geçen o gizemli "şapkalı adam"ın kendisine verdigi bir harita ve bir anahtarla, Gölköy takma adlı o harikulade Anadolu kasabasına gelen, ömrünü saatlere adamış Kerem Usta, orada tamir edilecek bir saat kulesiyle birlikte, köyün yarısına oldugu kadar çekici ve hüzünlüEsra'ya da sahip, öldürme egilimleri belirgin Agah Bey, Agah Bey'in yerel Notre Dame'ın Kamburu kılıklı has adamı, sıradan ve tipik bir kasaba oteli ve onun yalnızca yıllar önce bir müşterinin bırakıp gittigi papaganla iletişim kurabilen yaşlı yöneticisi gibi kişilikler buluyor. Elbette kadına aşık oluyor, elbette Agah Bey'in öfke ve nefretini çekiyor. Filmin başında tanık oldugu, katili ve maktulü belli olmayan cinayetin gizi ise, bir kısır döngüyü anımsatan bu esrarlı hikayenin sonunda çözümleniyor (mu acaba?)…

Erdal Kahraman'ın sinemamızda şimdiye dek hiç gönnedigim olgunlukta güzel görüntülerle anlattıg. o kasaba, boş zamanlarında arabasına atlayıp Anadolu'yu baştan başa gezdigi bilinen Ömer Kavur'un sayısız filminin gözde dekoru degil mi? O saat kulesinin çok benzeri Gizli Yüz'de de yok muydu? Küçük ve bakımsız kasaba oteli, o "kaybolan belgelerin" hesabının en iyi görüldügü gözde Kavur mekanı, yeni bir Anayurt Oteli degil mi? Göl dekoru, yine Kavur filmi Göl'den çıkıp gelmiyor mu?

Kuşkusuz Akrebin Yolculuğu, Kavur kadar senaryo ortak yazarı Macit Koper' den de destek alan bir film... O ölümcül aşk üçgeni, o yaşlı adamın genç kadına tahakkümü, tipik Koper motifleri... Ama Kavur, sanki öyküye kendi kişiligini damgalamış. Gönnek ve görmenin göreceligi de tipik bir Kavur motifi degil mi? Sanki Esma'nın geçmişini barındıran evin yolunu gösteren kocaman göz, suyun dibine attıkları çanı bulma karşılıgında aydınlıga kavuştuklarını savlayan kör şarkıcılar gurubu, göle düşürdügü güncesini ancak gözleri baglandıgmda bulan kahramanımız, görmenin bir aracı olan ayna ve aynaların karşılıklı yansıtılması gibi sahneleri anımsayınız…

Ama Akrebin Yolculuğu, temelde zaman üzerine bir film... Kerem usta, zamanla ilişkili bir mesleği, saat tamirciliğini yürütürken, aynı hikayeyi farklı zamanlarda yaşıyor, kendi kaderini paylaşmış bir diğer ustanın dükkanını "Tekerrür Sokağı"nda buluyor, belki çocukluğundan beri sevdigi ve aradıgı bir kadına erişiyor, onu kaybettiğinde bile "insanların ölümlü, ama duyguların ölümsüz olduğunu" düşünerek teselli buluyor. Sonunda "içinde kendisinin olmadığı bir zaman"ı buluyor Kerem usta... Ve bu zamana uzaktan tanıklık ediyor. Kendi geçmiş hazin ve ürkünç macerasına uzaktan bakıyor.

Ve film, zaman denen gizem üzerine, mitolojiyi anımsatır biçimde, zamanı kumaş gibi ören kadın görüntüsüyle son buluyor.

Akrebin yolculuğu, karmaşık, kapalı, yoğun, zengin bir film. Ömer Kavur sanki bu filmle edebiyatımızdaki bir Orhan Pamuk olgusunun görsel ve sinemasal dengini buluyor. En olgun biçimine ulaşmış kişisel Kavur motifleriyle sanki belli bir Sufi düşüncesini harman eden bu filmi görmenizi ve üzerinde tartışmanızı dilerdim..”Atilla Dorsay, Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları , syf 33”

& Şahika Tekand'ın güçlü yorumuyla bir çok rolün üstesinden gelebileceğine inanıyorum. Ancak bu role uygun olmadığı kesin. çünkü saat tamircisinin kadını hiç tanımadan, erdemleri varsa bilmeden, yalnızca yolda görüp aşık olmasının, peşine düşmesinin bir tek nedeni olabilir: Bu kadın binlerce yıldan beri efsaneleşen kadın güzelliğinin imgesi ve simgesidir de ondan. Ölümü göze aldıran güzelliği, çekiciliği, zarafeti, her kımıltısının büyüsü yoksa, bu öyküde ölüm pahasına duyulan aşkın açıklanması da olanaksızdır. Şahika Tekand bu resmi veremediği için, filmin en mükemmel yanı olan görkemli görüntülerin arasında "kadın" imgesi tümüyle eriyip gitmiş. Büyü öteki görsel malzemelerde, ama asıl gereken yerde, "kadın"da yok. Düz, kaba pabuçları, gövdesini hantallaştıran hırkası ve öteki giysileri İle oyunculuğunu saygı İle andığım şahika Tekand, burada olması gereken kadına ters düşüyor. Filmin yüreği yalnızca Tuncel Kurtiz’in "kıskanç kocayı" yorumladığı yerlerde, özellikle de av sahnesinde. Onun dışında öykünün kişileri yaşamayan, inandırıcı olmayan kişiler. Başta bu üçlüyle sağlam kurulmuşa benzeyen öykü, daha araya giren çok sayıda ve işlevsiz imgeler/simgeler yüzünden anlaşılmaz, karmaşık, huzursuz bir yapı kazanmış. Papağan havada asılı göz, cüce, dilsiz kör müzisyenler, beşik, mezar, madalyon gibi öyküye hiçbir katkısı olmayan imgeler/simgeler öykünün içini, bir depoda rastlantıyla yana gelen eşyalar gibi doldurmuşlar. İşte bu nedenle öykü soluk alamıyor. Kişiler bir boğuntu içinde çabalayıp duruyor (Tuncel Kurtiz dışında) bir türlü canlanamıyorlar...

Bazı yapıtlar eksikliklerine karşın kendilerinden söz ettirirler. Bu filmin öğrencilere uzun süre ders olarak izlettirileceğini düşünüyorum. Çünkü özgün bir yönetmen olan Ömer Kavur "Akrebin Yolculuğu"nda adeta bir laboratuar çalışmasının titizliği içinde planlayarak kurmuş yapıtını ve sanki salt sinema diliyle yarattığı görselliğin peşine düşmüş, Yalnızca bu tür çalışmanın sonucunu görmek için bile mutlaka izlenmeye değer bir film. (Yıldız Cıbıroğlu, Antrakt D.Mayıs 1997, sayı, 62, syf,37)

&  Yönetmenin en olgun ürünü olabilecek, dünyada ses getirebilecek boyutlarda bir film, ne yazık ki kaçırlmış bir baş yapıt. Sorumlusu ise yetersiz kalan senaryo... "Akrebin Yolculuğu"nda güzel bir tema, iyi bir çıkış noktası yakalamış yönetmen; iyi çözümlenmiş bir finalle noktalıyor filmini. Ne yazık ki, öykünün gelişim süreci çok cılız kalıyor. Salt gizem yaratmak adına söylenen sözler, düzenlenen mizansenler, izleyiciyi filmden koparıyor... İyi bir oyuncu olan Şahika Tekand ise yeterince inandırıcı değil. Filmin "tutku nesnesi" olarak en zor görev onda oysa ki. Sanıyorum senaryodaki boşluklar Tekand'ı zorlamış. kadını yeterince tanıyamamamız, anlatıcıların da onu yeterince tanımamalarından kaynaklanıyor olsa gerek. Bir yazar - yönetmen kuşkusuz bu olayı ya da karakteri ye terince açmamayı, kapalı bırakmayı seçebilir, ama kendisi de aynı kuşkulara sahipse ve anlatacağı konusunda yeterince kararlı değilse ya da bu konudaki birikimi, niyetlerini gerçekleştirmeye yetmiyorsa ortaya çıkan garip bileşimi herkes gönlünce değerlendirir (Bunun da adı, "Seçimi izleyici ye bıraktım" olmaz). Sonuç olarak, bir tutam Doğu felsefesi, Batı süzgecinden geçirilip enfes bir sunuşla karşınıza getirilmiş. Yerseniz! (Vecdi Sayar, "Hamam ve Akrebin Yolculuğu", Cumhuriyet K., 16 Mayıs 1997)

Ayrıca bknz., Sevin Okyay, Radikal, 03.05.1997; Tunca Arslan, Radikal, 07.05.1997; Neecati Sönmez, Radikal Film, 10.05.1997; Nezih Coşkun, Yeni İnsan, Yaz 1997; Yıldız Cııbıroğlu, Antrakt, Sayı 62, Mayıs 1997; Vecdi Sayar, "Hamam ve Akrebin Yolculuğu", Cumhuriyet, 16.05.1997.

 FİLMİ İZLE 



 

AĞIR ROMAN (1997) 


Yönetmen: Mustafa Altıoklar, Senaryo: Metin kaçan, Mustafa Altıoklar, (Metin Kaçan’ın romanından), Görüntü Yönetmeni: Ertunç Şenkay Müzik: Atilla Özdemiroğlu, Uğur Dikmen, Balık Ayhan Yapım: Belge Film/Sabahattin Çetin – Söz Film/Müjde Ar – Özen Film/Mehmet Soyaslan – Focus F. (Macaristan) – Les Films Singuliers (Fransa) – Eurimages ve Kültür Bakanlığı Katkılarıyla Sanat Yönetmeni: Mustafa Ziya Ülkenciler, San. Yön. Yrd: Tolunay Türköz, Kurgu: Mustafa Altıoklar, Kostüm: Yudum Yontan, Yapım Asistanı: Atilla Kenar, Dolly Operatörü: Ufuk Kayar, Crain Operatörü: Hakan Duyar, Negatif Kurgu: Tamer Eşkazan, Jenerik Kurgu: Hilmi Güver, Film Baskı: Uğur Orbay, Işık Şefi: Ercan Durmuş, Işık Asistanı: Hakkı Kaplan, Efekt: Özcan Yıldız, Set Amiri: Melih Sezgin,

Oyuncular: Nüjde Ar (Fahişe Tina), Okan Bayülgen (Salih), Mustafa Uğurlu (Reis), Savaş Dinçel (Berber Ali), Burak Sergen (Arap Sado), Sevda Ferdağ (Emine), Aysel Gürel (Puma Zehra), Zafer Algöz (Gaftici Fethi), Küçük İskender (Orhan), Serra Yılmaz, Levent Erim (Fil Hamit), Nilüfer Aydan (Eleni), Zühtü Erkan (Tıbi), Balık Ayhan, Ege Aydan, Yeşim Tan, Mert Gür (Torpil), Ülkü Ülker, Naci Taşdöğen (Nihat), Emrah Kolukısa (Reco), Yeşim Tan (Leyla), Fatih Akyol (Mahallenin Şoparı), Osman Çağlar (Poğaçacı Piyale), İhsan Kilimci (Tornacı), Hülya Karakaş (Malbuşçu), Feridun Koç, Konuk Oyuncular: Ege Aydan, Bennu Gerede (Fotoğrafçı), Metin Kaçan, Savaş Özdemir, Ajlan Aktuğ (Meyhaneci Cemil), Namık Arıkol, Mustafa Altıoklar

Konu: Olaylar 1970’lerin İstanbul’unda dinsel ve kültürel açıdan farklı yapıdaki insanların iç içe yaşadığı, her türlü şiddetin kol gezdiği Kolera sokağı’nda geçer. Rum dilberi Fahişe Tina, sokaktaki Berber Ali’nin kiralık evine taşınır. Ali, sokağın sayılan ve sevilen saygın kişilerden biridir. Ahlaki değerlere sıkı sıkı bağlı kendi halinde sakin bir yaşam süren Berber Ali’nin oto tamircisi oğlu Salih Tina’ya sırılsıklam aşık olur. Kabadayılığa özenip bir kimlik arayışı içinde olan Salih’in kendine örnek aldığı kişi ise, mahalleyi haraca kesen Arap Sado’dur. Sado’nun yerinde gözü olup onun yerine geçmeye çalışan sokağın bitirimlerinden Reis Tina’ya asılınca işler karışır. Taraflar arasında kanlı hesaplaşmalar başlar. Arap Sado, Reis’in adamları tarafından pusuya düşürülüp kalleşçe öldürülünce bu kez Salih devreye girer, Sado’dan kalan ünlü sustalısıyla ve sokağı teslim alan Reis’i temizler.

ÖDÜL:

35. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde (1998)

►Sevda Ferdağ "en iyi yardımcı kadın oyuncu,

►Mustafa Uğurlu "en iyi yardımcı erkek oyuncu"

► Mustafa Ziya Ülkenciler "en iyi sanat yönetmeni"

Sadri Alışık Ödülleri;

►Okan Bayülgen "en iyi erkek oyuncu"

16. Çasod (Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği'nin seçiminde (1999)

►Burak Sergen "en iyi erkek oyuncu".

 4Ağır Roman'ı sinemaya uyarlamak, nevi şahsına münhasır bir alt kültürü beyaz perdede dokumak nereden bakılırsa bakılsın kolayca altından kalkılamayacak kadar 'ağır' bir iş. Altıoklar yine yeteneğini döktürdüğü bir çok sahne yaratmış, ama nicelerinin ağırlığı altında ezilmiş. Kahramanımız Salih, zaten kaybetmeye yazgılı bir tutunamayan ama yönetmen Altıoklar, bunca tutunmayı hak edecek donanıma sahip bir kazanan olmasına karşın ne yazık ki hep direkten dönüyor. Asıl amacı belli bir alt kültürü anlatmak olan' Ağır Roman' bir çok irili ufaklı öykücükten örülmeye çalışılmış ancak bu öyküler sağlam biçimde bir araya tutturulamamış ... Okan Bayülgen, film boyunca aynı seviyeyi tutturamasa da hem toy delikanlı, hem bıçkın kabadayı olmayı beceriyor, iki arada bir derede kalması gereken durumlarda ise tökezliyor ... Burak Sergen oyunculuğuyla göz doldururken, Mustafa Uğurlu rolüne cuk oturuyor. Müjde Ar ise starlığını katıyor filme. 'Ağır Roman'ın en başarılı yönü ise müzikleri. Ancak 'İstanbul Kanatlarımın Altında' da olduğu gibi yine filmin ses kalitesinde sorunlar var. Kısaca 'Ağır Roman' keyifle izlenen ama dört dörtlük bir film olma şansını ıskaladığına da yerinmeden edilemeyen bir film" (Tuna Erdem, Gazete Pazar, 07.12.1997).

4 Kamera geriye doğru kayarak tipik bir Tarlabaşı sokağını gitgide daha geniş biçimde kavramaya başlar. Bu sokak, film süresince tam bir sahneye dönüşecektir: gündüzleri bin bir renkli kişiliğin kol gezdiği, geceleri ise fondan verilmiş garip bir ışıkla aydınlanarak mistik bir niteliğe bürünen bir hayat sahnesi... O sahnede, asıl adıyla Tayyare, halkın verdiği adla Kolera Mahallesi'nde iki saat boyunca bir dizi harikulade macera yaşanacaktır. Film, tiyatro, bale arası gidip gelen kendine özgü bir yapının içinde. ..

"Ateş çemberi içinde sarılmıştır" Kolera Mahallesi... Kenti saran yanlış yerleşim, kaçak yapılaşma, yasasızlık, baskı, terör, trafik, yoksulluk ve suç çemberi, Haliç'in yanı başında, çingene kültürünün damgasını vurduğu bu yoksul semti kuşatmaktadır. Aslında ülkenin çeşitli yerlerinden gelen farklı köken ve inançlardan olsalar da, yöre halkı bir kez Roman (çingene) damgasını yemiştir: onlar hırsızdır, onlar kapkaççıdır, onların ahlak anlayışları sakattır, onlar hırsız, pezevenk, oğlan/oğlancı ya da fahişedir... Onlar toplumun arka yüzü, görmek istemediği insan müsveddeleridir. Oysa onların da öylesine geniş bir yüreği, öylesine dolu dolu bir yaşamı vardır ki…

Metin Kaçan'ın romanı, 1990 yılında edebiyat dünyamızın ortasına bir bomba gibi düşmüştür. Kaçan da son 1015 yılda yazımına farklı ve marjinal semtleri, mekanları ve yaşantıları getiren yazarlarımıza katılmıştır böylece: Latife Tekin'in gecekonduları, Murathan Mungan'ın Tophane hamamları, Küçük İskender'in eşcinsel kulüpleri gibi... Tüm bu yazarlar gibi Kaçan da anlattığı farklı yaşama uygun bir yeni dil icat etmiştir sanki: Ağır Roman'ın Türkçesi, Türkçe koruyucusu yazarlarımızı çileden çıkaracak kadar farklı bir dildir. . .

Bu kargaşanın tam ortasında Gıli Gıli Salih vardır. Yazarın deyişiyle "daha çok tıfıIken ağır roman havasının 'zımbam zımalda zımbam' sesleriyle omuzlarını dikip gözlerini iki uzun bir kısa yakarak Çitiki düğün salonuna gitmiş ve orada da sızaki olmuş" Salih... Dürüst değerlerin bekçisi Berber Ali ve biraz fıttırmış mine'nin iki oğIundan biri, ilk aşkını Rum fahişe Tina'da bulan, yiğit Arap Sado'dan devraldığı bıçağı en önemli gün için saklayan, kötülük timsali Reis'e karşı durduğu gibi, mahalleyi kana bulayan "Kolera Canavarı"nı da yakalamaya yeminli Salih... İşte bu Salih, Kolera Mahallesi'nin ortasında, gecenin gündüze, gerçeğin hayale, roman müziğinin türküye karıştığı bir serüven yaşar. O bizzat Metin Kaçan'ın gençliği midir, onun tanıdığı bir kişi veya kişilerin sentezi midir, bilinmez. Ama onun artık sinemamızın unutulmaz kahramanlarından birine dönüştüğü kesindir... Ağır Roman, her sayfasında sayısız olaya değinen, kişilerini küçücük ayrıntılarla belirleyen, gerçekliğe masal diliyle dalan romanın üslubunu perdede yakalamayı denemiş. Bu açıdan filmi gerçekçi saymak veya gerçekçi olmadığı için eleştirmek son derece yanlış. Evet, bu film Türk sinemasında ilk kez bir etnik gurubun yaşamına ve kültürüne kapsamlı biçimde eğilen film. Ayrıca Türk sinemasında ilk kez ses bandına bu denli özen gösterilmiş: görüntülere sürekli kıpır kıpır, sesler, gürültüler, fısıltılarla yüklü bir ses bandı eşlik ediyor. Ses bandının zenginliği, filmin görsel zenginliğiyle aşık atıyor, hatta yer yer onu geçiyor.

Ama tüm bunlar, gerçekliği çağrıştırmaya yetmiyor. Roman'ların dünyası sürekli bir masal, söylence, destanlar dünyasıdır. Mustafa Altıoklar, bu özgün üslubu özgün bir sinema diliyle karşılıyor. Tiyatro havası tüm filme egemen. Ayrıca romandan deyişler ya da "şairler gurubunun ağzından düşmeyen Küçük İskender imzalı dizeler, filme edebi bir hava veriyor. Oyunculuktan tüm hareketlere kadar her şeye kesin bir stilizasyon egemen. Bu da, sık sık kullanılan ağır çekimlerle de birleşerek, filme bir bale havası veriyor.


Ne yazık ki film, tüm bu öğelere karşın tümüyle başarılı değil. Yer yer bir tutukluk, bir agırlık, zengin malzemeye sanki hakim olamama kaygısı seziliyor. Olaganüstü mizansenlere karşın kimi anahtar sahneler örneğin 'Kasımpaşa Canavarı"nın haklanması ya da final sahnesi gibi  iyi çekilememiş. Yine de Ağır Roman'ı görmek gerekir. Bu ilk etnik filmimiz, son derece özgün sinema dili, mekan kullanımı, sunduğu insan manzaraları panoraması gibi öğelerle görülmeyi hak ediyor. Ve kuşkusuz başka şeyler için de: Ertunç Şenkay'ın görüntüleri, Atilla Özdemiroğlu'nun özellikle finale tam bir masal havası veren müzigi, hemen tüm oyuncuların, ama özellikle Okan Bayülgen'in şaşırtıcı oyunu için... Müjde Ar'ı, yıllarını verdiği bu tasarıyı sonunda hayata geçirdiği için ayrıca kutluyorum. Kuşkusuz büyük ilgi görecek, üzerinde konuşulacak ve tartışılacak bir film, Ağır Roman... “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf: 32”


FİLMİ İZLE 



 

1997 YILINDA GÖSTERİME 

GİREN FİLMLER





 

ZEHİRLİ ÇİÇEK (1996) 


Yönetmen: Mehmet Dinler, Senaryo: Osman F. Seden, Kamera: Nedim Akanlar, Müzik Direktörü: Yıldız Tezcan, Yapım: Kemal Film/Osman F. Seden


Oyuncular: Yıldız Tezcan, Efgan Efekan, Reha Yurdakul, Sevinç Pekin, Senih Orkan, Ayfer Feray, Nubar Terziyan, Feridun Çölgeçen, Erol Günaydın, Ferah Nur, Atıf Kaptan, Küçük Yıldız: Ömercik


Konu: Babası tarafından evden kovulup sonra da şarkıcı olan bir kızın dramı.

 

YABAN (1996) 

Yönetmen: Nihat Durak, Senaryo: Ziya Öztan, Nihat Durak, Görüntü Yönetmeni: Tevfik Şenol, Müzik: Timur Selçuk, Yapım: TRT/Mustafa Şen Eser: Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Sanat Yönetmeni: Deniz Özen,

Oyuncular: Aytaç Arman, Sanem Çelik, Tomris Oğuzalp, Can Kolukısa, Menderes Samancılar, Ozan Bilen, Cezmi Baskın, Levent Özdilek, Ali Çoban

Konu: 1.Dünya Savaşı'na yedek subay olarak katılmış olan 35 yaşındaki Ahmet Cemal, kolunu kaybetmiş olarak İstanbul'a döner. Ancak emir eri Mehmet Ali, onu kuşatma altındaki İstanbul' dan uzaklaşmaya razı ederek, kendi köyüne götürür. Ahmet Cemal, işgal altındaki Anadolu'da köylünün hala günlük yaşamı derdinde olduğunu kederle gözler" Köylülerle yaşama uyum sağlamaya çalışan Ahmet Cemal, bir yandan da yaşamını gözlemlemektedir. Köylüler kendi gelenekçi, tutucu yaşam tarzı içinde dünyadan kopuk yaşamaktadırlar. Süleyman'ın karısı Cennet, köylünün baskısına tavır alan birisidir. Diğer yandan savaş bütün şiddetiyle devam etmektedir ve İnönü Savaşları kazanılmıştır. Ahmet Cemal'in zafer kazanıldığına dair sevincini köylülerin hiçbiri paylaşmaz. Ahmet Cemal infial içinde yürüyüşe çıktığında subaşında karşılaştığı yakınlardaki bir köyden güzel bir kız olan Emine’den etkilenir. Diğer yandan köye gelen Şeyh Yusuf Efendi'den köylüler övgüyle bahsetmektedir. Şeyh Efendi'yle Ahmet Cemal'in karşılaşması şeyhi kızdırmış ve köyü terk etmesine neden olmuştur. Türk askerleri köye gelmiş, savaş için gençleri askere almışlardır. Mehmet Ali'de yeniden askere alınmıştır. Bir gece köylüler Cennet'in evini basarak onu köyden sürerler. Salih Ağa, Mehmet Ali'nin yakını Zeynep kadının topraklarının bir kısmına sahip çıkmaya çalışır. Ahmet Cemal durumdan hoşlanmaz, onu muhtara şikayet eder. Düşman kuvvetleri uçaklardan atılan duyurularla halkın direnmemesini salık vermektedir. Bekir bir avuş halkı uyanık olmaya davet eder. Ahmet Cemal, Bekir Çavuş'un karısı aracılığıyla Emine'ye evlenme talebini iletir fakat genç kız onu 'yaban' olduğu gerekçesiyle reddeder. Bu arada cepheden geçici olarak köye gelen Türk askerlerine halk yardımcı olmakta gönüllü davranmaz. Bir süre sonra köye kalabalık bir Yunan askeri gurubu gelir. Köylülere iyi davranarak onların kendilerine yardımcı olmalarını sağlarlar. Savaş sürmekte, bütün şiddetiyle devam etmektedir. Köye yeniden gelen Yunan askerleri, bütün köy halkını bir meydana toplayarak köyü yakıp, yıkmalarına karşın, Salih Ağa'nın evine, malına dokunmamışlardır. Cangılın ortasından Ahmet Cemal, Emine'yi alarak mezarlığa kaçırır. Yunan askerlerinin gitmesinden sonra Emine ondan kendisini bırakmasını ister. Köylülerin bir yaban olarak dışladığı Ahmet Cemal, onlar gibi yaşayıp onlar gibi davransa da, onlar gibi düşünmesinin nasıl mümkün olabileceğini yazdığı roman aracılığıyla sorgulamış ve giderken romanını Emine'ye bırakmıştır. (TÜRSAK Sinema Yıllığı 96/97, 1997)

4 Yaban filminin senaryosunu da birlikte yazdığı Ziya Öztan'a, uzun bir süre asistanlık yapan okullu sinemacı Nihat Durak, ilk uzun metrajlı filmi 'Yaban' da, Kurtuluş Savaşı dönemini ve Türk aydınıyla, Türk köylüsü arasındaki çelişkileri Kemalist, aydın bir savaş gazisi Türk subayının ağzından birinci tekil şahıs anlatımla ele almış. Film, deneyimli pek çok oyuncuyu kadrosunda barındıran ve olabildiği ölçüde dönemin mekan ve atmosferini, savaşın koşullarını yansıtma açılarından belli bir başarıyı tutturan bir film. Nihat Durak, büyük romancı Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun aynı isimli romanından uyarlama olarak çektiği filminde, büyük romancının aydınhalk arasındaki çelişkilere ilişkin görüşlerini paylaşarak filmini savaş atmosferini yansıtmaktan öte, aydın halk kontrastını anlatmak üzerine yoğunlaştırmış. Böyle bir yaklaşım ise romanın satır aralarında işlevsel bir karşılık oluştursa da, görsel bir dil olan sinema da ise, daha: çok diyaloglara yaslanan, didaktik bir filme dönüşmüş. TRT'nin olanaklarını da arkasına alarak filmini gerçekleştiren Nihat Durak, aslında geniş ve gerçek mekanlarda çekilmiş ve ilk uzun metrajlı filmi olan Yaban'da, kalabalık bir oyuncu ve figürasyondan oluşan bir kadroyla filmin altından kalkmasını bilmiş. İnançlı, idealist genç Türk subayını ve halktan kopuk aydını vurgulamada Aytaç Arman, abartılı ve teatral oyunculuğuyla göze batıyor. Aslında Aytaç Arman'ın başrolde olmasına karşın, oyuncular arasında bir öne çıkma çabası dikkati çekmiyor, kimse rol çalmaya çalışmıyor.

Dönem ve mekan filmi yapmak, ayrıca da savaş gibi koşulları sinema sanatının olanakları içinde canlandırmak her zaman zor bir iş olmuştur. Durak bu bağlamda savaşın kendisi yerine daha çok cephe gerisini, halkın zihniyetini, bir ülkenin kurtuluş ve kuruluş koşullarında karşılaşılan zorlukları ele aldığı filminde, belki de çok daha az savaş sahnelerine yer verebilir, bu etkiyi kısmen efektlerle çözebilirdi. Yan yana dizilmiş topların ateşendiği, atlarla, ortalıkta koşturan süvarilerin araya girdiği, inandırıcılığı tartışmalı patlama sahneleri, her ne kadar gerçekçilik açısından hiçbir fedakarlıktan kaçınılmadığı görüntüsü verse de, yapaylık duygusunu silemiyor. Diğer yandan aksaklıklarına karşın bir edebiyat uyarlamasından yola çıkarak, ülkemizin oluşum koşullarına ilişkin gerçekçi betimlemeleri, hamasi Yunan düşmanlığı yapmayan sağduyulu yaklaşımı ve en önemlisi hala daha çözülememiş aydınhalk karşıtlığına ilişkin oluşturduğu söylemleriyle Yaban, önemsenmesi gereken bir yapım olarak dikkati çekiyor. “Prof.Dr. Alim Şerif Onaran/Doç.Dr. Bülent Vardar, “20.Yüzyılın Türk Sineması”, syf 80”

ÖDÜL:

33. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde (1996)

► Tevfik Şenol “en iyi görüntü yönetmeni”

► Sanem Çelik “ en iyi yardımcı kadın oyuncu”

 

USTA BENİ ÖLDÜRSENE (1996) 

Senaryo ve Yönetmen: Barış Pirhasan Görüntü Yönetmeni: Jurgen Jurges, Müzik: Simple Minds, Yapım: Med Yapım Televizyon ve Filmcilik A.Ş Fatih Aksoy, Pit Riethmüller Eser: Bilge Karasu’nun “Göçmüş Kediler Bahçesi” kitabında yer alan masallardan biri, Ortak yapımcılar: Focus Film Ltd (Macaristan), Medias Res Berlin FilmUnd Fernsehproduktions Gmb (Almanya), (Eurimages'ın katkılarıyla)

Oyuncular: Karoly Eperjes, Hugh O'Connor, Yulia Brendler, Haluk Bilginer, Meltem Cumbul, Cem Özer, Hale Soygazi, Tuncel Kurtiz, David Harries, Hürdem Gürel, Robert Alföldi, Michael Alexander Mehlmann, Michael Schenk, Andras Stohl, Neal Xach, (TürkAlmaMacar Ortak yapımı)

Konu: Film, zor dönemlerde varlığını sürdürmenin ve her şeye rağmen yaşanan bir ilk aşkın gücü üzerine düşsel ve zamansız bir öyküyü perdeye yansıtıyor. Toplumsal çöküş ve eşikteki bir savaşla zedelenmiş ebedi bir tarafsız bölgede IOLA Sirki çalışanları, onları tehlikeden kurtarıp daha iyi bir dünyaya götürecek olan gizemli Rupert'in gelmesini bekler. Yaşlı, bilge ip cambazı Abib, her an orduya alınacağından kaygılandığı, oğlu gibi sahiplendiği genç çırağı İshak'a bir gelecek hazırlamaya çalışmaktadır. Ancak İshak, sirkte bir karavanda kötü koşullar altında sergilenen "deniz kızı"na aşık olunca ustasının kendisine ilişkin planlarını alt üst eder. Ve usta bu aşkı engellemeye çalışır...

Bu arada Albay Hammond'un birliğinden firar eden Naum, sirke sığınmıştır. Sirkin bıçak atıcısı Aaron'un karısı ve yardımcısı Katya, Naum'u perişan bir halde bulur ve onu soytarı kılığına sokar. Sağır dilsiz numarası yapmasını önererek sirkte iş bulmasını sağladığı Naum'la aralarında çok geçmeden bir yakınlaşma olur. Bu arada Albay Hammond asker kaçağının peşindedir ve sirk çalışanlarını rahat bırakmaz... Rubert'in gelişiyse sürekli gecikmektedir. (Türsak Sinema Yıllığı, 97/98)


ÖDÜL:

34. Antalya Altın Portakal Film Festivali:

► "En İyi Senaryo" (Barış Pirhasan),

►"Behlül Dal Özel Ödülü

& Usta Beni Öldürsene Bilge Karasu'nun aynı adlı 'Masal'ından esinlenerek senaryolaştırılmış. Yer aldığı 'Göçmüş Kediler Bahçesi' kitabındaki tüm masallar gibi 'Usta Beni Öldürsene'de ölüme götüren tutkuyu, Eros ile Thanatos arasındaki ince sınır üzerinde kurulmaya çalışılan bıçak sırtı dengeyi konu ediniyor... Filmde birbirinin zıddı gibi gözüken ama her ikisi de şiddetle yoğrulmuş iki farklı dünya var. Bir yanda askeri diktatörlüğün disiplinli, duygusuz, soğuk ve sistematik şiddeti, diğer yanda yanılsamalar mekanı sirkin, bu sonsuz karnaval diyarının ateşli tutkularının şiddeti... 'Usta Beni Öldürsene', kahramanımız İshak'ın gergin ip üstünde dengede kalmaya çalışarak, adımlarını denk atarak ilerleyişiyle açılıyor. İshak ustasına doğru temkinli ilerleyişini sürdürürken, bebekliğini, ilk kez yürümeyi öğrendiği anı ve hemen ardından babasının ani ölümünü anımsıyor. Kendi ayakları üzerinde ilk yeltenişinin nasıl ölümüne yol açtığını hatırlayan İshak'ın ayakları dolaşıyor, düşüyor ve ustası onun elinden tutup yaşama döndürüyor. Bu olayın üstüne usta, cambazların ne geçmişe dair anıları ne geleceğe ilişkin düşlerinin olabileceğini, dünyanın sadece şimdiki zamandan ve usta ile çıraktan ibaret olduğunu söylüyor İshak'a" İshak onu yetiştiren ve aralarında sıkı bir sevgi ve sadakat bağı olan ustasıyla ilişkisini koparmasının zamanı geldiğini ve bunu sağlamanın ancak ölüm olduğunu da biliyor: "Ya ustası ölüp onu özgür kılacak ya o özgürlükten vazgeçip ölecek.. Sirkte ölümle dans eden başka duygularda var. Tutkuyla sevdiği, kendisini sürekli aldatmasına göz yummak zorunda kaldığı karısına her gece bıçak atmayı iş edinmiş bıçak ustası. Bıçakçının karısı ile öldürmeyi reddederek ölümü kabullenen kaçak asker arasındaki olanaksız ilişki ve hepsinin bir simgesi niteliğindeki avlanıp kafese kapatılmış seyirliğe dönüştürülmüş deniz kıızı. Bu tutku tutsakların ortak özelliği ise konuşamamak, kendini ifade edememek. İshak ustasına 'bana her şeyi öğrettin ama konuşmayı öğretmedin' diyor, deniz kızı iki kelimeyi bir araya güç bela getirebiliyor, kaçak asker dilsiz rolü yaptığı için, ağzını açamıyor. Konuşmak tutkuyla yek vücut olmuşlar için bir tehdit.

Konuşmak, iki ayrı insan varsaydığı için birlik yanılsamasını bozuyor... Sonu da bu hassas dengeyi bozup, kaçınılmaz sonu getirenin ne olduğu da muğlak bırakılıyor. Belki İshak ustasını öldürmek istiyor veya ölmesinden korkuyor, belki usta İshak'ı 'elinden kaçırmaktansa' ölmesini yeğliyor. Belki de usta, İshak için askere alınmanın ölümden beter, deniz kızınınkine benzer bir kader olduğunu düşünüyor. Ya da belki İshak adına yakışır bir kurbandır.

... (Tevrat'daki tanımın kendisini sınaması için, İbrahim'in oğlu İshak'ı kurban etmesi telmih ediliyor. Hıristiyan ve Museviler Kuran'a rağmen İsmail'in değil İshak'ın kurban edileceğini kabul ederler). Usta Beni Öldürsene, ışıktan görüntü yönetmenliğine, dekordan kurguya her yönden başarılı bir film ama özellikle oyuncu seçimine tam not vermek gerekiyor... Başta İshak ile Deniz Kızı olmak üzere, balıkçıdan bıçakçıya, Rupert’den ustaya kadar herkes rolüne cuk oturuyor" (Erdem, Gazete Pazar, 16. 1997) . Prof. Dr.Alim Şerif Onaran/Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Türk Sineması” syf, 118”

4 Şairlikle adını duyurup yazdığı senaryolarla ('Körebe', 'Adı Vasfiye', Ah Belinda') sinemaya bulaşan ve ilk yönetmenlik denemesi 'Küçük Balıklar Üstüne Bir Masal'dan yaklaşık 10 yıl kadar sonra ikinci uzun filmiyle karşımıza çıkan Barış Pirhasan, bu kez her bakımdan başarılı bir iş çıkarmış. Macar, Alman, İngiliz, Türk oyuncuları ve teknik kadroyu bir araya getiren, çok uluslu bir ortak yapım niteliğinde, Türk filminden çok bir Avrupa filmi gibi duran “Usta Beni Öldürsene'" .. yurt dışında nice engeli göğüsleyerek, 23 yılda ve 22.5 milyon Amerikan Doları'na mal ettiği, sıradışı bir yapıt sonuçta. Eninde sonunda birinin düşeceği, aynı ipte oynamaya çıkmış, ustaçırak iki cambazın odağına yerleştirildiği, çatısı oldukça yalın ve sağlam çatılmış filmin görsel düzeyi, ünlü Alman kameraman Jürgen Jürges'in ustalığından kaynaklanan bir mükemmelliğe erişmiş. Görselliğinin yanısıra, başarılı oyunculuğu, rol dağıtımı, mekan kullanımı, müzik çalışması, montajı, ışığı ve teknik düzeyiyle de yerli isimlerden alabildiğine farklı duruyor. Özetle 'Usta Beni Öldürsene', sinemacı Barış Pirhasan'ın hanesine kuşkusuz artı olarak yazılacak, ilgiyle izlenen, incelikli, özenli bir çalışma"... (Sungu Çapan, Cumhuriyet, 21.11.1997) “” Prof. Dr.Alim Şerif Onaran/Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Türk Sineması” syf, 119”

  "80'li yıllarda, Atıf Yılmaz filmleriyle usta senaryocu olarak sivrilen Barış Pirhasan, ilk filmi 'Küçük Balıklar Üzerine Bir Masal'la 'umut veren yönetmen' olarak tanınmıştı. Çeşitli zorluklarla tamamlayabildiği, hatta bir süre ara vermek zorunda kaldığı bu filmin ardından sanatçıdan uzun süre ses çıkmamış, en sonunda' 10 Yönetmen 2 Film projesi kapsamında yer alan, 'Gül ile Adem' başlıklı kısa filmini izlemiştik. Başta senaryo ve rejisi, tüm öğeleriyle eni konu usta işi bir çalışma olan film, temaları ve karakterleriyle de Türk sinemasının genel düzeyinin çok üstünde yer alıyordu.. Macaristan'da 'Usta Beni Öldürsene'yi çekmeye başladığı haberinin yayılmasıyla birlikte, Pirhasan adı yeniden sinemamızın gündemine geldi... Çeşitli açılardan 'Usta Beni Öldürsene', beklenen umutları boşa çıkarmayan, Antalya Altın Portakal Film Festivalinde verilen En İyi Senaryo ödülüne gölge düşürmeyen bir film .. Sanatçının 'Gül ile Adem'de kaldığı yerden devam ettiği söylenebilir rahatlıkla. Pirhasan, bir Eurimages filmi yapmanın avantajlarını iyi değerlendirip ülkemizde özellikle Zülfü Livaneli filmleriyle tanınan, Jürgen Jürges'in bildiğimiz ustalığını bir kez daha kanıtladığı görüntülerini, dünya sinemasından geri kalmayan bir teknik düzeyde ve çoğunu ilk kez seyrettiğimiz bir dizi yabancı oyuncunun performansıyla tamamlıyor. Başta son iki ulusal festivalde aldığı ödüllerle, sinema gündemimizin tepesine oturan 'Masumiyet'teki performansıyla hayranlık uyandıran Haluk Bilginer olmak üzere, irili ufaklı rollerle karşımıza gelen Türk oyuncular da, yabancı meslektaşlarından aşağı kalmıyorlar. Bu açılardan filme kusur bulmak mümkün değil. Bir dizi minik öykünün iç içe örülmesinden oluşan filmde, Isac'ın deniz kızına duyduğu aşk ve ölecek olanların yüzünde iz görmesi gibi dramatik ögeler heyecan verici, bunların yer aldığı hikayeler ise etkileyici. Ancak bunu öykülerin tümü için söylemek zor. Katya'nın Naum'la ilişkisi, Aaron'un kıskançlığı gibi kimi hikayeler fazlasıyla tanıdık, diğer bazıları ise yeterince güçlü değiller. Sirk çalışanlarının, dışardaki sıkıyönetim ve amansız şiddetle ilişkileri yeterince işlenememiş. Aslında bu noktada başka bir aksama devreye giriyor. Hollywood kulvarından uzak kalmaya kararlı görünen Pirhasan, bu kez bir başka tuzağa düşmüş, seyircinin karakterle özdeşleşmesi gibi temel kimi yöntemlere sırt çevirmiş. Bu, hayli mesafeli tutulmuş rejiyle birleşince ortaya çok soğuk, kapalı, içine girilmesi çok zor bir film çıkıyor. Öykülerin olduklarından daha zayıf görülmelerinin ya da seyirciyi beklendiği kadar etkilememelerinin asıl nedeni bu.

Tek bir karakterle özdeşleşme sağlanamadığı gibi, sirki oluşturan grup arasındaki kader arkadaşlığını yeterince işleyemeyen senaryo yüzünden, seyirci grup psikolojisine ortak olamıyor. Sonuçta, marjinal taraflarını bile yeterince ilgi çekici bulamadığımız bir grup insan arasındaki ilişkilere, belirli tepkiler göstermeden izleyip salondan çıkıyoruz. Terazinin öbür kefesinde ise, Pirhasan'ın yaratıcılık dünyası var. Vakıf filmlerinde yalnız ustalığıyla değil, bir kısa filme yaklaşımıyla da çalışma arkadaşlarından ayrı bir yerde duran sanatçı, bir dönem Avrupa sinemasının 'auteur'lerinin yaptığı gibi, kendi ulusal sınırlarının dışına taşan bir ürün çıkarmış. Herhalde bir Avrupa ülkesinde yapılmış olabilecek film 'Usta Beni Öldürsene'ye, Türk damgasını vurmak kolay değil" (Baran, Sinema, Aralık 1997). “Prof. Dr.Alim Şerif Onaran/Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Türk Sineması” syf, 119”

4 Sinema, günün birinde (belki de günümüzde) ulusal kimliklerden uzaklaşıp kitleleri ve halkları ortak bir kültür potasında buluşturmaya, farklı toplumlardaki ortak duyarlılıkları görkemli biçimde ortaya çıkarmaya mı aday? Adına ortak yapım denen ve kimilerince tam bir çorba olarak algılanan yapımlar, tersine, tam bir kültüre aidiyet duygusunun sınırlarından boşanarak, ortaya çok tabanlı, çok referanslı, çok duyarlıklı, dolayısıyla belki daha zengin, daha boyutlu yapıtlar koymaya doğru mu gidiyor?

Düşününüz ki Türkçeyi en süzme biçimiyle kullanan değerli yazarımız Bilge Karasu'nun bir öyküsü, Barış Pirhasan'ın yeni filmine kaynaklık ediyor. Alman sanatçı Jurgen Jürges'in olağanüstü biçimde görüntülediği bu ayrıksı hikayede İngiliz, Alman, Macar ve Türk sanatçılar bir araya geliyor. Ve ortaya, hiçbir ülkeye, hiçbir döneme, hiçbir halka kesinlikle mal edilemeyecek, ama son derece evrensel bir yapım çıkıyor. Hiç şöyle bir şey düşündünüz mü: bir Türk filmine benzemeyen bir Türk filmi izlemek? Düşündünüzse, işte o film karşınızda ...

Ülke, belirli olmayan, ama tipik Orta Avrupa kokan bir ülke... Zaman, belirsiz... Ama bir diktatörlük, bir askeri yönetim dönemi olduğu ve askerlerin halka kan kusturduğu anlaşılıyor. Dekor: bir sirk. Kahramanlar, tüm sirk sanatçıları, ama özellikle de iki ip cambazı, bir usta çırak veya babaoğul ilişkisi sürdüren Abib ve İshak... Abib, İshak' a bu zor işin tüm inceliklerini göstermeye, gösteri sırasında ona yalnızca işine konsantre olmayı öğretmeye çalışıyor. Ve ikisinden biri, belli bir anda, karşısındakinin yüzünde "ölümün izini" görürse, gereğini yapmayı öğütlüyor.

Ama gencecik, bakir İshak'ın aklı başka şeylerde... Örneğin sahte kör bir üçkağıtçının çadırında teşhir ederek para kırdığı bir deniz kızında ...

Yerel kulübün fahişesinden seksi öğrenen İshak, bu genç kızdan da aşkı öğreniyor. Onu günün birinde asıl vatanına, denize götürüp bırakmaya söz veriyor. Ama bunu gerçekleştirmek, ne yazık ki bir başkasına nasip olacaktır ...

Usta Beni Öldürsene'yi nasıl anlatmalı, nasıl eleştirmeli? Film, küçük, ama geniş soluklu bir öykü, daha da çok uzun bir görsel şiir gibi duruyor. Kısa, ama özlü ayrıntılarla verilen kaba ve zalim askeri diktatörlüğün ya da Godot'yu bekler gibi beklenen ve ancak filmin sonunda çıkıp gelen sirk kurucusu Rupert'in öykü içindeki gerekliği tartışır. Ama sirk atmosferi başarıyla verilmiş ve burada türlü çeşitli roller canlandıran Türk veya yabancı sanatçılardan çok iyi sonuçlar alınmış.

Ancak asıl öykü, kuşkusuz ustaçırak ilişkisi ve çırağın denizkızına olan sevdası. .. Burada masal öğeleri işin içine karışıyor. Masallar ya da eski efsaneler, halk söylenceleri, kuşaktan kuşağa aktarılmış olağanüstü tutku öyküleri... Ustasından çok şey alan, bin bir hüner öğrenen, ama ona tutsak olmayı, yaşamını onun öngördüğü gibi yaşamayı reddeden genç İshak, onun ip üstünde ustasının yüzüne vurmuş bir gölge olarak gördüğü ölüm ... Ya da o çaresiz, zavallı, oltaya takılmış bir balık gibi çırpınan deniz kızına karşı olan um arsız ve çıkışsız aşkı. .. Bu masal öğeleri, filmde tam karşılığını buluyor ve şiirsel bir atmosfer yaratıyor. Bilge Karasu da görebilse severdi sanırım...

Evet, Usta Beni Öldürsene, kendine özgü, farklı bir film... Belki bu filmi aşırı evrensel olduğu, o tipik ve kimliği belirsiz ortak yapımlara benzediği, yeterince Türk olmadığı, vs. için eleştirenler olacak. Ama ulusallık sınırlarının sanat alanında gitgide belirsizleştiği günümüzde, bu filmi eriştiği evrensel düzey açısından, tersine övmek ve savunmak gerekir diye düşünüyorum. Görün, sanırım seveceksiniz. “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 144”


FİLMİ İZLE