Powered By Blogger

12 Aralık 2022 Pazartesi

 

AĞIR ROMAN (1997) 


Yönetmen: Mustafa Altıoklar, Senaryo: Metin kaçan, Mustafa Altıoklar, (Metin Kaçan’ın romanından), Görüntü Yönetmeni: Ertunç Şenkay Müzik: Atilla Özdemiroğlu, Uğur Dikmen, Balık Ayhan Yapım: Belge Film/Sabahattin Çetin – Söz Film/Müjde Ar – Özen Film/Mehmet Soyaslan – Focus F. (Macaristan) – Les Films Singuliers (Fransa) – Eurimages ve Kültür Bakanlığı Katkılarıyla Sanat Yönetmeni: Mustafa Ziya Ülkenciler, San. Yön. Yrd: Tolunay Türköz, Kurgu: Mustafa Altıoklar, Kostüm: Yudum Yontan, Yapım Asistanı: Atilla Kenar, Dolly Operatörü: Ufuk Kayar, Crain Operatörü: Hakan Duyar, Negatif Kurgu: Tamer Eşkazan, Jenerik Kurgu: Hilmi Güver, Film Baskı: Uğur Orbay, Işık Şefi: Ercan Durmuş, Işık Asistanı: Hakkı Kaplan, Efekt: Özcan Yıldız, Set Amiri: Melih Sezgin,

Oyuncular: Nüjde Ar (Fahişe Tina), Okan Bayülgen (Salih), Mustafa Uğurlu (Reis), Savaş Dinçel (Berber Ali), Burak Sergen (Arap Sado), Sevda Ferdağ (Emine), Aysel Gürel (Puma Zehra), Zafer Algöz (Gaftici Fethi), Küçük İskender (Orhan), Serra Yılmaz, Levent Erim (Fil Hamit), Nilüfer Aydan (Eleni), Zühtü Erkan (Tıbi), Balık Ayhan, Ege Aydan, Yeşim Tan, Mert Gür (Torpil), Ülkü Ülker, Naci Taşdöğen (Nihat), Emrah Kolukısa (Reco), Yeşim Tan (Leyla), Fatih Akyol (Mahallenin Şoparı), Osman Çağlar (Poğaçacı Piyale), İhsan Kilimci (Tornacı), Hülya Karakaş (Malbuşçu), Feridun Koç, Konuk Oyuncular: Ege Aydan, Bennu Gerede (Fotoğrafçı), Metin Kaçan, Savaş Özdemir, Ajlan Aktuğ (Meyhaneci Cemil), Namık Arıkol, Mustafa Altıoklar

Konu: Olaylar 1970’lerin İstanbul’unda dinsel ve kültürel açıdan farklı yapıdaki insanların iç içe yaşadığı, her türlü şiddetin kol gezdiği Kolera sokağı’nda geçer. Rum dilberi Fahişe Tina, sokaktaki Berber Ali’nin kiralık evine taşınır. Ali, sokağın sayılan ve sevilen saygın kişilerden biridir. Ahlaki değerlere sıkı sıkı bağlı kendi halinde sakin bir yaşam süren Berber Ali’nin oto tamircisi oğlu Salih Tina’ya sırılsıklam aşık olur. Kabadayılığa özenip bir kimlik arayışı içinde olan Salih’in kendine örnek aldığı kişi ise, mahalleyi haraca kesen Arap Sado’dur. Sado’nun yerinde gözü olup onun yerine geçmeye çalışan sokağın bitirimlerinden Reis Tina’ya asılınca işler karışır. Taraflar arasında kanlı hesaplaşmalar başlar. Arap Sado, Reis’in adamları tarafından pusuya düşürülüp kalleşçe öldürülünce bu kez Salih devreye girer, Sado’dan kalan ünlü sustalısıyla ve sokağı teslim alan Reis’i temizler.

ÖDÜL:

35. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde (1998)

►Sevda Ferdağ "en iyi yardımcı kadın oyuncu,

►Mustafa Uğurlu "en iyi yardımcı erkek oyuncu"

► Mustafa Ziya Ülkenciler "en iyi sanat yönetmeni"

Sadri Alışık Ödülleri;

►Okan Bayülgen "en iyi erkek oyuncu"

16. Çasod (Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği'nin seçiminde (1999)

►Burak Sergen "en iyi erkek oyuncu".

 4Ağır Roman'ı sinemaya uyarlamak, nevi şahsına münhasır bir alt kültürü beyaz perdede dokumak nereden bakılırsa bakılsın kolayca altından kalkılamayacak kadar 'ağır' bir iş. Altıoklar yine yeteneğini döktürdüğü bir çok sahne yaratmış, ama nicelerinin ağırlığı altında ezilmiş. Kahramanımız Salih, zaten kaybetmeye yazgılı bir tutunamayan ama yönetmen Altıoklar, bunca tutunmayı hak edecek donanıma sahip bir kazanan olmasına karşın ne yazık ki hep direkten dönüyor. Asıl amacı belli bir alt kültürü anlatmak olan' Ağır Roman' bir çok irili ufaklı öykücükten örülmeye çalışılmış ancak bu öyküler sağlam biçimde bir araya tutturulamamış ... Okan Bayülgen, film boyunca aynı seviyeyi tutturamasa da hem toy delikanlı, hem bıçkın kabadayı olmayı beceriyor, iki arada bir derede kalması gereken durumlarda ise tökezliyor ... Burak Sergen oyunculuğuyla göz doldururken, Mustafa Uğurlu rolüne cuk oturuyor. Müjde Ar ise starlığını katıyor filme. 'Ağır Roman'ın en başarılı yönü ise müzikleri. Ancak 'İstanbul Kanatlarımın Altında' da olduğu gibi yine filmin ses kalitesinde sorunlar var. Kısaca 'Ağır Roman' keyifle izlenen ama dört dörtlük bir film olma şansını ıskaladığına da yerinmeden edilemeyen bir film" (Tuna Erdem, Gazete Pazar, 07.12.1997).

4 Kamera geriye doğru kayarak tipik bir Tarlabaşı sokağını gitgide daha geniş biçimde kavramaya başlar. Bu sokak, film süresince tam bir sahneye dönüşecektir: gündüzleri bin bir renkli kişiliğin kol gezdiği, geceleri ise fondan verilmiş garip bir ışıkla aydınlanarak mistik bir niteliğe bürünen bir hayat sahnesi... O sahnede, asıl adıyla Tayyare, halkın verdiği adla Kolera Mahallesi'nde iki saat boyunca bir dizi harikulade macera yaşanacaktır. Film, tiyatro, bale arası gidip gelen kendine özgü bir yapının içinde. ..

"Ateş çemberi içinde sarılmıştır" Kolera Mahallesi... Kenti saran yanlış yerleşim, kaçak yapılaşma, yasasızlık, baskı, terör, trafik, yoksulluk ve suç çemberi, Haliç'in yanı başında, çingene kültürünün damgasını vurduğu bu yoksul semti kuşatmaktadır. Aslında ülkenin çeşitli yerlerinden gelen farklı köken ve inançlardan olsalar da, yöre halkı bir kez Roman (çingene) damgasını yemiştir: onlar hırsızdır, onlar kapkaççıdır, onların ahlak anlayışları sakattır, onlar hırsız, pezevenk, oğlan/oğlancı ya da fahişedir... Onlar toplumun arka yüzü, görmek istemediği insan müsveddeleridir. Oysa onların da öylesine geniş bir yüreği, öylesine dolu dolu bir yaşamı vardır ki…

Metin Kaçan'ın romanı, 1990 yılında edebiyat dünyamızın ortasına bir bomba gibi düşmüştür. Kaçan da son 1015 yılda yazımına farklı ve marjinal semtleri, mekanları ve yaşantıları getiren yazarlarımıza katılmıştır böylece: Latife Tekin'in gecekonduları, Murathan Mungan'ın Tophane hamamları, Küçük İskender'in eşcinsel kulüpleri gibi... Tüm bu yazarlar gibi Kaçan da anlattığı farklı yaşama uygun bir yeni dil icat etmiştir sanki: Ağır Roman'ın Türkçesi, Türkçe koruyucusu yazarlarımızı çileden çıkaracak kadar farklı bir dildir. . .

Bu kargaşanın tam ortasında Gıli Gıli Salih vardır. Yazarın deyişiyle "daha çok tıfıIken ağır roman havasının 'zımbam zımalda zımbam' sesleriyle omuzlarını dikip gözlerini iki uzun bir kısa yakarak Çitiki düğün salonuna gitmiş ve orada da sızaki olmuş" Salih... Dürüst değerlerin bekçisi Berber Ali ve biraz fıttırmış mine'nin iki oğIundan biri, ilk aşkını Rum fahişe Tina'da bulan, yiğit Arap Sado'dan devraldığı bıçağı en önemli gün için saklayan, kötülük timsali Reis'e karşı durduğu gibi, mahalleyi kana bulayan "Kolera Canavarı"nı da yakalamaya yeminli Salih... İşte bu Salih, Kolera Mahallesi'nin ortasında, gecenin gündüze, gerçeğin hayale, roman müziğinin türküye karıştığı bir serüven yaşar. O bizzat Metin Kaçan'ın gençliği midir, onun tanıdığı bir kişi veya kişilerin sentezi midir, bilinmez. Ama onun artık sinemamızın unutulmaz kahramanlarından birine dönüştüğü kesindir... Ağır Roman, her sayfasında sayısız olaya değinen, kişilerini küçücük ayrıntılarla belirleyen, gerçekliğe masal diliyle dalan romanın üslubunu perdede yakalamayı denemiş. Bu açıdan filmi gerçekçi saymak veya gerçekçi olmadığı için eleştirmek son derece yanlış. Evet, bu film Türk sinemasında ilk kez bir etnik gurubun yaşamına ve kültürüne kapsamlı biçimde eğilen film. Ayrıca Türk sinemasında ilk kez ses bandına bu denli özen gösterilmiş: görüntülere sürekli kıpır kıpır, sesler, gürültüler, fısıltılarla yüklü bir ses bandı eşlik ediyor. Ses bandının zenginliği, filmin görsel zenginliğiyle aşık atıyor, hatta yer yer onu geçiyor.

Ama tüm bunlar, gerçekliği çağrıştırmaya yetmiyor. Roman'ların dünyası sürekli bir masal, söylence, destanlar dünyasıdır. Mustafa Altıoklar, bu özgün üslubu özgün bir sinema diliyle karşılıyor. Tiyatro havası tüm filme egemen. Ayrıca romandan deyişler ya da "şairler gurubunun ağzından düşmeyen Küçük İskender imzalı dizeler, filme edebi bir hava veriyor. Oyunculuktan tüm hareketlere kadar her şeye kesin bir stilizasyon egemen. Bu da, sık sık kullanılan ağır çekimlerle de birleşerek, filme bir bale havası veriyor.


Ne yazık ki film, tüm bu öğelere karşın tümüyle başarılı değil. Yer yer bir tutukluk, bir agırlık, zengin malzemeye sanki hakim olamama kaygısı seziliyor. Olaganüstü mizansenlere karşın kimi anahtar sahneler örneğin 'Kasımpaşa Canavarı"nın haklanması ya da final sahnesi gibi  iyi çekilememiş. Yine de Ağır Roman'ı görmek gerekir. Bu ilk etnik filmimiz, son derece özgün sinema dili, mekan kullanımı, sunduğu insan manzaraları panoraması gibi öğelerle görülmeyi hak ediyor. Ve kuşkusuz başka şeyler için de: Ertunç Şenkay'ın görüntüleri, Atilla Özdemiroğlu'nun özellikle finale tam bir masal havası veren müzigi, hemen tüm oyuncuların, ama özellikle Okan Bayülgen'in şaşırtıcı oyunu için... Müjde Ar'ı, yıllarını verdiği bu tasarıyı sonunda hayata geçirdiği için ayrıca kutluyorum. Kuşkusuz büyük ilgi görecek, üzerinde konuşulacak ve tartışılacak bir film, Ağır Roman... “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf: 32”


FİLMİ İZLE 



 

1997 YILINDA GÖSTERİME 

GİREN FİLMLER





 

ZEHİRLİ ÇİÇEK (1996) 


Yönetmen: Mehmet Dinler, Senaryo: Osman F. Seden, Kamera: Nedim Akanlar, Müzik Direktörü: Yıldız Tezcan, Yapım: Kemal Film/Osman F. Seden


Oyuncular: Yıldız Tezcan, Efgan Efekan, Reha Yurdakul, Sevinç Pekin, Senih Orkan, Ayfer Feray, Nubar Terziyan, Feridun Çölgeçen, Erol Günaydın, Ferah Nur, Atıf Kaptan, Küçük Yıldız: Ömercik


Konu: Babası tarafından evden kovulup sonra da şarkıcı olan bir kızın dramı.

 

YABAN (1996) 

Yönetmen: Nihat Durak, Senaryo: Ziya Öztan, Nihat Durak, Görüntü Yönetmeni: Tevfik Şenol, Müzik: Timur Selçuk, Yapım: TRT/Mustafa Şen Eser: Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Sanat Yönetmeni: Deniz Özen,

Oyuncular: Aytaç Arman, Sanem Çelik, Tomris Oğuzalp, Can Kolukısa, Menderes Samancılar, Ozan Bilen, Cezmi Baskın, Levent Özdilek, Ali Çoban

Konu: 1.Dünya Savaşı'na yedek subay olarak katılmış olan 35 yaşındaki Ahmet Cemal, kolunu kaybetmiş olarak İstanbul'a döner. Ancak emir eri Mehmet Ali, onu kuşatma altındaki İstanbul' dan uzaklaşmaya razı ederek, kendi köyüne götürür. Ahmet Cemal, işgal altındaki Anadolu'da köylünün hala günlük yaşamı derdinde olduğunu kederle gözler" Köylülerle yaşama uyum sağlamaya çalışan Ahmet Cemal, bir yandan da yaşamını gözlemlemektedir. Köylüler kendi gelenekçi, tutucu yaşam tarzı içinde dünyadan kopuk yaşamaktadırlar. Süleyman'ın karısı Cennet, köylünün baskısına tavır alan birisidir. Diğer yandan savaş bütün şiddetiyle devam etmektedir ve İnönü Savaşları kazanılmıştır. Ahmet Cemal'in zafer kazanıldığına dair sevincini köylülerin hiçbiri paylaşmaz. Ahmet Cemal infial içinde yürüyüşe çıktığında subaşında karşılaştığı yakınlardaki bir köyden güzel bir kız olan Emine’den etkilenir. Diğer yandan köye gelen Şeyh Yusuf Efendi'den köylüler övgüyle bahsetmektedir. Şeyh Efendi'yle Ahmet Cemal'in karşılaşması şeyhi kızdırmış ve köyü terk etmesine neden olmuştur. Türk askerleri köye gelmiş, savaş için gençleri askere almışlardır. Mehmet Ali'de yeniden askere alınmıştır. Bir gece köylüler Cennet'in evini basarak onu köyden sürerler. Salih Ağa, Mehmet Ali'nin yakını Zeynep kadının topraklarının bir kısmına sahip çıkmaya çalışır. Ahmet Cemal durumdan hoşlanmaz, onu muhtara şikayet eder. Düşman kuvvetleri uçaklardan atılan duyurularla halkın direnmemesini salık vermektedir. Bekir bir avuş halkı uyanık olmaya davet eder. Ahmet Cemal, Bekir Çavuş'un karısı aracılığıyla Emine'ye evlenme talebini iletir fakat genç kız onu 'yaban' olduğu gerekçesiyle reddeder. Bu arada cepheden geçici olarak köye gelen Türk askerlerine halk yardımcı olmakta gönüllü davranmaz. Bir süre sonra köye kalabalık bir Yunan askeri gurubu gelir. Köylülere iyi davranarak onların kendilerine yardımcı olmalarını sağlarlar. Savaş sürmekte, bütün şiddetiyle devam etmektedir. Köye yeniden gelen Yunan askerleri, bütün köy halkını bir meydana toplayarak köyü yakıp, yıkmalarına karşın, Salih Ağa'nın evine, malına dokunmamışlardır. Cangılın ortasından Ahmet Cemal, Emine'yi alarak mezarlığa kaçırır. Yunan askerlerinin gitmesinden sonra Emine ondan kendisini bırakmasını ister. Köylülerin bir yaban olarak dışladığı Ahmet Cemal, onlar gibi yaşayıp onlar gibi davransa da, onlar gibi düşünmesinin nasıl mümkün olabileceğini yazdığı roman aracılığıyla sorgulamış ve giderken romanını Emine'ye bırakmıştır. (TÜRSAK Sinema Yıllığı 96/97, 1997)

4 Yaban filminin senaryosunu da birlikte yazdığı Ziya Öztan'a, uzun bir süre asistanlık yapan okullu sinemacı Nihat Durak, ilk uzun metrajlı filmi 'Yaban' da, Kurtuluş Savaşı dönemini ve Türk aydınıyla, Türk köylüsü arasındaki çelişkileri Kemalist, aydın bir savaş gazisi Türk subayının ağzından birinci tekil şahıs anlatımla ele almış. Film, deneyimli pek çok oyuncuyu kadrosunda barındıran ve olabildiği ölçüde dönemin mekan ve atmosferini, savaşın koşullarını yansıtma açılarından belli bir başarıyı tutturan bir film. Nihat Durak, büyük romancı Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun aynı isimli romanından uyarlama olarak çektiği filminde, büyük romancının aydınhalk arasındaki çelişkilere ilişkin görüşlerini paylaşarak filmini savaş atmosferini yansıtmaktan öte, aydın halk kontrastını anlatmak üzerine yoğunlaştırmış. Böyle bir yaklaşım ise romanın satır aralarında işlevsel bir karşılık oluştursa da, görsel bir dil olan sinema da ise, daha: çok diyaloglara yaslanan, didaktik bir filme dönüşmüş. TRT'nin olanaklarını da arkasına alarak filmini gerçekleştiren Nihat Durak, aslında geniş ve gerçek mekanlarda çekilmiş ve ilk uzun metrajlı filmi olan Yaban'da, kalabalık bir oyuncu ve figürasyondan oluşan bir kadroyla filmin altından kalkmasını bilmiş. İnançlı, idealist genç Türk subayını ve halktan kopuk aydını vurgulamada Aytaç Arman, abartılı ve teatral oyunculuğuyla göze batıyor. Aslında Aytaç Arman'ın başrolde olmasına karşın, oyuncular arasında bir öne çıkma çabası dikkati çekmiyor, kimse rol çalmaya çalışmıyor.

Dönem ve mekan filmi yapmak, ayrıca da savaş gibi koşulları sinema sanatının olanakları içinde canlandırmak her zaman zor bir iş olmuştur. Durak bu bağlamda savaşın kendisi yerine daha çok cephe gerisini, halkın zihniyetini, bir ülkenin kurtuluş ve kuruluş koşullarında karşılaşılan zorlukları ele aldığı filminde, belki de çok daha az savaş sahnelerine yer verebilir, bu etkiyi kısmen efektlerle çözebilirdi. Yan yana dizilmiş topların ateşendiği, atlarla, ortalıkta koşturan süvarilerin araya girdiği, inandırıcılığı tartışmalı patlama sahneleri, her ne kadar gerçekçilik açısından hiçbir fedakarlıktan kaçınılmadığı görüntüsü verse de, yapaylık duygusunu silemiyor. Diğer yandan aksaklıklarına karşın bir edebiyat uyarlamasından yola çıkarak, ülkemizin oluşum koşullarına ilişkin gerçekçi betimlemeleri, hamasi Yunan düşmanlığı yapmayan sağduyulu yaklaşımı ve en önemlisi hala daha çözülememiş aydınhalk karşıtlığına ilişkin oluşturduğu söylemleriyle Yaban, önemsenmesi gereken bir yapım olarak dikkati çekiyor. “Prof.Dr. Alim Şerif Onaran/Doç.Dr. Bülent Vardar, “20.Yüzyılın Türk Sineması”, syf 80”

ÖDÜL:

33. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde (1996)

► Tevfik Şenol “en iyi görüntü yönetmeni”

► Sanem Çelik “ en iyi yardımcı kadın oyuncu”

 

USTA BENİ ÖLDÜRSENE (1996) 

Senaryo ve Yönetmen: Barış Pirhasan Görüntü Yönetmeni: Jurgen Jurges, Müzik: Simple Minds, Yapım: Med Yapım Televizyon ve Filmcilik A.Ş Fatih Aksoy, Pit Riethmüller Eser: Bilge Karasu’nun “Göçmüş Kediler Bahçesi” kitabında yer alan masallardan biri, Ortak yapımcılar: Focus Film Ltd (Macaristan), Medias Res Berlin FilmUnd Fernsehproduktions Gmb (Almanya), (Eurimages'ın katkılarıyla)

Oyuncular: Karoly Eperjes, Hugh O'Connor, Yulia Brendler, Haluk Bilginer, Meltem Cumbul, Cem Özer, Hale Soygazi, Tuncel Kurtiz, David Harries, Hürdem Gürel, Robert Alföldi, Michael Alexander Mehlmann, Michael Schenk, Andras Stohl, Neal Xach, (TürkAlmaMacar Ortak yapımı)

Konu: Film, zor dönemlerde varlığını sürdürmenin ve her şeye rağmen yaşanan bir ilk aşkın gücü üzerine düşsel ve zamansız bir öyküyü perdeye yansıtıyor. Toplumsal çöküş ve eşikteki bir savaşla zedelenmiş ebedi bir tarafsız bölgede IOLA Sirki çalışanları, onları tehlikeden kurtarıp daha iyi bir dünyaya götürecek olan gizemli Rupert'in gelmesini bekler. Yaşlı, bilge ip cambazı Abib, her an orduya alınacağından kaygılandığı, oğlu gibi sahiplendiği genç çırağı İshak'a bir gelecek hazırlamaya çalışmaktadır. Ancak İshak, sirkte bir karavanda kötü koşullar altında sergilenen "deniz kızı"na aşık olunca ustasının kendisine ilişkin planlarını alt üst eder. Ve usta bu aşkı engellemeye çalışır...

Bu arada Albay Hammond'un birliğinden firar eden Naum, sirke sığınmıştır. Sirkin bıçak atıcısı Aaron'un karısı ve yardımcısı Katya, Naum'u perişan bir halde bulur ve onu soytarı kılığına sokar. Sağır dilsiz numarası yapmasını önererek sirkte iş bulmasını sağladığı Naum'la aralarında çok geçmeden bir yakınlaşma olur. Bu arada Albay Hammond asker kaçağının peşindedir ve sirk çalışanlarını rahat bırakmaz... Rubert'in gelişiyse sürekli gecikmektedir. (Türsak Sinema Yıllığı, 97/98)


ÖDÜL:

34. Antalya Altın Portakal Film Festivali:

► "En İyi Senaryo" (Barış Pirhasan),

►"Behlül Dal Özel Ödülü

& Usta Beni Öldürsene Bilge Karasu'nun aynı adlı 'Masal'ından esinlenerek senaryolaştırılmış. Yer aldığı 'Göçmüş Kediler Bahçesi' kitabındaki tüm masallar gibi 'Usta Beni Öldürsene'de ölüme götüren tutkuyu, Eros ile Thanatos arasındaki ince sınır üzerinde kurulmaya çalışılan bıçak sırtı dengeyi konu ediniyor... Filmde birbirinin zıddı gibi gözüken ama her ikisi de şiddetle yoğrulmuş iki farklı dünya var. Bir yanda askeri diktatörlüğün disiplinli, duygusuz, soğuk ve sistematik şiddeti, diğer yanda yanılsamalar mekanı sirkin, bu sonsuz karnaval diyarının ateşli tutkularının şiddeti... 'Usta Beni Öldürsene', kahramanımız İshak'ın gergin ip üstünde dengede kalmaya çalışarak, adımlarını denk atarak ilerleyişiyle açılıyor. İshak ustasına doğru temkinli ilerleyişini sürdürürken, bebekliğini, ilk kez yürümeyi öğrendiği anı ve hemen ardından babasının ani ölümünü anımsıyor. Kendi ayakları üzerinde ilk yeltenişinin nasıl ölümüne yol açtığını hatırlayan İshak'ın ayakları dolaşıyor, düşüyor ve ustası onun elinden tutup yaşama döndürüyor. Bu olayın üstüne usta, cambazların ne geçmişe dair anıları ne geleceğe ilişkin düşlerinin olabileceğini, dünyanın sadece şimdiki zamandan ve usta ile çıraktan ibaret olduğunu söylüyor İshak'a" İshak onu yetiştiren ve aralarında sıkı bir sevgi ve sadakat bağı olan ustasıyla ilişkisini koparmasının zamanı geldiğini ve bunu sağlamanın ancak ölüm olduğunu da biliyor: "Ya ustası ölüp onu özgür kılacak ya o özgürlükten vazgeçip ölecek.. Sirkte ölümle dans eden başka duygularda var. Tutkuyla sevdiği, kendisini sürekli aldatmasına göz yummak zorunda kaldığı karısına her gece bıçak atmayı iş edinmiş bıçak ustası. Bıçakçının karısı ile öldürmeyi reddederek ölümü kabullenen kaçak asker arasındaki olanaksız ilişki ve hepsinin bir simgesi niteliğindeki avlanıp kafese kapatılmış seyirliğe dönüştürülmüş deniz kıızı. Bu tutku tutsakların ortak özelliği ise konuşamamak, kendini ifade edememek. İshak ustasına 'bana her şeyi öğrettin ama konuşmayı öğretmedin' diyor, deniz kızı iki kelimeyi bir araya güç bela getirebiliyor, kaçak asker dilsiz rolü yaptığı için, ağzını açamıyor. Konuşmak tutkuyla yek vücut olmuşlar için bir tehdit.

Konuşmak, iki ayrı insan varsaydığı için birlik yanılsamasını bozuyor... Sonu da bu hassas dengeyi bozup, kaçınılmaz sonu getirenin ne olduğu da muğlak bırakılıyor. Belki İshak ustasını öldürmek istiyor veya ölmesinden korkuyor, belki usta İshak'ı 'elinden kaçırmaktansa' ölmesini yeğliyor. Belki de usta, İshak için askere alınmanın ölümden beter, deniz kızınınkine benzer bir kader olduğunu düşünüyor. Ya da belki İshak adına yakışır bir kurbandır.

... (Tevrat'daki tanımın kendisini sınaması için, İbrahim'in oğlu İshak'ı kurban etmesi telmih ediliyor. Hıristiyan ve Museviler Kuran'a rağmen İsmail'in değil İshak'ın kurban edileceğini kabul ederler). Usta Beni Öldürsene, ışıktan görüntü yönetmenliğine, dekordan kurguya her yönden başarılı bir film ama özellikle oyuncu seçimine tam not vermek gerekiyor... Başta İshak ile Deniz Kızı olmak üzere, balıkçıdan bıçakçıya, Rupert’den ustaya kadar herkes rolüne cuk oturuyor" (Erdem, Gazete Pazar, 16. 1997) . Prof. Dr.Alim Şerif Onaran/Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Türk Sineması” syf, 118”

4 Şairlikle adını duyurup yazdığı senaryolarla ('Körebe', 'Adı Vasfiye', Ah Belinda') sinemaya bulaşan ve ilk yönetmenlik denemesi 'Küçük Balıklar Üstüne Bir Masal'dan yaklaşık 10 yıl kadar sonra ikinci uzun filmiyle karşımıza çıkan Barış Pirhasan, bu kez her bakımdan başarılı bir iş çıkarmış. Macar, Alman, İngiliz, Türk oyuncuları ve teknik kadroyu bir araya getiren, çok uluslu bir ortak yapım niteliğinde, Türk filminden çok bir Avrupa filmi gibi duran “Usta Beni Öldürsene'" .. yurt dışında nice engeli göğüsleyerek, 23 yılda ve 22.5 milyon Amerikan Doları'na mal ettiği, sıradışı bir yapıt sonuçta. Eninde sonunda birinin düşeceği, aynı ipte oynamaya çıkmış, ustaçırak iki cambazın odağına yerleştirildiği, çatısı oldukça yalın ve sağlam çatılmış filmin görsel düzeyi, ünlü Alman kameraman Jürgen Jürges'in ustalığından kaynaklanan bir mükemmelliğe erişmiş. Görselliğinin yanısıra, başarılı oyunculuğu, rol dağıtımı, mekan kullanımı, müzik çalışması, montajı, ışığı ve teknik düzeyiyle de yerli isimlerden alabildiğine farklı duruyor. Özetle 'Usta Beni Öldürsene', sinemacı Barış Pirhasan'ın hanesine kuşkusuz artı olarak yazılacak, ilgiyle izlenen, incelikli, özenli bir çalışma"... (Sungu Çapan, Cumhuriyet, 21.11.1997) “” Prof. Dr.Alim Şerif Onaran/Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Türk Sineması” syf, 119”

  "80'li yıllarda, Atıf Yılmaz filmleriyle usta senaryocu olarak sivrilen Barış Pirhasan, ilk filmi 'Küçük Balıklar Üzerine Bir Masal'la 'umut veren yönetmen' olarak tanınmıştı. Çeşitli zorluklarla tamamlayabildiği, hatta bir süre ara vermek zorunda kaldığı bu filmin ardından sanatçıdan uzun süre ses çıkmamış, en sonunda' 10 Yönetmen 2 Film projesi kapsamında yer alan, 'Gül ile Adem' başlıklı kısa filmini izlemiştik. Başta senaryo ve rejisi, tüm öğeleriyle eni konu usta işi bir çalışma olan film, temaları ve karakterleriyle de Türk sinemasının genel düzeyinin çok üstünde yer alıyordu.. Macaristan'da 'Usta Beni Öldürsene'yi çekmeye başladığı haberinin yayılmasıyla birlikte, Pirhasan adı yeniden sinemamızın gündemine geldi... Çeşitli açılardan 'Usta Beni Öldürsene', beklenen umutları boşa çıkarmayan, Antalya Altın Portakal Film Festivalinde verilen En İyi Senaryo ödülüne gölge düşürmeyen bir film .. Sanatçının 'Gül ile Adem'de kaldığı yerden devam ettiği söylenebilir rahatlıkla. Pirhasan, bir Eurimages filmi yapmanın avantajlarını iyi değerlendirip ülkemizde özellikle Zülfü Livaneli filmleriyle tanınan, Jürgen Jürges'in bildiğimiz ustalığını bir kez daha kanıtladığı görüntülerini, dünya sinemasından geri kalmayan bir teknik düzeyde ve çoğunu ilk kez seyrettiğimiz bir dizi yabancı oyuncunun performansıyla tamamlıyor. Başta son iki ulusal festivalde aldığı ödüllerle, sinema gündemimizin tepesine oturan 'Masumiyet'teki performansıyla hayranlık uyandıran Haluk Bilginer olmak üzere, irili ufaklı rollerle karşımıza gelen Türk oyuncular da, yabancı meslektaşlarından aşağı kalmıyorlar. Bu açılardan filme kusur bulmak mümkün değil. Bir dizi minik öykünün iç içe örülmesinden oluşan filmde, Isac'ın deniz kızına duyduğu aşk ve ölecek olanların yüzünde iz görmesi gibi dramatik ögeler heyecan verici, bunların yer aldığı hikayeler ise etkileyici. Ancak bunu öykülerin tümü için söylemek zor. Katya'nın Naum'la ilişkisi, Aaron'un kıskançlığı gibi kimi hikayeler fazlasıyla tanıdık, diğer bazıları ise yeterince güçlü değiller. Sirk çalışanlarının, dışardaki sıkıyönetim ve amansız şiddetle ilişkileri yeterince işlenememiş. Aslında bu noktada başka bir aksama devreye giriyor. Hollywood kulvarından uzak kalmaya kararlı görünen Pirhasan, bu kez bir başka tuzağa düşmüş, seyircinin karakterle özdeşleşmesi gibi temel kimi yöntemlere sırt çevirmiş. Bu, hayli mesafeli tutulmuş rejiyle birleşince ortaya çok soğuk, kapalı, içine girilmesi çok zor bir film çıkıyor. Öykülerin olduklarından daha zayıf görülmelerinin ya da seyirciyi beklendiği kadar etkilememelerinin asıl nedeni bu.

Tek bir karakterle özdeşleşme sağlanamadığı gibi, sirki oluşturan grup arasındaki kader arkadaşlığını yeterince işleyemeyen senaryo yüzünden, seyirci grup psikolojisine ortak olamıyor. Sonuçta, marjinal taraflarını bile yeterince ilgi çekici bulamadığımız bir grup insan arasındaki ilişkilere, belirli tepkiler göstermeden izleyip salondan çıkıyoruz. Terazinin öbür kefesinde ise, Pirhasan'ın yaratıcılık dünyası var. Vakıf filmlerinde yalnız ustalığıyla değil, bir kısa filme yaklaşımıyla da çalışma arkadaşlarından ayrı bir yerde duran sanatçı, bir dönem Avrupa sinemasının 'auteur'lerinin yaptığı gibi, kendi ulusal sınırlarının dışına taşan bir ürün çıkarmış. Herhalde bir Avrupa ülkesinde yapılmış olabilecek film 'Usta Beni Öldürsene'ye, Türk damgasını vurmak kolay değil" (Baran, Sinema, Aralık 1997). “Prof. Dr.Alim Şerif Onaran/Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Türk Sineması” syf, 119”

4 Sinema, günün birinde (belki de günümüzde) ulusal kimliklerden uzaklaşıp kitleleri ve halkları ortak bir kültür potasında buluşturmaya, farklı toplumlardaki ortak duyarlılıkları görkemli biçimde ortaya çıkarmaya mı aday? Adına ortak yapım denen ve kimilerince tam bir çorba olarak algılanan yapımlar, tersine, tam bir kültüre aidiyet duygusunun sınırlarından boşanarak, ortaya çok tabanlı, çok referanslı, çok duyarlıklı, dolayısıyla belki daha zengin, daha boyutlu yapıtlar koymaya doğru mu gidiyor?

Düşününüz ki Türkçeyi en süzme biçimiyle kullanan değerli yazarımız Bilge Karasu'nun bir öyküsü, Barış Pirhasan'ın yeni filmine kaynaklık ediyor. Alman sanatçı Jurgen Jürges'in olağanüstü biçimde görüntülediği bu ayrıksı hikayede İngiliz, Alman, Macar ve Türk sanatçılar bir araya geliyor. Ve ortaya, hiçbir ülkeye, hiçbir döneme, hiçbir halka kesinlikle mal edilemeyecek, ama son derece evrensel bir yapım çıkıyor. Hiç şöyle bir şey düşündünüz mü: bir Türk filmine benzemeyen bir Türk filmi izlemek? Düşündünüzse, işte o film karşınızda ...

Ülke, belirli olmayan, ama tipik Orta Avrupa kokan bir ülke... Zaman, belirsiz... Ama bir diktatörlük, bir askeri yönetim dönemi olduğu ve askerlerin halka kan kusturduğu anlaşılıyor. Dekor: bir sirk. Kahramanlar, tüm sirk sanatçıları, ama özellikle de iki ip cambazı, bir usta çırak veya babaoğul ilişkisi sürdüren Abib ve İshak... Abib, İshak' a bu zor işin tüm inceliklerini göstermeye, gösteri sırasında ona yalnızca işine konsantre olmayı öğretmeye çalışıyor. Ve ikisinden biri, belli bir anda, karşısındakinin yüzünde "ölümün izini" görürse, gereğini yapmayı öğütlüyor.

Ama gencecik, bakir İshak'ın aklı başka şeylerde... Örneğin sahte kör bir üçkağıtçının çadırında teşhir ederek para kırdığı bir deniz kızında ...

Yerel kulübün fahişesinden seksi öğrenen İshak, bu genç kızdan da aşkı öğreniyor. Onu günün birinde asıl vatanına, denize götürüp bırakmaya söz veriyor. Ama bunu gerçekleştirmek, ne yazık ki bir başkasına nasip olacaktır ...

Usta Beni Öldürsene'yi nasıl anlatmalı, nasıl eleştirmeli? Film, küçük, ama geniş soluklu bir öykü, daha da çok uzun bir görsel şiir gibi duruyor. Kısa, ama özlü ayrıntılarla verilen kaba ve zalim askeri diktatörlüğün ya da Godot'yu bekler gibi beklenen ve ancak filmin sonunda çıkıp gelen sirk kurucusu Rupert'in öykü içindeki gerekliği tartışır. Ama sirk atmosferi başarıyla verilmiş ve burada türlü çeşitli roller canlandıran Türk veya yabancı sanatçılardan çok iyi sonuçlar alınmış.

Ancak asıl öykü, kuşkusuz ustaçırak ilişkisi ve çırağın denizkızına olan sevdası. .. Burada masal öğeleri işin içine karışıyor. Masallar ya da eski efsaneler, halk söylenceleri, kuşaktan kuşağa aktarılmış olağanüstü tutku öyküleri... Ustasından çok şey alan, bin bir hüner öğrenen, ama ona tutsak olmayı, yaşamını onun öngördüğü gibi yaşamayı reddeden genç İshak, onun ip üstünde ustasının yüzüne vurmuş bir gölge olarak gördüğü ölüm ... Ya da o çaresiz, zavallı, oltaya takılmış bir balık gibi çırpınan deniz kızına karşı olan um arsız ve çıkışsız aşkı. .. Bu masal öğeleri, filmde tam karşılığını buluyor ve şiirsel bir atmosfer yaratıyor. Bilge Karasu da görebilse severdi sanırım...

Evet, Usta Beni Öldürsene, kendine özgü, farklı bir film... Belki bu filmi aşırı evrensel olduğu, o tipik ve kimliği belirsiz ortak yapımlara benzediği, yeterince Türk olmadığı, vs. için eleştirenler olacak. Ama ulusallık sınırlarının sanat alanında gitgide belirsizleştiği günümüzde, bu filmi eriştiği evrensel düzey açısından, tersine övmek ve savunmak gerekir diye düşünüyorum. Görün, sanırım seveceksiniz. “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 144”


FİLMİ İZLE 




 

TABUTTA RÖVAŞATA (1996) 


Yönetmen: Derviş Zaim, Görüntü Yönetmeni: Mustafa Kuşçu Yapım: İFR /(İstisnai Filmler ve Reklamlar Ltd.Şti) Ezel Akay, Derviş Zaim Yrd. Yönetmen Nur Arık, Kamera Ast: Öztürk Kayıkçı, Sanat Yönetmeni: Aslı Kurnaz, Kurgu: Mustafa Preşheva, Negatif Kurgu: Selahattin Turgut, Laboratuar: Sinefekt, Ses Tasarım: Ender Akay, Yansımalar, Müzik Yapım: Hasan Saltık, Murat Ertel (Kalan Müzik), Müzik İcra: { [Baba Zula] Emre Önel (Darbuka, bendir, vurmalılar), Leven Akman (Tumba, kaşık, vurmalılar), Murat Ertel (Gitar, saz davul), [Yansımalar] Birol yayla (Gitar, tanbur), A. Şenol Filiz (Ney, Bendir, nefes), Muammer Ketencioğlu (Akordeon), Samim Karaca (Ud), Ersin Baykal (Kemane)  Müzik: İ. Birol Yayla, Murat Ertel, Sesleri Alan: Ergun Ünal, Mustafa Bölükbaşı, Ender Yeşildağ, Ses Tasarım: Ender Akay, Ses Miksaj: Ender Akay, Taylan Oğuz, Mekan Sesleri: Select ses ve Görüntü Hizm. Ltd. Ses Montaj: Saim Kocabaşı, Ufuk Çoban, İsa Yücel, Işık Şefi: Değer Demirkol, Işık Ast: Mete Girişken, Sabahat Kıvrık, Murat Menligil, Set Yönetmenleri: Ömer Metin Kocaman, Tayfun Sevindir, Fahrettin Özkan, Montaj Ast: Nur Arık, Kerem Çakıroğlu, Uğur Özyılmazer, Murat Şenyüz, Folyo: Attila Ertüz, Dublaj Teknisyenleri: Osman Tahsin Erol, İsa Yüce, Ses Montaj: İmaj Sound, Yazı Tasarım: Mavi Tanıtım, Tanıtım Danışmanı: Metin Karaşahin, Yapım Sorumlusu: Bülent Güneri, Derviş Zaim,

Oyuncular: Ahmet Uğurlu, Tuncel Kurtiz, Ayşen Aydemir, Şerif Erol, Fuat Onan, Ahmet Çadırcı, Mahmut Benek, Nadi Güler, Figen Evren, Barış Celiloğlu, Hasan Uzma, Raşit Çivi, Ömer Metin Kocaman, Hakan Karadağlı, Fahrettin Özkan, Derviş Zaimoğlu, Tommy Stenberg, Mustafa Turhan, Recep Ekşi, Kadir Kuyucu, Öztürk Kayıkçı, Mete Girişken, Mevlüt Ekşi, Kemal Tetik, Yüksel Çavuşoğlu, Bülent Güneri, Uğur Agan, Osman Canik, Lale Çırpanoğlu, Değer Demirkol, Tayfun Sevindir, Metin Aslan, Erkan Başaran, Adnan Serter, Afşin Hepçilingirler, Melahat Sarıkaya,

KONU: Film, balıkçıların ağ toplayan görüntüleri ile başlamaktadır. O gün istedikleri gibi balık çıkmamıştır. Uyuşturucu alan bir kız. görürüz.. Sokaklarda yaşayan Mahsun ve arkadaşı Sarı, Reis adı verilen balıkçının ağlarındaki balıkları temizleyerek karınlarını doyuracak parayı kazanmaktadırlar. Ağları temizledikten sonra para alırlar. İçki içerler. Gidecek evleri olmadığı için kapanana kadar kahvede otururlar. Geceyi geçirmek için inşaata giderler. Polis inşaatı basarak, Mahsun'u hırsızlıkla suçlar. Mahsun suçsuz olduğunu, bütün geceyi kahvede geçirdiğini söyler. Kahveci ile yüzleştirdiklerinde bunu doğrular. Mahsun aynı gece yattığı teknede üşümüştür. Gündüz görüp, beğendiği bir arabayı çalar. Isıtıcısını açarak ısınır. Bir kayıkta yatan arkadaşı Sarı'nın yanına giderek araba olduğunu söyler. Ancak Sarı uyanmak istemez. Mahsun bütün gece araba ile gezer. Bir köpeğe çapınca onu veterinere götürür. Patronunun çarptığını söyler. Köpeği bırakıp, kaçar. Sabah arabayı iyice temizleyip, aldığı yere bırakır. Uyuşturucu müptelası kız kahvenin penceresinden onu izlemektedir. Kahvede çay içen Mahsun'un kaçamak bakışlarından kızdan hoşlandığını anlarız.

Mahsun, polisin kendisini ve Sarı'yı aradığını duyar. Koşarak yanına gittiği, teknede bıraktığı yerde yatan Sarı'yı ölü bulur. Reis ve arkadaşları Sarı'yı gömerler. Mezarı başında şarap içip, mezarını da şarapla sularlar. Mahsun, polisten korkusuna cenazeye katılamamıştır. Sarı'nın şerefine yakılan ateşin başına da bu yüzden gitmek istemez. Saklanmaktadır. Yine de polise yakalanmaktan kurtulamaz. Falakada dayak yer. Reis karakola çağırılır. Mahsun'un çaldığı araba İçişleri Müsteşarının arabasıdır. Reis'ten Mahsun'a göz kulak olması istenir. Reis kabul etmek istemez. Polis, ambulans, itfaiye arabası çalan biri teknene eroin de koyar diyerek Reis'i üstü kapalı uyarır. Reis, Mahsun'u karşısına alarak konuşur. Kahve kapanana kadar orada kal, sonra teknede yatmamak kaydıyla kayıkhanede uyu der. Kahvehaneye olan borcunu da ödeyecektir. Mahsun'a kış bitene kadar bu şekilde idare edeceklerini söyler. Mahsun, Sarı'nın mezarına gider. Reis için çalışmaya devam eder. Hoşlandığı kızı sabahları gözetler. Araba çalmaya ve dayak yemeye de devam eder.

Mahsun, bir TV ekibinin Rumelihisarı önünde yaptıkları bir çekimi izlemektedir. Muhabir, Fatih Sultan Mehmet zamanında Rumelihisarı yapılırken İran'dan getirtilen ve bereketi, çoğalmayı, kötülüklere karşı iyiliği temsil eden tavuskuşlarından bahsetmektedir. Şimdi de İran ziyareti sırasında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e hediye edilen 50 adet tavuskuşu Rumelihisarı'na yerleştirilecektir. Bunları duyan Mahsun, kuşlan görmek için Hisar'a girmek ister. Ancak bilet alması gerektiği söylenir. Daha önce rahatlıkla girdiği, semtinin mekanı olan Hisar'a sokulmamasına bozulur.

Akşam gittiği kahvede yine kızı görür. Kahve kapanırken Mahsun hesabı haftaya Reis'in kapatacağını belirtse de kahveci Zeki inanmaz, hesabı ödemezse artık kahvede oturamayacağını söyler. Mahsun bir belediye otobüsü çalar. Yine dayak yer. Reis, polise söz verdiği gibi Mahsun ile ilgilenmeye başlar. öksürdüğü için doktora götürür. Kahveci Zeki' Mahsun'a bir babalık yapmasını ister. Zeki, Mahsun'u kahvedeki odalardan birine yerleştirir. Kahvenin tuvaletinde çalıştırmaya başlar. Oraları temizleyip, para toplamakla görevlidir. Aşık olduğu kız, tuvaleti uyuşturucu içmek için kullanmaktadır. Mahsun için bulunmaz bir fırsattır bu. Saçlarını tarayarak kızı bekler. Kız çıktıktan sonra tuvalete girer. Yere düşen fularını alır.

Mahsun, tavus kuşlarına kafasını takmıştır. Rumelihisarı'na gizlice girer. Bir tavus kuşu yakalar. Kucağında kuş ile Hisar içerisinde gezinir. Türkiye'nin maç kazandığı bir akşam dışarıda korna sesleri duyulurken; Mahsun yattığı yerden hayal kurmaktadır. Kızı ve tavus kuşunu düşünür. Kızın tuvalette unuttuğu fularını yıkar. Ona geri verir. Bir süre sohbet ederler. Hisara tekrar gider. Tavus kuşlarını sever. İçki alır. Reis ve arkadaşları ile Sarı'nın mezarına giderek içki içerler. Mezarı içki ile sularlar. Mahsun, kahvede oturan kızın yanına giderek tuvaletin kapısına erkekkadın yazmasını ister. Kız pamuk sorar. Mahsun eczaneye gidip alır. Kız tuvalette yine uyuşturucu alır. Kızın kalacak yeri olmadığını öğrenen Mahsun, bazı zamanlarda kahvedeki odada kalabileceğini söyler. Odanın anahtarını verir. Ancak iyi niyet ile yaptığı bu teklif kız tarafından başka amaçla kullanılır. Odaya bir erkek alır. Uyuşturucu parası için erkeklerle birlikte olmaktadır. Mahsun durumu anlayınca hayal kırıklığına uğrar. Bu duruma çok sinirlenir. Gene araba çalar.

Çaldığı araba ile Hisar'a gider. Bir tavuskuşu alır. İstanbul'u gezer. Araba bozulunca otobüsle eve döner. Uyuşturucu krizine giren kız para aramaktadır, tuvalete gelerek Mahsun'dan onu para bulmak için Taksim'e götürmesini ister. Bir araba çalıp, kızı götürür. Kız bir eve girer. Mahsun'a beklemesini söyler. Dönüşte arabayı bıraktıktan sonra kızı bir banka oturtur. Kendinde değildir. Kahveye gittiğinde oturan iki polis görünce geri kaçar. Reis' in teknesini çalar. Kızı da alarak Boğaz'a açılır. Dümeni bırakıp, baygın olan kızın yanına oturur. Yanaklarından öper, sarılır. Başıboş kalan tekne bir kayaya çarparak, parçalanır. Bir gemi tarafından kurtarılırlar. Mahsun, kahveden kovulur. Reis'ten dayak yer. Bir kere daha sokaklarda ve açtır. Hisar'a giderek bir tavuskuşu yakalayıp, keser. Tam pişirecekken bekçi tarafından yakalanır. Dayak yer. Kahvede oturanlar Mahsun'un tavus kuşu çalıp, yemeye çalıştığının haberini TV'den şaşkınlıkla öğrenirler.

Ödüller

33. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde (1996)

► "En İyi Film", Derviş Zaim

►"En İyi Senaryo", Ahmet Uğurlu

► "En İyi Erkek Oyuncu"

► Mustafa Preşavva "En İyi Kurgu"

 4 En inanılmaz, fantastik sahnelerde bile "sahiciliğini" yitirmeyen bu insancıl, sıcak ve gerçekçi film, sinemamızda taze bir soluk kuşkusuz. Hala çürümemiş, yozlaşmamış kimi değerleri de barındıran, yüreğe seslenen bu gerçekçi ilk film denemesi, kimi gereksiz tekrarlarına, Reis'in başıboş kalmış, ekmek teknesinin, Bebek açığındaki fenere çarpması gibi biraz hafif kaçmış bazı sahnelerine karşın, seyre, alkışa, ilgiye değer "istisnai" bir yapıt gerçekten. (Sungu Çapan, "Gerçek, çoğu kez hayali aşar. ", Cumhuriyet g., 22 Kasım 1996)

4 Filmi görene kadar, kocaman bir saygı beslediğim Derviş Zaim'in yönetmenliği parlak değil, elindeki malzemeden yeterince yararlanamıyor, ortaya koyduğu yapıt da, bir bütün olarak üzerinde çok çalışılmış, her sorunun olabildiğince çözümlendiği bir film de değil. Bu söylediklerim bütçeyle ilgili olmadığı için, kendi adıma yönetmenin aleyhine bir puan olarak değerlendiriyorum. (Tamer Baran, "En Alttakiler ve mesaj." Antrakt d., s: 60, Ocak 1997)

4 Bir tabutun içinde takla atabilir misiniz, ya da rövaşata? Olmaz diyorsunuz. Oysaki her gün yapıyorsunuz bu işi! En olmayacak koşullarda ayakta kalmayı başarıyorsunuz. İnanılmaz bir direnç sahibisiniz. Türkiye insanının bizatihi kendisisiniz. Bir 'mucize'siniz yani.

Derviş Zaim, işte bu mucizeyi anlatmaya soyunmuş. Yaşından beklenmeyecek bir olgunlukla, Türkiye'de sinemacıların pek üstesinden gelemediği bir işin altından kalkıvermiş... Ne anlatmak istediğini bilerek yola çıkmış Zaim ve istediğini anlatabilmek için realizmle fantastiği ve sembolizmi, akıllıca yerleştirmiş yan sağlam bir dramatik yapı içinde ustaca kaynaştırmış birbirinden çok farklı ögeleri Alıp başını uzaklara gitmeyi düşler Mahsun... Yanına en sevdiği şeyi alarak sevebildiği, dokunabildiği tek şey olan tavus kuşuna sıkı sıkıya sarılarak. Tavus kuşu rastgele seçilen bir sembol olmasa gerek Zaim'in sinemasında... Batı edebiyatının tipik' dekadans' simgesi nasıl da yerli oluvermiş.

Tabutta Rövaşata'nın en güzel yanlarından biri de tümüyle imece usulü ile gerçekleştirilmiş bir yapım olması. Tüm sanatçılar ve teknisyenler genç yönetmene destek olmak için ücretsiz çalışmışlar" (Sayar, Cumhuriyet, 04.10.1996).

Prof.Dr. Alim Şerif Onaran/Doç.Dr. Bülent Vardar, “20.Yüzyılın Türk Sineması”, syf, 77”

4 Şarabın ucuzunu, çayın beleşini tercih eden, balıkçı dostları dışında herkes tarafından itilip kakılan, soğuktan donarak ölen arkadaşı Sarı'nın mezarını ziyaret edip, toprağı içkiyle sulayan, polislerce falakaya yatırılmaktan usanmış, kendi basit dünyasında yuvarlanıp giden 'en alttakiler'den biri Mahsun... Yarım akklı ve temiz yüreğiyle attığı her adım, 'Ters gitmeye görsün kişinin işi, muhalleebi yerken kırılır dişi' denilecek cinsten... İran Cumhurbaşkanı tarafından Süleyman Demirel'e armağan edilen, sonrada Rumeli Hisar'ına bağışlanan" tavus kuşlarından birini karnının aç, havanın soğuk olduğu bir gün keserek yemek isterken yakalanır ve devlet malına zarar vermekten hapsedilir; sıcak yatağa ve yemeğe kavuşur Mahsun... (Arslan, Antrakt, Ocak 1997)Arslan, Ocak 1997).

 

4Sinemada, toplumun dışına itilmiş marjinal yaşayan insanlar üzerine oldukça film yapılmışştır. Tüm bir Fransız şiirselgerçeklik akımı veya Sonsuz Sokaklardan Cabiria'nın Geceleri'ne sayısız Fellini filmi anımsanabilir. Amerikan siineması da Bar Kelebeği'nden Sonsuz Matem'e, Easy Rider'dan Esrar Bitti'ye bu tür filmler yapmıştır. Hem de başarıyla... Bizim sinemamızda da vardır bu tür filmler... Tüm Sadri Alışık veya Öztürk Serengil komedileri ya da yakın yıllarda ve daha ciddi bir yaklaşım içinde Nesli Çölgeçen'in Kardeşim Benim'i anımsanabilir. Demek ki Derviş Zaim, Boğaz kıyılarına sığınmış yaşayan, alkolik, araba çalmaya ve de Rumelihisarı'ndaki tavus kuşlarına meraklı, hayatı kaymış bir berduşu anlatmakla, "ilk kez" yapılan bir şey yaptığını sanmasın ... Bu, anlattıklarından çok yaratılış biçimiyle özgün bir film... Çok küçük bir bütçeyle, bir avuç insanın gönül koyması ve adeta dişleri ve tırnaklarıyla çalışmalarıyla yapılmış olması, kuşkusuz belli bir sempatiyi getiriyor. Biz de filme bu ön sempatiyle yaklaşıyoruz.

Ancak karşımıza gelen film son derece açık amatörlükler içeriyor. Sayısız inandırıcı olmayan çekim (dayak sahnelerinden motor kazasına), sayısız yanlış bağlanmış plan, sayısız teknik hata var. Çekim, görüntü, kurgu yanlışları gözle görülür derecede. (Bu açıdan filmin Antalyada, Sen de Gitme ya da Mum Kokulu Kadınlar gibi filmleri geçip Altın Palmiye alması hadi bir yaana, ama bir de kurgu ödülü alması bana bir şaka gibi gözüküyor!) Tabutta Röveşata, çok hoş olabilecek 1520 dakikalık bir kısa film konusunun bir buçuk saate yayılmasının getirdiği yanlışları da içeriyor. Örneğin sizi bilmem ama bana, Mazlum'un o tavus kuşunu kovalamasından fenalık geldi. Bu uzatılmışlık duygusu ve yinelenen sahneler de fılme zarar veriyor.

Tüm bunlara karşın, perdeden salona doğru yayılan bir küçük mucize gerçekleşiyor ve fllmi yine de sempatik kılıyor. Öykünün içerdiği sıcaklık ve hümanizmanın yanı sıra, bu, sanıyorum özellikle oyunculardan kaynaklanıyor. Başta Ahmet Uğurlu, Tuncel Kurtiz ve Ayşen Aydemir üçlüsü öylesine sıcak ve özgün kişilikler çiziyor ve karakterlerine öylesine inanmış gözüküyorlar ki, bu da seyirciyi tavlamaya ve filmi belli bir düzeye getirmeye yetiyor. Demek ki, seçimlerinden çabalarına, oyuncularından oldukça çok şey alan bir fılm bu... Ancak, eğer bana sorarsa, Derviş Zaim Antalya birinciliğinden ve filmin görebileceği ilgiden hiç böbürlenmesin. İyi bir yönetmen olabilmek için daha çok 'fırın ekmek yemesi gerekiyor! ... “Atilla Dorsay, “Sinemamızda çöküş ve Rönesans yılları”, syf,142”


FİLMİ İZLE 



 SON DEFA (1996) 

Senaryo ve Yönetmen: Oğuz Gözen, Görüntü Yönetmeni: Mustafa Kuzu, Yapım: Arkan Film/ Halit Arkan

Oyuncular: Küçük Cüneyt, Süreyya Şahin, Mesut Engin, Cesur Yılmaz, Süheyla Artun, Hasan Yıldız, Fikret Geçmeci, Kemal Sağlam, Mehmet Bereket, Arzu Akın,

Konu: Kumar borcu yüzünden kaçırılan bir gencin, düşmanlarına karş verdiği mücadelenin öyküsü. 

 

 SEVENLER AĞLAR (1996)

Yönetmen: Oğuz Gözen, Senaryo: Nadire Zeybel, Görüntü Yönetmeni: Mustafa Kuzu, Yapım: Akıncı Film/Okan Akıncı

Oyuncular: Mesut Engin, Süreyya Şahin, Halit Arkan, Hicran Çağlar, Fikret Çeşmeci, Mehmet Bereket, Kemal Sağlam, Okan Akıncı

Konu: Tecavüz etmek amacıyla kaçırdığı kızla, platonik bir aşk yaşayan ve ona elini dahi sürmeden evine gönderen bunalımlı bir gencin öyküsü.

 

SEVDA (1996)

Senaryo ve Yönetmen: Yavuz Yalınkılıç, Görüntü Yönetmeni: Dinçer Önal, Yapım: F.F. Film/Ali Şakar

Oyuncular: Şermin Karali, Ali Şakar, Kâzım Kartal, Fatma Belgen, Nevin Aypar, Nusret Özkaya, Hasan Demircan, Enver Dönmez, Hasan Yıldız, Nusret Özkaya, Cesur Yılmaz, Sami Hazinses, Kader Demir, Mustafa Özkaya

Konu: Eski hesaplaşmalar nediyle, kan gütmeye karşı çıkan bir gencin öyküsü.

 

RÜYALARDA BULUŞURUZ (1996) 

Senaryo ve Yönetmen: Oğuz Gözen, Görüntü Yönetmen: Mustafa Kuzu, Yapım: As Film/Mehmet Aksu

Oyuncular: Cemal Gencer, Süreyya Şahin, Yılmaz Durul, Ayşegül Çetin, Rahmi Pala, Mehmet Bereket, Çetin Başaran, Hasret Erkur

Konu: Karılarından ayrılıp kendi kafalarına göre yaşayan dört arkadaşın öyküsü.

 

ÖLÜMÜN AĞZI (1996) 


Yönetmen: Mehmet Samsa, Senaryo Sedat Özsu, Görüntü Yönetmeni: Eyüp Dirlik, Yapım: Başkent Film/Ahmet Yılmaz

Oyuncular: Gani Şavata, Ahmet Yılmaz, Sevgi Özsu, Fatma Belgen, Sırrı Elitaş, Selâhattin Fırat, Çetin Başaran, Mustafa Özkaya, Ayhan Selvi, Levent Çakır, Leyla Tunca

Konu: Zorla kaçırdığı kıza tecavüz eden ve sonunda kız tarafından öldürülen adamın dramatik öyküsü.

 

 

OTOSTOP (1996) 


Senaryo ve Yönetmen Sami Güçlü Görüntü Yönetmeni: Mahmut Yumuşak, Müzik: Volkan Gücer Yapım: Yeni Tual Film/Uğur Tual Kurgu: Nevzat Dişiaçık, Sami Güçlü, Genel koordinatör: Fikret Uçak,

Oyuncular: Salih Güney (Orhan Yılmaz), Sevda Demirel (Deniz), Engin Koç (Ümit), Erdo Vatan (Pıolis Kenan), Levent Çakır (Nihat), Tuncer Necmioğlu (Coco), Erdinç Dinçer (polis), Fikret Uçak (tatil beldesi müdürü), Mustafa Aslan , Tahsin Özay, Ömer Uzun (sivil polis), Tevfik İnce (sivil polis), Ömer Duran (sivil polis)

Konu: Zengin bir iş adamı olan Orhan, dört yıl önce otostop yapan Deniz’i arabasına almış ve kısa süre sonra onunla evlenmiştir. Deniz ve Orhan birlikte mutlu bir yaşam sürdürmektedirler. Dördüncü evlilik yıldönümlerini kutlamak için Örende deki otellerine gitmek üzere yola çıkarlar. Deniz’in eski sevgilisi ümit soygun sırasında tutuklanıp hapse girmiş, Deniz paralarla ortadan kaybolup kendine yeni bir hayat kurmuştur. Yıllar sonra Deniz’in izini bulan ümit, Antalya yolunda çiftin karşısına çıkar ve motorunun bozulduğu bahanesiyle otostop yaparak arabalarına biner. Yol boyunca Orhan ve Deniz’e cehennem azabı yaşatan Ümit, onları silah zoruyla terk edilmiş bir depoya götürür ve orada, Orhan’ın gözleri önünde Deniz’e tecavüz eder. Şiddetle karşı çıktığı bu bu cinsel tacizden hoşlanmaya başlayan genç kadın kendisini eski sevgilisinin kollarına bırakır. Bu sahne karşısında dayanılmaz bir avcıyla kıvranan adam kırık şişe parçasını yardımıyla bileğini bağlayan iplerden kurtularak, karısını ve aşığını öldürür.

Not: Peter Kane’nin romanından Aldo Crudo’nun senaryosundan ve Pasquale Festa Campanile’nin nin rejisiyle çekilen Ekim 1977 de Yurdumuzda gösterime giren “Autostop Rosso Sangue” isimli filminden uyarlama. Filmin başlıca rollerini; Franco Nero, Corienne Clery ve David Hess oynamışlardır.


FİLMİ İZLE