Powered By Blogger

13 Aralık 2022 Salı

 

MAYIS SIKINTISI (1999)


Senaryo ve Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan, Görüntü Yönetmeni: Nuri Bilge Ceylan, Müzik: Johan Sabastian Bach, Haendel, Shubert Kurgu: Nuri Bilge Ceylan,Yapım: NBC/Nuri Bilge Ceylan

Oyuncular: Mehmet Emin Ceylan, Fatma Ceylan, Muzaffer Özdemir, M. Emin Toprak, Sadık İncesu, Muhammed Zımboğlu, Nihat Çakmak

Konu: Kentin işlek caddelerinden birinde, bir dükkanın önünde sigarasını içmekte olan bir genç, karşı kaldırımdaki postacıya doğru koşar. Saffet isimli genç bir kahveye oturup içinde üniversite sınavlarının sonucu olan zarfı açar. Yüz ifadesinden neticenin olumlu olmadığı anlaşılır. Sıkıntılı bir ifadeyle çevresini izlemeye başlar. Sinemayla uğraşan Muzaffer, babası Emin'i ziyarete gelir. Yaşlı adam evin içinde ufak tefek değişiklikler yapmıştır. Muzaffer 'in elindeki kamera babasının dikkatini çeker ve ona filmlerin bu kamerayla çekilip çekilmediğini sorar. Yanında duran küçük handycam video kamerayı, Muzaffer deneme çekimleri için kullandıklarını söyler. Bu arada eve annesi ve dayısının oğlu Ali gelmiştir. Annesi küçük çocuğa bir şeyler vermek için onu kapıda bekletmektedir. Emin 'in babasının oturduğu kasabanın yakınında ağaçlıklı bir arazisi vardır. Yaşlı adam devletin ağaçlarını kesme ve arazisinin bir kısmını alma olasılığından dolayı huzursuzdur. Muzaffer'e annesi, ne tür bir film çekmek istediğini soorar. Muzaffer ve babası araziye giderler. Muzaffer babasına arazinin devletin olduğunu ve ona bırakmayacağını söyler. Muzaffer ağaçların altında uzanarak otururken babası arazide çalışmaya başlamıştır. Yaşlı adam ibadet edercesine ağaçları ilaçlamakta, otları kesmektedir. Muzaffer babasına yardım etmek ister ama beceriksizliğinden dolayı bir odunu kesmekte bile zorlanır. Bu arada Muzaffer, elindeki kamerayla çekim yapmaktadır. Babası Muzaffer'e filmlerin bu küçük kamerayla mı çekildiğini sorar. Babası yıllardır ağaçları kesmeye gelecek kadastrocuları beklemektedir. Yaşlı adam çevredeki ağaçların çoğunu 20 yıl kadar önce ekmiş ve büyütmüştür. Bu süreçte ağaçlıklı arazisinde bir ev de yapmıştır. Muzaffer babasına durumu ispatlamasının zor olduğunu ve niye bu kadar uğraştığını anlayamadığını, ölse buraların kime kalacağının bile belirsiz olduğunu söyler. Babası yaşadıkları ülkenin Türkiye olduğunu ve birinin gelip her şeyi bir anda ters yüz edebileceğini, bu yüzden kadastrocuların gelip ağaçları boyamadan önce ağaçların başında olmasının önem taşıdığını söyler. Babasının önem verdiği şeyler, Muzaffer'in ilgisini çekmemektedir.

Muzaffer, üniversiteyi kazanamayan Saffet'in çalıştığı fabrikaya gelerek onunla sohbet ederken, diğer yanından da gizlice çekim yapmaktadır. Saffet'e film işi gerçekleşirse işten ayrılıp ayrılamayacağını sorar. Saffet'in cevabı olumludur. Saffet'in, Muzaffer'in kamerasının yanan ışığı ve dönmekte olan kaseti kafasına takılmıştır. Saffet, Muzaffer'e kendisini İstanbul'a aldırıp aldıramayacağını sorar. Saffet'in amacı bulunduğu yerden kurtulmak, bir çıkış yolu bulmaktır. Muzaffer kasabadaki okulda bir derse girip, ders sırasında çekimler yapar. Evin bahçesindeki salıncakta oturmakta olan Muzaffer, okuldan dönen küçük Ali'yi yanına çağırarak onunla sohbet eder. Ona bir patikada yürümekte olan kaplumbağayı gösterir. Kaplumbağayı çayırda bir yere koyan Muzaffer, Ali ve kaplumbağanın çekimlerini yapar. Muzaffer, Ali'ye uzun uzun ağlama taklidi yaptırır. Bu arada küçük çocukta Muzaffer ile kaplumbağayı kamera ile çeker. Uyuyakalan Muzaffer ile Ali yağmurun bastırmasıyla koşarak eve dönerler. Muzaffer, Saffet ile mekan araştırmasına çıkmıştır. Bir gurup evin olduğu bir yere gelerek, bir kadına Veli dayının evini sorar ve kadına kendilerini cinayet masasından gelen polisler olarak tanıtır. Kadının gösterdikleri eve girerek yatmakta olan yaşlı Veli dayıyla dışarı çıkarak sohbet ederler. Muzaffer, Veli dayıdan çektiği film için bir iki şey yapmasını ister. Veli dayı Saffet'in okumata olduğu senaryodaki sözleri tekrarlayacaktır. Senaryo, savaş sırasında yiyecek aramak için köylere gelen insanlarla ilgili görünmektedir. Muzaffer çekeceği filmde annesini ve babasını da oynatmak ister, fakat annesi oynamak istemez. Muzaffer onlara geçmişte çektiği aile hatırası olan filmleri gösterir, Annesi zamanın çabuk geçtiğini ve yaşlandıklarını söyler. Muzaffer İstanbul'a dönmüştür. Küçük Ali bir saatçi dükkanından babasına sormak için ödünç müzikli saat alır. Saffet evine gelmiş yemek yerken kendisini arayan olup olmadığını sorar. Saffet fabrikadaki işini bırakmıştır. Annesi işten çıktı diye Saffet'e söylenmekte, babası ise Saffet'in fabrikadan ayrılmasına ve filmde oynamak istemesine sinirlenmektedir. Bu arada Emin telaşla kasabada dolaşmakta ve dostlarının gelip gelmediğini soruşturmaktadır. Diğer yandan ulusal bayramdan dolayı kasabada törenler düzenlenmektedir. Yaşlı bir kadının yolu üzerindeki bir eve bırakması için verdiği domates sepetini götürürken Ali, cebindeki yumurtayı kırar. Sinirlenen küçük çocuk domates sepetini tekmeleyerek araziye döker ve yakındaki bir kümesten yumurta çalar. Emin evde daktiloda bir şeyler yazarken Muzaffer, Sadık isimli bir arkadaşıyla birlikte film malzemeleriyle gelir. Muzaffer iç mekan çekimlerini amcasının evinde yapmayı düşünmektedir. Mekan onlar için egzotik özellikleri açısından önem taşımaktadır. Evde bir bebek dışında kimse bulamazlar. Bebek ağlamaya başlayınca evden ayrılırlar. Muzaffer anne babası ve Sadık’la mekan araştırması için Çanakkale'ye gider.

Muzaffer çekimlere başlamıştır ve babasının planlarını çekmektedir. Filmde annesi, babası, küçük Ali ve Saffet gibi bütün tanıdıkları oynamakta ve çalışmaktadır. Muzaffer babası hata yaptıkça sinirlenir ve sürekli para kaybettiğini söyler. Bu arada teksti istediği gibi okuyamayan Saffet'e de kızar, Yaşlı adam rolünü yapmaya çalışırken gözü ağaçlardaki işaretlere takılır. Seti unutarak ağaçları kontrol etmeye gider. Emin'in yaşamının 50 yılını verdiği ağaçlara kafası takılmıştır. Muzaffer'e kendisini Çanakkale'ye götürdüğü için kızar. Bu arada küçük Ali'nin dikkatini film ekibinden Sadık'ın, müzik çalan çakmağı çekmiştir. Kısa bir aradan sonra yeniden filmi çekmeye başlamışlardır. Şafağı beklemek için filme ara verdiklerinde Saffet onlara İstanbul' da nasıl geçinildiği ve kazanç durumu hakkında sorular sorar. Muzaffer Saffet'e, İstanbul' a gelmeyip kasabada kalmasının kendisi için daha iyi olacağını söyler. Şafakla birlikte paydos edip dönerler. Emin gelmeyip çevreyi düzenler, yakılan ateşi söndürür. Bir ağacın yamacında otururken uykusuzluktan sızdığında güneş doğmaktadır. “Prof.Dr.Alim Şerif Onaran/Doç.Dr.Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf,207”

 

ÖDÜL:

36. Antalya Altın Portakal Film Festiivali'nde (1999)

► "en iyi 2. film",

► "en iyi yönetmen"

► "en iyi laboratuar çalışması"

SİYAD (Sinema Yazarları Derneği)nin (19981999) seçiminde;

► "en iyi film"

► "en iyi yönetmen" N. Bilge Ceylan

► "En İyi Laboratuar" (Fono Film)

12. Ankara Uluslararası Film Festivali'nde (2000)

► "en iyi film

(Jüri üyeleri: Yeşim Ustaoğlu, Çetin Öner, Necmettin Karaerkek, Seçil Büker, Sevin Okyay)

 Uluslararası İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma'da (2000)

► "en iyi film"

(Jüri Üyeleri: Yavuz Turgul, Gülşen Bubikoğlu, Ünsal Oskay, Tunca Arslan, Piera Pitiot)

Uluslararası Yarışmada "en iyi film" ve Altın Lale",Uluslararası Sinema yazarlarının "Fipresci" seçiiminde, "en iyi film"

Brüksel Mediterannen Film Festivali'nde (2000)

►"en iyi film"

İskenderiye Film Festivali'nde (2000)

►"en iyi 2. film",

►"en iyi kurgu" (Nuri Bilge Ceylan)

► M. Emin Toprak "en iyi erkek oyuncu"

 "Jüri Özel Ödülü";

4. Bangkok Uluslararası Film Festivali'nde (2001)

► "en iyi senaryo" (Nuri Bilge Ceylan)

Arjantin Uluslararası Film Festivaali'nde (2001)

► "en iyi yönetmen"

Bergamo Uluslararası Film Festivali'nde (2001)

► "Sillver Rosa Camuna" ödülü.

Fajr Film Festivali (2001)

►Jüri Özel Ödülü";

Beyrut Film Festivali (2001)

► "En İyi Yönetmen";

Mayorka Film Festivali (2001)

► "Jüri Özel Ödülü".

Buenos Aires Uluslararası Film Festivali (2001)

►"En İyi Yönetmen",

 

& Nuri Bilge Ceylan, Türk sineması içinde uzun bir geçmişi olmamasına karşın çekmiş olduğu üç uzun metrajlı filmle sadece ülkemizde değil, aynı zamanda uluslararası düzeyde de tanınan önemli bir isim haline geldi. Bunun kanıtı ise Nuri Bilge'nin son filmi Uzak'ın, 56. Cannes Film Festivali'nde elde ettiği başarıydı. Ceylan'ın ilk filmi Kasaba, vizyona girdiğinde önemi fark edilse bile, sanatçının fotoğraf sanatçılığı geçmişinden dolayı, daha çok arka arkaya diziImiş fotoğraflar olduğu yönünde eleştirilere maruz kalmıştı. Kendisine özgü sinemasal anlayışının ilk ipuçlarını ortaya koyan "Kasaba" hakkındaki bu eleştiriler, aslında tümüyle haksız da sayılmazdı. Ceylan'ın ilk filmi olmasına karşın Kasaba'daki üslupcu tavrı, özellikle filmin ilk yarısında anlatımı zora sokarken, filmin ikinci yarısı önemli bir sinema adamının yapıtının karşısında olduğunuz duygusunu veriyordu.

Nuri Bilge Ceylan, ikinci filmi "Mayıs Sıkıntısı"yla hem kendi sinematografik anlatımını olgunlaştırıyor, hem de şu ana kadar yaptığı son ve bize göre en iyi filmi olan Uzak'ın ipuçlarını veriyordu. Bağımsız, minimalist yaklaşımıyla bir belgesel film çekercesine dokuduğu Mayıs Sıkıntısı, ne yazık ki vizyona girdiği dönemde iyi bir gişe başarısı yakalayamaıştı. Şüphesiz bunun çok boyuttlu nedenleri var. Her ne kadar sinemacının görevi aynı zamanda büyük yönetmen Bitchcook'un dediği gibi "perdenin önünde boş duran koltukları doldurmak" olsa da, bir film yapmak salt boş koltukları doldurmaya indirgenemeyecek kadar önemli bir olgu. Ülkemizde okumaya, felsefeye de yeterince ilgi duyulmadığı için, belki de Ceylan'ın filmleri iyi gişe yapmıyor. çünkü Ceylan, sinemasıyla, bir bakıma görüntülerle düşünen bir filozof gibi hareket ediyor, yaşamın ritmini, sıradan insanın yaşamını, dramını son derece başarılı bir şekilde dokuyarak bize iletiyor. Bilinmeyene özenme, büyük kentin sorunları, yaşama problemlerini, minimalist bir bakış açısıyla, insanın yalnızlığını ve çaresizliğini bu denli başarılı, yalın bir şekilde Mayıs Sıkıntısı dışında çok az film yansıtabilmiştir. Nuri Bilge, Mayıs Sıkıntısı'nda bir bakıma umutsuzluğun resmini yapıyor. ama bunu yaparken didaktizme, ahkam kesmeye düşmeden bu zor işin altından başarıyla kalkıyor. Yönetmen filmi hakkında "Başrolün bir yönetmen olması filme kişiseIlik kattı, ...

 

 Yönetmenin olumsuz taraflarını ortaya çıkarttık. Yönetmenlik insana bir şeyler getirdiği gibi götürüyor da. İnsanı bencilleştiriyor. Sinema ile uğraşan herkeste bu var. Sinemacı, ressam, müzisyen gibi kendi başına üretim yapmıyor. Sentetik ilişkiler içinde buluyor kendini. Bir hedefe kilitlenip amacına uygun hareket ediyor" (Taşçıyan, Milliyet Kültür Sanat, 05.07.1999), diyerek Mayıs Sıkıntısı'nın üretim sürecinin ipuçlarını vermiş. Diğer yandan, Ceylan'ın başarısının altında insan psikolojisini tahlil etmedeki becerisi yatıyor. Özellikle küçük Ali'nin çocuksu istek ve duygularını yansıtmadaki başarısı görülmeye değer. Film, ülkemizdeki toplumsal ve sosyolojik değişimleri, satır aralarından okumamıza olanak sağlıyor. Bunu yaparken de tıpkı hayatı yaşarken ve seyrederken hissedebileceğimiz duyguları, empati yaratarak yapıyor. Son derece yaşamın kendisi gibi hareket ediyor ve aynı zamanda film içinde film çekerek bize bir filmin karşısında olduğumuzu anımsatıyor. Seyrettiğimiz karakterlerle özdeşleşmek yerine, onun dramıyla özdeşleşiyoruz. Sosyolojik olaylar bağlamında yaşanmakta olan değişimin ipuçlarını, özgürlük yanılsamasını vb. olguları imbikten süzüyoruz. Nuri Bilge'nin filmini izledikten sonra aslında bir başkalaşmaya uğrayarak sinema sanatının böyle bir şey olması gerektiğini düşünerek sinemadan ayrılıyoruz. Nuri Bilge bize yaşamın dönüşümlerini, kuşak farklılıklarını öyle ustaca yansıtıyor ki; örneğin babası ulaşım aracı olarak bisiklete binerken oğlu her yere arabayla gidiyor. Yaşlı adam yaşına karşın sürekli çalışıp, idealleri için mücadele ederken, oğlunda bir boşvermişlik, tembellik, umutsuzluk ve inançsızlık dikkati çekiyor. Bu tarz yansıtmalar bile yaşadığımız toplumda amaçlanan süreçlerle mevcut yapı arasında oluşan zihniyet ve yaşam tarzı farklarını çözümlememize, anlamamıza son derece ekonomik bir anlatım şekliyle katkıda bulunuyor. "Gerçekle kurmacayı kaynaştırıp birebir 'film içinde film' öyküsüyle örtüştürerek, çoğunlukla doğaçlamayı yeğleyerek, alabildiğine dingin, yalın, yer yer naif ve sıcak bir anlatım tutturan, safbelgesel sinemanın lezzetini duyumsatan N.B.Ceylan, standart klişelerin çok üstüne çıkan, hayatın ritmini yakalayan, seyircinin bakışını zenginleştiren... 2 saat süresince kimi çelişkilerin üstüne üstüne gidip (insandoğa, taşrakent, vb.) özel mülkiyeti çatışmasına değinerek 'paylaşılmayan sevgilere, unutulmuş geçmişe' yöneliyor ve bunları, alabildiğine saf  doğal olanın tadına sahip, lirik, içten, duru ve bütünüyle kişisel, özgün bir sinemayla gerçekleştiriyor" (Sungu Çapan, Cumhuriyet, 10.12.1999). “Prof.Dr.Alim Şerif Onaran/Doç.Dr.Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 209”

4 Mayıs Sıkıntısı, yönetmenin diğer filmleri gibi taşrada geçiyor. Bu bağlamda bir pastoral sinematografiden söz edilebilir. Ceylan, peyzajı olduğu gibi değerlendirmeyi beceriyor. Bu filmin renkli olması söz konusu doğallığı bir kat daha arttırmış. Ceylan, dev ağaçlar, rengarenk çiçeklerle dolu idil manzaralar, gün doğumları gün batımları seçmek yerine mekanı kullanıyor. Meşe yapraklarının rüzgarda salınışı, otların dalgalanışı, bir kaplumbağa gibi zarif ayrıntılardan, doğal ışıktan ve seslerden en iyi biçimde yararlanıyor. Böylece hem izleyiciyi içine alan hem gerçeği yansıtan bir atmosfer yaratıyor. Doğainsan ilişkisi ise Ceylan'ın çok sevdiği ve filmini Çehov'un yapıtlarındaki gibi. (Alin Taşçıyan, Milliyet G., 10 Aralık 1999)

4Börtü böcekle, hışırdayan yapraklar, sallanan otlar, ateşe atılan odunlar, közlenen mısırlar, cepte taşınan yumurtalar, son moda saatler, yuvarlanan domatesler, fısıldayan rüzgar ve kaplumbağalarla da sıkı ilişki var kuşkusuz. Tarkovski'nin dinginliğine ve derinliğine, Sokurov'un hüzün ve acısına, Manoel De Oliveeira 'nın anıları ve arayışına, Abbas Kiarostami'nin gerçekçiliğine ve sıcak samimiyetine denk düşerek, sonsuz yaşam sevinci, neşesi ve mizahıyla gönlümüzde çok ayrı yer edien Mayıs Sıkıntısı, içerdiği benzersiz oyunculuk gücüyle de hayranlık uyandırıyor (Tunca Arslan, Radikal G., 14 Aralık 1999)

4 Mayıs Sıkıntısı, yönetmen Muzaffer'in memleketi Yenice'ye gelerek filmi için el kamerası ile deneme çekimleri yapmasını ve filmini çekmeye başlamasını anlatmaktadır. Kasaba'nın aksine dramatik kurgusu daha sağlam olan bir filmdir. Bir anlamda da yönetmenin Kasaba'yı çevirmeye başlamadan önce yaşadıklarının anlatımıdır. Bunu kasabanın mekanlarında yaptığı çekimlerden ve babanın tarladaki çekiminin kasabadaki sahneye benzemesinden anlamaktayız. Bu yönüyle Nuri Bilge Ceylan'ın otobiyografik bir çalışmasıdır. Muzaffer, doğduğu kasabasına film çevirmek amacı ile gelen bir yönetmendir. Nuri Bilge Ceylan'ın yaptığı gibi kendi yakın çevresini kullanarak filmini çekecektir. Muzaffer, filminin peşindeyken kasabadaki durağan hayat içerisindeki öyküleri görürüz. Bunlar onun için önemli şeyler değildir. Bir noktada bencil bir karakterdir. Babasının tarlasının tapusu için verdiği hukuk mücadelesi, Saffet'in İstanbul'a gitmek için ona bağladığı ümit, Ali'nin kırmadan taşımaya çalıştığı yumurta filmini çevirmesini engellemediği sürece çok umurunda olmayan şeylerdir.

 

Film, amatör oyuncu yönetimindeki başarısı, diyaloglarındaki gerçekçilik görüntü düzenlemesi ve uzun planlarındaki dinginlik ile dikkati çekmektedir. Çok yavaş ilerleyen film, kasabanın durağan hayatını yansıtmaktadır. Küçük insanların, sıradan yaşamları anlatılırken; kötü yanlardan ziyade günlük hayatın yansıtılması tercih edilmiştir. Filmde bir mesaj kaygısı yoktur. Yaşamın tüm olağanlığıyla yansıtılması vardır. Öykü anlatılırken küçük anlardaki gülümseten sahnelerle bu duygu daha da sağlamlaştırılmaktadır. Filmdeki gerçeklik öyküdeki ve oyunculardaki gerçeklik yanında ses ile de sağlanmaktadır. Kasabada itici ve yapay gelen dublajın yerine karakterlerin kendilerini konuşmaları gelince gerçekçilik daha çok sağlanmıştır. Filmin kahramanlarının gerçek olmadıkları konusunda en küçük bir kuşku doğmamaktadır. Oğlunun hatırı için filmde oynamayı kabullenen anne, yıllarca emek verdiği tarlayı kaybetmemek için mücadele eden baba, kasabadaki hayattan sıkılmış son kaçış ümidi olan üniversite sınavını kazanamaması ile hayal kırıklığına uğramış Saffet ve cebinde bir yumurta ile 40 gün dolaşan Ali. Hepsi de sessiz akan hayatın içinde kendi öykülerini yaşayan karakterlerdir. Dışarıdan bu hayata giriş yapan Muzaffer, bu insanları filminde kullanmaktan başka birşey düşünmeyen bencil ve pragmatik kentliyi temsil etmektedir. Araları sıcak olsa da, ilişkilerinde birbirlerini düşünseler de amaçları doğrultusunda hareket eden insanlardır hepsi. Baba için filmde oynamak önemli değildir. Tarlasından başka bir şey düşünmez. Saffet, İstanbul' a götürecek ümidi ile işini bırakarak Muzaffer' in peşine takılır, Ali yumurtası kırılınca yerine başka bir yumurta koyar. Sadık'ın çakmağını beğendiğinde ödülü konusundaki fikrini değiştirir. Ancak Sadık ona çakmağı hediye edince bu sefer tekrar fikrini değiştirerek okula geç kalmaması için saate ihtiyacı olduğunu söyler. Daha önce Muzaffer yumurtayı kaynatmasını söylediğinde "hilelik olur" diyerek reddetmişken; hile yapmayı öğrenmeye başlamıştır. Film, erkek karakterlerin sorunlarına odaklı olarak ilerlemektedir. Tarlada geçen son sahnede Ali ve Muzaffer'in amaçlarına ulaştıklarını görmekteyiz. Saffet ve baba Emin ise kendi sorunları ile kalmışlardır. Muzaffer, Saffet'in İstanbul'a gelmesinin doğru bir fikir olmadığı kanısında olduğunu söyler. Oysa daha önce orada iş bulacağına dair söz vermiştir. Şehirde Saffet'in başına yük olmasını istememektedir. Bu Saffet için beklemediği bir şeydir. “Nigar Pösteki, “Yönetmen Sineması” syf,126”

&  N.B.Ceylan'ın ikinci uzun metraj filmi olan "Mayıs Sıkıntısı"nda, gene sahici bir oyuncu kadrosu ve kasaba insanından doğalcı, gerçekçi görüntülerle, gündelik hayatın kendine özgü akışını yakalama çabasıyla, ilk filmine göre daha sade bir üslup kullandı.

Son dönemde İran sinemasında gördüğümüz, doğalcı, neredeyse belgeselci bir yaklaşımla hayata bakan bir sinemaydı "Mayıs Sıkıntısı"…

Yönetmenin kendi arka bahçesine dönüp, memleketi ve ailesinin yaşadığı, Çanakkale'nin Yenice kasabasındaki yaşamı, belgeselmişcesine kaydetmeye çalışması, ailesine verdiği başrollerle, onların gerçek hayattaki varoluşlarına ulaşma çabasıyla" sinemada gerçekçi ve doğalcılığın izini sürmeye çalışan bir filmdi "Mayıs Sıkıntısı".

Ceylan, bu filmde bir "film içindeki film" öyküsüyle, filmsel dünya ile gerçek dünya arasındaki farklılık sorunsalı üzerinde yoğunlaşarak, hem film çekme eylemini etik ve estetik bağlamda tartışıyor, hem de gerçeklik arayışının peşinde kasabadan belgeselci insan manzaralarını filmin ana maddesi haline getiriyordu. Ceylan, "Kasaba"nın içinden geçerek, ilk filminin çekim sürecini "Mayıs Sıkıntısı"nın içinde bir anlamda irdeliyordu. Siyah beyaz ve dublajlı çekilen "Kasaba"nın aksine, renkli ve sesli çekilen "Mayıs Sıkıntısı"nın kahramanları bu kez gerçek hayattaki kimliklerine daha yakındı.

Doğanın kendisi, yine ilk filmde olduğu gibi filmin kahramanlarından biriydi ve kasabadaki doğayla iç içe hayatın akışına bakış, gerçek zamanı yakalama çabası bu filmin de temel karakteristiklerinden olmaya devam ediyordu. Kasaba'daki, N.B.Ceylan'ın çocukluk yıllarına denk düştüğü anlaşılan geçmiş zamanın aksine bu film şimdiki zamanı geçiyordu..

Oğullarının hatırına, filmde oynamayı kabullenen, dingin, içe dönük bir haya olan anne; 50 yıl önce diktiği ağaçlara devletin el koymasına karşı mücadele eden bir baba; müzikli saat özlemiyle kırk gün bir yumurtayı cebinde taşımayı göze alan küçük ilkokul öğrencisi Ali; filmin başında üniversiteyi kazanamadığını öğrendiğimiz kasabadaki bir fabrikada çalışan, yönetmen Muzaffer'in İstanbul'da iş bulma vaadine kapılıp hayaller kuran Saffet; "Mayıs Sıkıntısı"nın kahramanlarıydı.

"Mayıs Sıkıntısı"nın şehirli aydını Muzaffer ise daha çok bu dünyayı "kullanmak" için orada olan, babasının elli yıllık emeğinin peşinden sürüklenmesini, annesinin filmde oynamaktaki isteksizliğini Saffet'in İstanbul'da bir iş bulabilme hayalini, film çekimi süresince "kullanan", daha çok çekeceği film üzerine yoğunlaşan, kaç paralık film harcandığının hesabında, bencil bir karakterdi.Nitekim filmin sonunda, Saffet'e duyduğu ihtiyaç bitince ,ona iş bulana kadar evinde kalabileceğine ilişkin verdiği sözü geri alıyor ve mücadelesini kaybeden babasını da öylece bırakarak kendi yoluna gidiyordu. Ceylan ikinci filminde, yönetmenlik mesleğine de eleştirel bakarak , film çekme sürecinin insanları kullanması olgusu üzerine de gidiyordu. "Mayıs Sıkıntısı", Anton Çehov'a yapılan ithafla sona eriyordu. Anton Çehov'dan esinlenildiği anlaşılan "kasaba atmosferi" ve "kasabada sıkışan insan " teması, bu filmde, özellikle Saffet karakterinde cisimleşiyordu.

Filmleri birbiri içinden doğan Ceylan, kendi arka bahçesini irdelerken' "Derin Türkiye"nin görünmeyen öykülerini, insan varoluşlarını, doğayı, kasaba yaşamını, yerel dili sinemaya taşıdı… "Kasaba"dan "Uzak"a süren bu yolculuk, sadeleşerek derinleşen, Siyah beyazdan renkliye, çoklu anlatıdan daha doğalcı ,gerçekçi minimalist bir dile doğru evirilen bir sinema serüveniydi. (Necla Algan “Antrakt Sinema Dergisi Aralık 2003Ocak 2004 Sayı: 7576)

4Sinemamızda bir Nuri Bilge Ceylan kurumu oluştuğunu müjdelerim. Ceylan üç filmi "Koza", "Kasaba" ve "Mayıs Sıkıntısı" ile kendine çok özel bir yer edindi. "Mayıs Sıkıntısı" hem bu yıl üretilen birbirinden başarılı Türk filmleri hem de Türk sinemasının en iyi filmleri arasında favorim. Kıyas ölçü değildir, elbette ama "Mayıs Sıkıntısı"nın Abbas Kiarostami'nin "Arkadaşımın Evi Nerede" adlı filmiyle eşdeğer olduğunu söylersem, festivalci sinemaseverler yazıyı okumayı bırakıp filmin seanslarını gösteren ilanı aramaya başlayacaklardır!

Ceylan'ın çok kişisel bir biçemi var. Çalışma tarzı daha da kişisel. Kendisinin ya da kız kardeşinin kaleminden çıkma aile öykülerini, birkaç arkadaşından oluşan ekiple, yine aile üyeleri, dostları ve komşularından oluşan amatör bir kadroyla, kamerayı kendi kullanarak çekiyor. Fotoğrafçılık yaptığı yıllarda da belirgin olan özgün görselliğini sinemada hareketlendiriyor. Filmlerinin müzik yönetimini dahi kendisi üstleniyor. Oyuncu yönetimindeki başarısı ise olağanüstü! Yönetmenin anne ve babası, kuzeni, arkadaşı ve minik Muhammed Zımbaoğlu profesyonellere taş çıkartıyor.

"Mayıs Sıkıntısı", yönetmenin diğer filmleri gibi taşrada geçiyor. Bu bağlamda bir pastoral sinematografiden söz edilebilir. Ceylan, peyzajı olduğu gibi değerlendirmeyi beceriyor. Bu filmin renkli olması söz konusu doğallığı bir kat daha arttırmış. Ceylan, dev ağaçlar, rengarenk çiçeklerle dolu idil gibi manzaralar, gündoğumları  günbatımları seçmek yerine mekanı iyi kullanıyor. Meşe yapraklarının rüzgarda salınışı, otların dalgalanışı, bir kaplumbağa gibi zarif ayrıntılardan, doğal ışıktan ve seslerden en iyi biçimde yararlanıyor. Böylece izleyiciyi içine alan bir atmosfer yaratıyor.

Doğa  insan ilişkisi ise Ceylan'ın çok sevdiği ve filmini adadığı Anton Çehov'un yapıtlarındaki gibi. Doğanın huzurlu kucağında kente özgü sıkıntılar çeken kasabalılar, onlarla ve doğayla ancak dolaylı bir ilişki kurabilen kentliler tatlı  sert bir eleştiriye tutuluyor. "Mayıs Sıkıntısı"nda doğup büyüdüğü, ailesinin yaşadığı kasabaya gelip film çeken yönetmen Ceylan'ın alter ego'su. "Kasaba"da deli rolünde izlediğimiz Muzaffer Özdemir, babasının yaşamını adadığı orman arazisinin tapusunu almak için gösterdiği çabasına, üniversiteyi kazanamayıp zor zar iş bulan kuzeninin büyük kente gitme özlemine duyarsız kalan bir yönetmeni canlandırıyor.

Sinemada hep olumlu sonuç veren film içinde film esprisi "Mayıs Sıkıntısı"nda da mükemmel işliyor. Filmin çekim hazırlıkları ve çekim süreci ince bir mizahla ele alınıyor. Bir yanda gündelik yaşamını sürdüren kişilikler bir yanda gözü filmden başka bir şey görmeyen gurbetteki oğul! Her karakterin kendince bir sıkıntı çektiği bu film, iç içe geçmiş yan öyküleriyle varsıl bir senaryoya sahip. Yerinde espriler ve duygusal yaklaşımlarla beslenerek akıyor. Öyle ki izlerken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Sıkıntının yerini üzerinize çiy taneleri yağmış gibi sabah bir keyfi alıyor... (Milliyet 10.12.1999)

4 Amerikan sinemasının çok parlak, cilalı ve kusursuz ambalajlanmış yapımlarına karşı çeşitli ulusal sinemalardan alternatif sesler çıkııyor. Belki cılız, ama kişilikli ve önemli sesler. Son zamanlarda dünyada sayısız ödül toplayan İran sineması ve onun çağdaş efsanesi Abbas Kiarostami filmleri gibi ... Mayıs Sıkıntısı'nı izlerken Abbas'ın sinemasını anmamak olanaksız ... Ancak, sanayinin, ticari kaygıların, piyasa kurallarının tümüyle dışında kalarak, bir zanatkar gibi inatla ve sabırla kendi sinemasını oluşturan Nuri Bilge Ceylan'ın çabası, yine de son derece özgün …

 Çok kabaca, ilk filmi Kasaba'nın çekim öyküsünü ve kendi ailesini o film için nasıl ikna edip kamera karşısına geçirdiğini anlatıyor Ceylan... Öz annebabasının kişiliğinde gerçek toprak ve kır insanlarını, büyük kentten uzak, yaşamlarını hala doğanın ritmiyle düzenleyenIerin öyküsünü anlatıyor. Onların yanı başına, küçüklükten beri sinema tutkusuyla yanan Muzaffer'i (yani kendisini), bir baltaya sap olamamış Saffet'i ve onun gerçek ailesini, ailenin değişik yaşlardaki bireylerini, konukomşuyu da katarak ...

Nedir ortaya çıkan? Sinema Gerçek ekolünün yenilenmesi mi? Belgeselliğin ağır bastığı bir çaba mı? Geçmiş veya gelecek zamanı değil, geçen zamanı ve onun gerçek temposunu yakalama çabası mı? Bir Robert Bresson minimalizmine ve onun yalnızca amatör oyuncular kullanma ilkelerine dönüş mü?

Kuşkusuz hepsi birden... Bir Marcel Proust titizliğiyle zaman kavramı üzerinde düşünüyor Ceylan... Yaşlı babanın 50 yıldır gözü gibi baktığı ağaçların devletin yanlış arazi politikalarına kurban gitme tehlikesiyle çevreciliğe, sinema yapma deneyiminin içerdiği kaçınılmaz yapaylık öğeleriyle de, o temel yaşamsanat çelişkisine değiniyor. Alçakgönüllü, ama bilinçli bir çağdaş filozof tavrıyla ...

 Duru, yalın, sanki sinemanın unutulmuş bir temel işlevine dönüşü getiren, yer yer kullandığı Bach, Haendel veya Schubert müziğindeki kusursuzluğu ve filmin adandığı Çehov'un ritmini yakalayan, özgün ve özgür bir sinema... Belki Kasaba'nın amatörce şiirini de aşan, daha bir bütünlüğe ulaşmış önemli bir film... Kuşkusuz sinemayı yalnız aksiyon ve komedilerden ibaret bir eğlencelik sayanlara göre de değil, haber verelim ... “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 116”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder