MAYIS SIKINTISI (1999)
Senaryo ve Yönetmen: Nuri
Bilge Ceylan, Görüntü Yönetmeni: Nuri Bilge Ceylan, Müzik: Johan Sabastian
Bach, Haendel, Shubert Kurgu: Nuri Bilge Ceylan,Yapım: NBC/Nuri
Bilge Ceylan
Oyuncular: Mehmet Emin
Ceylan, Fatma Ceylan, Muzaffer Özdemir, M. Emin Toprak, Sadık İncesu, Muhammed
Zımboğlu, Nihat Çakmak
Konu: Kentin işlek caddelerinden
birinde, bir dükkanın önünde sigarasını içmekte olan bir genç, karşı
kaldırımdaki postacıya doğru koşar. Saffet isimli genç bir kahveye oturup
içinde üniversite sınavlarının sonucu olan zarfı açar. Yüz ifadesinden
neticenin olumlu olmadığı anlaşılır. Sıkıntılı bir ifadeyle çevresini izlemeye
başlar. Sinemayla uğraşan Muzaffer, babası Emin'i ziyarete gelir. Yaşlı adam
evin içinde ufak tefek değişiklikler yapmıştır. Muzaffer 'in elindeki kamera
babasının dikkatini çeker ve ona filmlerin bu kamerayla çekilip çekilmediğini
sorar. Yanında duran küçük handycam video kamerayı, Muzaffer deneme çekimleri
için kullandıklarını söyler. Bu arada eve annesi ve dayısının oğlu Ali
gelmiştir. Annesi küçük çocuğa bir şeyler vermek için onu kapıda
bekletmektedir. Emin 'in babasının oturduğu kasabanın yakınında ağaçlıklı bir
arazisi vardır. Yaşlı adam devletin ağaçlarını kesme ve arazisinin bir kısmını
alma olasılığından dolayı huzursuzdur. Muzaffer'e annesi, ne tür bir film
çekmek istediğini soorar. Muzaffer ve babası araziye giderler. Muzaffer
babasına arazinin devletin olduğunu ve ona bırakmayacağını söyler. Muzaffer
ağaçların altında uzanarak otururken babası arazide çalışmaya başlamıştır.
Yaşlı adam ibadet edercesine ağaçları ilaçlamakta, otları kesmektedir. Muzaffer
babasına yardım etmek ister ama beceriksizliğinden dolayı bir odunu kesmekte
bile zorlanır. Bu arada Muzaffer, elindeki kamerayla çekim yapmaktadır. Babası
Muzaffer'e filmlerin bu küçük kamerayla mı çekildiğini sorar. Babası yıllardır
ağaçları kesmeye gelecek kadastrocuları beklemektedir. Yaşlı adam çevredeki
ağaçların çoğunu 20 yıl kadar önce ekmiş ve büyütmüştür. Bu süreçte ağaçlıklı
arazisinde bir ev de yapmıştır. Muzaffer babasına durumu ispatlamasının zor
olduğunu ve niye bu kadar uğraştığını anlayamadığını, ölse buraların kime
kalacağının bile belirsiz olduğunu söyler. Babası yaşadıkları ülkenin Türkiye
olduğunu ve birinin gelip her şeyi bir anda ters yüz edebileceğini, bu yüzden
kadastrocuların gelip ağaçları boyamadan önce ağaçların başında olmasının önem
taşıdığını söyler. Babasının önem verdiği şeyler, Muzaffer'in ilgisini
çekmemektedir.
Muzaffer, üniversiteyi kazanamayan
Saffet'in çalıştığı fabrikaya gelerek onunla sohbet ederken, diğer yanından da
gizlice çekim yapmaktadır. Saffet'e film işi gerçekleşirse işten ayrılıp
ayrılamayacağını sorar. Saffet'in cevabı olumludur. Saffet'in, Muzaffer'in
kamerasının yanan ışığı ve dönmekte olan kaseti kafasına takılmıştır. Saffet,
Muzaffer'e kendisini İstanbul'a aldırıp aldıramayacağını sorar. Saffet'in amacı
bulunduğu yerden kurtulmak, bir çıkış yolu bulmaktır. Muzaffer kasabadaki
okulda bir derse girip, ders sırasında çekimler yapar. Evin bahçesindeki
salıncakta oturmakta olan Muzaffer, okuldan dönen küçük Ali'yi yanına çağırarak
onunla sohbet eder. Ona bir patikada yürümekte olan kaplumbağayı gösterir.
Kaplumbağayı çayırda bir yere koyan Muzaffer, Ali ve kaplumbağanın çekimlerini
yapar. Muzaffer, Ali'ye uzun uzun ağlama taklidi yaptırır. Bu arada küçük
çocukta Muzaffer ile kaplumbağayı kamera ile çeker. Uyuyakalan Muzaffer ile Ali
yağmurun bastırmasıyla koşarak eve dönerler. Muzaffer, Saffet ile mekan
araştırmasına çıkmıştır. Bir gurup evin olduğu bir yere gelerek, bir kadına
Veli dayının evini sorar ve kadına kendilerini cinayet masasından gelen
polisler olarak tanıtır. Kadının gösterdikleri eve girerek yatmakta olan yaşlı
Veli dayıyla dışarı çıkarak sohbet ederler. Muzaffer, Veli dayıdan çektiği film
için bir iki şey yapmasını ister. Veli dayı Saffet'in okumata olduğu
senaryodaki sözleri tekrarlayacaktır. Senaryo, savaş sırasında yiyecek aramak
için köylere gelen insanlarla ilgili görünmektedir. Muzaffer çekeceği filmde
annesini ve babasını da oynatmak ister, fakat annesi oynamak istemez. Muzaffer
onlara geçmişte çektiği aile hatırası olan filmleri gösterir, Annesi zamanın
çabuk geçtiğini ve yaşlandıklarını söyler. Muzaffer İstanbul'a dönmüştür. Küçük
Ali bir saatçi dükkanından babasına sormak için ödünç müzikli saat alır. Saffet
evine gelmiş yemek yerken kendisini arayan olup olmadığını sorar. Saffet
fabrikadaki işini bırakmıştır. Annesi işten çıktı diye Saffet'e söylenmekte,
babası ise Saffet'in fabrikadan ayrılmasına ve filmde oynamak istemesine
sinirlenmektedir. Bu arada Emin telaşla kasabada dolaşmakta ve dostlarının
gelip gelmediğini soruşturmaktadır. Diğer yandan ulusal bayramdan dolayı
kasabada törenler düzenlenmektedir. Yaşlı bir kadının yolu üzerindeki bir eve
bırakması için verdiği domates sepetini götürürken Ali, cebindeki yumurtayı
kırar. Sinirlenen küçük çocuk domates sepetini tekmeleyerek araziye döker ve
yakındaki bir kümesten yumurta çalar. Emin evde daktiloda bir şeyler yazarken
Muzaffer, Sadık isimli bir arkadaşıyla birlikte film malzemeleriyle gelir.
Muzaffer iç mekan çekimlerini amcasının evinde yapmayı düşünmektedir. Mekan
onlar için egzotik özellikleri açısından önem taşımaktadır. Evde bir bebek
dışında kimse bulamazlar. Bebek ağlamaya başlayınca evden ayrılırlar. Muzaffer anne
babası ve Sadık’la mekan araştırması için Çanakkale'ye gider.
Muzaffer çekimlere başlamıştır
ve babasının planlarını çekmektedir. Filmde annesi, babası, küçük Ali ve Saffet
gibi bütün tanıdıkları oynamakta ve çalışmaktadır. Muzaffer babası hata yaptıkça
sinirlenir ve sürekli para kaybettiğini söyler. Bu arada teksti istediği gibi
okuyamayan Saffet'e de kızar, Yaşlı adam rolünü yapmaya çalışırken gözü
ağaçlardaki işaretlere takılır. Seti unutarak ağaçları kontrol etmeye gider.
Emin'in yaşamının 50 yılını verdiği ağaçlara kafası takılmıştır. Muzaffer'e
kendisini Çanakkale'ye götürdüğü için kızar. Bu arada küçük Ali'nin dikkatini
film ekibinden Sadık'ın, müzik çalan çakmağı çekmiştir. Kısa bir aradan sonra
yeniden filmi çekmeye başlamışlardır. Şafağı beklemek için filme ara
verdiklerinde Saffet onlara İstanbul' da nasıl geçinildiği ve kazanç durumu
hakkında sorular sorar. Muzaffer Saffet'e, İstanbul' a gelmeyip kasabada
kalmasının kendisi için daha iyi olacağını söyler. Şafakla birlikte paydos edip
dönerler. Emin gelmeyip çevreyi düzenler, yakılan ateşi söndürür. Bir ağacın
yamacında otururken uykusuzluktan sızdığında güneş doğmaktadır. “Prof.Dr.Alim
Şerif Onaran/Doç.Dr.Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması”
syf,207”
ÖDÜL:
36. Antalya Altın Portakal Film Festiivali'nde (1999)
► "en iyi 2. film",
► "en iyi yönetmen"
► "en iyi laboratuar çalışması"
SİYAD (Sinema Yazarları Derneği)nin (19981999) seçiminde;
► "en iyi film"
► "en iyi yönetmen" N. Bilge Ceylan
► "En İyi Laboratuar" (Fono Film)
12. Ankara Uluslararası Film Festivali'nde (2000)
►
"en iyi film
(Jüri üyeleri: Yeşim
Ustaoğlu, Çetin Öner, Necmettin Karaerkek, Seçil Büker, Sevin Okyay)
Uluslararası İstanbul Film Festivali Ulusal
Yarışma'da (2000)
►
"en iyi film"
(Jüri
Üyeleri: Yavuz Turgul, Gülşen Bubikoğlu, Ünsal Oskay, Tunca Arslan, Piera
Pitiot)
Uluslararası Yarışmada "en iyi film" ve Altın
Lale",Uluslararası Sinema yazarlarının "Fipresci" seçiiminde,
"en iyi film"
Brüksel Mediterannen Film Festivali'nde (2000)
►"en iyi film"
İskenderiye Film Festivali'nde (2000)
►"en iyi 2. film",
►"en iyi kurgu" (Nuri Bilge Ceylan)
► M. Emin Toprak "en iyi erkek oyuncu"
"Jüri Özel
Ödülü";
4. Bangkok Uluslararası Film Festivali'nde (2001)
► "en iyi senaryo" (Nuri Bilge Ceylan)
Arjantin Uluslararası Film Festivaali'nde (2001)
► "en iyi yönetmen"
Bergamo Uluslararası Film Festivali'nde (2001)
► "Sillver Rosa Camuna" ödülü.
Fajr Film Festivali (2001)
►Jüri Özel Ödülü";
Beyrut Film Festivali (2001)
► "En İyi Yönetmen";
Mayorka
Film Festivali (2001)
►
"Jüri Özel Ödülü".
Buenos
Aires Uluslararası Film Festivali (2001)
►"En
İyi Yönetmen",
&
Nuri Bilge Ceylan, Türk sineması içinde uzun bir geçmişi olmamasına karşın
çekmiş olduğu üç uzun metrajlı filmle sadece ülkemizde değil, aynı zamanda
uluslararası düzeyde de tanınan önemli bir isim haline geldi. Bunun kanıtı ise
Nuri Bilge'nin son filmi Uzak'ın, 56. Cannes Film Festivali'nde elde ettiği
başarıydı. Ceylan'ın ilk filmi Kasaba, vizyona girdiğinde önemi fark edilse
bile, sanatçının fotoğraf sanatçılığı geçmişinden dolayı, daha çok arka arkaya
diziImiş fotoğraflar olduğu yönünde eleştirilere maruz kalmıştı. Kendisine özgü
sinemasal anlayışının ilk ipuçlarını ortaya koyan "Kasaba" hakkındaki
bu eleştiriler, aslında tümüyle haksız da sayılmazdı. Ceylan'ın ilk filmi
olmasına karşın Kasaba'daki üslupcu tavrı, özellikle filmin ilk yarısında
anlatımı zora sokarken, filmin ikinci yarısı önemli bir sinema adamının
yapıtının karşısında olduğunuz duygusunu veriyordu.
Nuri Bilge Ceylan, ikinci filmi
"Mayıs Sıkıntısı"yla hem kendi sinematografik anlatımını
olgunlaştırıyor, hem de şu ana kadar yaptığı son ve bize göre en iyi filmi olan
Uzak'ın ipuçlarını veriyordu. Bağımsız, minimalist yaklaşımıyla bir belgesel
film çekercesine dokuduğu Mayıs Sıkıntısı, ne yazık ki vizyona girdiği dönemde
iyi bir gişe başarısı yakalayamaıştı. Şüphesiz bunun çok boyuttlu nedenleri
var. Her ne kadar sinemacının görevi aynı zamanda büyük yönetmen Bitchcook'un
dediği gibi "perdenin önünde boş duran koltukları doldurmak" olsa da,
bir film yapmak salt boş koltukları doldurmaya indirgenemeyecek kadar önemli
bir olgu. Ülkemizde okumaya, felsefeye de yeterince ilgi duyulmadığı için,
belki de Ceylan'ın filmleri iyi gişe yapmıyor. çünkü Ceylan, sinemasıyla, bir
bakıma görüntülerle düşünen bir filozof gibi hareket ediyor, yaşamın ritmini,
sıradan insanın yaşamını, dramını son derece başarılı bir şekilde dokuyarak
bize iletiyor. Bilinmeyene özenme, büyük kentin sorunları, yaşama
problemlerini, minimalist bir bakış açısıyla, insanın yalnızlığını ve
çaresizliğini bu denli başarılı, yalın bir şekilde Mayıs Sıkıntısı dışında çok
az film yansıtabilmiştir. Nuri Bilge, Mayıs Sıkıntısı'nda bir bakıma
umutsuzluğun resmini yapıyor. ama bunu yaparken didaktizme, ahkam kesmeye
düşmeden bu zor işin altından başarıyla kalkıyor. Yönetmen filmi hakkında
"Başrolün bir yönetmen olması filme kişiseIlik kattı, ...
Yönetmenin olumsuz taraflarını ortaya
çıkarttık. Yönetmenlik insana bir şeyler getirdiği gibi götürüyor da. İnsanı
bencilleştiriyor. Sinema ile uğraşan herkeste bu var. Sinemacı, ressam,
müzisyen gibi kendi başına üretim yapmıyor. Sentetik ilişkiler içinde buluyor
kendini. Bir hedefe kilitlenip amacına uygun hareket ediyor" (Taşçıyan,
Milliyet Kültür Sanat, 05.07.1999), diyerek Mayıs Sıkıntısı'nın üretim
sürecinin ipuçlarını vermiş. Diğer yandan, Ceylan'ın başarısının altında insan
psikolojisini tahlil etmedeki becerisi yatıyor. Özellikle küçük Ali'nin çocuksu
istek ve duygularını yansıtmadaki başarısı görülmeye değer. Film, ülkemizdeki
toplumsal ve sosyolojik değişimleri, satır aralarından okumamıza olanak
sağlıyor. Bunu yaparken de tıpkı hayatı yaşarken ve seyrederken
hissedebileceğimiz duyguları, empati yaratarak yapıyor. Son derece yaşamın
kendisi gibi hareket ediyor ve aynı zamanda film içinde film çekerek bize bir
filmin karşısında olduğumuzu anımsatıyor. Seyrettiğimiz karakterlerle
özdeşleşmek yerine, onun dramıyla özdeşleşiyoruz. Sosyolojik olaylar bağlamında
yaşanmakta olan değişimin ipuçlarını, özgürlük yanılsamasını vb. olguları
imbikten süzüyoruz. Nuri Bilge'nin filmini izledikten sonra aslında bir
başkalaşmaya uğrayarak sinema sanatının böyle bir şey olması gerektiğini
düşünerek sinemadan ayrılıyoruz. Nuri Bilge bize yaşamın dönüşümlerini, kuşak
farklılıklarını öyle ustaca yansıtıyor ki; örneğin babası ulaşım aracı olarak
bisiklete binerken oğlu her yere arabayla gidiyor. Yaşlı adam yaşına karşın
sürekli çalışıp, idealleri için mücadele ederken, oğlunda bir boşvermişlik,
tembellik, umutsuzluk ve inançsızlık dikkati çekiyor. Bu tarz yansıtmalar bile
yaşadığımız toplumda amaçlanan süreçlerle mevcut yapı arasında oluşan zihniyet
ve yaşam tarzı farklarını çözümlememize, anlamamıza son derece ekonomik bir
anlatım şekliyle katkıda bulunuyor. "Gerçekle kurmacayı kaynaştırıp
birebir 'film içinde film' öyküsüyle örtüştürerek, çoğunlukla doğaçlamayı
yeğleyerek, alabildiğine dingin, yalın, yer yer naif ve sıcak bir anlatım
tutturan, safbelgesel sinemanın lezzetini duyumsatan N.B.Ceylan, standart
klişelerin çok üstüne çıkan, hayatın ritmini yakalayan, seyircinin bakışını
zenginleştiren... 2 saat süresince kimi çelişkilerin üstüne üstüne gidip
(insandoğa, taşrakent, vb.) özel mülkiyeti çatışmasına değinerek 'paylaşılmayan
sevgilere, unutulmuş geçmişe' yöneliyor ve bunları, alabildiğine saf doğal olanın tadına sahip, lirik, içten, duru
ve bütünüyle kişisel, özgün bir sinemayla gerçekleştiriyor" (Sungu Çapan,
Cumhuriyet, 10.12.1999). “Prof.Dr.Alim Şerif Onaran/Doç.Dr.Bülent Vardar, “20
Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 209”
4 Mayıs Sıkıntısı, yönetmenin diğer filmleri gibi taşrada geçiyor.
Bu bağlamda bir pastoral sinematografiden söz edilebilir. Ceylan, peyzajı
olduğu gibi değerlendirmeyi beceriyor. Bu filmin renkli olması söz konusu
doğallığı bir kat daha arttırmış. Ceylan, dev ağaçlar, rengarenk çiçeklerle
dolu idil manzaralar, gün doğumları gün batımları seçmek yerine mekanı
kullanıyor. Meşe yapraklarının rüzgarda salınışı, otların dalgalanışı, bir
kaplumbağa gibi zarif ayrıntılardan, doğal ışıktan ve seslerden en iyi biçimde
yararlanıyor. Böylece hem izleyiciyi içine alan hem gerçeği yansıtan bir
atmosfer yaratıyor. Doğainsan ilişkisi ise Ceylan'ın çok sevdiği ve filmini
Çehov'un yapıtlarındaki gibi. (Alin Taşçıyan, Milliyet G., 10 Aralık 1999)
4Börtü böcekle,
hışırdayan yapraklar, sallanan otlar, ateşe atılan odunlar, közlenen mısırlar,
cepte taşınan yumurtalar, son moda saatler, yuvarlanan domatesler, fısıldayan
rüzgar ve kaplumbağalarla da sıkı ilişki var kuşkusuz. Tarkovski'nin
dinginliğine ve derinliğine, Sokurov'un hüzün ve acısına, Manoel De Oliveeira
'nın anıları ve arayışına, Abbas Kiarostami'nin gerçekçiliğine ve sıcak
samimiyetine denk düşerek, sonsuz yaşam sevinci, neşesi ve mizahıyla gönlümüzde
çok ayrı yer edien Mayıs Sıkıntısı, içerdiği benzersiz oyunculuk gücüyle de
hayranlık uyandırıyor (Tunca Arslan, Radikal G., 14 Aralık 1999)
4 Mayıs
Sıkıntısı, yönetmen Muzaffer'in memleketi Yenice'ye gelerek filmi için el
kamerası ile deneme çekimleri yapmasını ve filmini çekmeye başlamasını
anlatmaktadır. Kasaba'nın aksine dramatik kurgusu daha sağlam olan bir filmdir.
Bir anlamda da yönetmenin Kasaba'yı çevirmeye başlamadan önce yaşadıklarının
anlatımıdır. Bunu kasabanın mekanlarında yaptığı çekimlerden ve babanın
tarladaki çekiminin kasabadaki sahneye benzemesinden anlamaktayız. Bu yönüyle
Nuri Bilge Ceylan'ın otobiyografik bir çalışmasıdır. Muzaffer, doğduğu
kasabasına film çevirmek amacı ile gelen bir yönetmendir. Nuri Bilge Ceylan'ın
yaptığı gibi kendi yakın çevresini kullanarak filmini çekecektir. Muzaffer,
filminin peşindeyken kasabadaki durağan hayat içerisindeki öyküleri görürüz.
Bunlar onun için önemli şeyler değildir. Bir noktada bencil bir karakterdir.
Babasının tarlasının tapusu için verdiği hukuk mücadelesi, Saffet'in İstanbul'a
gitmek için ona bağladığı ümit, Ali'nin kırmadan taşımaya çalıştığı yumurta filmini
çevirmesini engellemediği sürece çok umurunda olmayan şeylerdir.
Film, amatör oyuncu yönetimindeki
başarısı, diyaloglarındaki gerçekçilik görüntü düzenlemesi ve uzun
planlarındaki dinginlik ile dikkati çekmektedir. Çok yavaş ilerleyen film,
kasabanın durağan hayatını yansıtmaktadır. Küçük insanların, sıradan yaşamları
anlatılırken; kötü yanlardan ziyade günlük hayatın yansıtılması tercih
edilmiştir. Filmde bir mesaj kaygısı yoktur. Yaşamın tüm olağanlığıyla
yansıtılması vardır. Öykü anlatılırken küçük anlardaki gülümseten sahnelerle bu
duygu daha da sağlamlaştırılmaktadır. Filmdeki gerçeklik öyküdeki ve
oyunculardaki gerçeklik yanında ses ile de sağlanmaktadır. Kasabada itici ve
yapay gelen dublajın yerine karakterlerin kendilerini konuşmaları gelince gerçekçilik
daha çok sağlanmıştır. Filmin kahramanlarının gerçek olmadıkları konusunda en
küçük bir kuşku doğmamaktadır. Oğlunun hatırı için filmde oynamayı kabullenen
anne, yıllarca emek verdiği tarlayı kaybetmemek için mücadele eden baba,
kasabadaki hayattan sıkılmış son kaçış ümidi olan üniversite sınavını
kazanamaması ile hayal kırıklığına uğramış Saffet ve cebinde bir yumurta ile 40
gün dolaşan Ali. Hepsi de sessiz akan hayatın içinde kendi öykülerini yaşayan
karakterlerdir. Dışarıdan bu hayata giriş yapan Muzaffer, bu insanları filminde
kullanmaktan başka birşey düşünmeyen bencil ve pragmatik kentliyi temsil
etmektedir. Araları sıcak olsa da, ilişkilerinde birbirlerini düşünseler de
amaçları doğrultusunda hareket eden insanlardır hepsi. Baba için filmde oynamak
önemli değildir. Tarlasından başka bir şey düşünmez. Saffet, İstanbul' a
götürecek ümidi ile işini bırakarak Muzaffer' in peşine takılır, Ali yumurtası
kırılınca yerine başka bir yumurta koyar. Sadık'ın çakmağını beğendiğinde ödülü
konusundaki fikrini değiştirir. Ancak Sadık ona çakmağı hediye edince bu sefer
tekrar fikrini değiştirerek okula geç kalmaması için saate ihtiyacı olduğunu
söyler. Daha önce Muzaffer yumurtayı kaynatmasını söylediğinde "hilelik
olur" diyerek reddetmişken; hile yapmayı öğrenmeye başlamıştır. Film,
erkek karakterlerin sorunlarına odaklı olarak ilerlemektedir. Tarlada geçen son
sahnede Ali ve Muzaffer'in amaçlarına ulaştıklarını görmekteyiz. Saffet ve baba
Emin ise kendi sorunları ile kalmışlardır. Muzaffer, Saffet'in İstanbul'a
gelmesinin doğru bir fikir olmadığı kanısında olduğunu söyler. Oysa daha önce
orada iş bulacağına dair söz vermiştir. Şehirde Saffet'in başına yük olmasını
istememektedir. Bu Saffet için beklemediği bir şeydir. “Nigar Pösteki,
“Yönetmen Sineması” syf,126”
& N.B.Ceylan'ın ikinci uzun
metraj filmi olan "Mayıs Sıkıntısı"nda, gene sahici bir oyuncu
kadrosu ve kasaba insanından doğalcı, gerçekçi görüntülerle, gündelik hayatın
kendine özgü akışını yakalama çabasıyla, ilk filmine göre daha sade bir üslup
kullandı.
Son
dönemde İran sinemasında gördüğümüz, doğalcı, neredeyse belgeselci bir
yaklaşımla hayata bakan bir sinemaydı "Mayıs Sıkıntısı"…
Yönetmenin kendi arka
bahçesine dönüp, memleketi ve ailesinin yaşadığı, Çanakkale'nin Yenice
kasabasındaki yaşamı, belgeselmişcesine kaydetmeye çalışması, ailesine verdiği
başrollerle, onların gerçek hayattaki varoluşlarına ulaşma çabasıyla"
sinemada gerçekçi ve doğalcılığın izini sürmeye çalışan bir filmdi "Mayıs
Sıkıntısı".
Ceylan, bu filmde bir "film içindeki
film" öyküsüyle, filmsel dünya ile gerçek dünya arasındaki farklılık
sorunsalı üzerinde yoğunlaşarak, hem film çekme eylemini etik ve estetik
bağlamda tartışıyor, hem de gerçeklik arayışının peşinde kasabadan belgeselci
insan manzaralarını filmin ana maddesi haline getiriyordu. Ceylan,
"Kasaba"nın içinden geçerek, ilk filminin çekim sürecini "Mayıs
Sıkıntısı"nın içinde bir anlamda irdeliyordu. Siyah beyaz ve dublajlı
çekilen "Kasaba"nın aksine, renkli ve sesli çekilen "Mayıs
Sıkıntısı"nın kahramanları bu kez gerçek hayattaki kimliklerine daha
yakındı.
Doğanın kendisi, yine ilk
filmde olduğu gibi filmin kahramanlarından biriydi ve kasabadaki doğayla iç içe
hayatın akışına bakış, gerçek zamanı yakalama çabası bu filmin de temel
karakteristiklerinden olmaya devam ediyordu. Kasaba'daki, N.B.Ceylan'ın
çocukluk yıllarına denk düştüğü anlaşılan geçmiş zamanın aksine bu film şimdiki
zamanı geçiyordu..
Oğullarının hatırına, filmde
oynamayı kabullenen, dingin, içe dönük bir haya olan anne; 50 yıl önce diktiği
ağaçlara devletin el koymasına karşı mücadele eden bir baba; müzikli saat
özlemiyle kırk gün bir yumurtayı cebinde taşımayı göze alan küçük ilkokul
öğrencisi Ali; filmin başında üniversiteyi kazanamadığını öğrendiğimiz
kasabadaki bir fabrikada çalışan, yönetmen Muzaffer'in İstanbul'da iş bulma
vaadine kapılıp hayaller kuran Saffet; "Mayıs Sıkıntısı"nın
kahramanlarıydı.
"Mayıs Sıkıntısı"nın şehirli
aydını Muzaffer ise daha çok bu dünyayı "kullanmak" için orada olan,
babasının elli yıllık emeğinin peşinden sürüklenmesini, annesinin filmde
oynamaktaki isteksizliğini Saffet'in İstanbul'da bir iş bulabilme hayalini,
film çekimi süresince "kullanan", daha çok çekeceği film üzerine
yoğunlaşan, kaç paralık film harcandığının hesabında, bencil bir karakterdi.Nitekim
filmin sonunda, Saffet'e duyduğu ihtiyaç bitince ,ona iş bulana kadar evinde
kalabileceğine ilişkin verdiği sözü geri alıyor ve mücadelesini kaybeden
babasını da öylece bırakarak kendi yoluna gidiyordu. Ceylan ikinci filminde,
yönetmenlik mesleğine de eleştirel bakarak , film çekme sürecinin insanları
kullanması olgusu üzerine de gidiyordu. "Mayıs Sıkıntısı", Anton
Çehov'a yapılan ithafla sona eriyordu. Anton Çehov'dan esinlenildiği anlaşılan
"kasaba atmosferi" ve "kasabada sıkışan insan " teması, bu
filmde, özellikle Saffet karakterinde cisimleşiyordu.
Filmleri birbiri içinden doğan
Ceylan, kendi arka bahçesini irdelerken' "Derin Türkiye"nin
görünmeyen öykülerini, insan varoluşlarını, doğayı, kasaba yaşamını, yerel dili
sinemaya taşıdı… "Kasaba"dan "Uzak"a süren bu yolculuk,
sadeleşerek derinleşen, Siyah beyazdan renkliye, çoklu anlatıdan daha doğalcı
,gerçekçi minimalist bir dile doğru evirilen bir sinema serüveniydi. (Necla
Algan “Antrakt Sinema Dergisi Aralık 2003Ocak 2004 Sayı: 7576)
4Sinemamızda bir Nuri
Bilge Ceylan kurumu oluştuğunu müjdelerim. Ceylan üç filmi "Koza",
"Kasaba" ve "Mayıs Sıkıntısı" ile kendine çok özel bir yer
edindi. "Mayıs Sıkıntısı" hem bu yıl üretilen birbirinden başarılı
Türk filmleri hem de Türk sinemasının en iyi filmleri arasında favorim. Kıyas ölçü
değildir, elbette ama "Mayıs Sıkıntısı"nın Abbas Kiarostami'nin
"Arkadaşımın Evi Nerede" adlı filmiyle eşdeğer olduğunu söylersem,
festivalci sinemaseverler yazıyı okumayı bırakıp filmin seanslarını gösteren
ilanı aramaya başlayacaklardır!
Ceylan'ın çok kişisel bir biçemi var.
Çalışma tarzı daha da kişisel. Kendisinin ya da kız kardeşinin kaleminden çıkma
aile öykülerini, birkaç arkadaşından oluşan ekiple, yine aile üyeleri, dostları
ve komşularından oluşan amatör bir kadroyla, kamerayı kendi kullanarak çekiyor.
Fotoğrafçılık yaptığı yıllarda da belirgin olan özgün görselliğini sinemada
hareketlendiriyor. Filmlerinin müzik yönetimini dahi kendisi üstleniyor. Oyuncu
yönetimindeki başarısı ise olağanüstü! Yönetmenin anne ve babası, kuzeni,
arkadaşı ve minik Muhammed Zımbaoğlu profesyonellere taş çıkartıyor.
"Mayıs Sıkıntısı",
yönetmenin diğer filmleri gibi taşrada geçiyor. Bu bağlamda bir pastoral
sinematografiden söz edilebilir. Ceylan, peyzajı olduğu gibi değerlendirmeyi
beceriyor. Bu filmin renkli olması söz konusu doğallığı bir kat daha arttırmış.
Ceylan, dev ağaçlar, rengarenk çiçeklerle dolu idil gibi manzaralar,
gündoğumları günbatımları seçmek yerine
mekanı iyi kullanıyor. Meşe yapraklarının rüzgarda salınışı, otların
dalgalanışı, bir kaplumbağa gibi zarif ayrıntılardan, doğal ışıktan ve
seslerden en iyi biçimde yararlanıyor. Böylece izleyiciyi içine alan bir
atmosfer yaratıyor.
Doğa insan ilişkisi ise Ceylan'ın çok sevdiği ve
filmini adadığı Anton Çehov'un yapıtlarındaki gibi. Doğanın huzurlu kucağında
kente özgü sıkıntılar çeken kasabalılar, onlarla ve doğayla ancak dolaylı bir
ilişki kurabilen kentliler tatlı sert
bir eleştiriye tutuluyor. "Mayıs Sıkıntısı"nda doğup büyüdüğü,
ailesinin yaşadığı kasabaya gelip film çeken yönetmen Ceylan'ın alter ego'su.
"Kasaba"da deli rolünde izlediğimiz Muzaffer Özdemir, babasının
yaşamını adadığı orman arazisinin tapusunu almak için gösterdiği çabasına,
üniversiteyi kazanamayıp zor zar iş bulan kuzeninin büyük kente gitme özlemine
duyarsız kalan bir yönetmeni canlandırıyor.
Sinemada
hep olumlu sonuç veren film içinde film esprisi "Mayıs Sıkıntısı"nda
da mükemmel işliyor. Filmin çekim hazırlıkları ve çekim süreci ince bir mizahla
ele alınıyor. Bir yanda gündelik yaşamını sürdüren kişilikler bir yanda gözü
filmden başka bir şey görmeyen gurbetteki oğul! Her karakterin kendince bir sıkıntı
çektiği bu film, iç içe geçmiş yan öyküleriyle varsıl bir senaryoya sahip.
Yerinde espriler ve duygusal yaklaşımlarla beslenerek akıyor. Öyle ki izlerken
zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Sıkıntının yerini üzerinize çiy
taneleri yağmış gibi sabah bir keyfi alıyor... (Milliyet 10.12.1999)
4 Amerikan
sinemasının çok parlak, cilalı ve kusursuz ambalajlanmış yapımlarına karşı
çeşitli ulusal sinemalardan alternatif sesler çıkııyor. Belki cılız, ama
kişilikli ve önemli sesler. Son zamanlarda dünyada sayısız ödül toplayan İran
sineması ve onun çağdaş efsanesi Abbas Kiarostami filmleri gibi ... Mayıs
Sıkıntısı'nı izlerken Abbas'ın sinemasını anmamak olanaksız ... Ancak,
sanayinin, ticari kaygıların, piyasa kurallarının tümüyle dışında kalarak, bir
zanatkar gibi inatla ve sabırla kendi sinemasını oluşturan Nuri Bilge Ceylan'ın
çabası, yine de son derece özgün …
Çok kabaca, ilk filmi Kasaba'nın çekim
öyküsünü ve kendi ailesini o film için nasıl ikna edip kamera karşısına
geçirdiğini anlatıyor Ceylan... Öz annebabasının kişiliğinde gerçek toprak ve
kır insanlarını, büyük kentten uzak, yaşamlarını hala doğanın ritmiyle
düzenleyenIerin öyküsünü anlatıyor. Onların yanı başına, küçüklükten beri
sinema tutkusuyla yanan Muzaffer'i (yani kendisini), bir baltaya sap olamamış
Saffet'i ve onun gerçek ailesini, ailenin değişik yaşlardaki bireylerini,
konukomşuyu da katarak ...
Nedir ortaya çıkan? Sinema Gerçek
ekolünün yenilenmesi mi? Belgeselliğin ağır bastığı bir çaba mı? Geçmiş veya
gelecek zamanı değil, geçen zamanı ve onun gerçek temposunu yakalama çabası mı?
Bir Robert Bresson minimalizmine ve onun yalnızca amatör oyuncular kullanma
ilkelerine dönüş mü?
Kuşkusuz hepsi birden... Bir Marcel Proust
titizliğiyle zaman kavramı üzerinde düşünüyor Ceylan... Yaşlı babanın 50 yıldır
gözü gibi baktığı ağaçların devletin yanlış arazi politikalarına kurban gitme
tehlikesiyle çevreciliğe, sinema yapma deneyiminin içerdiği kaçınılmaz yapaylık
öğeleriyle de, o temel yaşamsanat çelişkisine değiniyor. Alçakgönüllü, ama
bilinçli bir çağdaş filozof tavrıyla ...
Duru, yalın, sanki sinemanın unutulmuş bir
temel işlevine dönüşü getiren, yer yer kullandığı Bach, Haendel veya Schubert
müziğindeki kusursuzluğu ve filmin adandığı Çehov'un ritmini yakalayan, özgün
ve özgür bir sinema... Belki Kasaba'nın amatörce şiirini de aşan, daha bir
bütünlüğe ulaşmış önemli bir film... Kuşkusuz sinemayı yalnız aksiyon ve
komedilerden ibaret bir eğlencelik sayanlara göre de değil, haber verelim ...
“Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 116”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder