Senaryo ve Yönetmen: Barış Pirhasan Görüntü Yönetmeni: Jurgen Jurges, Müzik: Simple Minds, Yapım: Med Yapım Televizyon ve Filmcilik A.Ş Fatih Aksoy, Pit Riethmüller Eser: Bilge Karasu’nun “Göçmüş Kediler Bahçesi” kitabında yer alan masallardan biri, Ortak yapımcılar: Focus Film Ltd (Macaristan), Medias Res Berlin FilmUnd Fernsehproduktions Gmb (Almanya), (Eurimages'ın katkılarıyla)
Oyuncular: Karoly Eperjes,
Hugh O'Connor, Yulia Brendler, Haluk Bilginer, Meltem Cumbul, Cem Özer, Hale
Soygazi, Tuncel Kurtiz, David Harries, Hürdem Gürel, Robert Alföldi, Michael
Alexander Mehlmann, Michael Schenk, Andras Stohl, Neal Xach, (TürkAlmaMacar
Ortak yapımı)
Konu: Film, zor dönemlerde varlığını
sürdürmenin ve her şeye rağmen yaşanan bir ilk aşkın gücü üzerine düşsel ve
zamansız bir öyküyü perdeye yansıtıyor. Toplumsal çöküş ve eşikteki bir savaşla
zedelenmiş ebedi bir tarafsız bölgede IOLA Sirki çalışanları, onları tehlikeden
kurtarıp daha iyi bir dünyaya götürecek olan gizemli Rupert'in gelmesini
bekler. Yaşlı, bilge ip cambazı Abib, her an orduya alınacağından kaygılandığı,
oğlu gibi sahiplendiği genç çırağı İshak'a bir gelecek hazırlamaya
çalışmaktadır. Ancak İshak, sirkte bir karavanda kötü koşullar altında
sergilenen "deniz kızı"na aşık olunca ustasının kendisine ilişkin
planlarını alt üst eder. Ve usta bu aşkı engellemeye çalışır...
Bu arada Albay Hammond'un
birliğinden firar eden Naum, sirke sığınmıştır. Sirkin bıçak atıcısı Aaron'un
karısı ve yardımcısı Katya, Naum'u perişan bir halde bulur ve onu soytarı
kılığına sokar. Sağır dilsiz numarası yapmasını önererek sirkte iş bulmasını
sağladığı Naum'la aralarında çok geçmeden bir yakınlaşma olur. Bu arada Albay
Hammond asker kaçağının peşindedir ve sirk çalışanlarını rahat bırakmaz...
Rubert'in gelişiyse sürekli gecikmektedir. (Türsak Sinema Yıllığı, 97/98)
ÖDÜL:
34.
Antalya Altın Portakal Film Festivali:
► "En İyi Senaryo" (Barış Pirhasan),
►"Behlül Dal Özel Ödülü
& Usta Beni Öldürsene Bilge Karasu'nun aynı adlı
'Masal'ından esinlenerek senaryolaştırılmış. Yer aldığı 'Göçmüş Kediler
Bahçesi' kitabındaki tüm masallar gibi 'Usta Beni Öldürsene'de ölüme götüren
tutkuyu, Eros ile Thanatos arasındaki ince sınır üzerinde kurulmaya çalışılan
bıçak sırtı dengeyi konu ediniyor... Filmde birbirinin zıddı gibi gözüken ama
her ikisi de şiddetle yoğrulmuş iki farklı dünya var. Bir yanda askeri
diktatörlüğün disiplinli, duygusuz, soğuk ve sistematik şiddeti, diğer yanda
yanılsamalar mekanı sirkin, bu sonsuz karnaval diyarının ateşli tutkularının
şiddeti... 'Usta Beni Öldürsene', kahramanımız İshak'ın gergin ip üstünde
dengede kalmaya çalışarak, adımlarını denk atarak ilerleyişiyle açılıyor. İshak
ustasına doğru temkinli ilerleyişini sürdürürken, bebekliğini, ilk kez yürümeyi
öğrendiği anı ve hemen ardından babasının ani ölümünü anımsıyor. Kendi ayakları
üzerinde ilk yeltenişinin nasıl ölümüne yol açtığını hatırlayan İshak'ın
ayakları dolaşıyor, düşüyor ve ustası onun elinden tutup yaşama döndürüyor. Bu
olayın üstüne usta, cambazların ne geçmişe dair anıları ne geleceğe ilişkin
düşlerinin olabileceğini, dünyanın sadece şimdiki zamandan ve usta ile çıraktan
ibaret olduğunu söylüyor İshak'a" İshak onu yetiştiren ve aralarında sıkı
bir sevgi ve sadakat bağı olan ustasıyla ilişkisini koparmasının zamanı
geldiğini ve bunu sağlamanın ancak ölüm olduğunu da biliyor: "Ya ustası
ölüp onu özgür kılacak ya o özgürlükten vazgeçip ölecek.. Sirkte ölümle dans
eden başka duygularda var. Tutkuyla sevdiği, kendisini sürekli aldatmasına göz
yummak zorunda kaldığı karısına her gece bıçak atmayı iş edinmiş bıçak ustası.
Bıçakçının karısı ile öldürmeyi reddederek ölümü kabullenen kaçak asker
arasındaki olanaksız ilişki ve hepsinin bir simgesi niteliğindeki avlanıp
kafese kapatılmış seyirliğe dönüştürülmüş deniz kıızı. Bu tutku tutsakların
ortak özelliği ise konuşamamak, kendini ifade edememek. İshak ustasına 'bana
her şeyi öğrettin ama konuşmayı öğretmedin' diyor, deniz kızı iki kelimeyi bir
araya güç bela getirebiliyor, kaçak asker dilsiz rolü yaptığı için, ağzını
açamıyor. Konuşmak tutkuyla yek vücut olmuşlar için bir tehdit.
Konuşmak, iki ayrı insan
varsaydığı için birlik yanılsamasını bozuyor... Sonu da bu hassas dengeyi
bozup, kaçınılmaz sonu getirenin ne olduğu da muğlak bırakılıyor. Belki İshak
ustasını öldürmek istiyor veya ölmesinden korkuyor, belki usta İshak'ı 'elinden
kaçırmaktansa' ölmesini yeğliyor. Belki de usta, İshak için askere alınmanın
ölümden beter, deniz kızınınkine benzer bir kader olduğunu düşünüyor. Ya da
belki İshak adına yakışır bir kurbandır.
... (Tevrat'daki tanımın
kendisini sınaması için, İbrahim'in oğlu İshak'ı kurban etmesi telmih ediliyor.
Hıristiyan ve Museviler Kuran'a rağmen İsmail'in değil İshak'ın kurban
edileceğini kabul ederler). Usta Beni Öldürsene, ışıktan görüntü
yönetmenliğine, dekordan kurguya her yönden başarılı bir film ama özellikle
oyuncu seçimine tam not vermek gerekiyor... Başta İshak ile Deniz Kızı olmak
üzere, balıkçıdan bıçakçıya, Rupert’den ustaya kadar herkes rolüne cuk
oturuyor" (Erdem, Gazete Pazar, 16. 1997) . Prof. Dr.Alim Şerif
Onaran/Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Türk Sineması” syf, 118”
4
Şairlikle
adını duyurup yazdığı senaryolarla ('Körebe', 'Adı Vasfiye', Ah Belinda')
sinemaya bulaşan ve ilk yönetmenlik denemesi 'Küçük Balıklar Üstüne Bir
Masal'dan yaklaşık 10 yıl kadar sonra ikinci uzun filmiyle karşımıza çıkan
Barış Pirhasan, bu kez her bakımdan başarılı bir iş çıkarmış. Macar, Alman,
İngiliz, Türk oyuncuları ve teknik kadroyu bir araya getiren, çok uluslu bir
ortak yapım niteliğinde, Türk filminden çok bir Avrupa filmi gibi duran “Usta
Beni Öldürsene'" .. yurt dışında nice engeli göğüsleyerek, 23 yılda ve
22.5 milyon Amerikan Doları'na mal ettiği, sıradışı bir yapıt sonuçta. Eninde
sonunda birinin düşeceği, aynı ipte oynamaya çıkmış, ustaçırak iki cambazın
odağına yerleştirildiği, çatısı oldukça yalın ve sağlam çatılmış filmin görsel
düzeyi, ünlü Alman kameraman Jürgen Jürges'in ustalığından kaynaklanan bir
mükemmelliğe erişmiş. Görselliğinin yanısıra, başarılı oyunculuğu, rol
dağıtımı, mekan kullanımı, müzik çalışması, montajı, ışığı ve teknik düzeyiyle
de yerli isimlerden alabildiğine farklı duruyor. Özetle 'Usta Beni Öldürsene',
sinemacı Barış Pirhasan'ın hanesine kuşkusuz artı olarak yazılacak, ilgiyle
izlenen, incelikli, özenli bir çalışma"... (Sungu Çapan, Cumhuriyet,
21.11.1997) “” Prof. Dr.Alim Şerif Onaran/Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Türk
Sineması” syf, 119”
Tek bir karakterle özdeşleşme
sağlanamadığı gibi, sirki oluşturan grup arasındaki kader arkadaşlığını
yeterince işleyemeyen senaryo yüzünden, seyirci grup psikolojisine ortak
olamıyor. Sonuçta, marjinal taraflarını bile yeterince ilgi çekici
bulamadığımız bir grup insan arasındaki ilişkilere, belirli tepkiler
göstermeden izleyip salondan çıkıyoruz. Terazinin öbür kefesinde ise,
Pirhasan'ın yaratıcılık dünyası var. Vakıf filmlerinde yalnız ustalığıyla
değil, bir kısa filme yaklaşımıyla da çalışma arkadaşlarından ayrı bir yerde
duran sanatçı, bir dönem Avrupa sinemasının 'auteur'lerinin yaptığı gibi, kendi
ulusal sınırlarının dışına taşan bir ürün çıkarmış. Herhalde bir Avrupa
ülkesinde yapılmış olabilecek film 'Usta Beni Öldürsene'ye, Türk damgasını
vurmak kolay değil" (Baran, Sinema, Aralık 1997). “Prof. Dr.Alim Şerif
Onaran/Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Türk Sineması” syf, 119”
4 Sinema,
günün birinde (belki de günümüzde) ulusal kimliklerden uzaklaşıp kitleleri ve
halkları ortak bir kültür potasında buluşturmaya, farklı toplumlardaki ortak
duyarlılıkları görkemli biçimde ortaya çıkarmaya mı aday? Adına ortak yapım
denen ve kimilerince tam bir çorba olarak algılanan yapımlar, tersine, tam bir
kültüre aidiyet duygusunun sınırlarından boşanarak, ortaya çok tabanlı, çok
referanslı, çok duyarlıklı, dolayısıyla belki daha zengin, daha boyutlu
yapıtlar koymaya doğru mu gidiyor?
Düşününüz ki Türkçeyi en süzme biçimiyle
kullanan değerli yazarımız Bilge Karasu'nun bir öyküsü, Barış Pirhasan'ın yeni
filmine kaynaklık ediyor. Alman sanatçı Jurgen Jürges'in olağanüstü biçimde
görüntülediği bu ayrıksı hikayede İngiliz, Alman, Macar ve Türk sanatçılar bir
araya geliyor. Ve ortaya, hiçbir ülkeye, hiçbir döneme, hiçbir halka kesinlikle
mal edilemeyecek, ama son derece evrensel bir yapım çıkıyor. Hiç şöyle bir şey
düşündünüz mü: bir Türk filmine benzemeyen bir Türk filmi izlemek?
Düşündünüzse, işte o film karşınızda ...
Ülke, belirli olmayan, ama
tipik Orta Avrupa kokan bir ülke... Zaman, belirsiz... Ama bir diktatörlük, bir
askeri yönetim dönemi olduğu ve askerlerin halka kan kusturduğu anlaşılıyor.
Dekor: bir sirk. Kahramanlar, tüm sirk sanatçıları, ama özellikle de iki ip
cambazı, bir usta çırak veya babaoğul ilişkisi sürdüren Abib ve İshak... Abib,
İshak' a bu zor işin tüm inceliklerini göstermeye, gösteri sırasında ona
yalnızca işine konsantre olmayı öğretmeye çalışıyor. Ve ikisinden biri, belli
bir anda, karşısındakinin yüzünde "ölümün izini" görürse, gereğini
yapmayı öğütlüyor.
Ama
gencecik, bakir İshak'ın aklı başka şeylerde... Örneğin sahte kör bir
üçkağıtçının çadırında teşhir ederek para kırdığı bir deniz kızında ...
Yerel
kulübün fahişesinden seksi öğrenen İshak, bu genç kızdan da aşkı öğreniyor. Onu
günün birinde asıl vatanına, denize götürüp bırakmaya söz veriyor. Ama bunu
gerçekleştirmek, ne yazık ki bir başkasına nasip olacaktır ...
Usta Beni Öldürsene'yi nasıl
anlatmalı, nasıl eleştirmeli? Film, küçük, ama geniş soluklu bir öykü, daha da
çok uzun bir görsel şiir gibi duruyor. Kısa, ama özlü ayrıntılarla verilen kaba
ve zalim askeri diktatörlüğün ya da Godot'yu bekler gibi beklenen ve ancak
filmin sonunda çıkıp gelen sirk kurucusu Rupert'in öykü içindeki gerekliği
tartışır. Ama sirk atmosferi başarıyla verilmiş ve burada türlü çeşitli roller
canlandıran Türk veya yabancı sanatçılardan çok iyi sonuçlar alınmış.
Ancak asıl öykü, kuşkusuz ustaçırak
ilişkisi ve çırağın denizkızına olan sevdası. .. Burada masal öğeleri işin
içine karışıyor. Masallar ya da eski efsaneler, halk söylenceleri, kuşaktan
kuşağa aktarılmış olağanüstü tutku öyküleri... Ustasından çok şey alan, bin bir
hüner öğrenen, ama ona tutsak olmayı, yaşamını onun öngördüğü gibi yaşamayı
reddeden genç İshak, onun ip üstünde ustasının yüzüne vurmuş bir gölge olarak
gördüğü ölüm ... Ya da o çaresiz, zavallı, oltaya takılmış bir balık gibi
çırpınan deniz kızına karşı olan um arsız ve çıkışsız aşkı. .. Bu masal
öğeleri, filmde tam karşılığını buluyor ve şiirsel bir atmosfer yaratıyor.
Bilge Karasu da görebilse severdi sanırım...
Evet, Usta Beni Öldürsene,
kendine özgü, farklı bir film... Belki bu filmi aşırı evrensel olduğu, o tipik
ve kimliği belirsiz ortak yapımlara benzediği, yeterince Türk olmadığı, vs.
için eleştirenler olacak. Ama ulusallık sınırlarının sanat alanında gitgide
belirsizleştiği günümüzde, bu filmi eriştiği evrensel düzey açısından, tersine
övmek ve savunmak gerekir diye düşünüyorum. Görün, sanırım seveceksiniz.
“Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 144”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder