Powered By Blogger

13 Aralık 2022 Salı

 

SALKIM HANIM’IN TANELERİ (1999) 


Yönetmen: Tomris Giritlioğlu Senaryo: Etyen Mahçupyan, Tamer Baran, (Yılmaz Karakoyunlu'nun aynı isimli romanından), Görüntü Yönetmeni: Yavuz Türkeli, Ercan Yılmaz Yapım: Avşar Film/Şükrü Avşar Sanat Yönetmeni: Mustafa Ziya Ülkenciler, Kurgu: Mevlüt Koçak, Işık Şefi: Ali Salim Yaşar, Kostüm Tasarım: Sevim Çavdar, Ayşen Akdeniz, Yardımcı Yönetmen: Muharrem Gülmez, Ses Kurgu: Erkan Aktaş, Genel Koordinasyon: Cafer Özgül, Hayri Aslan, Selim Aşkın, Müzik: Tamer Çıray, Murat Belge (Mekan danışma), Yapım Koordinasyon Murat Çiçek, Ömer Çalıkoğlu, Ömer Otyakmaz, Kemal Dörter, Yönetmen Yardımcıları: Rakela Kunyo, Şebnem Turan, Ilgaz Giritlioğlu, İlker Barış, Kamera Asistanları: Alper vTunga Türkdoğan, Haluk Ertuğrul, Alper Özcan, Işık Ekibi: Durmuş Demirezen, Ferahmuz Tuna, Murat Münüklü, Cengiz Topkara, Makyaj: Simay Muratoğlu, Makyaj Asistanı: Gülcan Bayer, Prodüksiyon Amiri: Cengiz Devreci, Prodüksiyon Asistanları: İlker Barış, Sinan Ekşi, Seyfi Çakır, Serkan Deveci, Terzi: Erol Potur, Set Amirleri: Şeref Yılmaz, Melih Sezgin, Set Görevlileri: Bayram Kayık, Nusret Yılmaz, Habit Eriş, Hakan Çevir, Tolga Yarım, Sanat Grubu: Tuba Onat, Defne Kayalar, Serhat Altınten, Ali Rıza Altınten, Kuaför: Yüksel Altun, Ses: Yunus Acar, Boom Operatörü: Polain Sonia, Jenerik: Hilmi Güver, H. Leyla Güver, Dizgi: Tolga Güver, Negatif Yıkama: Mustafa Oruç, Yahya Öztürk, Negatif Montaj: Eyüp Yıldız, Lale Cerrahoğlu, Renk Uzmanı: Adnan Şahin, Baskı: Zekeriya Şahin, Miksaj: Erkan Aktaş,

Oyuncular: Zuhal Olcay (Nefise), Hülya Avşar (Nora), Uğur Polat (Levon), Derya Alabora (Nimet), Zafer Alagöz (Durmuş), Güven Kıraç (Bekir), Kamuran Usluer (Halit Bey), Murat Daltaban, Nurseli İdiz, Yavuz Bingöl, Yaşar Akın, Konuk Oyuncular: Yücel Erten, Yılmaz Karakoyunlu, Yavuz Bingöl, Can Kolukısa, Ali Erkazan, Kemal Kocatürk, Kenan Bal, Defne Kayalar: Artin’ın karısı), Elvin Beşikçöioğlu (Taciser), Dolunay Soysert (Gülten), Ayşe Tunaboylu (hemşire), Tarık Günersel (Enis Fiikri), Funda Şirinkal (Binnur), Gökhan Mete (Gani), Ferdi Merter (Doktor), Muharrem Gülmez (Sabit Paşa), Ahmet Tanı (Arif), Erdem Özipek (Moiz), Özgür Özen ( Astsubay),

Konu: Film 1943 yılının İstanbul'unda başlar. Haydarpaşa Garı'ndan, Varlık Yasası bağlamında borcunu ödeyemeyenler zorunlu çalışmaya sevk edilmektedirler. Flashback'le bir yıl öncesine dönerek devam eder film. Durmuş ile Nimet, Niğde'den İstanbul'a göçmüş ve hemşerileri Bekir'i görmek için çalıştığı köşke gelmişlerdir. Bekir zengin bir işadamı olan Halit beyin yanında çalışmaktadır. Evinde bir parti verilmekte olan Halit beyin ve konuklarının neredeyse tek konusu savaş koşulları ve ağırlaşan vergilerdir. Halit beyin karısı Nora, parti sırasında yatağından kalkarak aşağı iner. Klarnetçi Artin'in ezgileri onu başka bir aleme sürüklemiştir. Nora ruhsal açıdan rahatsızlanmıştır. Bu duruma düşmesinin sorumlusu ona tecavüz eden kayınpederi Sabit Paşa'dır. Bekir, Durmuş'a Halit beyin yanında bir iş bulur. Nimet, babasından kalan dört bin lirayla ev almak istemektedir. Durmuş ise paranın bir kısmıyla dükkan açmayı düşlemektedir. Nimet ev konusunda yardımcı olması için Nora'nın kardeşi Levon'dan yardımcı olmasını rica eder. Durmuş çalıştığı handa bir mutemedi para tahsil ederken görür ve onu izleyerek tuvalette öldürüp paraları çalar. Bekir'i birlikte bir dükkan açmaya ikkna eden Durmuş, Halit Bey'in dükkanlarından birini satın alır. Bu arada gayrimüslimlere vergi gelmek üzeredir ve Halit Bey'in karısı Nora, tedavi olması için bir hastaneye sırasında Durmuş, Bekir'i öldürür.

Not: Yılmaz Karakoyunlu'nun 1990 yılında yazdığı ve Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazandığı aynı adlı eserinden sinemaya uyarlanan “Salkım Hanım’ın Taneleri”, toplam 8.5 haftada çekildi. Çekimler Aşkale, Erzurum, Mardin ve İstanbul’da gerçekleştirildi. Bütçesi 1 milyon doları aşan film, çekim aşamasına geçilmeden önce 2 senelik bir ön çalışma yapıldı. Ayrıca 1999 yılında "Salkım Hanımın Taneleri" "Oscar"a "aday adayı" seçildi

(Seçici kurul: Hülya Koçyiğit (SODER), Cengiz Ergun (FİYAP), Rekin Teksoy (TÜRSAK), Kutay Köktürk (ÇASOD), Aydın Sayman (SİNESEN), Tunca Arslan (SİYAD), Semir Aslanyürek (FİLM YÖN), Kadri Yurdatap (SESAM) (Kyn: Agâh Özgüç)

 

Ödül:

36. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde (1999):

►"en iyi film"

(Jüri Üyeleri: Şener Akıncılar, Cahit Berkay, Atilla Dorsay, Kutay Köktürk, Çolpan İlhan, Prof. Dr. Ünsal Oskay, Işıl Özgentürk, Necip Sarıcıoğlu, Ahmet Soner, Mine Vargı, Fehmi Yaşar),

► Uğur Polat "en iyi erkek oyuncu",

►Mustafa Ziya Ülkenciler "En İyi Sanat yönetmeni",
    ► Tamer Çıray "en iyi müzik" 

►Mevlüt Koçak "en iyi kurgu"

2. Sadri Alışık Sinema ve tiyatro Ödülleri (1999) 
    ► Murat Daltaban "en iyi yardımcı erkek oyuncu

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Ödülleri (1999)

► Tomris Giritlioğlu "en iyi yönetmen"

Marmara Üniversitesi Yılın İletişimcileri Zirvedekiler 2000 Ödülü

►Tamer Çıray "en iyi film müziği".

 4Karşımızda hem 'kostümlü bir dönem prodüksiyonu' hem de yedi ana karakter etrafında dönen bir film var. Roman genişliği içinde yaşam bulan karakterleri bir sinema filminde bir araya getirmek, senaryo tekniği açısından çetrefilli bir meseledir. Senaryoyu yazan Etyen Mahçupyan ve Tamer Baran bu zor işi başarmış. Her karakterin hikâyesi ayrı bir kanaldan akarken, bu hikâyeler filmin bütünlüğüne de hizmet ediyor. Ayrıca Salkım Hanımın Taneleri hem ikili ilişkiler (NoraHalit Bey, Durmuş Nimet, LevonDurmuş, Nefise vd.) hem de aşk üçgenleri (NimetDurmuş, Levon  Halit Bey, Nefise  Durmuş vd.) açısından çok zengin bir film. Üstelik bu ilişkilerin her biri farklı yan temalara bağlanıyor. Örneğin durmuş Halit Bey karşıtlığı yakın tarihimzin bitmez tükenmez taşra  İstanbul sermayedarı çelişkisine kadar uzanıyor. Maddi olarak her şeylerini kaybeden Levon ile Nimet'in ilişkisi de gerçek aşkın nerede ve nasıl bulunabileceğine çekiyor dikkatimizi... Bütün bu temaları birleştiren unsur ise Varlık Vergisi uygulamasıyla başlayan tasfiye operasyonu. Bu sadece gayri müslüm sermayedarların değil bütün bir ülkeyi bağlayan toplumsal ahlakın da tasfiyesi... bu operasyondan kazançlı çıkanların günümüz Türkiye'sine uzanan bir yolun taşlarını döşedikleri düşünülürse, sadece belirli bir dönemle değil dipten dibe bugünle de hesaplaşarak sivrilen film duruyor karşımızda. (Mehmet Açar, Aktüel Dergisi, 18 Kasım 1999)

4 Filmin en güçlü metaforu, deli bir kadının sanılarında karşımıza gelen, tecavüz olayında yer alıyor. Çizme ve kırbaç gibi simgelerden ibaret iktidar sahibi babanın, Nora'ya tecavüzü ve oğlunun hakkı olan 'döl'e el koyma teşebbüsü, izlemekte olduğumuz olayların bir geçmişi, kaldırılır. Halit Bey ve Levon onu ziyarete giderler. Ama Nora başka bir dünyada yaşamaktadır. Kocası Halit'i ve kardeşi Levon'u tanımaz. Beklenen haber gerçekleşir ve gayrimüslimlere Varlık Vergisi konulur. Vergisini ödeyemeyenler Aşkale'ye sürgüne gönderileceklerdir. Halit Bey'in oyun arkadaşlarından ve bürokrat olan Mithat Bey, gayrimüslimlere hak verse de karaborsaya neden olduklarını düşünmektedir. Durmuş, Bekir'in ilişkilerini kullanarak Nuri Bey aracılığıyla gayrimüslimlerin satılık mallarının listesini ele geçirir. Durmuş, akbaba gibi elde etmeye başladığı servetle Beyoğlu'nda bir kürk mağazası açar. Durmuş 'la ilişkisi gittikçe bozulan Nimet'le, Levon arasında bir yakınlaşma başlamıştır. Halit Bey'in dedesi İshak aslında gayri müslimdir. Ailesinin sonradan din değiştirmesinden dolayı dönme olarak kabul edilen Halit Bey de normalden fazla tahakkuk eden vergi yüzünden, borçlarını ödeyebilmek için her şeyini satmak ve ödeyemediği borçlar için Aşkale'ye çalışmaya gitmek zorunda kalır. Durmuş, Halit Bey'in konağını satın alır. Halit'in eski metresi ise Durmuş'la yaşamaya başlamıştır. Halit Bey, Aşkale'den kaçmaya çalışırken ölür. Bu arada Nora intihar eder. Bekir, Durmuş'u mutemedi öldürmüş olabileceği ihtimaliyle polise ihbar eder. Varlık Vergisi'nden kaynaklanan zorunlu ikamet kaldırılmıştır. Levon ve diğerleri İstanbul'a dönerler. Halit Bey'i ihbar edenin de Durmuş olduğunu öğrenen Bekir, Durmuş 'un köşküne gider Aralarındaki boğuşma tarihi, kökeni olduğunu anımsatmakla kalmıyor 'kötü adam' kişileştirmek yerine simgeleştirmekle, bu tür anlatımların en önemli sorumun üstesinden geliyor. Gel gelelim filmin asıl kötü adamı olma işlevi onun değil Durmuş'un sırtına yükleniyor. (Tuna Erdem, Radikal Cumartesi, 27 Kasım 1999)

4 Varlık Vergisi olayı üzerine bir sinema filmi yapılması iyi bir fikir, eğer yapılabilmiş olsaydı, çok daha iyi olurdu. Tahtadan oyulmuş kuklaların, hareketli birer kartpostal görünümündeki sahnelerde birbirinden klişe cümleleri dillendirdikleri Salkım Hanımın Taneleri adlı melodramı zahiri eğlence değeri ne olursa olsun değil başarı, bir realizasyon bile saymamak gerekir. İğrenç bir 'Niğdeli köylü' iğrenç bir 'İstanbullu Sürtük'ün Kötüleri, melek taifesinden, üstelik de kardeş bir 'Aziz'le 'Azize'nin iyileri temsil ettikleri bir çeşit Ortadoğu 'western'i olan bu film 'o film' değil. (iki arada bir dere de karakterlerde burnumuzun direğini sızlatacak biçimde, iyilere meylediyorlar. İki favori sahnem var. Biri iğrenç Niğdeli'ye nasıl kaçtığı zaten anlaşılamayan Nermin ve Pakize hanımın Levon'un kumaşçı dükkanında, "Hüseyin Rahmi okuyorsunuz, ben onun eski eserlerini severim" gibi bir şeyler dediği sahne, diğeri ise emektar Bekir'in bir çeşit 'Yettim ağam' esprisi ve Mac Duff enerjisi bizim Lord ve Leydi Machbet'e giriştiği büyük final. Varlık Vergisi ve ekalliyetler konusunda efkarı umumiye o zamanlar meğer ne kadar hassasmış! Kalabalıkları kullanışındaki hantallıktan müzik kullanımındaki kibarca söylersek 'eklektizm' e, hikayenin bağlantı noktalarındaki belirsizliklerden geriye dönüşlerin yapıştırmalığına kadar bir 'paçası sarkma' halinin kol gezdiği filmde, genel olarak vasat bir TV dizisi çizgiselliği var. (Fatih Özgüven, Radikal G., 28 Kasım 1999)

4 Filmi izledikten sonra, romanı bir daha okudum. Karakoyunlu'nun romanının bir edebiyat şaheseri olduğu iddiasında değilim ama en azından roman karakterleri ve kurgusu açısından nispeten dengeli bir eser. Ama filmin senaryosuna baktığımız zaman roman ile hiç alakası olmayan bir yapıt ortaya çıkıyor. Senaryoyu yazanların (Etyen Mahçupyan  Tamer Baran) hangi amaçla bu değişiklikleri yaptığını anlamak çok zor. (Doç. Dr. Ayhan Aktar, Radikal G., 28 Kasım 1999)

Not: Salkım Hanımın Taneleri, TRT ekranlarında gösterilince özellikle de milliyetçi kanadın tepkilerini çekti. MHP'li TBMM İdare Amiri Ahmet Çakar, filmde "Ermeni Propagandası" yapıldığını ileri sürerek bazı suçlamalarda bulundu. TRT Genel Müdürü Yücel Yener ise bu konuda şu açıklamayı yaptı: "Çok sahneler, laflar vardı, bunların hepsi çıktı sonra yayımlandı. Yayın ilkelerine aykırı bir şey yok. Bunun arkasında bir şeyler var. Sinema olarak bakmak lazım buna. Bu TRT'nin yaptığı bir dizi, belgesel değil. Sinemanın içinde de bazı unsurların olması gerekiyor. Bu sinemanın yapısında var. Müstehcenlik olacak, seks olacak, dramatik sahneler, kavga gürültü, hakaret, bağırma olacak. Sinemanın amacı para kazanmak, ticari bir proje bu çünkü ... ideolojik değil yapan para kazanmak için yapmış. Böyle bakmak lazım. (Cumhuriyet, 3 Aralık 2001)

4 Film aslında Türkiye'nin bağımsız bir cumhuriyet kurma fikrindeki ilk fay kırılmalarından birine karşılık gelmektedir. Ülke için mücadele vermiş herkese eşit mesafede durulmamış, servetin el değiştirmesi için müslümanlar kollanmıştır. "Ülkemizde Alman sempatisinin arttığı 1940'lı yıllarda hükümet zoruyla dayatılan bu Varlık Vergilerini ödeyebilmek için mallarını mülklerini alelacele ve değerlerinin çok altında satmak zorunda kalan RumErmeni azınlıkların yerini Müslüman fırsatçıvurguncuların aldığı, 'sermayenin el değiştirdiği', nice ocakların söndüğü, parçalandığı ama hep unutturulmak istenmiş bir acılı dönemi fon alarak, kanlı canlı insan manzaraları sunan ve birtakım kırık aşk hikayelerini görüntüleyen bu etkileyici film, artık kimi tabuların kırıldığını da örnekliyor"

Film, dönme Halit Bey'le karısı gayrimüslim Nora'nın yaşamı üzerine yoğunlaşırken, kontrast unsurları da içine çekerek kozmopolit bir toplumun içinden bağımsız ve çağdaş bir ulus yaratmadaki zorlukların da altını çizmektedir. Aslında Tomris Giritliğlu bir çeşit sosyolog gibi davranarak ülkemizin geçmiş bir dönemini masaya yatırırken, bugün hala daha önü alınamayan az gelişmişlik, kültürel erozyon, köyleşmiş kentler gibi pek çok engelleyici, gerici unsurun üzerinde bizi düşünmeye çağırır. Film bir bakıma yakın bir zaman sonra iktidara gelecek olan "yeter, söz milletin" sloganının da ipuçlarını vermekte, çağdaşlaşma hedefi olan bir Cumhuriyetin, gerici yaklaşımlara prim vermeye dönüşmesinin ipuçlarını içermektedir.

 Salkım Hanım Taneleri, salt anlattığı öykü açısından ya da ne anlattığı açısından öne çıkan bir film değil. Film, biçimsel açıdan da oldukça yetkin bir çalışma olarak gerçekleştirilmiş. TRT'nin görüntü yönetmenlerinden Tamer Türkali'nin başarılı görüntü yönetimi, filme önemli katkılar oluşturuyor. Müzik kullanımının öne çıktığı ses tasarımı başarılı bir şekilde oluşturulmasına karşın. özellikle diyaloglarda bazı anlaşılmayan bölümler bu başarıya gölge düşürüyor. "Edebi uyarlamalara tutkun yönetmen Tomris Giritlioğlu'nun, bu kez gerçekten 'kurşun gibi ağır' bir dönemin havasını ve atmosferini başarıyla yansıtan, canlı bir anlatım tutturarak geniş seyirci yığınlarına ulaştığı, sarsıcı bir klasik film boyutlarına eriştiği 'Salkım Hanım'ın Taneleri'nin, senaryosundan dekor mekan kullanımına... düzeyli oyunculuğuna kadar son dönem sinemamızın yüz akı niteliğindeki başarılı bir ürünü olduğu rahatlıkla ileri sürülebilir" (Sungu Çapan, Cumhuriyet G, 26.11.1999).

4 Bir toplumun uygar olup olmadığı konusundaki ölçütlerin başında, o toplumun azınlıklara karşı tutumu gelir. Farklı ırk, dil ve inançlardan da olsalar kendilerini bir ülkenin doğal vatandaşı kabul etmişlerin, çoğunlukta olan ırk ve inancın hiçbir biçimde baskısı altında olmaması esastır. Osmanlı bunu uygulamıştır: yüzyıllarca süren barış ve uyumun sırrı budur. Atatürk buna inanmıştır: yoksa "Ne mutlu Türküm diyene" yerine, "Ne mutlu Türk olana" derdi..


Peki ne olmuştur da 1940'ların Türkiye' sinde öncelikle azınlıklara yönelen ve büyük çoğunluğunun sapır sapır dökülmesine yol açan Varlık Vergisi gibi bir facia ortaya çıkmıştır? Savaş koşullarının ağırlığı? O koşullarda karaborsayla köşeyi dönen ve "birkaç ayda apartman diken" kimi azınlıktan tüccarın yüzsüzlüğü?

Gerekçeleri ne olursa olsun bir dizi facia yaşanmış, kimileri yüzyıllardır bu ülkede yaşayan vatandaşların tüm varıyoğu elinden alınmış, birçok kişi, yaşınabaşına bakılmaksızın amele gibi çalışmak üzere Aşkale'ye sürgün edilmiştir. İşte Yılmaz Karakoyunlu'nun, roman tekniği açısından çok başarılı olmasa da, büyük ilgiyle okunan romanı ve ondan, hepsini TRT adına yapa geldiği filmlerini keyifle izlediğimiz Tomris Giritlioğlu'nun çıkardığı film bu dönemi anlatıyor.

Her kargaşa döneminde olduğu gibi, bu olay da katılan insanların kişiliğini turnusol kağıdı gibi ortaya koyuyor. Varlıklı Halit Bey, onun vaktiyle kayın babasının tasallutuna uğrayarak aklını yitirmiş hasta karısı Nora, Nora'nın kardeşi namuslu ve dürüst tüccar Leon, Niğde'nin Aksaray'ından kente gelip Halit Bey'in yanında çalışan Bekir, Bekir'in hemşerisi Durmuş'un mutsuz karısı Nimet, hikayenin iyi insanları ... Bu tozkoparan fırtınasında bile insanlıklarını korumayı başaran olumlu kişilikler... Öte yanda ise çakallar var, akbabalar var. Özellikle çağdaş bir Macbeth çifti gibi karşımıza gelen, sınıf atlayıp yükselebilmek için cinayetten ihanete her şeyi yapabilecek tiynetteki Durmuş ve tam ona layık olan, Halit Bey'in gözü doymaz metresi Nefise ...

Senaryo aşamasında Etyen Mahçupyan Tamer Baran ikilisi, romanda belli değişikliklere gitmişler. Çok kişili romanda kimi kişileri tek bir karakterde toplamak, Halit Bey'in akıbetini kentten Aşkale'ye taşımak gibi olanları, bu yoğun romanı basitleştirmek ya da daha sinemasal bölümler elde etmek açısından anlaşılabilir. Ama örneğin Durmuş'u daha da "kötüleştirmek' için eklenen "han cinayetinde cesedin nasıl ortadan yok olduğu soru olarak kalıyor. Ayrıca romandaki derin ve yoğun devlet politikaları eleştirisinin, işin içine "dönmelere kooan vergi" de katılarak daha da artırılması gerekli miydi, diye sorulabilir.

Giritlioğlu, bu son derece zengin bir insan malzemesi içeren parlak hikayeyi, görkemli bir başarıyla, sinemamızda hiç görülmemiş bir dönem ve büyük aile dramına dönüştürüyor. Haydarpaşa garından Sultanhamam sokaklarına, Orient salonlarından gösterişli konağa, tüm mekan sorunlarını çok iyi çözümleyerek ... Dramatik gelişimi sürekli ayakta tutarak... Olağanüstü bir kamera ve müzik çalışmasından sonuna dek yararlanarak. ..

Film, sinemamızda görülmüş en iyi takım oyunculuğunu içeriyor. Hangi birini övmeli? Nora'yı çok az konuşmayla, hemen sadece bakışlarıyla ve varlığıyla canlandırmak zorunda kalan Hülya Avşar, Nefise’ye tüm kötücüllüğünü veren Zuhal Olcay, Nimet'te neredeyse tüm fiziğiyle değişen Derya Alabora …

Ama özellikle erkekler.. Hırsın ve kötülüğün timsali haline gelen Zafer Algöz, alçak perdeden parlak bir oyun sunan Güven Kıraç, ıstırabını soyluIuğu ardında saklamayı bilen Halit Bey'de Kamuran Usluer, zurnacıyı belleğimize yerleştiren Murat Daltaban... Ve de Leon'da gerçekten yüreğimize dokunan unutulmaz Uğur Polat. Hepsine bravo ... Hepsinden öte, bir Aşkale gecesinde, lapa lapa yağan karın altında ve yanan bir ateşin çevresinde, Yavuz Bingöl'ün, yanık Anadolu delikanlısının söylediği Sarı Gelin türküsünde birleşen farklılıklardan, farklı dinlerden tüm kamp sakinleri ...

 

Bundan böyle, "Anadolu mozaiği" kavramı kadar, müziğin ve sanatın birleştirici rolü deyince de akla gelen ilk sahnelerden biri olarak herhalde belleklerimize yerleşecek... “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 131”

 

Salkım Hanım'ın İlk Oscar başarısı

Bu yıl 71.'si düzenlenecek olan "Oscar Akademi Ödülleri"nde Türkiye'yi temsil eden "Salkım Hanım'ın Taneleri" filmi, ilk Oscar sınavından başarıyla geçti. "Salkım Hanım'ın Taneleri", tüm dünyadan 200 filmin katıldığı "Yabancı Film Oscar Aday Adaylığı" değerlendirilmesinde ilk eleme sonrası 20 film arasına girmeyi başardı. Gelişmenin sürpriz olduğunu ve böyle bir başarıyı beklemediklerini söyleyen filmin yönetmeni Tomris Giritlioğlu, "Gelişmeler gerçekten bizi son derece mutlu etti. Vizyona girdiği günden beri filmle ilgili son derece olumlu eleştiriler aldım. Salkım Hanım'ın Taneleri'nin dışarıda özellikle dünyanın en önemli sinema ödüllerini dağıtan kişiler tarafından beğenilmesi bizi çok sevindirdi" dedi.

Filmin önümüzdeki günlerde yapılacak ilk on filmin belirleneceği elemede değerlendireceğini söyleyen Giritlioğlu, ilk 20 film arasına seçildiklerini duyar duymaz oyuncularıyla telefonlaştığını ve sevinçten havalara uçtuklarını söyledi. Bu arada filmin önümüzdeki günlerde Amerika'da Oscar'dan sonra en önemli sinema ödüllerini dağıtan Golden Globe'a katılacağını ve şansının çok yüksek olduğunu söyleyen ünlü yönetmen, şunları söyledi: "Film ilk olarak Golden Globe'da ardından Oscar'da ilk 5 film arasında girmek için yarışacak. Biz de oyuncularımla birlikte Ocak ayında Amerika'ya gideceğiz. (Birsen Altuntaş 10.12.1999 Milliyet )


FİLMİ İZLE 





 

RENKLİ TÜRKÇE (1999) 


Yönetmen: Ahmet Çadırcı, Senaryo: Osman Cavcı, Görüntü Yönetmeni: Erol Civan, Müzik: Baba Zula Yapım: Galata Film/Ahmet Çadırcı, Osman Cavcı, Mehmet Celâl Nakipoğlu Sanat Yönetmeni: Mehmet Cemal, Kurgu: Ayhan Ergürsel,

Oyuncular: Nilüfer Aydan, Osman Cavcı, Akasya Asıltürkmen, Mustafa Uzunyılmaz, Erdinç Olgaçlı, Rıza Sönmez, Ercüment Balakoğlu, Ahmet Çadırcı, Turhan Duru, Ali Gül

Konu: Öğretmen olan Arif, zaman zaman seks filmleri oynatan Yıldız diğerine sinemasının yanında seks dergileri satmaktadır. Turgay tombalacı, Muhteşem ise otopark görevlisidir. Mustafa seks filmleri gösteren Yıldız sinemasında teşrifatçıdır. Sabit ise, sinemada çalışan bir garibandır. Celal sinemanın makinistidir. Patron Celal'in istediği parayı veremeyeceğini söyleyerek her şeyi Sabit'e öğretmesini ister. Sabit'in bütün yaşamı sinemada geçmiştir. Sinemada bir kaç metrekarelik küçük bir odası vardır. Turgay, Mustafa ve Arif, Sabit'in işi beceremeyeceğini düşünmektedir. Muhteşem, evi ve parası olmadığı için uykusuz olduğu zamanlarda sinema kapanıncaya kadar orada uyur. Sabit ilk kez Beyoğlu 'na film almak için gitmeden önce, Arif ve Turgay onun kaybolabileceği düşüncesiyle helalleşmek isterler. Elindeki film kutularıyla Sabit, eski bir apartmandaki film işletmecisi Şadi'nin bürosuna gelir. Sabit'in gözü büroda oturmakta olan bir kadına takılmıştır. Kadın Sabit'in kendisine takılan bakışlarından rahatsız olmuştur. Sabit sinemaya dönerken bir bara uğrayıp kendisine bira söyler. Barda oturmakta olan bir genç kız Sabit'e bakmaya başlar ve onun yanına gelerek oturur. Akademi öğrencisi olan genç kız, Sabit'e rock şarkıcısı olduğunu söyler ve ondan kendisine bir bira ısmarlamasını ister. Sabit geciktiğini söyleyerek bardan ayrılır. Sabit'i sinemanın önünde Arif, Mustafa ve Muhteşem karşılar. Sabit, Mustafa'ya Zerrin Öz'ü görmüş olabileceğini söyler. Soğuk ve yağmurlu bir gecede Turgay ve Muhteşem Sabit'e kapıyı açtırarak sinemaya sığınır. Sabit onlara yeniden Zerrin Öz'ü görmüş olabileceğini anlatır. Muhteşem, Yıldız sinemasının babasının anlattığına göre bir Ermeni vakfına ait olduğunu ve sinemanın altında tünellerin olduğundan bahseder. Sabit, Muhteşem'in anlattıklarının etkisiyle sinemanın bodrumundaki bir kuyuya fenerle bakar. Sinemada bir gösterim sırasında bir seyircinin sarkıntılık etmesiyle çıkan olay sonrasında polisler sinemaya gelerek Sabit'den porno parçaları vermesini ister. Polisler, Sabit'in seyirciye göstermediği ve kendisi için hazırladığı film parçalarından oluşan bobini alarak giderler. Sinema on beş gün kapatılmış, Sabit dışarıda kalmıştır. Sabit rockcu kızla tanıştığı bara gider ve orada karşılaştığı kızla sohbet eder. Kızın isteği üzerine Sabit, onu gizlice sinemaya sokar. Birlikte esrar içerlerken Zerrin Öz hakkında konuşurlar ve Sabit kız için bir film oynatır. Aslında eski bir yapımcı ve yönetmen olan Sacit'in bürosuna uğrayan Sabit, ona Zerrin Öz'le ilgili anılarını anlattırır ve adamın kısa bir süre oda dışında olmasını fırsat bilerek telefon defterini çalar. Zerrin Öz'e telefon açan Sabit'in karşısına daha önce Sacit'in ofisinde gördüğü kadın çıkar ve telefonu onun yüzüne kapatır. Bu arada patron para yedirerek. Yıldız sinemasını açtırmıştır. İki adam sinemayı satın almak için görmeye gelmiştir. Zerrin Öz ise Beyoğlu'nda eskiden tanıdığı Cengiz'le karşılaşmış, ona sinemaya dönmek istediğini söylemiştir. Zerrin Öz'ü yolda gören yönetmen Şefik ona yeni başlayacağı bir filmde rol teklif eder. Şefik'in yazılı senaryosu yoktur ve filmi altı günde bitirmeyi düşünmektedir. Zerrin'e küçültücü tekliflerde bulunan Şefik'i Zerrin reddeder. Öğretmen olan Arif, sinemanın kapısında öğrencileriyle karşılaşınca üzülmüştür. Bir gece sinemayı kapatmak için temizlik yapan Sabit koltukta uyuduğunu düşündüğü Muhteşem'in öldüğünü fark eder. Cenaze için Turgay çevreden para toplar. Muhteşem'in ölümünden sonra onun hırıristiyan olduğunu öğrenmişlerdir. Sabit, Sacit'ten afiş alma bahanesiyle Beyoğlu'na çıkarak Zerrin Öz'ün evine gidip çıkışını bekler ve onu takip eder. Mustafa bir gün sinemada Sabit'i çağırarak ona Zerrin Öz'ün gazetede intihar girişiminde bulunduğunu okuduğunu söyler. Eski seks yıldızı yüksek dozda uyku ilacı alarak intihar girişiminde bulunmuştur. Sabit, Zerrin Öz'ün kaldırıldığı hastaneye gittiğinde kadının taburcu olduğunu öğrenir. Zerrin Öz'ün evine giden Sabit, gizlice kadının evine girer ve evinden onun bir peruğunu alarak çıkar. Sinemaya gelen akademili kıza gizlice Zerrin'in evine girdiğini anlatır. Sacit'le birlikte yaşayan Zerrin, kahvaltı ederlerken, adamın hakaretlerine dayanamayıp onu bıçaklar. Polisler, Sacit cinayetini soruşturmaya başlarlar. Şüpheler Sabit'in üzerine yoğunlaşmıştır. Sabit ise ortadan kaybolan Zerrin'i aramaya başlamıştır. Cinayetin gazetelerde yazılmasıyla ortaya çıkan Zerrin'i polisler sorguya çekerler. Sorgu sırasında Zerrin, Sacit'in gay kulüplerine gittiğini öğrenir. Zerrin sorgusu sırasında yıllar önce gençken Şefkatli İrfan denilen bir komiser tarafından aşağılanarak çekildiği sorguyu anımsar. Bu arada Sabit'in patronu cinayeti öğrenmiştir. Sabit, Zerrin'e telefon ederek ona yardımcı olmak istediğini söyler ve kadına sinemada randevu verir. Sacit sinemaya gelen Zerrin'e yardım etmek istediğini ve sinemanın altındaki tünelde saklanabileceklerini söyler. “Prof.Dr.Alim Şerif Onaran/Doç.Dr.Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 234”

 Ödül

37. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde (2000)

►Nilüfer Aydan “en iyi yardımcı kadın oyuncu”

 

& Doksanlı yılların Türk sinemasının en önemli artılarından biri, film yapmanın tüm zorluklarına karşın, ortaya çıkan yeni yönetmenlerin, anlatmak istedikleri öyküleri her şeye karşın anlatan sanatçı adaylarının sayısındaki artıştı. Bu yönetmenlerin hemen hepsi de neredeyse "bağımsız" kategorisi içinde filmlerini gerçekleştiriyorlar. Bağımsız sinema yapan yönetmenlerin ortak özelliği hem filmlerinin yapımcılığını üstlenmeleri, hem de Yeşilçam dönemindeki gibi sümetedarik koşullardan yılmadan, bu koşullarda film çekmeleri. Bu zincire eklenen halkalardan biri ise, yönetmen Ahmet Çadırcı'nın ilk uzun metrajlı filmi olan RenkliTürkçe. Film, eski bir seks filmi oyuncusunun yaşlılığında yaşadığı hazin olayları ve ona tutkun ve biraz akıl yoksunu bir sinema makinistinin üzerine yoğunlaşıyor. Bu çerçevenin içinde ise, toplumumuzda lümpen olarak tanımladığımız insanların küçük dünyaları, cinsel açlığın pençesinde hala daha yıllar önceden kalma seks filmlerinden medet uman erkeklerin hali vb. gibi olgularda filmden yansıyan diğer ayrıntıları oluşturuyor.

Renkli Türkçe, içinde yaşadığı dünyanın etkisiyle seks filmlerini yaşamının odağına koyan bir gençle, aslında biraz cahillik biraz da çaresizlikten bu filmlerde oynamış bir artist eskisinin iç dünyalarını analiz etmeyi hedeflemiş gibi görünüyor. Ama ne yazık ki bu irdeleme de bir başarı tutturamıyor. Sabit, aslında Türk sinemasının şekillendiği ortamda sıklıkla rastlanabilecek tiplerden biri. Bunların çoğunluğu 'hayatım roman' söylemini yaşam felsefesi yapsa da, aslında Çadırcı doğru bir yaklaşımla Sabit' i bize naif ve daha erdemli bir tip olarak sunuyor. Fakat buna karşın Sabit'in bu dünyaya meyli, Zerrin Öz'e olan tutkusu yeterince temellendirilmiyor. Onun yaşamı da, zaman zaman mastürbasyon yapması, küçük odasında bolca sigara içmesi, tutkun olduğu kadını gözetlemesi ve film almaya gitmekten oluşuyor. Aslında bu dünyanın açılmasına akademili genç kız biraz hizmet edermiş gibi görünse de, filmde ne işe yaradığı anlaşılmayan bir figür olarak duruyor. Aslında Ahmet Çadırcı, iyi niyetli bir çalışmayla, toplumsal yaşamımızdaki defoları eleştirmek isterken, çoğu zaman şablonlardan kaçınamamış. Örneğin; akademili kızın zorunluymuş gibi aşırı harbi olması, esrar ve içki içmeye yatkın ve her türlü ilişkiye açık görünmesi gibi. Ayrıca Sabit'in aklını karıştıran, onun yaşama ilişkin görüşlerine katkıda bulunan Muhteşem'in de, yalınkat geçilmesi gibi.

Çadırcı bir dönemin gerçeği olan seks filmleri olgusuna yaklaşırken, doğru bir tavır izlediği duygusunu vermesine karşın, günümüzdeki değişimin "entel" filmlerini ortaya çıkardığını ve salt geçerli moda oymuş gibi lanse ederek, ortaya koymaya çalıştığı olumlu tavrı zora sokuyor. "RenkliTürkçe, Hollywood gibi olmaya öykünen, yapay gündemden beslenip komedilerle seyirciyi cezbetmeyi hedefleyen yerli sinemadaki yeni akım içinde belli bir tavrı, duruşu olan, önemli bir film. Bunun dışında, fazla incelemeden köşeye atılmış Türkiye gerçekIerinden birine, 197480 arası topluma damgasını vurmuş seks filmleri furyasına da ilginç göndermeleri, açılımları var Renkli  Türkçe'nin" (Canbazoğlu, Cumhuriyet, 26.01.2001). “Prof.Dr.Alim Şerif Onaran/Doç.Dr.Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf,235


 

MAYIS SIKINTISI (1999)


Senaryo ve Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan, Görüntü Yönetmeni: Nuri Bilge Ceylan, Müzik: Johan Sabastian Bach, Haendel, Shubert Kurgu: Nuri Bilge Ceylan,Yapım: NBC/Nuri Bilge Ceylan

Oyuncular: Mehmet Emin Ceylan, Fatma Ceylan, Muzaffer Özdemir, M. Emin Toprak, Sadık İncesu, Muhammed Zımboğlu, Nihat Çakmak

Konu: Kentin işlek caddelerinden birinde, bir dükkanın önünde sigarasını içmekte olan bir genç, karşı kaldırımdaki postacıya doğru koşar. Saffet isimli genç bir kahveye oturup içinde üniversite sınavlarının sonucu olan zarfı açar. Yüz ifadesinden neticenin olumlu olmadığı anlaşılır. Sıkıntılı bir ifadeyle çevresini izlemeye başlar. Sinemayla uğraşan Muzaffer, babası Emin'i ziyarete gelir. Yaşlı adam evin içinde ufak tefek değişiklikler yapmıştır. Muzaffer 'in elindeki kamera babasının dikkatini çeker ve ona filmlerin bu kamerayla çekilip çekilmediğini sorar. Yanında duran küçük handycam video kamerayı, Muzaffer deneme çekimleri için kullandıklarını söyler. Bu arada eve annesi ve dayısının oğlu Ali gelmiştir. Annesi küçük çocuğa bir şeyler vermek için onu kapıda bekletmektedir. Emin 'in babasının oturduğu kasabanın yakınında ağaçlıklı bir arazisi vardır. Yaşlı adam devletin ağaçlarını kesme ve arazisinin bir kısmını alma olasılığından dolayı huzursuzdur. Muzaffer'e annesi, ne tür bir film çekmek istediğini soorar. Muzaffer ve babası araziye giderler. Muzaffer babasına arazinin devletin olduğunu ve ona bırakmayacağını söyler. Muzaffer ağaçların altında uzanarak otururken babası arazide çalışmaya başlamıştır. Yaşlı adam ibadet edercesine ağaçları ilaçlamakta, otları kesmektedir. Muzaffer babasına yardım etmek ister ama beceriksizliğinden dolayı bir odunu kesmekte bile zorlanır. Bu arada Muzaffer, elindeki kamerayla çekim yapmaktadır. Babası Muzaffer'e filmlerin bu küçük kamerayla mı çekildiğini sorar. Babası yıllardır ağaçları kesmeye gelecek kadastrocuları beklemektedir. Yaşlı adam çevredeki ağaçların çoğunu 20 yıl kadar önce ekmiş ve büyütmüştür. Bu süreçte ağaçlıklı arazisinde bir ev de yapmıştır. Muzaffer babasına durumu ispatlamasının zor olduğunu ve niye bu kadar uğraştığını anlayamadığını, ölse buraların kime kalacağının bile belirsiz olduğunu söyler. Babası yaşadıkları ülkenin Türkiye olduğunu ve birinin gelip her şeyi bir anda ters yüz edebileceğini, bu yüzden kadastrocuların gelip ağaçları boyamadan önce ağaçların başında olmasının önem taşıdığını söyler. Babasının önem verdiği şeyler, Muzaffer'in ilgisini çekmemektedir.

Muzaffer, üniversiteyi kazanamayan Saffet'in çalıştığı fabrikaya gelerek onunla sohbet ederken, diğer yanından da gizlice çekim yapmaktadır. Saffet'e film işi gerçekleşirse işten ayrılıp ayrılamayacağını sorar. Saffet'in cevabı olumludur. Saffet'in, Muzaffer'in kamerasının yanan ışığı ve dönmekte olan kaseti kafasına takılmıştır. Saffet, Muzaffer'e kendisini İstanbul'a aldırıp aldıramayacağını sorar. Saffet'in amacı bulunduğu yerden kurtulmak, bir çıkış yolu bulmaktır. Muzaffer kasabadaki okulda bir derse girip, ders sırasında çekimler yapar. Evin bahçesindeki salıncakta oturmakta olan Muzaffer, okuldan dönen küçük Ali'yi yanına çağırarak onunla sohbet eder. Ona bir patikada yürümekte olan kaplumbağayı gösterir. Kaplumbağayı çayırda bir yere koyan Muzaffer, Ali ve kaplumbağanın çekimlerini yapar. Muzaffer, Ali'ye uzun uzun ağlama taklidi yaptırır. Bu arada küçük çocukta Muzaffer ile kaplumbağayı kamera ile çeker. Uyuyakalan Muzaffer ile Ali yağmurun bastırmasıyla koşarak eve dönerler. Muzaffer, Saffet ile mekan araştırmasına çıkmıştır. Bir gurup evin olduğu bir yere gelerek, bir kadına Veli dayının evini sorar ve kadına kendilerini cinayet masasından gelen polisler olarak tanıtır. Kadının gösterdikleri eve girerek yatmakta olan yaşlı Veli dayıyla dışarı çıkarak sohbet ederler. Muzaffer, Veli dayıdan çektiği film için bir iki şey yapmasını ister. Veli dayı Saffet'in okumata olduğu senaryodaki sözleri tekrarlayacaktır. Senaryo, savaş sırasında yiyecek aramak için köylere gelen insanlarla ilgili görünmektedir. Muzaffer çekeceği filmde annesini ve babasını da oynatmak ister, fakat annesi oynamak istemez. Muzaffer onlara geçmişte çektiği aile hatırası olan filmleri gösterir, Annesi zamanın çabuk geçtiğini ve yaşlandıklarını söyler. Muzaffer İstanbul'a dönmüştür. Küçük Ali bir saatçi dükkanından babasına sormak için ödünç müzikli saat alır. Saffet evine gelmiş yemek yerken kendisini arayan olup olmadığını sorar. Saffet fabrikadaki işini bırakmıştır. Annesi işten çıktı diye Saffet'e söylenmekte, babası ise Saffet'in fabrikadan ayrılmasına ve filmde oynamak istemesine sinirlenmektedir. Bu arada Emin telaşla kasabada dolaşmakta ve dostlarının gelip gelmediğini soruşturmaktadır. Diğer yandan ulusal bayramdan dolayı kasabada törenler düzenlenmektedir. Yaşlı bir kadının yolu üzerindeki bir eve bırakması için verdiği domates sepetini götürürken Ali, cebindeki yumurtayı kırar. Sinirlenen küçük çocuk domates sepetini tekmeleyerek araziye döker ve yakındaki bir kümesten yumurta çalar. Emin evde daktiloda bir şeyler yazarken Muzaffer, Sadık isimli bir arkadaşıyla birlikte film malzemeleriyle gelir. Muzaffer iç mekan çekimlerini amcasının evinde yapmayı düşünmektedir. Mekan onlar için egzotik özellikleri açısından önem taşımaktadır. Evde bir bebek dışında kimse bulamazlar. Bebek ağlamaya başlayınca evden ayrılırlar. Muzaffer anne babası ve Sadık’la mekan araştırması için Çanakkale'ye gider.

Muzaffer çekimlere başlamıştır ve babasının planlarını çekmektedir. Filmde annesi, babası, küçük Ali ve Saffet gibi bütün tanıdıkları oynamakta ve çalışmaktadır. Muzaffer babası hata yaptıkça sinirlenir ve sürekli para kaybettiğini söyler. Bu arada teksti istediği gibi okuyamayan Saffet'e de kızar, Yaşlı adam rolünü yapmaya çalışırken gözü ağaçlardaki işaretlere takılır. Seti unutarak ağaçları kontrol etmeye gider. Emin'in yaşamının 50 yılını verdiği ağaçlara kafası takılmıştır. Muzaffer'e kendisini Çanakkale'ye götürdüğü için kızar. Bu arada küçük Ali'nin dikkatini film ekibinden Sadık'ın, müzik çalan çakmağı çekmiştir. Kısa bir aradan sonra yeniden filmi çekmeye başlamışlardır. Şafağı beklemek için filme ara verdiklerinde Saffet onlara İstanbul' da nasıl geçinildiği ve kazanç durumu hakkında sorular sorar. Muzaffer Saffet'e, İstanbul' a gelmeyip kasabada kalmasının kendisi için daha iyi olacağını söyler. Şafakla birlikte paydos edip dönerler. Emin gelmeyip çevreyi düzenler, yakılan ateşi söndürür. Bir ağacın yamacında otururken uykusuzluktan sızdığında güneş doğmaktadır. “Prof.Dr.Alim Şerif Onaran/Doç.Dr.Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf,207”

 

ÖDÜL:

36. Antalya Altın Portakal Film Festiivali'nde (1999)

► "en iyi 2. film",

► "en iyi yönetmen"

► "en iyi laboratuar çalışması"

SİYAD (Sinema Yazarları Derneği)nin (19981999) seçiminde;

► "en iyi film"

► "en iyi yönetmen" N. Bilge Ceylan

► "En İyi Laboratuar" (Fono Film)

12. Ankara Uluslararası Film Festivali'nde (2000)

► "en iyi film

(Jüri üyeleri: Yeşim Ustaoğlu, Çetin Öner, Necmettin Karaerkek, Seçil Büker, Sevin Okyay)

 Uluslararası İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma'da (2000)

► "en iyi film"

(Jüri Üyeleri: Yavuz Turgul, Gülşen Bubikoğlu, Ünsal Oskay, Tunca Arslan, Piera Pitiot)

Uluslararası Yarışmada "en iyi film" ve Altın Lale",Uluslararası Sinema yazarlarının "Fipresci" seçiiminde, "en iyi film"

Brüksel Mediterannen Film Festivali'nde (2000)

►"en iyi film"

İskenderiye Film Festivali'nde (2000)

►"en iyi 2. film",

►"en iyi kurgu" (Nuri Bilge Ceylan)

► M. Emin Toprak "en iyi erkek oyuncu"

 "Jüri Özel Ödülü";

4. Bangkok Uluslararası Film Festivali'nde (2001)

► "en iyi senaryo" (Nuri Bilge Ceylan)

Arjantin Uluslararası Film Festivaali'nde (2001)

► "en iyi yönetmen"

Bergamo Uluslararası Film Festivali'nde (2001)

► "Sillver Rosa Camuna" ödülü.

Fajr Film Festivali (2001)

►Jüri Özel Ödülü";

Beyrut Film Festivali (2001)

► "En İyi Yönetmen";

Mayorka Film Festivali (2001)

► "Jüri Özel Ödülü".

Buenos Aires Uluslararası Film Festivali (2001)

►"En İyi Yönetmen",

 

& Nuri Bilge Ceylan, Türk sineması içinde uzun bir geçmişi olmamasına karşın çekmiş olduğu üç uzun metrajlı filmle sadece ülkemizde değil, aynı zamanda uluslararası düzeyde de tanınan önemli bir isim haline geldi. Bunun kanıtı ise Nuri Bilge'nin son filmi Uzak'ın, 56. Cannes Film Festivali'nde elde ettiği başarıydı. Ceylan'ın ilk filmi Kasaba, vizyona girdiğinde önemi fark edilse bile, sanatçının fotoğraf sanatçılığı geçmişinden dolayı, daha çok arka arkaya diziImiş fotoğraflar olduğu yönünde eleştirilere maruz kalmıştı. Kendisine özgü sinemasal anlayışının ilk ipuçlarını ortaya koyan "Kasaba" hakkındaki bu eleştiriler, aslında tümüyle haksız da sayılmazdı. Ceylan'ın ilk filmi olmasına karşın Kasaba'daki üslupcu tavrı, özellikle filmin ilk yarısında anlatımı zora sokarken, filmin ikinci yarısı önemli bir sinema adamının yapıtının karşısında olduğunuz duygusunu veriyordu.

Nuri Bilge Ceylan, ikinci filmi "Mayıs Sıkıntısı"yla hem kendi sinematografik anlatımını olgunlaştırıyor, hem de şu ana kadar yaptığı son ve bize göre en iyi filmi olan Uzak'ın ipuçlarını veriyordu. Bağımsız, minimalist yaklaşımıyla bir belgesel film çekercesine dokuduğu Mayıs Sıkıntısı, ne yazık ki vizyona girdiği dönemde iyi bir gişe başarısı yakalayamaıştı. Şüphesiz bunun çok boyuttlu nedenleri var. Her ne kadar sinemacının görevi aynı zamanda büyük yönetmen Bitchcook'un dediği gibi "perdenin önünde boş duran koltukları doldurmak" olsa da, bir film yapmak salt boş koltukları doldurmaya indirgenemeyecek kadar önemli bir olgu. Ülkemizde okumaya, felsefeye de yeterince ilgi duyulmadığı için, belki de Ceylan'ın filmleri iyi gişe yapmıyor. çünkü Ceylan, sinemasıyla, bir bakıma görüntülerle düşünen bir filozof gibi hareket ediyor, yaşamın ritmini, sıradan insanın yaşamını, dramını son derece başarılı bir şekilde dokuyarak bize iletiyor. Bilinmeyene özenme, büyük kentin sorunları, yaşama problemlerini, minimalist bir bakış açısıyla, insanın yalnızlığını ve çaresizliğini bu denli başarılı, yalın bir şekilde Mayıs Sıkıntısı dışında çok az film yansıtabilmiştir. Nuri Bilge, Mayıs Sıkıntısı'nda bir bakıma umutsuzluğun resmini yapıyor. ama bunu yaparken didaktizme, ahkam kesmeye düşmeden bu zor işin altından başarıyla kalkıyor. Yönetmen filmi hakkında "Başrolün bir yönetmen olması filme kişiseIlik kattı, ...

 

 Yönetmenin olumsuz taraflarını ortaya çıkarttık. Yönetmenlik insana bir şeyler getirdiği gibi götürüyor da. İnsanı bencilleştiriyor. Sinema ile uğraşan herkeste bu var. Sinemacı, ressam, müzisyen gibi kendi başına üretim yapmıyor. Sentetik ilişkiler içinde buluyor kendini. Bir hedefe kilitlenip amacına uygun hareket ediyor" (Taşçıyan, Milliyet Kültür Sanat, 05.07.1999), diyerek Mayıs Sıkıntısı'nın üretim sürecinin ipuçlarını vermiş. Diğer yandan, Ceylan'ın başarısının altında insan psikolojisini tahlil etmedeki becerisi yatıyor. Özellikle küçük Ali'nin çocuksu istek ve duygularını yansıtmadaki başarısı görülmeye değer. Film, ülkemizdeki toplumsal ve sosyolojik değişimleri, satır aralarından okumamıza olanak sağlıyor. Bunu yaparken de tıpkı hayatı yaşarken ve seyrederken hissedebileceğimiz duyguları, empati yaratarak yapıyor. Son derece yaşamın kendisi gibi hareket ediyor ve aynı zamanda film içinde film çekerek bize bir filmin karşısında olduğumuzu anımsatıyor. Seyrettiğimiz karakterlerle özdeşleşmek yerine, onun dramıyla özdeşleşiyoruz. Sosyolojik olaylar bağlamında yaşanmakta olan değişimin ipuçlarını, özgürlük yanılsamasını vb. olguları imbikten süzüyoruz. Nuri Bilge'nin filmini izledikten sonra aslında bir başkalaşmaya uğrayarak sinema sanatının böyle bir şey olması gerektiğini düşünerek sinemadan ayrılıyoruz. Nuri Bilge bize yaşamın dönüşümlerini, kuşak farklılıklarını öyle ustaca yansıtıyor ki; örneğin babası ulaşım aracı olarak bisiklete binerken oğlu her yere arabayla gidiyor. Yaşlı adam yaşına karşın sürekli çalışıp, idealleri için mücadele ederken, oğlunda bir boşvermişlik, tembellik, umutsuzluk ve inançsızlık dikkati çekiyor. Bu tarz yansıtmalar bile yaşadığımız toplumda amaçlanan süreçlerle mevcut yapı arasında oluşan zihniyet ve yaşam tarzı farklarını çözümlememize, anlamamıza son derece ekonomik bir anlatım şekliyle katkıda bulunuyor. "Gerçekle kurmacayı kaynaştırıp birebir 'film içinde film' öyküsüyle örtüştürerek, çoğunlukla doğaçlamayı yeğleyerek, alabildiğine dingin, yalın, yer yer naif ve sıcak bir anlatım tutturan, safbelgesel sinemanın lezzetini duyumsatan N.B.Ceylan, standart klişelerin çok üstüne çıkan, hayatın ritmini yakalayan, seyircinin bakışını zenginleştiren... 2 saat süresince kimi çelişkilerin üstüne üstüne gidip (insandoğa, taşrakent, vb.) özel mülkiyeti çatışmasına değinerek 'paylaşılmayan sevgilere, unutulmuş geçmişe' yöneliyor ve bunları, alabildiğine saf  doğal olanın tadına sahip, lirik, içten, duru ve bütünüyle kişisel, özgün bir sinemayla gerçekleştiriyor" (Sungu Çapan, Cumhuriyet, 10.12.1999). “Prof.Dr.Alim Şerif Onaran/Doç.Dr.Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 209”

4 Mayıs Sıkıntısı, yönetmenin diğer filmleri gibi taşrada geçiyor. Bu bağlamda bir pastoral sinematografiden söz edilebilir. Ceylan, peyzajı olduğu gibi değerlendirmeyi beceriyor. Bu filmin renkli olması söz konusu doğallığı bir kat daha arttırmış. Ceylan, dev ağaçlar, rengarenk çiçeklerle dolu idil manzaralar, gün doğumları gün batımları seçmek yerine mekanı kullanıyor. Meşe yapraklarının rüzgarda salınışı, otların dalgalanışı, bir kaplumbağa gibi zarif ayrıntılardan, doğal ışıktan ve seslerden en iyi biçimde yararlanıyor. Böylece hem izleyiciyi içine alan hem gerçeği yansıtan bir atmosfer yaratıyor. Doğainsan ilişkisi ise Ceylan'ın çok sevdiği ve filmini Çehov'un yapıtlarındaki gibi. (Alin Taşçıyan, Milliyet G., 10 Aralık 1999)

4Börtü böcekle, hışırdayan yapraklar, sallanan otlar, ateşe atılan odunlar, közlenen mısırlar, cepte taşınan yumurtalar, son moda saatler, yuvarlanan domatesler, fısıldayan rüzgar ve kaplumbağalarla da sıkı ilişki var kuşkusuz. Tarkovski'nin dinginliğine ve derinliğine, Sokurov'un hüzün ve acısına, Manoel De Oliveeira 'nın anıları ve arayışına, Abbas Kiarostami'nin gerçekçiliğine ve sıcak samimiyetine denk düşerek, sonsuz yaşam sevinci, neşesi ve mizahıyla gönlümüzde çok ayrı yer edien Mayıs Sıkıntısı, içerdiği benzersiz oyunculuk gücüyle de hayranlık uyandırıyor (Tunca Arslan, Radikal G., 14 Aralık 1999)

4 Mayıs Sıkıntısı, yönetmen Muzaffer'in memleketi Yenice'ye gelerek filmi için el kamerası ile deneme çekimleri yapmasını ve filmini çekmeye başlamasını anlatmaktadır. Kasaba'nın aksine dramatik kurgusu daha sağlam olan bir filmdir. Bir anlamda da yönetmenin Kasaba'yı çevirmeye başlamadan önce yaşadıklarının anlatımıdır. Bunu kasabanın mekanlarında yaptığı çekimlerden ve babanın tarladaki çekiminin kasabadaki sahneye benzemesinden anlamaktayız. Bu yönüyle Nuri Bilge Ceylan'ın otobiyografik bir çalışmasıdır. Muzaffer, doğduğu kasabasına film çevirmek amacı ile gelen bir yönetmendir. Nuri Bilge Ceylan'ın yaptığı gibi kendi yakın çevresini kullanarak filmini çekecektir. Muzaffer, filminin peşindeyken kasabadaki durağan hayat içerisindeki öyküleri görürüz. Bunlar onun için önemli şeyler değildir. Bir noktada bencil bir karakterdir. Babasının tarlasının tapusu için verdiği hukuk mücadelesi, Saffet'in İstanbul'a gitmek için ona bağladığı ümit, Ali'nin kırmadan taşımaya çalıştığı yumurta filmini çevirmesini engellemediği sürece çok umurunda olmayan şeylerdir.

 

Film, amatör oyuncu yönetimindeki başarısı, diyaloglarındaki gerçekçilik görüntü düzenlemesi ve uzun planlarındaki dinginlik ile dikkati çekmektedir. Çok yavaş ilerleyen film, kasabanın durağan hayatını yansıtmaktadır. Küçük insanların, sıradan yaşamları anlatılırken; kötü yanlardan ziyade günlük hayatın yansıtılması tercih edilmiştir. Filmde bir mesaj kaygısı yoktur. Yaşamın tüm olağanlığıyla yansıtılması vardır. Öykü anlatılırken küçük anlardaki gülümseten sahnelerle bu duygu daha da sağlamlaştırılmaktadır. Filmdeki gerçeklik öyküdeki ve oyunculardaki gerçeklik yanında ses ile de sağlanmaktadır. Kasabada itici ve yapay gelen dublajın yerine karakterlerin kendilerini konuşmaları gelince gerçekçilik daha çok sağlanmıştır. Filmin kahramanlarının gerçek olmadıkları konusunda en küçük bir kuşku doğmamaktadır. Oğlunun hatırı için filmde oynamayı kabullenen anne, yıllarca emek verdiği tarlayı kaybetmemek için mücadele eden baba, kasabadaki hayattan sıkılmış son kaçış ümidi olan üniversite sınavını kazanamaması ile hayal kırıklığına uğramış Saffet ve cebinde bir yumurta ile 40 gün dolaşan Ali. Hepsi de sessiz akan hayatın içinde kendi öykülerini yaşayan karakterlerdir. Dışarıdan bu hayata giriş yapan Muzaffer, bu insanları filminde kullanmaktan başka birşey düşünmeyen bencil ve pragmatik kentliyi temsil etmektedir. Araları sıcak olsa da, ilişkilerinde birbirlerini düşünseler de amaçları doğrultusunda hareket eden insanlardır hepsi. Baba için filmde oynamak önemli değildir. Tarlasından başka bir şey düşünmez. Saffet, İstanbul' a götürecek ümidi ile işini bırakarak Muzaffer' in peşine takılır, Ali yumurtası kırılınca yerine başka bir yumurta koyar. Sadık'ın çakmağını beğendiğinde ödülü konusundaki fikrini değiştirir. Ancak Sadık ona çakmağı hediye edince bu sefer tekrar fikrini değiştirerek okula geç kalmaması için saate ihtiyacı olduğunu söyler. Daha önce Muzaffer yumurtayı kaynatmasını söylediğinde "hilelik olur" diyerek reddetmişken; hile yapmayı öğrenmeye başlamıştır. Film, erkek karakterlerin sorunlarına odaklı olarak ilerlemektedir. Tarlada geçen son sahnede Ali ve Muzaffer'in amaçlarına ulaştıklarını görmekteyiz. Saffet ve baba Emin ise kendi sorunları ile kalmışlardır. Muzaffer, Saffet'in İstanbul'a gelmesinin doğru bir fikir olmadığı kanısında olduğunu söyler. Oysa daha önce orada iş bulacağına dair söz vermiştir. Şehirde Saffet'in başına yük olmasını istememektedir. Bu Saffet için beklemediği bir şeydir. “Nigar Pösteki, “Yönetmen Sineması” syf,126”

&  N.B.Ceylan'ın ikinci uzun metraj filmi olan "Mayıs Sıkıntısı"nda, gene sahici bir oyuncu kadrosu ve kasaba insanından doğalcı, gerçekçi görüntülerle, gündelik hayatın kendine özgü akışını yakalama çabasıyla, ilk filmine göre daha sade bir üslup kullandı.

Son dönemde İran sinemasında gördüğümüz, doğalcı, neredeyse belgeselci bir yaklaşımla hayata bakan bir sinemaydı "Mayıs Sıkıntısı"…

Yönetmenin kendi arka bahçesine dönüp, memleketi ve ailesinin yaşadığı, Çanakkale'nin Yenice kasabasındaki yaşamı, belgeselmişcesine kaydetmeye çalışması, ailesine verdiği başrollerle, onların gerçek hayattaki varoluşlarına ulaşma çabasıyla" sinemada gerçekçi ve doğalcılığın izini sürmeye çalışan bir filmdi "Mayıs Sıkıntısı".

Ceylan, bu filmde bir "film içindeki film" öyküsüyle, filmsel dünya ile gerçek dünya arasındaki farklılık sorunsalı üzerinde yoğunlaşarak, hem film çekme eylemini etik ve estetik bağlamda tartışıyor, hem de gerçeklik arayışının peşinde kasabadan belgeselci insan manzaralarını filmin ana maddesi haline getiriyordu. Ceylan, "Kasaba"nın içinden geçerek, ilk filminin çekim sürecini "Mayıs Sıkıntısı"nın içinde bir anlamda irdeliyordu. Siyah beyaz ve dublajlı çekilen "Kasaba"nın aksine, renkli ve sesli çekilen "Mayıs Sıkıntısı"nın kahramanları bu kez gerçek hayattaki kimliklerine daha yakındı.

Doğanın kendisi, yine ilk filmde olduğu gibi filmin kahramanlarından biriydi ve kasabadaki doğayla iç içe hayatın akışına bakış, gerçek zamanı yakalama çabası bu filmin de temel karakteristiklerinden olmaya devam ediyordu. Kasaba'daki, N.B.Ceylan'ın çocukluk yıllarına denk düştüğü anlaşılan geçmiş zamanın aksine bu film şimdiki zamanı geçiyordu..

Oğullarının hatırına, filmde oynamayı kabullenen, dingin, içe dönük bir haya olan anne; 50 yıl önce diktiği ağaçlara devletin el koymasına karşı mücadele eden bir baba; müzikli saat özlemiyle kırk gün bir yumurtayı cebinde taşımayı göze alan küçük ilkokul öğrencisi Ali; filmin başında üniversiteyi kazanamadığını öğrendiğimiz kasabadaki bir fabrikada çalışan, yönetmen Muzaffer'in İstanbul'da iş bulma vaadine kapılıp hayaller kuran Saffet; "Mayıs Sıkıntısı"nın kahramanlarıydı.

"Mayıs Sıkıntısı"nın şehirli aydını Muzaffer ise daha çok bu dünyayı "kullanmak" için orada olan, babasının elli yıllık emeğinin peşinden sürüklenmesini, annesinin filmde oynamaktaki isteksizliğini Saffet'in İstanbul'da bir iş bulabilme hayalini, film çekimi süresince "kullanan", daha çok çekeceği film üzerine yoğunlaşan, kaç paralık film harcandığının hesabında, bencil bir karakterdi.Nitekim filmin sonunda, Saffet'e duyduğu ihtiyaç bitince ,ona iş bulana kadar evinde kalabileceğine ilişkin verdiği sözü geri alıyor ve mücadelesini kaybeden babasını da öylece bırakarak kendi yoluna gidiyordu. Ceylan ikinci filminde, yönetmenlik mesleğine de eleştirel bakarak , film çekme sürecinin insanları kullanması olgusu üzerine de gidiyordu. "Mayıs Sıkıntısı", Anton Çehov'a yapılan ithafla sona eriyordu. Anton Çehov'dan esinlenildiği anlaşılan "kasaba atmosferi" ve "kasabada sıkışan insan " teması, bu filmde, özellikle Saffet karakterinde cisimleşiyordu.

Filmleri birbiri içinden doğan Ceylan, kendi arka bahçesini irdelerken' "Derin Türkiye"nin görünmeyen öykülerini, insan varoluşlarını, doğayı, kasaba yaşamını, yerel dili sinemaya taşıdı… "Kasaba"dan "Uzak"a süren bu yolculuk, sadeleşerek derinleşen, Siyah beyazdan renkliye, çoklu anlatıdan daha doğalcı ,gerçekçi minimalist bir dile doğru evirilen bir sinema serüveniydi. (Necla Algan “Antrakt Sinema Dergisi Aralık 2003Ocak 2004 Sayı: 7576)

4Sinemamızda bir Nuri Bilge Ceylan kurumu oluştuğunu müjdelerim. Ceylan üç filmi "Koza", "Kasaba" ve "Mayıs Sıkıntısı" ile kendine çok özel bir yer edindi. "Mayıs Sıkıntısı" hem bu yıl üretilen birbirinden başarılı Türk filmleri hem de Türk sinemasının en iyi filmleri arasında favorim. Kıyas ölçü değildir, elbette ama "Mayıs Sıkıntısı"nın Abbas Kiarostami'nin "Arkadaşımın Evi Nerede" adlı filmiyle eşdeğer olduğunu söylersem, festivalci sinemaseverler yazıyı okumayı bırakıp filmin seanslarını gösteren ilanı aramaya başlayacaklardır!

Ceylan'ın çok kişisel bir biçemi var. Çalışma tarzı daha da kişisel. Kendisinin ya da kız kardeşinin kaleminden çıkma aile öykülerini, birkaç arkadaşından oluşan ekiple, yine aile üyeleri, dostları ve komşularından oluşan amatör bir kadroyla, kamerayı kendi kullanarak çekiyor. Fotoğrafçılık yaptığı yıllarda da belirgin olan özgün görselliğini sinemada hareketlendiriyor. Filmlerinin müzik yönetimini dahi kendisi üstleniyor. Oyuncu yönetimindeki başarısı ise olağanüstü! Yönetmenin anne ve babası, kuzeni, arkadaşı ve minik Muhammed Zımbaoğlu profesyonellere taş çıkartıyor.

"Mayıs Sıkıntısı", yönetmenin diğer filmleri gibi taşrada geçiyor. Bu bağlamda bir pastoral sinematografiden söz edilebilir. Ceylan, peyzajı olduğu gibi değerlendirmeyi beceriyor. Bu filmin renkli olması söz konusu doğallığı bir kat daha arttırmış. Ceylan, dev ağaçlar, rengarenk çiçeklerle dolu idil gibi manzaralar, gündoğumları  günbatımları seçmek yerine mekanı iyi kullanıyor. Meşe yapraklarının rüzgarda salınışı, otların dalgalanışı, bir kaplumbağa gibi zarif ayrıntılardan, doğal ışıktan ve seslerden en iyi biçimde yararlanıyor. Böylece izleyiciyi içine alan bir atmosfer yaratıyor.

Doğa  insan ilişkisi ise Ceylan'ın çok sevdiği ve filmini adadığı Anton Çehov'un yapıtlarındaki gibi. Doğanın huzurlu kucağında kente özgü sıkıntılar çeken kasabalılar, onlarla ve doğayla ancak dolaylı bir ilişki kurabilen kentliler tatlı  sert bir eleştiriye tutuluyor. "Mayıs Sıkıntısı"nda doğup büyüdüğü, ailesinin yaşadığı kasabaya gelip film çeken yönetmen Ceylan'ın alter ego'su. "Kasaba"da deli rolünde izlediğimiz Muzaffer Özdemir, babasının yaşamını adadığı orman arazisinin tapusunu almak için gösterdiği çabasına, üniversiteyi kazanamayıp zor zar iş bulan kuzeninin büyük kente gitme özlemine duyarsız kalan bir yönetmeni canlandırıyor.

Sinemada hep olumlu sonuç veren film içinde film esprisi "Mayıs Sıkıntısı"nda da mükemmel işliyor. Filmin çekim hazırlıkları ve çekim süreci ince bir mizahla ele alınıyor. Bir yanda gündelik yaşamını sürdüren kişilikler bir yanda gözü filmden başka bir şey görmeyen gurbetteki oğul! Her karakterin kendince bir sıkıntı çektiği bu film, iç içe geçmiş yan öyküleriyle varsıl bir senaryoya sahip. Yerinde espriler ve duygusal yaklaşımlarla beslenerek akıyor. Öyle ki izlerken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Sıkıntının yerini üzerinize çiy taneleri yağmış gibi sabah bir keyfi alıyor... (Milliyet 10.12.1999)

4 Amerikan sinemasının çok parlak, cilalı ve kusursuz ambalajlanmış yapımlarına karşı çeşitli ulusal sinemalardan alternatif sesler çıkııyor. Belki cılız, ama kişilikli ve önemli sesler. Son zamanlarda dünyada sayısız ödül toplayan İran sineması ve onun çağdaş efsanesi Abbas Kiarostami filmleri gibi ... Mayıs Sıkıntısı'nı izlerken Abbas'ın sinemasını anmamak olanaksız ... Ancak, sanayinin, ticari kaygıların, piyasa kurallarının tümüyle dışında kalarak, bir zanatkar gibi inatla ve sabırla kendi sinemasını oluşturan Nuri Bilge Ceylan'ın çabası, yine de son derece özgün …

 Çok kabaca, ilk filmi Kasaba'nın çekim öyküsünü ve kendi ailesini o film için nasıl ikna edip kamera karşısına geçirdiğini anlatıyor Ceylan... Öz annebabasının kişiliğinde gerçek toprak ve kır insanlarını, büyük kentten uzak, yaşamlarını hala doğanın ritmiyle düzenleyenIerin öyküsünü anlatıyor. Onların yanı başına, küçüklükten beri sinema tutkusuyla yanan Muzaffer'i (yani kendisini), bir baltaya sap olamamış Saffet'i ve onun gerçek ailesini, ailenin değişik yaşlardaki bireylerini, konukomşuyu da katarak ...

Nedir ortaya çıkan? Sinema Gerçek ekolünün yenilenmesi mi? Belgeselliğin ağır bastığı bir çaba mı? Geçmiş veya gelecek zamanı değil, geçen zamanı ve onun gerçek temposunu yakalama çabası mı? Bir Robert Bresson minimalizmine ve onun yalnızca amatör oyuncular kullanma ilkelerine dönüş mü?

Kuşkusuz hepsi birden... Bir Marcel Proust titizliğiyle zaman kavramı üzerinde düşünüyor Ceylan... Yaşlı babanın 50 yıldır gözü gibi baktığı ağaçların devletin yanlış arazi politikalarına kurban gitme tehlikesiyle çevreciliğe, sinema yapma deneyiminin içerdiği kaçınılmaz yapaylık öğeleriyle de, o temel yaşamsanat çelişkisine değiniyor. Alçakgönüllü, ama bilinçli bir çağdaş filozof tavrıyla ...

 Duru, yalın, sanki sinemanın unutulmuş bir temel işlevine dönüşü getiren, yer yer kullandığı Bach, Haendel veya Schubert müziğindeki kusursuzluğu ve filmin adandığı Çehov'un ritmini yakalayan, özgün ve özgür bir sinema... Belki Kasaba'nın amatörce şiirini de aşan, daha bir bütünlüğe ulaşmış önemli bir film... Kuşkusuz sinemayı yalnız aksiyon ve komedilerden ibaret bir eğlencelik sayanlara göre de değil, haber verelim ... “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 116”