Powered By Blogger

12 Aralık 2022 Pazartesi

 

USTA BENİ ÖLDÜRSENE (1996) 

Senaryo ve Yönetmen: Barış Pirhasan Görüntü Yönetmeni: Jurgen Jurges, Müzik: Simple Minds, Yapım: Med Yapım Televizyon ve Filmcilik A.Ş Fatih Aksoy, Pit Riethmüller Eser: Bilge Karasu’nun “Göçmüş Kediler Bahçesi” kitabında yer alan masallardan biri, Ortak yapımcılar: Focus Film Ltd (Macaristan), Medias Res Berlin FilmUnd Fernsehproduktions Gmb (Almanya), (Eurimages'ın katkılarıyla)

Oyuncular: Karoly Eperjes, Hugh O'Connor, Yulia Brendler, Haluk Bilginer, Meltem Cumbul, Cem Özer, Hale Soygazi, Tuncel Kurtiz, David Harries, Hürdem Gürel, Robert Alföldi, Michael Alexander Mehlmann, Michael Schenk, Andras Stohl, Neal Xach, (TürkAlmaMacar Ortak yapımı)

Konu: Film, zor dönemlerde varlığını sürdürmenin ve her şeye rağmen yaşanan bir ilk aşkın gücü üzerine düşsel ve zamansız bir öyküyü perdeye yansıtıyor. Toplumsal çöküş ve eşikteki bir savaşla zedelenmiş ebedi bir tarafsız bölgede IOLA Sirki çalışanları, onları tehlikeden kurtarıp daha iyi bir dünyaya götürecek olan gizemli Rupert'in gelmesini bekler. Yaşlı, bilge ip cambazı Abib, her an orduya alınacağından kaygılandığı, oğlu gibi sahiplendiği genç çırağı İshak'a bir gelecek hazırlamaya çalışmaktadır. Ancak İshak, sirkte bir karavanda kötü koşullar altında sergilenen "deniz kızı"na aşık olunca ustasının kendisine ilişkin planlarını alt üst eder. Ve usta bu aşkı engellemeye çalışır...

Bu arada Albay Hammond'un birliğinden firar eden Naum, sirke sığınmıştır. Sirkin bıçak atıcısı Aaron'un karısı ve yardımcısı Katya, Naum'u perişan bir halde bulur ve onu soytarı kılığına sokar. Sağır dilsiz numarası yapmasını önererek sirkte iş bulmasını sağladığı Naum'la aralarında çok geçmeden bir yakınlaşma olur. Bu arada Albay Hammond asker kaçağının peşindedir ve sirk çalışanlarını rahat bırakmaz... Rubert'in gelişiyse sürekli gecikmektedir. (Türsak Sinema Yıllığı, 97/98)


ÖDÜL:

34. Antalya Altın Portakal Film Festivali:

► "En İyi Senaryo" (Barış Pirhasan),

►"Behlül Dal Özel Ödülü

& Usta Beni Öldürsene Bilge Karasu'nun aynı adlı 'Masal'ından esinlenerek senaryolaştırılmış. Yer aldığı 'Göçmüş Kediler Bahçesi' kitabındaki tüm masallar gibi 'Usta Beni Öldürsene'de ölüme götüren tutkuyu, Eros ile Thanatos arasındaki ince sınır üzerinde kurulmaya çalışılan bıçak sırtı dengeyi konu ediniyor... Filmde birbirinin zıddı gibi gözüken ama her ikisi de şiddetle yoğrulmuş iki farklı dünya var. Bir yanda askeri diktatörlüğün disiplinli, duygusuz, soğuk ve sistematik şiddeti, diğer yanda yanılsamalar mekanı sirkin, bu sonsuz karnaval diyarının ateşli tutkularının şiddeti... 'Usta Beni Öldürsene', kahramanımız İshak'ın gergin ip üstünde dengede kalmaya çalışarak, adımlarını denk atarak ilerleyişiyle açılıyor. İshak ustasına doğru temkinli ilerleyişini sürdürürken, bebekliğini, ilk kez yürümeyi öğrendiği anı ve hemen ardından babasının ani ölümünü anımsıyor. Kendi ayakları üzerinde ilk yeltenişinin nasıl ölümüne yol açtığını hatırlayan İshak'ın ayakları dolaşıyor, düşüyor ve ustası onun elinden tutup yaşama döndürüyor. Bu olayın üstüne usta, cambazların ne geçmişe dair anıları ne geleceğe ilişkin düşlerinin olabileceğini, dünyanın sadece şimdiki zamandan ve usta ile çıraktan ibaret olduğunu söylüyor İshak'a" İshak onu yetiştiren ve aralarında sıkı bir sevgi ve sadakat bağı olan ustasıyla ilişkisini koparmasının zamanı geldiğini ve bunu sağlamanın ancak ölüm olduğunu da biliyor: "Ya ustası ölüp onu özgür kılacak ya o özgürlükten vazgeçip ölecek.. Sirkte ölümle dans eden başka duygularda var. Tutkuyla sevdiği, kendisini sürekli aldatmasına göz yummak zorunda kaldığı karısına her gece bıçak atmayı iş edinmiş bıçak ustası. Bıçakçının karısı ile öldürmeyi reddederek ölümü kabullenen kaçak asker arasındaki olanaksız ilişki ve hepsinin bir simgesi niteliğindeki avlanıp kafese kapatılmış seyirliğe dönüştürülmüş deniz kıızı. Bu tutku tutsakların ortak özelliği ise konuşamamak, kendini ifade edememek. İshak ustasına 'bana her şeyi öğrettin ama konuşmayı öğretmedin' diyor, deniz kızı iki kelimeyi bir araya güç bela getirebiliyor, kaçak asker dilsiz rolü yaptığı için, ağzını açamıyor. Konuşmak tutkuyla yek vücut olmuşlar için bir tehdit.

Konuşmak, iki ayrı insan varsaydığı için birlik yanılsamasını bozuyor... Sonu da bu hassas dengeyi bozup, kaçınılmaz sonu getirenin ne olduğu da muğlak bırakılıyor. Belki İshak ustasını öldürmek istiyor veya ölmesinden korkuyor, belki usta İshak'ı 'elinden kaçırmaktansa' ölmesini yeğliyor. Belki de usta, İshak için askere alınmanın ölümden beter, deniz kızınınkine benzer bir kader olduğunu düşünüyor. Ya da belki İshak adına yakışır bir kurbandır.

... (Tevrat'daki tanımın kendisini sınaması için, İbrahim'in oğlu İshak'ı kurban etmesi telmih ediliyor. Hıristiyan ve Museviler Kuran'a rağmen İsmail'in değil İshak'ın kurban edileceğini kabul ederler). Usta Beni Öldürsene, ışıktan görüntü yönetmenliğine, dekordan kurguya her yönden başarılı bir film ama özellikle oyuncu seçimine tam not vermek gerekiyor... Başta İshak ile Deniz Kızı olmak üzere, balıkçıdan bıçakçıya, Rupert’den ustaya kadar herkes rolüne cuk oturuyor" (Erdem, Gazete Pazar, 16. 1997) . Prof. Dr.Alim Şerif Onaran/Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Türk Sineması” syf, 118”

4 Şairlikle adını duyurup yazdığı senaryolarla ('Körebe', 'Adı Vasfiye', Ah Belinda') sinemaya bulaşan ve ilk yönetmenlik denemesi 'Küçük Balıklar Üstüne Bir Masal'dan yaklaşık 10 yıl kadar sonra ikinci uzun filmiyle karşımıza çıkan Barış Pirhasan, bu kez her bakımdan başarılı bir iş çıkarmış. Macar, Alman, İngiliz, Türk oyuncuları ve teknik kadroyu bir araya getiren, çok uluslu bir ortak yapım niteliğinde, Türk filminden çok bir Avrupa filmi gibi duran “Usta Beni Öldürsene'" .. yurt dışında nice engeli göğüsleyerek, 23 yılda ve 22.5 milyon Amerikan Doları'na mal ettiği, sıradışı bir yapıt sonuçta. Eninde sonunda birinin düşeceği, aynı ipte oynamaya çıkmış, ustaçırak iki cambazın odağına yerleştirildiği, çatısı oldukça yalın ve sağlam çatılmış filmin görsel düzeyi, ünlü Alman kameraman Jürgen Jürges'in ustalığından kaynaklanan bir mükemmelliğe erişmiş. Görselliğinin yanısıra, başarılı oyunculuğu, rol dağıtımı, mekan kullanımı, müzik çalışması, montajı, ışığı ve teknik düzeyiyle de yerli isimlerden alabildiğine farklı duruyor. Özetle 'Usta Beni Öldürsene', sinemacı Barış Pirhasan'ın hanesine kuşkusuz artı olarak yazılacak, ilgiyle izlenen, incelikli, özenli bir çalışma"... (Sungu Çapan, Cumhuriyet, 21.11.1997) “” Prof. Dr.Alim Şerif Onaran/Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Türk Sineması” syf, 119”

  "80'li yıllarda, Atıf Yılmaz filmleriyle usta senaryocu olarak sivrilen Barış Pirhasan, ilk filmi 'Küçük Balıklar Üzerine Bir Masal'la 'umut veren yönetmen' olarak tanınmıştı. Çeşitli zorluklarla tamamlayabildiği, hatta bir süre ara vermek zorunda kaldığı bu filmin ardından sanatçıdan uzun süre ses çıkmamış, en sonunda' 10 Yönetmen 2 Film projesi kapsamında yer alan, 'Gül ile Adem' başlıklı kısa filmini izlemiştik. Başta senaryo ve rejisi, tüm öğeleriyle eni konu usta işi bir çalışma olan film, temaları ve karakterleriyle de Türk sinemasının genel düzeyinin çok üstünde yer alıyordu.. Macaristan'da 'Usta Beni Öldürsene'yi çekmeye başladığı haberinin yayılmasıyla birlikte, Pirhasan adı yeniden sinemamızın gündemine geldi... Çeşitli açılardan 'Usta Beni Öldürsene', beklenen umutları boşa çıkarmayan, Antalya Altın Portakal Film Festivalinde verilen En İyi Senaryo ödülüne gölge düşürmeyen bir film .. Sanatçının 'Gül ile Adem'de kaldığı yerden devam ettiği söylenebilir rahatlıkla. Pirhasan, bir Eurimages filmi yapmanın avantajlarını iyi değerlendirip ülkemizde özellikle Zülfü Livaneli filmleriyle tanınan, Jürgen Jürges'in bildiğimiz ustalığını bir kez daha kanıtladığı görüntülerini, dünya sinemasından geri kalmayan bir teknik düzeyde ve çoğunu ilk kez seyrettiğimiz bir dizi yabancı oyuncunun performansıyla tamamlıyor. Başta son iki ulusal festivalde aldığı ödüllerle, sinema gündemimizin tepesine oturan 'Masumiyet'teki performansıyla hayranlık uyandıran Haluk Bilginer olmak üzere, irili ufaklı rollerle karşımıza gelen Türk oyuncular da, yabancı meslektaşlarından aşağı kalmıyorlar. Bu açılardan filme kusur bulmak mümkün değil. Bir dizi minik öykünün iç içe örülmesinden oluşan filmde, Isac'ın deniz kızına duyduğu aşk ve ölecek olanların yüzünde iz görmesi gibi dramatik ögeler heyecan verici, bunların yer aldığı hikayeler ise etkileyici. Ancak bunu öykülerin tümü için söylemek zor. Katya'nın Naum'la ilişkisi, Aaron'un kıskançlığı gibi kimi hikayeler fazlasıyla tanıdık, diğer bazıları ise yeterince güçlü değiller. Sirk çalışanlarının, dışardaki sıkıyönetim ve amansız şiddetle ilişkileri yeterince işlenememiş. Aslında bu noktada başka bir aksama devreye giriyor. Hollywood kulvarından uzak kalmaya kararlı görünen Pirhasan, bu kez bir başka tuzağa düşmüş, seyircinin karakterle özdeşleşmesi gibi temel kimi yöntemlere sırt çevirmiş. Bu, hayli mesafeli tutulmuş rejiyle birleşince ortaya çok soğuk, kapalı, içine girilmesi çok zor bir film çıkıyor. Öykülerin olduklarından daha zayıf görülmelerinin ya da seyirciyi beklendiği kadar etkilememelerinin asıl nedeni bu.

Tek bir karakterle özdeşleşme sağlanamadığı gibi, sirki oluşturan grup arasındaki kader arkadaşlığını yeterince işleyemeyen senaryo yüzünden, seyirci grup psikolojisine ortak olamıyor. Sonuçta, marjinal taraflarını bile yeterince ilgi çekici bulamadığımız bir grup insan arasındaki ilişkilere, belirli tepkiler göstermeden izleyip salondan çıkıyoruz. Terazinin öbür kefesinde ise, Pirhasan'ın yaratıcılık dünyası var. Vakıf filmlerinde yalnız ustalığıyla değil, bir kısa filme yaklaşımıyla da çalışma arkadaşlarından ayrı bir yerde duran sanatçı, bir dönem Avrupa sinemasının 'auteur'lerinin yaptığı gibi, kendi ulusal sınırlarının dışına taşan bir ürün çıkarmış. Herhalde bir Avrupa ülkesinde yapılmış olabilecek film 'Usta Beni Öldürsene'ye, Türk damgasını vurmak kolay değil" (Baran, Sinema, Aralık 1997). “Prof. Dr.Alim Şerif Onaran/Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Türk Sineması” syf, 119”

4 Sinema, günün birinde (belki de günümüzde) ulusal kimliklerden uzaklaşıp kitleleri ve halkları ortak bir kültür potasında buluşturmaya, farklı toplumlardaki ortak duyarlılıkları görkemli biçimde ortaya çıkarmaya mı aday? Adına ortak yapım denen ve kimilerince tam bir çorba olarak algılanan yapımlar, tersine, tam bir kültüre aidiyet duygusunun sınırlarından boşanarak, ortaya çok tabanlı, çok referanslı, çok duyarlıklı, dolayısıyla belki daha zengin, daha boyutlu yapıtlar koymaya doğru mu gidiyor?

Düşününüz ki Türkçeyi en süzme biçimiyle kullanan değerli yazarımız Bilge Karasu'nun bir öyküsü, Barış Pirhasan'ın yeni filmine kaynaklık ediyor. Alman sanatçı Jurgen Jürges'in olağanüstü biçimde görüntülediği bu ayrıksı hikayede İngiliz, Alman, Macar ve Türk sanatçılar bir araya geliyor. Ve ortaya, hiçbir ülkeye, hiçbir döneme, hiçbir halka kesinlikle mal edilemeyecek, ama son derece evrensel bir yapım çıkıyor. Hiç şöyle bir şey düşündünüz mü: bir Türk filmine benzemeyen bir Türk filmi izlemek? Düşündünüzse, işte o film karşınızda ...

Ülke, belirli olmayan, ama tipik Orta Avrupa kokan bir ülke... Zaman, belirsiz... Ama bir diktatörlük, bir askeri yönetim dönemi olduğu ve askerlerin halka kan kusturduğu anlaşılıyor. Dekor: bir sirk. Kahramanlar, tüm sirk sanatçıları, ama özellikle de iki ip cambazı, bir usta çırak veya babaoğul ilişkisi sürdüren Abib ve İshak... Abib, İshak' a bu zor işin tüm inceliklerini göstermeye, gösteri sırasında ona yalnızca işine konsantre olmayı öğretmeye çalışıyor. Ve ikisinden biri, belli bir anda, karşısındakinin yüzünde "ölümün izini" görürse, gereğini yapmayı öğütlüyor.

Ama gencecik, bakir İshak'ın aklı başka şeylerde... Örneğin sahte kör bir üçkağıtçının çadırında teşhir ederek para kırdığı bir deniz kızında ...

Yerel kulübün fahişesinden seksi öğrenen İshak, bu genç kızdan da aşkı öğreniyor. Onu günün birinde asıl vatanına, denize götürüp bırakmaya söz veriyor. Ama bunu gerçekleştirmek, ne yazık ki bir başkasına nasip olacaktır ...

Usta Beni Öldürsene'yi nasıl anlatmalı, nasıl eleştirmeli? Film, küçük, ama geniş soluklu bir öykü, daha da çok uzun bir görsel şiir gibi duruyor. Kısa, ama özlü ayrıntılarla verilen kaba ve zalim askeri diktatörlüğün ya da Godot'yu bekler gibi beklenen ve ancak filmin sonunda çıkıp gelen sirk kurucusu Rupert'in öykü içindeki gerekliği tartışır. Ama sirk atmosferi başarıyla verilmiş ve burada türlü çeşitli roller canlandıran Türk veya yabancı sanatçılardan çok iyi sonuçlar alınmış.

Ancak asıl öykü, kuşkusuz ustaçırak ilişkisi ve çırağın denizkızına olan sevdası. .. Burada masal öğeleri işin içine karışıyor. Masallar ya da eski efsaneler, halk söylenceleri, kuşaktan kuşağa aktarılmış olağanüstü tutku öyküleri... Ustasından çok şey alan, bin bir hüner öğrenen, ama ona tutsak olmayı, yaşamını onun öngördüğü gibi yaşamayı reddeden genç İshak, onun ip üstünde ustasının yüzüne vurmuş bir gölge olarak gördüğü ölüm ... Ya da o çaresiz, zavallı, oltaya takılmış bir balık gibi çırpınan deniz kızına karşı olan um arsız ve çıkışsız aşkı. .. Bu masal öğeleri, filmde tam karşılığını buluyor ve şiirsel bir atmosfer yaratıyor. Bilge Karasu da görebilse severdi sanırım...

Evet, Usta Beni Öldürsene, kendine özgü, farklı bir film... Belki bu filmi aşırı evrensel olduğu, o tipik ve kimliği belirsiz ortak yapımlara benzediği, yeterince Türk olmadığı, vs. için eleştirenler olacak. Ama ulusallık sınırlarının sanat alanında gitgide belirsizleştiği günümüzde, bu filmi eriştiği evrensel düzey açısından, tersine övmek ve savunmak gerekir diye düşünüyorum. Görün, sanırım seveceksiniz. “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 144”


FİLMİ İZLE 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder