Powered By Blogger

13 Aralık 2022 Salı

 

HAİN GECELER (1998) 


Yönetmen Yaşar Seriner Senaryo Vilmer Özçınar, İrem Pekun Görüntü Yönetmeni Tangör Toydemir Yapım Yağmur Ajans/ Osman Yağmurdereli Işık Şefi: Turgut Köse, Makyaj: Rana Kulein, Kuaför: Hasan Gevher, Ses Mühendisi: Metin Çeşmebaşı,

Oyuncular:Cengiz Kurdoğlu (Cengiz), Neslihan Acar (Gül), Nilüfer Aydan (Asiye), Sedef Bildik (Elif), Gökhan Mete (Haldun), Sevtap Parman (Aysel), Meltem Ören (Arzu), Coşkun Göğen (Murat), Barış Küçükgüler (Can),

Konu: Balıkçı kasabasında yaşayan Cengiz eşi Gül'ü kaybettikten sonra annesi Asiye, kardeşi Elif ve oğlu Can ile yaşamını İstanbul'da sürdürmeye karar verir. Bir ailenin kaptanlığını yapmaya başlar. Kaptanlığını yaptığı Haldun'un eşi Aysel yata gelip giderken Cengiz'den hoşlanmıştır. Fakat Cengiz de Haldun'un kızı olan Arzu'dan etkilenmiştir. Zamanla Cengiz ve Arzu arasında bir ilişki doğmuştur. Bu arada Haldun öldürülür ve cinayet Cengiz'in üzerine kalır

 

HAREM SUARE (1998) 


Yönetmen: Ferzan Özpetek, Senaryo: Gianni Görüntü Yönetmeni: Pasquale Mari, Müzik: Aldo De Scalzi, Yapım: AFS Film/Tilda Corsi, Sıddık Özpetek, Asaf Özpetek, Rec Produzioni—Roma Les Films Balenciaga—Parigi Kostüm: Alfonsina Lettieri, Kurgu: Mauro Bonanni, Sanat Yönetmeni: Mustafa Ziya Ülkenciler, Ses: Stefano Savino, Yardımcı Sanat Yönetmeni: Fırat Yünlüel, Yürütücü Yapımcı: Abdullah Baykal, kamera: Renaud Personnaz, Kamera Asistanı: Ernosto Natoli, Steadicam Operatörü: Marco Pioroni, 2. kamera Asistanı: Selahattin Savaş, Fotoğraflar: Gül Gülbahar, Prodüksiyon Sekreteri: Edmondo Tarquini, Koordinatör: Barbara Ruggeri, Prodüktör Asistanı: Missimiliano Di Meo, Reji Asistanı: Arzu Volkan, Kostüm Asistanı: Luigi Beneditti,

Oyuncular: Marie Gillian (Safiye), Alex Descas Nadir), Serra Yılmaz (Gülfidan), Nilüfer Açıkalaın, Selda Özer, Pelin Batu, Başak Köklükaya, Ayla Algan, Sema Atalay, Lucia Bose, Valeria Golino (Anita), Malick Bowens, Meltem Savcı, Yeliz Tozan, Ali Başer, Gaia Narcisi, Christophe Aquillon, Meriç Benlioğlu, Nurgül Uluç, Ahsen Yoldemir, Lori Barokas, Cansel Elçin, Görkem Yelten, Christophe Aquiton, İdil Baran, AlEmin Gürsoy, Asiye Kumkale, Steven B. Leyland, Cansel Elçin, Güler Ökten, Nüvi,t Özdoğru, Meltem Savcı, Şerif Sezer, Zozo Toledo, Yeliz Tozan, Salim Karataş, Levent Yılmaz, Işık Toymur,

KONU: Tarih 23 Temmuz 1908'dir. Sultan Abdülhamit Yıldız Sarayı'nda opera seyretmektedir. Opera sonrasında Sultan'ın danışmanı İzzet Paşa, Abdülhamit'e İttihatçılara karşı durması ve halka konuşma yapmasını salık verir. Ama sultan iç savaşa neden olmayacağını söyler. Haremde ise ayrı bir dünya yaşanmaktadır. Baş gözde, Gülfidan isimli hizmetkarından bir öykü anlatmasını ister. Öykünün vurucu mesajı aşk, iktidar ve korkudur. Bu arada 1903 yılına döneriz. Sultan kadınlarla konuşurken yüzüne bakmaması tembihlenen Safiye, bu uyarıyı dikkate almamış ve Padişah'ın ilgisini çekmiştir. Cariyelerinden Ayşe ise, Padişah'a aşık olmuştur. Fakat Sultanın sadece kendisine ait olamayacağını anladığında ise haremde yangın çıkarmıştır. Sultan, bütün kadınların saraydan dışarı çıkmasını yasaklamıştır. Ayşe'nin sonu ise sürgün olmuştur. Harem ağası Nadir, sultana bakmaması yönündeki uyarıyı dinlemeyen Safiye'yi tanımak için çağırtır. Nadir, Safiye'yi, bir zamanlar Esma Sultan'a ait eşyaların bulunduğu çatı katına götürür. Esma Sultan, şark üslubu bulduğu için bu eşyaları kaldırtmıştır. II.Mahmut'un kız kardeşi olan Esma Sultan, Osmanlı Tarihi'nde haremde Valide dışında hiçbir kadının sahip olamayacağı güce sahip olmuştur. Dikkatini çeken Safiye'yi Sultan gözde konumuna getirir. Padişah için opera güfteleri de çeviren Safiye, Sultanla, gündüzleri de görüşmektedir. Osmanlı haremi kadınlar açısından bir iktidar alanıdır. Safiye, yerine aday olarak görünen Aliye 'yi mücevherlerle kandırarak padişahın yanına girmesini engeller ve sonrasında ise onu öldürtür. Bir çok sahibi olan Safiye'nin oğlu Şehzade Osman ise iktidarlarını tehlikede gören diğer gözdeler tarafından intikam için zehirlenerek öldürtülür. Bu arada İttihat ve terakki iktidara ortak olmuş ve Abdülhamit'e baskı yaparak Kanuni Esasi'yi Anayasa) imzalatmıştır. Fiilen Abdülhamit iktidarı son bulmuş ve Padişah sürgüne gönderilmiştir. Diğer yandan harem kapatılmış kadınlar ailelerin yanına gönderilmek için haremden çıkarılmışlardır. Safiye ikamet etmeleri için gösterilen yerde kalırken, Padişahla giden Nadir Ağa'nın Selanik'ten gelmesiyle bir süre onunla kalır; sonrasında ise rüzgarda savrulan bir yaprak gibi oraya buraya gider.

Safiye, 3 Şubat 1924'de Kuzey İtalya'da bir eğlence mekanına nedimeleriyle gösteriye çıkmıştır. Hizmetkarı Gülfidan da, onunla birliktedir. 3u arada bir mektupla Nadir Ağa'nın ölüm haberini almıştır. Filmin başından itibaren geri dönüşlerle bir istasyon kafesinde iki kadının sohbetlerine tanıklık ederiz. Tren beklemekte olan bu kadınlardan yaşlanmış olanı Safiye'dir. Tıpkı Safiye'nin yaşamındaki gelgitler gibi filmin açılımında kilit noktası olan flash hackler, Osmanlı İmparatorluğu dönemi ve Safiye'nin bir başka yoıcu olan Anita'ya anlattığı öykü böylece biter. “Prof.Dr.Alim Şerif Onaran/Doç. Dr. Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması”

 

ÖDÜL

 SİYAD seçiminde (19981999)

► "En İyi Kadın Oyuncu" (Serra Yılmaz), 
    ► "En İyi Görüntü Yönetmeni" (Pasquale Mari)

36. Antalya Altın Portakal Film Festivali
    ► "En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu" (Serra Yılmaz)
    ►"En İyi Sanat Yönetmeni" (Mustafa Ziya Ülkenciler)

12. Ankara Uluslararası Film Festivali (2000)

► "En İyi Sanat Yönetmeni" (Mustafa Ziya Ülkenciler)


7.ÇASOD seçiminde (2000)

► "Oyuncu Dalında Jüri Özel Ödülü" (Ayla Algan)


40. Altın Küre Film Festivaliİtalya (2000)

► "En İyi Kadın Oyuncu" (Lucia Bose),

► "En İyi Görüntü Yönetmeni".

& Ferzan Özpetek, ikinci uzun metrajlı filminde yine Doğu toplumuna has bir mekanı, Harem'i konu edinmiştir. Osmanlı'nın heybetli, güçlü padişahları için kendilerini güzelleştiren kadınların yaşadıkları bu Harem, Safiye'nin öyküsü için mekan olmuştur. Padişah II.Abdülhamit'in Harem'inde gözdeliğe kadar yükselen Safiye, Harem içindeki ve saraydaki entrikalar içinde ayakta kalmaya çalışacaktır. Filmin Öyküsü koşut bir anlatıma sahiptir. İtalya' da bir tren istasyonunun bekleme salonunda iki kadının karşılaşmasından, geçmişe harem dönemindeki Safiye'nin öyküsüne geçiş yapılır. Bekleme odasındaki yaşlanmış Safiye, treni bekleyen genç kadına kendi öyküsünü anlatır. Bugünü ve geçmişi birlikte takip ederiz. Zaman Meşrutiyet'in ilanından öncesi ve yıllar " sonrasıdır.

Filmin iki hikayecisi vardır. Harem'de kadınlara hikaye anlatan hizmetkar Gülfidan bu hikaye Harem'de eski bir gözde ve yeni bir kızın karşılaşmasının öyküsü olsa da istasyondaki genç ve yaşlı kadının karşılaşmasını da anlatır ve tren istasyonunda Anita'ya kendi öyküsünü anlatan yaşlanmış Safiye. Filmdeki bu birlikte anlatım yönetmenin yavaş kurgusu ile anlaşılır hale gelmektedir. yaşamaktadır Yaşlı Safiye'nin istasyon arkadaşının Hamam'ın görünmeyen kahramanı, Francesko’nun teyzesi Anita olması da ilginçtir. Bu arada kendini keşfediş yolculuğuna çıkan Anita'nın elinden düşürmediği ve daha sonra da Martha'ya geçecek olan sigara içme yüzüğünün asıl sahibinin Safiye olduğunu ve bu yüzüğün ona Valide Sultan tarafından verildiğini de izleyerek öğreniriz. Sigara içme yüzüğü dikkatli sinema seyircisi için keşfedilmesi keyifli bir öyküye sahiptir. Bize eşyaların belleklerinin ne gibi duyguları, anıları, olayları geçmişten geleceğe taşıyacağını hatırlatmaktadır.

Harem deyince akla ağır kumaşlardan yapılan kıyafetlerinden sıyrılmış, çıplak bir biçimde padişahı mutlu etmeyi bekleyen güzel kızların olduğu bir mekan gelmektedir. Haremdeki cariyelerin hayatları, cinselliğin ön planda olduğu bir mekan oluşu, padişahlar için süslenen, güzelleşen cariyelerin gizemleri, bu mekanın merak edilmesine neden olmuştur. Batı'da da ilgi çeken bir mekandır. Türkiye'nin "gizemli Doğu" imajı hala sürdüğü ve/veya sürdürüldüğü için (örneğin Eurovision birinciliği kazanılan "Every Way That I Can" şarkısının klibinde hamam, harem, raks eden kızlar ve şarkıcının giydiği kıyafetlerle bir cariye imajı yaratılmıştır) Türk bir yönetmenin anlatımında Harem nasıl bir mekan olarak ortaya çıkmıştır? Film, Harem'in içi, birbirlerine hikayeler anlatan güzel cariyeler, kostümler, hamamda yıkanan çıplak kadınlar gibi görsel imgeler ve gözdelik mücadelesi, entrikalar, hırs, cinayet, aşk ve cinsellik gibi duygularla yüklü bir Harem yorumudur. Oryantalist bakışın olduğu sahneler fazla değildir. Yine de yönetmen çıplak cariyelerin yıkandığı, Sultan için kızların hazırlandığı bazı sahneler kullanmaktan kaçınmamıştır. Sultan II.Abdülhamit'i Meşrutiyet'in ilanına götürecek olan politik gelişmeler film için önemli değildir. Sadece aynı zamanı kullanmaktadır. Harem'de yaşanan gizli ve imkansızmış gibi görünen aşk Safiye'nin hüzünlü öyküsü ve Harem kapandıktan sonra bu kadınlara ne oldu? dedirten sonu ile Harem Suare, bir anlamda yönetmenin Harem yorumudur.

Ferzan Özpetek, filmin öyküsünü, "hayatını nasıl yaşadığın değil, onu başkalarına ve kendine nasıl anlattığındır önemli olan" sözünün üzerine kurduğunu belirtmektedir. Yapamadıklarımız, olamadıklarımız içimizi kemirirken, başkalarının gözünde farklı olabilmek için uğraşırız. Bazen kendi hayatlarımızın iplerini başkalarına teslim etmek durumunda kalabiliriz. Ancak yine de hikayenin sonunu kendi başımıza yazabilme özgürlüğümüz olduğunda ipleri tekrar ele geçirmiş gibi oluruz. Yaşlı Safiye'de kendi hikayesinin sonunu değiştirip, kendi istediği gibi bitirmiştir. Anita istasyona ilk gelişinde kaldırıldığı ilk masa Safiye'ye aittir. Demek ki insanların kısa sürelerle geldiği bu mekana masa sahibi olacak kadar sürekli gelmektedir. Nadir'in hayatının son bulduğu istasyon gibi bir mekanda muhtemelen hikayesini gelip geçen yolculara anlatarak hayatına sahip olma duygusu Filmde, Harem mekan olarak başrolde olsa da diğer kadınlar padişah ile özel ilişkileri ve haremağaları üzerinde çok durulmamaktadır. Güzellikleri ve iyı meziyetleri ile gözde olup, erkek çocuk sahibi yani şehzade annesi olmak Kadınların tek amaçlarıdır. Filmde kadınlar erkeklerin ilgisini çekmek için yüzyıllardır değişmeyen bir kuralı tekrar ederler: Vücutları, kıyafetleri, takı ve makyajları ıle süreklı bakımlı olarak Harem'in analiz edildiği bir film değildir. II.Meşrutiyet'in ilan ediliş süreci de çok anlatılmaktadır. Padişah ve Safiye arasındaki ilişki de gösterilmez. Önemli olan Safiye'nin öyküsü ve dönemin çalkantılarının Harem’i nasıl etkilediğidir. Harem, Doğu ile Batı'nın bir araya geldiği mekandır. Kadınlar çok değişik toplumlara mensupturlar. Avrupai giyinirler, opera izlerler, piyano çalarlar, bunun yanında namaz kılarlar, başlarını kaparlar, nargile ellerinden düşmez. Ortalıkta çıplak dolaşıp, hamamda yıkanan padişah için hazırlık yapan kadınlar yoktur. Yine de yönetmen bir  iki sahnede zihinlerdeki görüntüyü canlandırmaktan kaçamamıştır. Cinsellik ve çıplaklık kaçınılmaz olarak yer almıştır. Özellikle haremağası Nadir ve gözde Safiye arasındaki ilişkide engeller bir bir kırılır. Aşk söz konusu olduğunda bir biçimde çıkış yolu bulunmaktadır. Nadir hadım edılmıştir. Safiye bir gözde olarak yasak olanı yapmaktadır. Ancak yine de gizlice birlikte olurlar. Kimsenin aklına gelmeyecek bır sırrı paylaştıkları için de daha da yakınlaşırlar.

 & Türk asıllı İtalyan vatandaşı olan ve İtalyan sinema endüstrisinin koşulları içinde film üreten Ferzan Özpetek, ilk uzun metraj lı filmi "Hamam" ile ses getirmişti. Hamam büyük ölçüde Türkiye' de çekilen bir filmdi. İkinci filmi "Harem Suare" ile Özpetek, sinema dünyasında kalıcı olacağı yönünde işaretler veriyor. Film, bugüne kadar Osmanlı hareminden yola çıkarak dönem filmi yapan diğer filmler arasında öne çıkıyor. Haremin doğasını ve Osmanlı İmparatorluğu'nun kozmopolit yapısını başarıyla yansıtarak, bazı Türk filmleri gibi sınırlı bir mekanda ve karikatürleşmiş dekorlarla, karakterleri yabancı olsalar da hepsi Türkçe konuşan ütopik filmlere kıyasla bizi o dönemin, özellikle harem dünyasnın içine çekme açılarından başarı tutturuyor. Bu başarının tam olarak oluşmasına ise oyunculuk açısından bazı sorunlar engel oluyor. Örneğin: "...kadınlar arası amansız mücadelenin ortaya konması,... oyunculardan yeterli verimin alınamamasından dolayı tam hissedilemiyor. Özellikle Türk kadın oyuncuları; Ayla Algan ve Selda Özer dışında, o dönemin bir cariyesi, gözdesi veya mürebbiyesi değil de; bizim değişik TV dizilerimizden tanımaya alışık olduğumuz, bizim oyuncularımız olarak filmde yer alıyorlar. Bir cariye veya mürebbiye olarak değil Nilüfer Açıkalın ya da Şerif Sezer olarak orda duruyorlar" (Vardar 2000). Diğer yandan Safiye Sultan rolünde Marie Gillain'in doğal oyunculuğu ve yarattığı karakteri yansıtmaktaki oyuncuuk yetenekleri dikkat çekici. Bununla birlikte "Filmde diğer yandan hissedilen açmaz,... filmi izleme ve olayları birbirine bağlama sıkıntısından kaynaklanıyor. Filmin kurgusu çoğu zaman şifreli bir anlatım varmış gibi işliyor. Olayların apaçık gösterilmeden, seyircinin zekası ve sinema dilinin plastiğiyle çözümlenebileceği mantığıyla yaklaşılsa da, örneğin bağlantısız şekilde, birden ortaya çıkan şehzade Osman gibi, birden ortadan yok olan Abdülhamit gibi kurgulamalar, filmin tavrı hakkında kuşkular oluşturuyor"

Harem Suare, biçimsel açıdan olgun bir film. Özellikle atmosfer yaratma açısından yönetmenin taleplerine başarıyla yanıt veren görüntü yönetmeni Passquale Mari ve sanat yönetmeni Mustafa Ziya Ülkenciler’'in çalışmaları övgüye değer. "Filmin en başarılı olduğu alanlardan biri, sanat yönetimi. Mekanların çoğu stüdyoda dekor olarak kurulmuş. Filmin maliyetindeki önemli bir yeri, dekor ve kostümlere harcanan paranın oluşturduğu anlaşılıyor. Döneme ilişkin yeniden canlandırmalarda, bazı aksesuarlar dışında göze batan pek bir şey hissedilmiyor. Görüntüler genel bir düzey içinde filmin gereksindiği atmosferi oluşturma işlevini yerine getiriyor" (Vardar, 2000:71). Özellikle görüntü yönetmeni Mari'nin aydınlatma tasarımları aracılığıyla, Osmanlı iktidarının simgesi görkemli mekanların kasvetli havası ve haremin gizemi başarılı şekilde ortaya çıkarılmış. Harem Suare, içeriğin etkin olabilmesinde biçimin önemini vurgulayan bir film olarak öne çıkıyor. “Prof. Dr.Alim Şerif Onaran/Doç.Dr.Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 205”

& Ferzan Özpetek'i insan olarak çok seviyorum. Bir Türk yönetmenin bir dış ülkede böylesine kendisini göstermesi ve iki filmiyle tüm dünyada ilgi uyandırması da çok hoş bir şey. Bu başarıyı küçümsemek istemiyorum. Ama nihayet sevgi, sempati, hoşgörü gibi şeyler, adına eleştiri denen belalı uğraşla uyuşmaz. Özellikle HaremSuare'nin Özpetek adına o çok sevimli, çok sıcak, çok kişisel ve çok insancıl Hamam'dan sonra bir ileri adım olmadığını ve sayısız kusuru bulunduğunu da birilerinin belirtmesi gerekiyor.

Osmanlı haremi gibi üzerinde çok konuşulmuş, çok yazılmış, daha çok da hayal kurulmuş olan bir kurumun, içinde sayısız insancıl duygu barındıran, egzotik ve erotik düşlerin bu büyülü mekanının bir Türk sinemacı tarafından ele alınması kendi başına önemli. Özpetek'in önüne çıkarılan sayısız güçlüğe karşın, hikayeyi temelde belli bir görsel zenginlikle anlattığı, bir çok ülkeden sayısız oyuncudan kimi zaman iyi oyunlar aldığı ve gemiyi karaya oturtmadığı da söylenebilir.

Ama bu kadarı doyurucu olmuyor. Cilanın ardında sayısız boşluk sırıtıyor. Öncelikle filmde işlenen insan dramları yeterince belirmiyor. Onca ilginç, 'pitoresk' kişilikten geriye soluk birer görüntü kalıyor. Özpetek, ne İtalyan kökenli cariye Safiye ile padişahın, ne de Safiye ile haremağası Nadir'in son derece özel, demek ki son derece dramatik aşklarını duyuramıyor. Özelikle Abdülhamit karakteri, Haluk Bilginer’i bir oyuncuya karşın sanki hiç yok filmde. Padişah ile Safiye'nin tek bir baş başa sahnesinin olmaması da büyük eksiklik ...

Sinema iki temel öğeye dayanır: zaman ve mekan ... Özpetek ikisine de hakim değil. Hikayeyi, çok uzun yıllar sonra, iyice yaşlanmış Safiye'nin bir tren istasyonunda Doğu'ya gitmek üzere olan bir genç kadına anlatması filme öylesine yedirilememiş ki, seyirciyi serseme çeviriyor. Bu bölüm, sanki sadece farklı kuşakdan iki ünlü oyuncuyu, Lucia Bose ve Valeria lino'yu jeneriğe koymak için kullanılmış gibi. ”Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları”, syf: 84”


FİLMİ İZLE 



 

12 Aralık 2022 Pazartesi

 

GÜLÜN BİTTİĞİ YER (1998) 

Yönetmen: İsmail Güneş, Öykü: İsmail Güneş, Senaryo: Ömer Lütfi Mete, İsmail Güneş, Görüntü Yönetmeni: Mehmet Gün, Yapım: Mavi Film,/ Abdurrahman Çapar, Mustafa Güneş, İsmail Güneş Kameraman: Seyhan Bilir, Kamera Asistanları: Göksel Şahin, Mustafa Ablak, Yardımcı Yönetmen: Gürsel Ateş, Sanat Yönetmeni: Ayhan Özçelik, Kurgu: Mevlut Koçak, Şarkı: Haluk Levent, Fotoğraflar: Erdal Tüşünel, Ses Kayıt: Jozsef Turbok, Boom Operatörü: Jozsev Kardos, Dijital Ses Kurgu: Attila Madaras, Set Kameramanı: Batuhan Arite, Dijital Kurgu Operatörü: Nejat Eylül Talas (Dem Ajans), Set Amiri: Zühtü Polat, Set Teknisyenleri: Bestami Büyük, Zahir Moğolkoç, Negatif Yıkama: Sinefekt, Telesine: Dilek Er, (Sinema), Negatif Montaj: Tamer Eşkazan, Renk Düzenleme: Uğur Orbay, Tamer Eşkazan, Kopya Baskı: Uğur Orbay, Arif Şengül (Şafak Film), Jenerik: Hilmi Güver ((Sineİmaj), Web Sayfası: Nihat Dursun, Festivaller Sorumlusu: Mustafa Ablak, Ses: Sinan Yurtsever, Devamlılık: Seda Selçuk, Ses Mixer: Otto Olah, Işık Yönetmeni: Hasan Ali Şahin, Işık Teknisyenleri: Cevat Yılmaz, Adem Doğan, Yapım Sorumlusu: M. Serkan Malkaz, Prodüksiyon Amiri: Sedanaz Mürtezaroğlu, Kostüm: Arif Tel, Niyazi Er, Dekor Ustası: Seyfettin Birkan, Büro Sorumluları: Mehmet Emin Güneş, Ali Üçüncü, Ulaşım: Mustafa Özer, Kadir Karabina, Zühtü Polat, Makyöz: Mira Eroğlu, “Gülün Bittiği Yer” Müzik: Haluk Levent, Söz: Ömer Lütfi Mete, Davul: Alen Konakoğlu, Bas: Nurhat Şensesli, Akustik ve Distortion Gitarlar: Alper Erinç, Lead Gitar: Gültekin Kaçar, Hammond Organ: Serkan Dinçer, Vokaller: Özkan Uğur, Tuğba Önal, Cihan Okan, Yonca Kocadağ

Oyuncular: Cüneyt Arkın (Adam), Tolga Tibet (Genç), Yağmur Kaşifoğlu (Genç Kız), Bülent Bilgiç (Öğretmen), Mümtaz Sevinç (Amir), Mehmet Emin Eren (Mahkum), Bora Sivri (1. İşkenceci), Deniz Oral (2. İşkenceci), Ertaç Özden (3.İşkenceci), Haldun Boysan (Kondöktör), Turgut Ekiz (Almancı), Hasan Nail Canan, Ahmet Fadıl (Baba), Ayşen Tekin (Anne), Sinan Yurtsever, Gani Şavata (Mahkum), Yardımcı Oyuncular: Sinan Yurtsever (1. jandarma), M. Serkan Malkaz (2. Jandarma), Erol Yıldırım (3. Jandarma), Volkan Namsız (4. Jandarma), Sedanaz Mürtezaoğlu (Abla), Gürsel Ateş (1. Kondöktör), Bestami Büyük (2. Kondöktölr), Fevzi Sökmen (Dede), Ayhan Özçelik (Komiser), Bülent Karaçam (1. Polis Memuru), Ramazan Şenkal (2. Polis Memuru), Yavuz Merinlioğlu (Şoför), Hasan Kartal (Gül Satan dede), Ayhan Karataş (İstasyon Şefi), Mehmet Karaçınar (Görevli), Mustafa Özer (1. Polis), Hakan İmren (2.Polis), Ali Durmuş (3. Polis), Ferhat Karataş (4. Polis), Bayram Erdemir (Doktor)

Konu: 12 Eylül döneminde gözaltına alınıp günlerce süren işkence seanslarından sonra suçlu olmadığı anlaşılan ve serbest bırakılan bir genç, trenle kasabasına dönmektedir. Yaşadığı süreci bu yolculuk boyunca geri dönüşlerle izleriz. İşkencenin en korkunç örnekleri onun üzerinde uygulanmıştır. Üstelik bu sadece, "muhbir"lik yapmasını sağlamak içindir. Çünkü ona işkence uygulayanlar da,suçlu olmadığını bilmektedirler. İstedikleri şey, bazı arkadaşlarına bir takım cinayetleri ispat etmesi veya gerçekten biliyorsa tanıklık yapmasıdır. Bu dönüşlerde anlarız ki,yetenekli, tutkulu, sevgi dolu bir insan; enkaz altında geri dönmektedir. İşkence sadece bedenini değil aynı zamanda da ruhunu da yıkmıştır. Sürekli uyumakta ve sayıklamaktadır. Serbest kaldıktan sonra defalarca bu trenle kasabaya kadar gelmiş, her seferinde nişanlısının istasyonda beklediğini görmüş ama inme cesaretini gösterememiştir. İşkence gördüğü günlerde onuru ile erkekliğini de yitirdiğine inanmaktadır. Defalarca denediği geri dönüşü acaba artık başarabilecek midir? Umudunu yitirmeyen nişanlısı elinde bir gül, daha kaç sefer istasyonda bekleyecektir..

 ÖDÜL:

SİYAD) Sinema Yazarları Derneği'nin (19981999) seçiminde:

►Yağmur Kaşifoğlu "umut veren genç oyuncu"!

1. Köln Akdeniz Film Festivali'nde (1999): ►"İnsan Hakları Ödülü",

Salermo Film Festivali'nde (1999): ►"Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü"

& Bir dönemin adı 'sağcıya çıkmış yönetmeni (ama tüm bu deyimler, ki üstelik çoğu zaman yakıştırmaydılar, geçerliliğini çoktan yitirdi) İsmail Güneş'in ilginç filmi Gülün Bittiği Yer'i Antalya'da gördüm. Film, özellikle ülkemizin demokratikleşmesi, insan hakları vb. konularda kafa yoranlar için üzerinde durulmaya değer bir tartışma zemini oluşturuyor.

Film, 12 Eylül döneminde işkence gören bir genç adamın, memleketi olan Anadolu kasabasına dönüşünü ve sonrasını hikaye ediyor. Genç adam sürekli geçmişi yaşıyor, belleğindeki gelgitlerle o korkunç günlerden bir türlü koparıyor.

Nasıl kopsun ki ... Yaşadıkları tam bir cehennemdir. Ancak işkence görmüşlerin bilebileceği, insanın her şeyiyle çiğnendiği, karanlık yüzlü adamların elinde fiziğinden onuruna, namusundan inançlarına her şeyiyle aşağılandığı bir iğrenç deneyim ... Ve ne yazık ki genç adam iflah olmayacaktır.

Ne trende ona ilgi gösteren, kendi yavrusu da benzer bir sürece kurban edilmiş deneyimli savcı, ne onu ısrarla, elindeki gülle her gün beklemeyi sürdüren yavuklusu, ruhundaki yarayı iyileştirmeyi başaramayacaktır ... Güneş, işkence gören kişinin kim olduğunu, hangi örgütü temsil ettiğini, sağdan veya soldan olduğunu hiç açıklamıyor. Çok da iyi ediyor. olay soyutlaşıyor, belli bir görüş değil, adına verilen bir bildiriye dönüşüyor.

Üstelik Güneş gayet iddialı biçimde işkencecinin Türk toplumunda, giderek Türk tarihindeki kökenlerine değinmeyi de deniyor. Osmanlı'dan, aile, evlilik, okul gibi kurumlarda süren işkence... Sonda ise, Eisenstein filmlerini hatırlatan bir kurguyla verilmiş bölümde, işkencenin Türk toplumuyla ilişkisinin tam bir genel manzarası veriliyor.

Ne yazık ki film tüm bu savları ve bu önemli bildiriyi taşıyacak güçte değil. Göz kamaştırıcı bir uzun çekimle, sinema dili açısından umut verici biçimde başlasa da, zaman içinde tekdüze anlatımı var. İşkence sahnelerinin sürekli ve kontrolsüz tekrarı, dramatik gücü azaltıyor. Trendeki "sayıklama" bölümleri sayıklama dan başka her şeye benziyor. Deneyimli Cüneyt Arkın, Bülent Bilgiç'in olgun kompozisyonlarının yanında, genel oyunculuk yerlerde sürünüyor. Ülkeyi büyük bir hapishane gibi gösteren bu film, sinemasal eksiklikleri nedeniyle başarıya erişemiyor. “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönensans Yılları” syf: 80”

& Gülün Bittiği Yer" işkenceyi ve işkenceciyi bütün çıplaklığıyla sergileyen cesur bir film. İşkencenin bir devlet politikası olduğu saklanmıyor. Ama daha çok toplumdaki şiddetin bir parçası olarak sunuyor. Gülün Bittiği Yer, sansüre takılmış. İki buçuk ay boyunca filmin gösteriminden tamamen ümit kesilmiş. 6 dakikalık kısaltmadan sonra ikinci kez sansüre girip 16 yaş sınırıyla kurtarmış. Sanki işkencede yaş sınırı varmış gibi. İşkenceye değinen filmler bugüne dek Türkiye'de hep sol eğilimli yönetmenlerce çekildi. Gülün Bittiği Yer'in yönetmeni İsmail Güneş ise sol kesimden değil. Hatta basın zaman zaman onu sağcı yönetmen sıfatıyla sunuyor. Güneş, adının başına bir sıfat konulmasından şikayetçi. Kimliğini muhalif olarak özetliyor ve ekliyor. Sağcı bir yönetmenin elinden böyle bir film çıkabilir mi? (İpek Çalışlar, Cumhuriyet Dergi, S.:71, 07 Kasım 1999)

& İsmail Güneş'in, "Gülün Bittiği Yer" isimli filmi, yakın geçmişimizdeki Eylül filmlerinin bir örneği olduğu kadar, bir ihtilalin yarattığı depremden yola çıkarak aynı zamanda toplumumuzdaki geri kalmış ilişkileri (dayak atma, şiddete eğilim, azgelişmişlik, vb.) de sorgulama çabası içinde. Sırf gelenek olarak geçiştirilen fakat toplumda yarattığı travmalar açısından sorgulanmayan bu yaklaşımlara da İsmail Güneş'ın kamerasını cesurca çevirmesi filmin olumlu yanlarından biri. Güneş, salt 12 Eylül döneminin travmasını eleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda bu ve benzeri hareketlerin toplumsal yaşamımızdaki temellerini sorguluyor. Sürekli dayak yiyerek büyüyen bir toplumda aslında işkencenin de kollektif bilinçaltında Doğal olarak kabul edildiğini vurguluyor. "İsmail Güneş. evde ve okulda 'eğitim aracı' olarak dayağı normal karşılayan bir toplumun, polisin tutukluyu konuşturmak için işkence etmesine zemin hazırladığını vurguluyor" (Taşçıyan, Milliyet, 23.10.1999:29). Cüneyt Arkın'ın canlandırdığı savcı karakteri bile, oğlunu işkencede kaybedinceye kadar işkenceyi kanıksadığını itiraf ediyor. İsmail Güneş, insanların hiçleştirildiği bir aşama olan işkencenin etkisini güçlendirebilmek için, tiplerini kimliksizleştirmeyi, filmde ve jenerikte tiplerini isimsiz olarak kullanmayı, onları kişileştirmeyi düşünmemiş. İsmail Güneş'in filmi, benzeri filmler arasında işkenceyi salt hissettirmeden, onun uygulanışını da gerçekçi sahnelerle ele alarak etkisini güçlendiren bir film. "Ne yazık ki ki film tüm bu savları ve bu önemli bildiriyi taşıyacak güçte değil. Göz kamaştırıcı bir uzun çekimle, sinema dili açısından umut verici biçimde başlasa da, zaman içinde tekrarı, dramatik gücü azaltıyor... Deneyimli Cüneyt Arkın ve Bülent Bilgiç'in olgun kompozisyonlarının yanında, genel oyunculuk yerlerde sürünüyor" (Dorsay, Sabah, 29.10.1999). Filmin özellikle kurgusu, zaman içinde, ileri geri sıçramalarla, işkencenin insan ruhu ve beynindeki tahribatını vurgulaması açısından işlevsellik taşıyor. " Şimdiye kadar solcu dünya görüşünden bakılarak yapılmış 12 Eylül filmleri arasına sokabileceğimiz bu filmin, hatta işkenceye koyduğu tavırla bir adım daha öne çıktığı bile ileri sürülebilir" (Sungu Çapan, Cumhuriyet, 05.11. 1999). (Prof.Dr.Alim Şerif Onaran/Doç. Dr.Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 202)

& Filmin kurgu yapısı zaman içinde tekrara düşerek işlevini ve ilginçliğini yitirmeye başladığı zaman ise dramatik yapısının zayıflığı nedeniyle tıkanıp tekrarlara düşmeye başlıyor. Gencin sürekli gördüğü karanlık düşler karabasanlar tekdüzeleşip, klostrofobik tren bölümleri gitgide ağırlaşırken, umut verici, uzun bir plan sekansla başlayan film de, biteviye TürkAlman kıyaslaması yapan Alamancı'nın dırdırı, trende jandarma gözetimindeki, poşulu, afili tutuklunun Gani Şavata) habire tuvalete gitmek istemesi, kimi uzatılmış işkence sahneleri, vb. gibi, yinelendikçe etkisini yitiren tekrarlar ve geri dönüşlerle sürekli irtifa kaybediyor" (Çapan, 05.11.1999). İsmail Güneş'in genç karakterinin, hapiste tarih öğretmeniyle yaptığı sohbetler biraz abartılı bir dozda görünüyor ve özellikle yeniçerilerin tarihimiz içinde yaptıkları padişah tacizlerini canlandıran bölümler müsamere düzeyine düşüyor ve filme zarar veriyor. Filmin ele aldığı simgeler bir süre sonra o kadar üstüste biniyor ki anlamını yitirmeye başlıyor. Bu ve benzeri açmazlarına karşın Gülün Bittiği Yer, yakın geçmişimizde 12 Eylül İhtiiali'nin toplumsal yapımız üzerinde yarattığı depremi başarıyla ele alışı, didaktik bir tavır takınmadan hem işkence hem de toplumsal köklerimizdeki hastalıklı olguları irdeleme açısından başarılı görünüyor "sinemasıyla çok tat vermese de" (Çapan, Cumhuriyet, 05.11. 1999).

& İsmail Güneş, Gülün Bittiği Yer filmografisinden farklı bir pencere açıyor, deneysel çabalar sergiliyor. Aksayan yanları olmakla birlikte, öncelikle ele aldığı konuyu ucuzlatmamasıyla, sömürmemesiyle ve mekan olarak 'tren'in başarılı kullanımıyla dikkat çeken Gülün Bittiği Yer. Güneş bundan önce ne yapmış olursa ve bundan sonra ne çekerse çeksin, kayıtsız kalınmaması gereken bir politik sinema örneği. (Tunca Arslan, Radikal G., 01 Kasım 1999)


FİLMİ İZLE 



 

GÜNEŞE YOLCULUK (1998) 


Senaryo ve Yönetmen: Yeşim Ustaoğlu Görüntü Yönetmeni: Jacek Petryeki, Müzik: Vlatok Strefanovski, Yapım: İstisnai Filmler/Yeşim Ustaoğlu, Ezel Akay (TürkAlmanHollanda Ortay Yapımı) Yönetmen Yardımcısı: Kazım Öz, Tunç Davut, Kurgu: Nicolas Gester, Sanat Yönetmeni: Natali Yeres, Ses: Svetolik Mica Zajs, Dolly Operatörü: Ufuk Kayar, Işık Şefi: Nezir Yücel, Kurgu: Nikolas Gaster, Yapım: Production İFR Dünya Hakları, Eurimages’in katkılarıyla

Oyuncular: Nevruz Bar (Mehmet), Nazmi Kırık (Berzan), Mizgin Kapazan (Arzu), Ara Gül (Süleyman Bey), Ercüment Balakoğlu, İsmail Yıldız

Konu: Şafak vakti, Eminönü'nde, Galata köprüsünde gün yeni başlarken, tatlı satıcısı Kürt bir genç, kaset satan arkadaşı Berzan'la selamlaşır. Bir müşteri Koma Ahmet'in kasetini sorar. Mehmet Kara adında bir gençle, orta yaşlı bir adam denizi gören sokaklardan birinde kazacakları yeri tespit etmeye çalışmaktadırlar. Sular idaresinde delik boruları tespit etmek için çalışan Mehmet, kız arkadaşıyla tramvay durağında buluşur. Elindeki dinleme cihazı gibi boruyu raylara dayayarak tramvayın gelmek üzere olduğunu kıza söyler. Mehmet, genç kızdan ayrıldıktan sonra hem kahve hem berber dükkanı olan bir mekana gelir. İçerisi kalabalıktır ve insanlar milli maç seyretmektedirler. Maçı Türkiye'nin kazanmasıyla kalabalık coşkuyla sokaklara fırlar. Kalabalık yoldan geçen bir arabayı durdurarak arabayı tahrip etmeye ve kendilerini engellemeye çalışanları da, Kürt oldukları için dövmeye kalkışır. Mehmet ve dövülmesine karşı çıktığı Berzan, bir apartmanın içine sığınırlar. Berzan ve Mehmet arkadaş olurlar. Mehmet, Berzan'a Tire'li olduğu söyler. Mehmet başka gençlerle paylaştığı odada televizyonunu tamir ederken, bozuk olan görüntü düzeldiğinde, ekrana bir cezaevi görüntüsü gelir. Tutuklular açlık grevi yapmaktadırlar. Polis, tutuklu yakınlarına ve göstericilere müdahale etmektedir. Mehmet göstericilerin arasında Berzan'ı görür. Mehmet, Berzan'la kaset sattığı Eminönü'nde buluşur. Berzan ona bir kaset hediye eder. Birlikte dolaşırlarken Berzan, Mehmet' e Zorduç' dan geldiğini söyler. Zorduç, Irak sınırına yakın bir yerdedir. Berzan'ın babasını, bir gün eve baskın yaparak götürmüşlerdir. Berzan o günden beri babasından heber alamamış ve sonra İstanbul'a gelmiştir. Berzan, sevgilisi Şirvan'ın fotoğrafını Mehmet'e gösterir. Mehmet'de sevgilisi Arzu'dan bahseder Arzu bir çamaşırhanede çalışmaktadır. Arzu ve çamaşırhanede çalışan Semra sürekli gazete kuponu biriktirmektedirler. Arzu ve Mehmet birlikte gezmeye gittikleri bir gün genç kız Mehmet'e, Almanya'da doğduğunu söyler. Mehmet, Arzu'dan ayrıldıktan sonra minibüsle dönerken, polisler kimlik kontrolü için aracı durdururlar. Daha önce Mehmet'in yanına oturan genç, polisleri uzaktan görünce minübüsü durdurarak inmiştir. Gencin koltukta bıraktığı çantanın içinde polis bir silah bulmuştur. Mehmet'i merkeze sorgulamaya götüren polisler su kaçaklarını dinlemede kullandığı tüvüt isimli borunun ne olduğunu anlamaya çalışırlar. Diğer yandan, kökenine ilişkin sorular sorarlar. Polisler Mehmet'in oldukça esmer olmasından dolayı, Tire'li olduğuna inanmamışlardır. Mehmet nezarete konulur. Polisler Berzan'ı da aramaya başlarlar. Bu arada Berzan, Arzu'yu bulur. İkisi birlikte Mehmet'in durumu hakkında araştırma yapmaya başlarlar. Mehmet içeride dövüldükten sonra serbest bırakılmıştır. Mehmet'in kaldığı odanın kapısına kocaman bir çarpı işareti çizilmiştir. Arkadaşlarına göre bu işaret, hepsinin başının belada olduğu anlamına gelmektedir. Mehmet odayı terk etmek zorunda kalır. Berzan, Urfa’ya giden bir otobüste muavin olarak çalışmaya başlamıştır. Mehmet ise, Sular İdaresi'ndeki işinden çıkarılır. Mehmet, Berzan'ı otogarda bulur ve birlikte kalmaya başlarlar. Mehmet, Berzan'ın yardımıyla bir otoparkda iş bulur.

Bu arada ölüm oruçlarının 65'nci gününde cezaevinde ölen Şafak Güney'in cenazesini amaya giden kalabalığın arasındaki Berzan, çıkan arbedede başına aldığı darbelerle beyin kanamasından ölür. Mehmet saçlarını sarıya boyayarak, Arzu'yla Berzan'ın cenazesini almaya gider. Morgdaki görevliyi rüşvetle karışık ikna ederler. Daha önce çalıştığı otoparktan bir kamyonet çalan Mehmet, cenazeyi Zorduç'a götürmek için yola çıkar. Mehmet yolda arabası bozulunca, bir minibüsle yola devam eder. Yolda bir kasabada otelde kalır. Uyandığında camdan dıışarı bakınca, caddelerdeki tankları görür. Mehmet yola trenle devam ederken, Tire'li olan ve askerliğini yapmakta olan bir gençle tanışır. Ona kendisini Zorguç'lu diye tanıştırır ve Tire'li Mehmet Kara isminde bir arkadaşı olduğunu söyler. Berzan'ın cesedini Zorduç'a getiren Mehmet, Zorduç'un sular altında kaldığını görür. Mehmet, Berzan'ın tabutunu suya bırakır. “Prof.Dr.Alim Şerif Onaran/Doç.Dr.Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf,188”

ÖDÜL

18. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde (1999):

►"En iyi film" ve "en iyi yönetmen"

(Jüri Üyeleri:  Orhan Aksoy (Bşk.), Zafer Doğan, Tuna Erdem, Dan Fainaru, Gülsen Tuncer),

Sinema Eleştirmenleri Derneği (Fipresci)

►"En iyi film" ödülü

2. Ankara Film Festivali'nde (1999):

►"en iyi fIlm",

►"en iyi yönetmen",

►"en iyi senaryo"

►Mizgin Kapaza “Umut veren kadın oyuncu

(Jüri Üyeleri: Agah Özgüç, Ayla Kutlu, Memet Baydur, Cameron Bearson, Necmettin Varlı)

2. Sadri Alışık Sinema ve Tiyatro Ödülleri (1999)
    ►Mizgin Kapazan "en iyi yardımcı kadın oyuncu

"44. Uluslararası Vallaloid Film Festivali"nde (1999):
  ► “Gerçeği kuvvetli bir sinema diliyle anlatabilme başarısı" gerekçesiyle "Jüri Özel Ödülü"

John Templeton Avrupa Film Ödülü (1999):

►"yüksek sanatsal değeri olan hem de seyredenleri sosyal değerler konusunda daha duyarlı olmaya yöneltmesi" gerekçesiyle" "en iyi Avrupa Filmi"

49. Uluslararası Berlin Film Festivali'nde (1999): "

►Mavi Melek ÖdüıÜ"

7. (Çasod) Çağdaş Sinema Oyuncuları Derrneği'nin 19992000 sezonu seçiminde:

►Mizgin Kapazan "en iyi yardımcı kadın oyunncu",

►Jacek Petrycki "en iyi görüntü yönetmeni" 

► Viatko Stefenovski "en iyi müzik  

2. Orhon Murat Arıburnu Ödülleri (1999) seçiminde:

►"Mahmut Tali Öngören Özel Jüri Film Ödülü"

& Güneşe Yolculuk" hiçbir etki altında kalmadan açıkça söyleyeyim, bana beklediğimi vermedi. "Sürü" ve "Yol" gibi filmlerden sonra bir "Güneşe Yolculuk" tatmin etmiyor insanı, Üstelik bu filmde Türk Kürt dostluğunun oldukça idealist bir biçimde ele alınması ve gerçekIere ters bir öykü anlatılması beni oldukça rahatsız etti. Bilmiyorum, İstanbul'da Kürtlerin oturduğu evlere kırmızı bir çaprazla (Hitlerin Yahudi evlerine yaptığı gibi) işaretleniyor mu? Ben duymadım, okumadım. Bir tarafın çok 'iyi', çok duygulu ve dost, diğer tarafın ise bu dostluğu ezmek, yok etmek isteyen 'düşman' olarak gösterilmesi bana çok yüzeysel geldi. "Güneşe Yolculuk" politik mesajı olan bir film. Kürtlere yapılan baskıları Türk Kürt dostluğuyla dile getirmek istiyor. Çok güzel. Ama film gerçekçi olamıyor ve yer yer romantik sahnelerle bu gerçek dışılığın kurbanı oluyor. Film Alman basınında büyük ilgi görmedi. (Güner Yüreklik (Berlin), Cumhuriyet G., 21 Şubat 1999)  'kardeşlik' mesajı falan vermiyor "Güneşe Yolculuk". Ezilenlerin hep birlikte 'en ezilen'in kimliğine bürünmesinden başka çözümün olmadığını savunuyor. 'Ben de zenciyim', 'Ben de çingeneyim', 'Ben de eşcinselim' gibi 'Ben de Kürdüm' denmesini öneriyor. Bu 'bilince' erişmemiş 'alt tabaka' ise sağa sola saldıran milliyetçi futbol fanatikleri ya da gözaltından çıkan Mehmet'i kovan oda arkadaşlarından ibaret gösteriliyor filmde. Kürtlerin kapılarına çekilen kırmızı çarpı işaretleri var bir de ... Yaşanan onca şey onca 'karıştırıcı parmağa' karşın, Türklerle Kürtlerin bir türlü boğaz boğaza getirilmediği düşünülürse, bu toprakların değil, yalnızca filmdeki vehametin sembolü olmaktan başka anlam taşımıyor bu işaretler ... Godard, 'Ne yapmalı?' başlıklı makalesinde 'Politik filmler yapmalıyız' ve 'Politik yöntemle filmler yapmalıyız' diyerek iki farklı önerme atar ortaya. 'Politik Film' yapmak, idealist ve metafizik bir dünya görüşüyle ilgilidir ve burjuvazinin safında kalmaktır ünlü yönetmene göre. 'Politik yöntemle yapılan filmi ise Marksizm ve diyalektikle ilgili olup emekçilerin yanında yer almaktır... Bence “Güneşe Yolculuk”, Godard'ın deyimiyle yallnızca iyi bir politik film olmaktan öteye gidemiyor. Örneğin Yılmaz Güney'in Yol'u arasındaki en büyük fark da bu. (Tunca Arslan, Radikal G., 07 Mart 2000)

4 Bir filmi unutulmaz kılan nedir? Bu soru çok sorulmuştur, ben de kendi kendime sormuşumdur. Genç yönetmen Yeşim Ustaoğlu'nun Güneşe Yolculuk'unu izledikten günler sonra etkisinden kurtulamadığımı ve üzerinde düşündüğümü fark ettim. Başarısı bir yana, film en azından unutulmazlar arasına girmişti, benim için... Acaba neden? Eminönü meydanında, sabahın köründe tüm çevreyi, adeta tüm İstanbul'u kaplayan (ve yönetmenin belgeci geçmişine tanıklık eden) görkemli bir başlangıçla açılan ve Doğu Anadolu' da kayıp bir yörede sulara verilen bir tabut gibi bir başka görkemli sinema bölümüyle noktalanan film, bu iki bölüm arasında neler neler anlatmıyordu ... Çağdaş İstanbul'un en yoksul ve şüpheli semtleri fonu önünde yaşanan olağanüstü bir arkadaşlığın öyküsüydü bu... Aşırı esmerliği nedeniyle Egeli olduğuna kimseyi inandıramayan Tireli Mehmet ile kayıp bir Doğu köyünden gelmiş Kürt genci Berzan'ın dostluğu ...

Bu dostluk, etnik ayrımcılığın bir ayrıkotu gibi insanların arasına sızdırıldığı bir ülkede, polisin, copun, sorgu sualin egemen olduğu bir baskı atmosferinde filizleniyor, farklı dünyalardan gelen, ama toplumun en alt kesimlerine itilmişlikte birleşen iki gencin kaderini aynı potada eritiyordu.

 Güneşe Yolculuk bir yol filmiydi aynı zamanda ... İki kahramanımız ülkenin en acı gerçeklerine doğru hüzünlü bir yolculuğu birlikte gerçekleştirirken, daha sonra bu, birinin öbürünü kendi toprağına teslim etmek üzere giriştiği daha da acı bir yolculuğa dönüşüyordu.

Güneşe Yolculuk, tıpkı bir rastlantı sonucu üst üste izlediğimiz Yol filmi gibi, seyircisinin yüzüne bir şamar gibi çarpan ülke gerçeklerini içeriyordu. Süre giden bir savaşın sillesini yiyen aslında sıradan insanlar, farklılıkları yüzlerine çarpılan şüpheli damgası yemiş bir ırk, bu ülkede yüzyıllarca birlikte yaşamış insanları düşman haline getiren basiretsiz politikaların ve gündelik uygulamaların acı sonuçları ... Ama, tıpkı yine Yol gibi, dayanılmaz bir insan sevgisi ve bundan fışkıran bir hümanizma içeriyordu film ... En acılı, en çaresiz anlarında bile birbirlerine destek olan arkadaşlar, sevginin gerçek anlamını hayatın örsünde sınayan gencecik aşıklar, sevgi ve dostluk için göze alınan inanılmaz özveriler... Yaşamı yaşamaya değer kılan her şey, kısacası. ..

Güneşe Yolculuk, kişilerini unutulmaz kılan, önemli şeyler söyleyen, ustaca anlatılmış bir fılm, Türkiye'nin bağrından yükselen çağdaş ve sanatsal b ir çığlık. "Güneşe Yolculuk" üzerine Ek Düşünceler :


Yeşim Ustaoğlu'nun Berlin 99'da resmi yarışmaya kabul edilip iki yan ödül kazanan, İstanbul 1999 Eczacıbaşı yarışmasında en iyi film ve yönetmen olarak ödül aldığı gibi, FIPRESCI ve Hürriyet gazetesi halk ödüllerini de alan ve sayısız festivalde gösterilen filmi Güneşe Yolculuk, sonunda (2000) ülkesinde gösterime giriyor. Artık zamanıydı! ...


Özel bir gösteride izledikten sonra Berlin' de de gördüğüm film için o zaman bir eleştiri yazmıştım. Bu yazımda kimi farklı noktalara değinmek istiyorum. Öncelikle sevgili Yeşim'in beni nasıl şaşırtttığını belirtmek isterim. Başarılı kısa filmlerinde ve ülkemizde gösterime girmeyen İZ adlı çok ilginç karafilm denemesinde genelde soyut bir anlatımı seçen Ustaoğlu, daha ikinci filminde nasıl olup da böylesine somut bir konunun, hem de değme erkek yönetmenin el atmaya cesaret edemediği, ülkemiz için yaşamsal bir konunun peşine düşmüş? Bravo ...


Ama küçük kadın Ustaoğlu, insanı şaşırtacak kadar yürekli olduğu gibi, şaşırtacak kadar da iyi yönetmen ... Daha ilk sekanslardan, bir şafak vakti Eminönü meydanındaki insan kargaşasına göz attığı sahnelerden başlayarak, belgecilik ve kısa filmcilik yapmış olmanın meyvelerini topluyor. Ve bize çok iyi bildiğimiz bir kenti, bir semti, onun küçük ve sıradan insanlarını çok farklı açılardan göstermeyi başarıyor.


Ülkemizi saran ve mutlaka dış güçlerden destek alan Güneydoğu ve Kürt sorununa dolaylı olarak siyasal yönden yaklaşıyor Yeşim... Ön planda dolaysız olarak gösterdiği ise, bir Türk ve bir Kürt gencinin İstanbul'un çetin yaşam koşullarında başlayıp Doğu'ya dek süren inanılmaz arkadaşlığı ve yolculuğu ...


Film belki senaryosundaki kimi naif yanlar için eleştirilebilir, Tireli Mehmet'i Zorduçlu Berzan'a bağlayan arkadaşlığın inandırıcılığı söz konusu edilebilir. Ya da olayların düşman haline getirdiği iki halk arasındaki ilişkilerin "Kürtlerin kapılarına işaret koymaya" dek varıp varmadığı tartışılabilir.

Ancak filmin genel düzeyi yanında bunlar ayrıntı gibi kalıyor. Ustaoğlu bize işlek ve akıcı bir sinemayla, ırklar ve halklar arasındaki dostluğu ve bunun önemini vurgulayan bir barış türküsü sunuyor. Genç ve amatör oyuncularından azami sonucu elde ederek, fılmine iddiialı olmayan, ama doğru ve haklı bir politik mesaj yükleyerek ...

Ama en önemlisi elbette sinema, sinema sanatı. Ve onun kendine özgü tadı. Bunlardan yoksun olan hangi film başarılı olabilir? Ustaoğlu da filminin tümüne sinmiş sinema duygusuyla, asıl' burada başarısını kanıtlıyor. Yine de, açılış bölümü ve finalde, Angelopoulos'un filmlerindeki o unutulmaz görselliği çağrıştıran sular altındaki köy bölümlerine özel birer bravo!...

Hoş geldin Güneşe Yolculuk. Seni bekliyorduk. Umarım Türk seyircisi de bu randevuya ilgi gösterir.


& Güneşe Yolculuk, ülkemizin kanayan sorunlarından biri üzerine, çok belirgin bir öykü anlatmadan, salt belli insanların yaşamları üzerine yoğunlaşmalarla yaptığı genel saptamalardan sonuca gitmeye çalışan bir film. Güneşe Yolculuk'u, angaje bir film olarak tanımlamak yanlış olmayacak. "Ülke gündemine neredeyse tek başına damgasını vuran Kürt meselesi, ilk kez bu kadar direkt olarak perdeye taşınıyor.

Kadın yönetmenlerimizden Yeşim Ustaoğlu, henüz ikinci filminde son derece cesur bir adım atıyor. Peki, cesaret tek başına bir filmi ayakta tutar mı? Bu, hepimizin bildiği üzere filmine göre değişir. Özellikle politik filmlerin, zamana direnirken en büyük kıstasları, sadece dönem koşullarına karşı olan başkaldırıları değildir ...Bu bağlamda Yılmaz Güney sineması bir örnektir. Güney'i ele alıp sahaya sürerken 'Umut'u, 'Duvar'ı ya da 'Yol'u sadece biçimsel tavırlarıyla değil, günümüzden bakıldığında bıraktığı tortularla değerlendiriyoruz. 'Güneşe Yolculuk' ise, ... 'cesaret' kriterinin dışında diğer sınavları geçecek düzeyde bir yapıt gibi görünmüyor. .. Ustaoğlu, iyi bir görüntü yönetmeniyle çalışarak temiz ve görselliğin ön plana çıktığı kadrajlar yakalamış. Ama aynı kadrajlar bir başka niyeti de açığa vuruyor: Bu film, kesinlikle dışarıya seslenen bir yapım. Türk izleyicinin çok iyi bildiği ve yakalanan estetik açıların yeeni bir şey söyleyemeyeceği kareler, dışarıdaki seyirciyi avlama derdinde. Gün ağarırken yapılan yolculuklar ve zorlama bir mekan seçimleri, bu yargıyı besliyor" (Uğur Vardan, Yeni Binyıl, 03.03.2000:18).

& Yeşim Ustaoğlu, çevrildiği zaman hayli ses getiren ve özellikle yabancı film festivallerinde pek çok ödül topladığı Güneşe Yolculuk filmini, dar bir kadro ve çoğunluğu amatörlerden oluşan bir oyuncu kadrosuyla gerçekleştirmiş. Film, bu yapısıyla aslında göze batmıyor. Film, kendi içinde daha lirik bir anlatımı gündeme getirip; Berzan, Mehmet gibi gençleri toplumun zencileri gibi lanse etmek yerine, bilinen şablonların ötesinde bir yaklaşımla öyküsünü ele alabilirdi. Ustaoğlu, ülkemizde tabu sayılan ve genellikle üzerine gidildiğinde sorun yaşanılan bir konuyu ele alırken, önce de yinelediğimiz gibi şablonlara dayandırsa da; öyküsüyle toplumun sosyal bir kesitini oluşturan bir grup dışında, aslında ülkemizin geri kalmışlığından kaynaklanan ceberrutluğu, insan kıyımı ve genel yoksulluk koşulları bağlamında pek çok kimsenin sorunu olan bir duruma kamerasını çevirmiş oluyor. "Bir dostluk, kardeşlik ve sevgi üçgeninde son yılların hayatımıza taşıdığı yüksek gerilimden kötülük payını alan genç ve iyi insanların trajedisini anlatmış Yeşim Ustaoğlu. Film, durgun bir su yüzeyinde yansıyan olağanüstü bir görüntüyle başlıyor. Daha ilk karelerde işini anlamış, düşünen bir sinemacının elinde olduğunuzu duyumsuyorsunuz" (Baydur, Cumhuriyet. 13.05.1999). Diğer yandan ele alınan temanın kendi içindeki bıçak sırtı durumlarından dolayı, senaryosunu çok açık bir şekilde kuramıyor Ustaoğlu. Berzan'ın polisten kaçmak için çalışmaya başladığı otobüs firmasında, polisten koruduğu genç kızın ilişkileri, niyeti hissediliyor ama tam anlaşılmıyor. Ayrıca kimlik kontrolü yapan askerlerin kimlikleri saymadan göstermelik kimlik taraması yapar gibi görünmesi, belki Ustaoğlu'nun amacına hizmet ediyor ama filme hizmet ettirmiyor. Türk sineması uzun yıllar detay eksikliği, detayların önemsenmemesi gibi sorunları yaşamıştır. Açıkçası bu sorunları yaşamasının asıl nedeni ise, film yapan kişiler için bunların aşılması gereken Sorun olarak algılanmamasından kaynaklanmaktaydı. Bu bağlamda genç neslin, kendi öykülerini anlatmada iddialı sinemacılarının, yukarıda değindiğimiz detayları ele almada daha çok özen göstermeleri beklenebilir. Ustaoğlu, Güneşe Yolculuk filmiyle, özellikle profesyonel olmayan oyuncuları ve neredeyse belgesel film kokan anlatım üslubuyla dikkat çekiyor ve ele aldığı konuyu destekleme de, özellikle müziği başarıyla kullanıyor. "Makedon besteci Stefanosvki'nin Koma Amed, Civan Haco şarkılarıyla bezeli, Sultaniyegahlı müziğin, Polonyalı kameraman Petrycki'nin güzelim görüntülerinin ve Makedon Gaster'ın akıcı montajının da başarısına katkıda bulunduğu bu ayrıksı film, öncelikle müthiş inandırıcılığıyla, mevsimin gişe patlaması yapan öteki yerli yapımlarından ayrılıyor... Nevruz Baz, Nazmi Kırık, Mizgin Kapazan adlı pırıl pırıl üç genç oyuncusuyla seyirciyi ele geçiriyor... Resmi tarihin alternatifi niteliğindeki hikayesinden... yalın gerçekçiliğine kadar... 'Güneşe Yolculuk', İtalyan neorealismo yeni gerçekçilik akımının da çağdaş bir uzantısı sayılabilir aslında" (Çapan, Cumhuriyet, 03.03.2000).

FİLMİ İZLE