Powered By Blogger

19 Aralık 2022 Pazartesi

 

 

İNAT HİKAYELERİ (2003)


Senaryo ve Yönetmen: Reis Çelik, Kamera: Reis Çelik, Yapım: Rh Politik Uluslarası Yapımcılık Ltd – Filmvelcih Inter Forum Adil Kaya “Almanya Ses: Robert F. Kollner, Yönetmen Yardımcısı: Volkan Şirin, Kurgu: Ogün Aydonat, Ekrem Çelik, Robert F. Kollner, Yapım Koordinasyon: Lucy Wood – Frank Becher, Yapım Grubu: Ercan Şirin, Kemal Gültekin, Ümit Kılıç, Gülcemal Fidan, Atalay Uzunkaya, Kurgu: Ogün Aydonat, Ekrem Çelik, Robert F. Kellner, Prodüksiyon Amiri: Kemal Gültekin, Genel Koordinatör: Lucy Wood, Kamera Asistanı: Volkan Şirin, Set Fotoğrafları: Ümit Kılıç, Ön Miksaj: Robert F. Kellers, Ses Montaj: Wofgang Meyer, Robert F. Keller, Montaj: Ogün Aydonat, Ekrem Çelik, Robert F. Keller, Teknik Danışman: Murat Bakır, Müzik düzenleme: Reis Çelik,

Oyuncular: Tuncel Kurtiz (anlatıcı,meselci, Latif Şah, Şamil Bey, Canbaz Şaho), Sabri Tutal (Kızakçı Daşo, Koça Ağa), Kemal Gültekin (Malakan Kayser), Aslı Sulan (Şahsanem), Ali Başkan Banka Müdürü), Volkan Şirin (Oğul Mirza), Reyhan Ulu (Koço’nun karısı), Volkan Şirin (Oğuz Mirza), İsrafil Uzunkaya (Kızakta Aşık), Nezaket Kılıç (Kızakçının karısı), Hedik Kılıç (Minibüsçünün karısı), Katip Amca (Piro Ağa), Meclis Emmi (Kızak Yolcusu), Halay Uzunkaya (Kore Gazisi), Famil Aras (Cezo Ağa), Turgut Korkmaz Muhtar), Bahar Kılıç (Urbeyi’nin Kızı), Aşık Memet, Selda Ok (Şahsenem’in Kızkardeşi), İsminaz Durak, Faize Durak (ypolcu kadınlar), Gürkan Arpaçay (Koço’nun oğlu), Diğer rol alan Bölge İnsanları: Ercan Şirin, Gülcemal Fidan, Mülayim Karaçay, Atalay Uzunkaya, Ümit Kılıç, Sevilay Kılıç, Osman Aras, Paşa Arpaçay, Yılmaz Karaça, Mehmet Arpaçay, Niyazi Ak, Mustafa Kılıç, Salman Uzunkaya, Kirman Aydemir, Seyitali Suları, Baykal Suları, Aşık Bayram

Konu: Kış aylarında köyün şehirle ulaşımını sağlayan at kızağına bir rakip çıkmıştır. Kızakçı Daşo’nun rakibi kırmızı minibüstür. Ama kızakçı kışın buz tutan Çıldır gölü üzerinden kestirme gittiğinden minibüsün göle giremeyeceğini ve yeni rakibinin kendisinden hızlı olamayacağını iddia etmektedir. Oysa minibüsçünün bu inatlaşmadan galip gelmek için başka bir planı vardır. Bu ikilinin arasında yarış devam ederken kızak ve minibüsün yolcularından tanınmış aşıklar ve hikaye anlatıcıları da bu kıyasıya yarışa katılmışlar ve İNAT üzerine birbirinden güzel öyküler anlatmaktadırlar.

Anlatılan öykülerden ”Lades”, ”5 Kırık Çöp Bir Kırık Kalp” Ve “Cambaz Şaho” Canlandırılmaktadır. Gülmeyi ve ağlamayı iç içe sunan İnat Hikayeleri, Anadolu Halk Edebiyatının, ”Aşıklama” “Doğaçlama” yöntemini sinemaya taşıyan ilk film örneğidir. Film oldukça farklı bir yöntemle çekildi. Deneyimli oyuncu Tunçel Kurtiz ve yönetmen Reis Çelik’ten oluşan iki kişi dışında hiç kimse olmadan bölgeye gidildi. Filmin senaryosu tek sözcüktür. ”İNAT”. Bu sözcükten doğaçlama yapılarak film ortaya çıkarıldı.

 İnat Hikayeleri (Lades)'in öyküsü:

Reis Çelik: Filmin yapısı alışılmış bir tarzın çok dışında. Bu yeni bit sinema akımı falan demek istemiyorum. Bu farklılık şundan kaynaklanıyor. Ben Ardahanlıyım. Bizim oralarda aşıklık, doğaçlama tiyatro o kadar yaygındır ki.. Oralarda yedi ay kış olunca yapacak bir şey de pek olmaz. Bu Anadolu da binlerce yıldır oluşturulmuş bir kültür biçimi. Benim dedem de, diğer başka dedeler de çok iyi hikayeler anlatır. Kışın herkes evde oturur, çevre köylerden anlatıcılar, aşıklar gelir; hikayeler anlatılır. Ya bilinen bir hikaye anlatılır ya da bir ipucu verilir. Mesela bardaktan yola çıkılarak bir hikaye anlatılır. O iki  üç ay sürer. Bir roman yazar aslında, sözlü bir roman. Bu roman anlatılırken, aşık arada bir devreye girer türkü söyler. Ben de böyle büyüdüğüm için, bir kamerayla dedem gibi doğaçlama bir hikaye yaratabilir miyim diye düşündüm. Yıllardır aklımdaydı. Yanıma Tuncel Kurtiz'i de alarak gittim. O doğaçlamaları yapabileceğini düşündüğüm tek insan olduğu için Tuncel Kurtiz. Onun da kafasına yattı. Zaten o doğaçlamaya çok yakın ve yatkın biri. Bindik arabaya iki kişilik film ekibi (gülüyor), kış aylarını orada geçirdik. ipucumuz inattı, inattan yola çıktık. Bunun benim için sinemasal anlamda karşılığı neydi derseniz, siyasi bir bakışı var. Bir diğeri bunca kültürü, bunca rengi, müziği, deseni yaratan Anadolu insanları coğrafyası, ne yazık ki bugün Türkiye'nin sanatını, gündemini oluşturan kesimde sanki yokmuş gibi davranılıyor. Sanat deyince aklımıza manken geliyor, halk diye sundukları tanımadığım bir halk. Dizilerde izlediğimiz ağalık, çok güzel birşeymiş gibi sunuluyor. Bu coğrafyada yaşayan insanların yüzleri, renkleri, sesleri bu diye sunulacak. Son derece yalın ve doğaçlama hikayelerden oluşan bir film.

 Sanırım altı tane ayn öyküden oluşuyor...

Reis Çelik: Bir ana hikaye var. inatlaşan insanlar. inatlaşma üzerine kurulu ana hikayede, kızaklarla göle gidilir. Günün birinde köye bir minibüs alınır. Kızak ve minibüsün inatlaşması başlar. Yolculuklarda hikayeler anlatılır, biz o hikayeleri dramatize edip, canlandırıp oynuyoruz. Belli bir iskeleti var filmin.

 

Filmle ilgili bir yerde inatlaşmanın sonucunda yaşlı adam ölür gibi bir ibare var. inatlaşmamn, direnmenin sonucu kaybetmek mi yani…

Reis Çelik: Hikayelerin biri 'Lades'. Ladese tutuşan iki adam öyle bir inatlaşmaya girerler ki, ve sonunda iki tarafta kazanamaz ve birisi hayatını kaybeder. Başka bir inatlaşma hikayesinde bir bey, başka bir beyin kızını oğluna almak ister.

Oğlan bir köylü kızını sevmiştir. Bey, oğluna o köylü kızını almamak için bir soru sorar ki, kimsenin bilmesi imkansız. Ama Kız kırk günün sonunda o soruyu, inatla çözer. Ama sevdiği çocuğu da istemez artık.

Üçüncü hikayemiz, bütün bahisleri her zaman kazanan bir adamı anlatıyor. Bu da dünyada savaşlar olur ama birileri hep kazanır mantığın. dan yola çıkıyor. Filmin anlatıcısı konumundaki Tuncel Kurtiz, her anlattığı hikayede başka bir role dönüşüyor. Dört ayrı karakteri canlandırıyor aynı zamanda.

 

Tuncel Kurtiz dışında başka profesyonel oyuncu düşünmemenizin nedeni?

Reis Çelik: Aslını sorarsanız, ilk başta tamamen köylüler diye düşündüm. Ama bazı oyunların çok ağır olması, temel insanın olması gerektiğini düşündürttü bana. Yazılmış bir senaryo da yok, ben sadece taslağını oluşturmuştum. Ben de köylü kılığındayım zaten. Kasketli falan dolaşıyorum.

 Siz de mi oynuyorsunuz yani?

Reis Çelik: Hayır, sadece kamera paltomun altında saklı. Köylülerin doğal ortamını bozmamak için önce onlara hikayelere anlattık, ben saz çalıp, türkü söyledim, aşıklarla atıştım. Sonra yavaş yavaş kamerayı çıkarıp çekmeye başladım. Gittiğimde delikanlının birisi dolaşıyordu sokakta, ona sen prodüksiyon amirisin dedim diğerine sen 'boom'cusun dedim. 'Abi ben nereyi bombalayacağım' dedi (Gülüşüyoruz) 'Yok, bombalamayacaksın, mikrofonu tutacaksın' dedim. Böyle bir kadro oldu. Ardahan Çıldır, Kars seferber oldular film için. Çok kalabalık olduk. Oyunlar gelişmeye başladıkça ben durduruyorum, şimdi şu tonda konuşmaya başlayın diyorum onlar öyle konuşmaya başlı. yor. Böyle aktı gitti yani…

 

'Işıklar Sönmesin' ve 'Hoşçakal Yarın' politik içeriği yoğun filmlerdi, 'inat Öyküleri sizin için nasıl bir duygu ve duruma denk düştü.

Reis Çelik: Filmi izlediğiniz zaman aslında politikanın 'P' si geçmez. Ama bana sorarsanız en ağır politik filmimi çektim diyebilirim. Çünkü başrole halkı koyuyorsanız, onların bakışını, duruşunu ve bugün yok sayılmalarına karşın inatla onların kültürünü insanların karşısına getiriyorsanız bence bu iyi bir politikadır. Diğer iki filmimden daha sert bir politika diyebilirim. Ben şöyle bir görüntüyü kabul etmiyor, böyle bir görüntüyü koyuyorum dediğiniz andan itibaren zaten politika vardır. O insanlara hep inandım, o yüzden oyuncu olarak da onları oynattım.

 

Sizin oyunculardan yana rahat olduğun belli. Peki filmin tek profesyoneli Tuncel Kurtiz'in tavrı nasıldı bu seçim konusunda?

Reis Çelik: Çok keyifli, isteyerek geldi Yeni kalp ameliyatı olup gelmişti. Beş tane damarı by pass olmuş. 2500 3000 metre yükseklikte, eksi 30'larda bir soğuklukta çalışmaya geldi. Bir şey görmese gelmezdi zaten. Sadece köylüler nasıl olacak acaba diye merak ediyordu, gelip gördü ve 'ben bu kadar beklemiyordum' dedi.

Çünkü zaman zaman Tuncel Kurtiz'i bastırıyorlardı. Onlar konuşuyordu, o duruyordu, ben karşılığında ne söyleyeceğim diye. Ben metin yazmadım zaten. O havada yazmak ya da söylemek istedim. Üç sayfalık bir şey söylemesi gerekiyordu. Hiç olmazsa bunu yaz da, ben gidene kadar ezberleyeyim dedi. Ben de orada yazacağım dedim. Dağın tepesine çıkıp, zirveden çekeceğim çünkü bu kısmını. Kavga gürültü gittik. Çıktım dağın zirvesine, on dakika ver bana dedim. Yazdım ve hayatta söyleseler de inanamayacağım bir şey gördüm. Kurtiz, benim elle yazdığım üç sayfalık yazıyı bir kere okudu, kağıdı katlayıp cebine koydu ve bir kelime bile atlamadan eksiksiz doğaçladı. Ona güvenmesem zaten böyle bir çılgınlığa kalkışmazdım. Bence Türkiye'de değeri anlaşılamamış, mükemmel bir oyuncu Tuncel Kurtiz. (Banu Özdemir Antrakt Sinema Dergisi Eylül 2003 Syf: 46)

& Reis çelik'in son filmini Antalya'dan sonra ikinci kez burada izlerken, şunu fark ettim: bu kendine özgü filmin tuhaf bir çekiciliği var. Ve kitlelere tavsiye etmek kolay olmasa da, sonuç olarak sinemayı birazcık olsun ciddiye alan herkesin görmesinde yarar var.

Çelik, sırtına dijital kamerasını ve yanına da Tuncel Kurtiz'i alarak, sadece iki kişilik bir ekiple, Kars'la Ardahan arasında 2500 metre filan yükseklerde duran Çıldır gölüne ve gölgesi göle vuran Ilgar dağına doğru yola çıkmış. Orada, Ardahan'da geçen çocukluğundan beri kulağına çalınan çeşitli halk destanlarına, söylencelere ve fıkralara dayalı iç içe geçmiş üç hikayeyi, bir tür doğaçla yöntemiyle çekmiş. Tuncel'den başta tüm oyuncuları gerçek yöre halkından, gerçek köylülerden seçerek... Onlara sadece konu başlıklarını verip çok az araya girerek, konuşmalarını, söyleşmelerini en doğal biçimiyle peliküle saptayarak ...

Ve ortaya, sonradan çeşitli ve karmaşık işlemlerle 35 mm'lik bir film haline dönüştürülen ilginç bir ham malzeme çıkmış. Bir tür etnik belgesel, bir kültürel araştırma, bir halkın içine dalıp ondaki cevheri saptamaya yönelik heyecan verici bir yolculuk... Ne derseniz deyin ... Tek kesin olan, bunun klasik anlamda bir film olmadığı. Bu nedenle zaten, yönetmen, filmin başına, 'Bir Reis Çelik Anlatısı' deyişini koymuş ...

Ortaya çıkan, tek sözcükle büyüleyici bir film. Anadolu'nun muazzam kültürel birikiminden, halkın içinde hala sözlü kültür biçiminde yaşayan diri, canlı bir geleneksel anlatılar toplamından süzülüp gelen ve sinema aracılığıyla saptanan bir zenginlik... Kendine özgü bir doğayla kıymeti bilinmemiş bir kırsal kesim kültürü arasında oluşan görkemli bir diyalog ve de Çelik'in kendi kökenlerine adadığı bir yarı sanatsal, yarı sosyolojik çalışma. İnat Hikayeleri, 'inat' teması üzerine üç hikayesi ve bunların çevresindeki gözlemleriyle, halk denen ve ancak seçimden seçime hatırlanan geniş kitleden bir büyük yansıma getiriyor. Filmin en şaşırtıcı yanlarından biri, bugün (yani 2004 yılında) 67 yaşında olan büyük oyuncu Tuncel Kurtiz'in, adeta etrafındaki halkla, gerçek köylülerle olmadık biçimde kaynaşan sıra dışı oyunu. Bu filmi aynı zamanda Kurtiz'in büyük yeteneğine yapılmış bir saygı duruşu gibi algılamak da mümkün ve gerekli. Başta söylediğim gibi, sinemayı ciddiye alan ve de özellikle folklor halk kültürü denen şeye ilgi duyan herkesin görmesi gerek ... “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 94

& Reis Çelik sinemamızın bilinen ve de alışagelen ilişkilerinden kendini olabildiğince soyutlamış kımı zaman sansasyonel, kimi zaman da oldukça naif yapıt/arla kendi küçük dünyasmı ören, oradan da belirli bir dünya görüşü ile kitlelerin ilgisini çekmeyi kısmen de olsa başaran sessiz bir yönetmen. Kendi sinemasal kozasını bildiğince, ödün vermeden işlemeye devam ediyor. "Işıklar Sönmesin" ile naif ve tarafsız bir duyarlılıkla Güneydoğu sorununu ele alip işlemişti. Sonra, bir dizi tartışmaları da beraberinde getiren, yakm dönemin bilinen bir olaymı ve kişisini "Hoşçakal Yarın"da anlatmayı yeğledi. Bir dizi tutarsızIıkları da içeren film, sonuçta siyasal sinemamızın sözü edilecek yapıtları arasına girmeyi başardı.


Reis Çelik'in tüm filmlerinde gerçi topu topu üç filmi var ama politik bir tavır kimi zaman kaba ve sert, kimi zaman ise sessiz ve ince çizgileri göze çarpıyor. Safım saklamaktan çekinmiyor. Ama insancıl bir tavrı da elden hiç bırakmıyor. Konularındaki naif yaklaşım, filmlerinin mesajına da siniyor. Olan bitenden çok, olması gerekenin üzerinde duruyor. Ve tüm filmlerinde iyi niyetini sıcak bir sevecentikle örtüştürüp izleyene aktarmayı yeğliyor.

"inat Hikayeleri" her açıdan yapılışı, işlenişi, oyuncuları, mekanı, kurgusu vs.  değişik bir film. Belki de yalnızca bizim sinemamızda değil, dünya sinemasında da örneği az bulunur bir tarzda gerçekleştirilmiş. Bir düşünce, bir yönetmen bir de oyuncuyla yola çıkılmış. Gerisi ise neredeyse tümüyle rastIantı, tümüyle bir doğaçlama ... Sanki yönetmen filmi yönetmek isterken, yönetilenler filmi yönetmeye başlamış da, yönetmen de onların havasına girip kamerasıyla izlemiş gibi bir şey ..

Anlaşılıyor ki Reis Çelik, baştan tümüyle bir belgeselci mantığı ile işe koyulmuş. Ama önceden tasarlanmış, ayrıntılar düşünülmüş, mizansenleri kurulmuş bir mantık değil bu. Adeta olaylann ve beklenmedik sürprizlerin peşinde koşan bir yönetmen, bir oyuncunun, kendi içlerindeki çılgın serüvenleri Bu filmde rastlantı ya da doğaçlama olmayan tek ise doğa Konunun da, masalın da, inadın da baş kişisi o. Alabildiğine uzanan kalıcı ve uzun bir beyazlığın; her şeyin üstünü örterek, gerçeği toprağın renginde saklamaya çalışan, kimi zaman gereğinden fazla şiddeti, kimi zaman ise unutulmaz bir doğa şiirini sunduğu o yöreye özgü görünmeyen, ama her zaman var olan, her şeyi betimleyen ve etkileyen yanı ... Bir kar şiiri ya da daha geniş anlamda bir kış masalı gibi ... Yöre Ardahan. Kan ve soğuğun bir giysi gibi aylar boyu insanların yaşamıyla örtüştüğü Türkiye'nin bir ucu. Çıldır gölü bile buna tutsak olmuş durumda. Üzerini kaplayan buzdan göllüğünü bile doya doya yaşayamıyor mevsimler boyu. Günler kısa ve zor, geceler ise alabildiğince uzun. Bitmek bilmiyor. insanları da en az doğa kadar sert ve inatçı. Doğanın şiddeti de inat eder gibi ...

Uzun ve soğuk gecelerin tek tesellisi ise efsaneler, masalar, muammalar, atışmalar, maniler, kısacası hoyratça ama neşeli ve heyecanlı geçirebilecek her bir şey insanların yeteneklerini ortaya koyduğu tek alan, doğa ile yarışmak, yarışabilmek, ya da doğanın gereğinden fazla uzattığı ve tekdüzeliğe düşürdüğü geceleri sesiyle, sazıyla, sözüyle, inadıyla ve de kurnazlığıyla neşelendirip, yaşamın tekdüzeliğine kendilerince, gelenekleriyle ufak, zararsı bir çelme takmak ...

İnat Hikayeleri, gelişi güzel gelmiş bir film değil dedik. Doğru ... Bence bir belgesel. Öykü bütünlüğünden çok, yöre insanlarının yaşamından kesitler veren bir kıssalar, anlatılar dizilemesi. Bugün ile dünün harmanlandığı, gerçek ile düşün karıştığı, zamanın doğal akışı gibi öykülerin, anlatılan da kendi başlarına buyruk olup, birbirleriyle koşut olarak mesafe aldığı, kahramanlarından gayrı her bir şeyin birbirlerinden bağımsız, yoğun bir folklorik kültür geleneği ile donatıldığı çok anlatımlı ve çok okunurlu bir masal gibi ... Bu geleneksel yaşam kültüründe ya da eğlence biçiminde, dramatik halk sanatlarımızdan; meddah, ortaoyunu, atışmalar, muammalar gibi ölü geleneğe dayalı her bir şeyi görmek olası.

Bu gelgitlerde, yönetmenin folklorik öğelere ya da geleneksel sözlü kültüre dayalı bir belgesel yapma isteği ile konulu bir film yapma isteğinin çatıştığı ortaya çıkıyor. Ama sonuçta her ikisinin de gereği gibi tadına varılmıyor. Belgesel tavır da, bu tavırdan yola çıkılarak yapılmak istenen film de birbirine karışıp, birbirinin etkisini yok edip gidiyor. filmde tek oyuncu olmanın avantajını biraz abartılı bir biçimde kullanan Tuncer Kurtiz'in oyunu gibi, yöre halkından seçilmiş kişilerin oyunculuk performanslarının da pek inandırıcı daha doğrusu etkileyici olduğunu söylemek ise çok zor. Aynı oyuncuların ve öyküleri alıp, aynı mizansenle bir tiyatro sahnesine taşırsanız ne fark eder ki? Doğanın yokluğundan gayrı ...

Sanıyorum iyi niyetli belgesel bir tavrı kalkış noktası almak, doğadan ve o yöre insanından olabildiğince yaralanmak ama tüm bunların ötesinde sinemanın o bilinen dilini kullanmamak, ortaya belki farklı bir gösteri koyabiliyor ama, sonuçta bilinen sinemanın tadınıdilini vermeye yetmiyor. Tüm bunlara rağmen, Reis Çelik'in kendine özgü naif sinemasının bir gün karştlığını alacağına inanıyorum. Çünkü o deniyor, araştırıyor, sessiz ve derinden kendi sinemasının ağını bir bir inatla ve sabırla örüyar. Ama yine de, bir kış masalının naif duyarlılıklarla örtüşmüş insanlarının öyküsünü dinlemek isterseniz, inat Hikayeleri sizi düş kırıklığına uğratmaz. Burçak EVREN, Finansal Forum, 2003 (Aktör Tuncel Kurtiz, Burçak Evren )

FİLMİ İZLE 


17 Aralık 2022 Cumartesi

  

HABABAM SINIFI MERHABA (2003) 


Yönetmen: Kartal Tibet, Senaryo: Kemal Kenan Ergen, Görüntü Yönetmeni: Ertunç Şenkay, Yapım: Arzu Film/Ferdi Eğilmez – Fida Film Afiş Fotoğrafları: Banu Demirci, Kostüm Tasarım: Gülümser Gürtunca, Kurgu: İsmail kalkan, Offline Kurgu: Erkan Özekan, Sanat Yönetmeni: Mustafa Ziya Ülkenciler, Yürürücü Yapımcı: Şenol Zencir, Cengiz Çağatay, Yardımcı Yönetmen: Tolgay Ziyal, Müge Alper, Reji Grubu: Sema Aybar Kaplan, Sara Mehdi Ertaş, Fatih Doğan, Nida Şafak, İrfan Atasoy, Prodüksiyon Amiri: Abdullah Baykal, Prodüksiyon Asistanları: Ayhan Çelik, Taner Yozgatlı, Murat Toıprak, Savaş Ceylan, Cenk Çağatay, PostProdüksiyon Koordinatörü: Berna Yeşilyurt, Focus Puller: Aydoğan Yıldız, 1. kamera Ast.: Ali Cihan Yılmaz, 2. Kamera Ast.: Cenk Tataer, Işık Şefi: Sezgin Okur, Işık Grubu: Bülent Yavuz, Volkan Aslan, Levent Yiğit, Serdar Türkoğlu, Fatih Özçelik, Bülent Bayraktar, Ses Teknisyeni: Serkan Akar, Boom Operatörü: Serhat Taşlı, Kostüm: Gencellar, Kostüm Tasarım: Gülümser Gürtunca, Kostüm Ast.: Neşe Terzioğlu, Taciser Gürtunca, Sanat Grubu: Bektaş İldem, İbrahim İldem, Set Amiri: Fatih Özcan, Set: Cengiz Çirkin, Turgay Sarıkaya, Umut Özcan, Kudret Evren, Makyaj: Celal Gonca, Nevin Kuzucu, Özlem Kurt, Kuaför: Aydoğan Akkaya, Dublaj kayıt: Bülent taran, Laboratuar Kontrol: Yusuf Özbek, Kopya Baskı: Mustafa Koç, Erkan Göüş, Film Yıkama: Orhan Turgut, Ayhan Kısa, İlhan Özkan, Engin Çolakoğlu, Negatif Montaj: Selahattin Turgut, Burcu Doğanay,

Oyuncular: Mehmet Ali Erbil (Deli Bedri), Halit Akçatepe (Güdük Necmi), Hülya Koçyiğit (Fatoş Hoca), Mehmet Ali Alabora (Matkap Emre), Nehir Erdoğan (Arzu), Zeki Alasya (Boz Ali), Çetin Çiftçioğlu (Hitit Besim), Bülent Kayabaş (Şalter Haşmet), Zihni Göktay (Üçbuçuk Yusuf), Sümer Tilmaç (Sazan Kamil), Yeliz Yeşilmen ((Alev Alev), Erol Büyükburç (Minör Nurettin), Hamir Haskabal (Bayır Niyazi), Ayşen Gruda (Ayşe Hanım), Cem Gürdap (Tulum Hayri), Ahmet Arıman (Hayta İsmail), Tuncay Akça (Bacaksız Amca), Şafak Sezer (Casusu Ercü), Cengiz Küçükayvaz (Kötü Kenan), Peker Açıkalın (Sayko Numan), Melih Ekener (Bebe Ruhi), Ercüment Serpil), Kete), Ceyhun Yılmaz (Kermit Kemal), Hasancan Şeremet (Sabastian), Ofelya Küçükayvaz (Damla), Bülent İğdiroğlu (Kalem Şakir), Cengiz Nezir (Bozum Cahit), Mert Saka, Serdar Kınacı, Çiğdem Mizrahi, Ümit Olcay, Ogün Kaptanoğlu, Seda Sevin, Çağhan Ergün, Eray Yumuşakere

Konu: Yıl 2003, eski Hababam Sınıflarının okulu olan Özel Çamlıca Lisesi hala eğitim ve öğretime devam etmektedir. Okul sahibi vefat etmiş, okulu oğlu Deli Bedri (Mehmet Ali Erbil) tarafından işletmektedir. Okuldaki Hababam geleneği de tüm hızıyla devam etmekte ve okuldaki tüm öğretmenler bu sınıftaki öğrencilerin bin bir türlü oyunlarından yılmış kaçacak yer arar olmuşlardır. Tüm bunları fırsat bilen Deli Bedri lakaplı okul sahibi okulu kat karşılığı müteahite satıp yerine plaza yapılmasını arzulamaktadır. Onun bu hayalinden haberdar olan okul müdiresi Fatoş Hoca (Hülya Koçyiğit) okulun satılma bahanesi olan Hababam Sınıfı ile mücadele edebilmek için eski Hababamcılardan yardım ister. Tulum Hayri (Cem Gürzap), Hayta İsmail (Ahmet Arıman) ve Güdük Necmi (Halit Akçatepe) aralarında konuşur ve Güdük Necmi’yi okula sahte Rehberlik Öğretmeni olarak yollamaya karar verirler.

Okula elinde sahte belgelerle gelen Güdük Necmi bir süre sonra Hababam Sınıfı’na gerçek kimliğini açıklar ve Hababamcılarla işbirliği yaparak Deli Bedri ile mücadele etmeye başlarlar. Sınıfın içinde ise yeni tiplemelerimizi görürüz. Sınıfın yakışıklısı Matkap Emre (M. Ali Alabora), her gece herkes uyuduktan onra okuldan kaçmakta ve sabaha karşı geri gelmektedir. Sınıf arkadaşları ise onun çok çapkın olduğunu düşünmekte ve dışardaki yaşadıklarını merak etmektedirler . Emre’nin aşık olduğu sevgilisi Arzu ise Emre’nin kendisi dışında neler yaptığını merak eder ve erkek kılığında okula kayıt yaptırır. Kız İsmail lakabı takılan Arzu’nun en büyük yardımcısı ise okul sahibi Deli Bedri’nin Hababam Sınıfı’nda okuyan oğlu Casus Ercü (Şafak Sezer)’dür. Olaylar Deli Bedri’nin okulu sattığını söylemesiyle tırmanır ve herkesi çok büyük bir bir sürpriz bekler.

"Hababam Sınıfı serisinin Türk sinemasında olduğu kadar, Türk usulü eğitim ve bunun sinemada yansıması konusunda da ne denli önemli olduğu tartışma ötesi bir konudur. Yazı ustası rahmetli Rıfat Ilgaz'ın mutlaka kendi anılarından da yola çıkarak yazdığı bu mizah romanı, yine rahmetli Ertem Eğilmez ve ünlü "Arzu Film komedileri" türü içinde çok sevilen bir diziye dönüşmütü. TV kanallarımızda hala sürekli olarak gösterilen ...

 Sonuncusundan neredeyse 20 yıl sonra seriye yeni bir bölüm eklemek, elbette cesaret isteyen bir şey. Çünkü herkesin ağzında iyikötü belli bir tad bırakmış, toplumun ortak bilincine yerleşmiş bir seri bu ... Onu yenilemek riskli, ama aynı ölçüde de ilginç ve heyecan verici bir çaba değil mi?


Arzu Film bu zor işin altından oldukça başarıyla kalkmış. Temelde, aşırı karikatürleştirilmiş, hemen hepsi birer geri zekalı olarak gösterilmiş ve çocuklara hiçbir şey öğretmesi mümkün olmayan öğretmenleriyle bu film de, tüm seri gibi, gerçekten tam bir Hababam Sınıfı anlayışına dönüşmüş zavallı Türk eğitim sistemini simgeliyor. (Yine de öğretmenlerimiz bu film konusunda alınganlık gösterirse ki bence göstermeliler hiç şaşmam!)

Film, bu eleştiri ve bunu sağlayan biraz kalın çizgili bir mizahla, kimi yerde birden çıkagelen bir duygusallığın karışımı olarak gelişiyor. Ama sinemasal düzeyi eski filmlerden hiç de kötü değil. Kalabalık sahneler iyi çözümlenmiş, filmin temposu yerli yerinde, anlatımı işlek. Kemal Kenan Ergen'in senaryosundaki absürd mizah, sanki filme yeni boyutlar katıyor.

Elbette artık bir bölümü aramızda olmayan yeri doldurulmaz oyuncular yok. Ancak bu film de kendi oyuncularını yaratıyor sanki ... Tüm genç kadroyu çok başarılı buldum. Nehir Erdoğan'ı Okul'da beğenmeyenler, hemen tümünü erkek kılığında oynadığı rolü için bakalım ne diyecekler! ... Ama beni en çok şaşırtan, Mehmet Ali Erbil oldu. TV yarışma programlarındaki şaklabanlıklarına kendi adıma artık tahammül edemediğim Erbil, nörotik okul sahibi Deli Bedri rolünde dört dörtlük bir kompozisyon çiziyor ve aslında ne iyi bir oyuncu kumaşina sahip olduğunu hatırlatıyor. Oğlunu oynayan Şafak Sezer'le karşılıklı döktürmeleri, fıllen görülecek bölümleri arasında.

"Velhasıl bu yeni Hababam Sınıfı, tüm olumsuz tahminlere karşın, kendi içinde tutarlı komik ve akıcı bir film. Finaldeki geleneksel Hababam Konseri'nde bir zamanların ünlü gurubu Beyaz Kelebekler ve onların hatırla şarkısı "Sen Gidince"nin parodisi sahnesi filme iyi bir nokta koyuyor. “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf: 82”


FİLMİ İZLE 


 

GÜNEŞ TE KARANLIĞA DÜŞER (2003) 

 Yönetmen: Mehmet Ali Gündoğdu,  Yemlihan Adıgüzel, Senaryo: Mehmet Ali Gündoğdu, Banu Kaptanoğlu, Muhsin Altıntop,

 Oyuncular: lyas Salman, 2003Sırrı Elitaş, Zeynep Yılmaz, Muhsin Altıntop, Yemlhan Adıgüzel, Musa Aslanali, Peyruze Anık, Tuğba Ekinci

 G.O.R.A (2003)


 Yönetmen Ömer Faruk Sorak Senaryo Cem Yılmaz Görüntü Yönetmeni Veli Kuzlu , Müzik Rahman Altın ozan Çolakoğlu Yapım Böcek Film / BMK Film Nuri Sevin Necati Akpınar Gökhan Tuncel Kurgu: Mustafa Preşeva, Çağrı Türkkan, Sanat Yönetmeni: Bahattin Demirkol, Dekor Tasarım: Mete Yılmaz, Yapım Amiri: Semih Yenigün, Işık Şefi: Giray Gergin, Işık Asistanı: Cem Beyhatun, Sanat Yönetmeni yrd: Duygu Kabaçam, Müşerref Zeren, Kostüm Uygulama: Canan Göknil, Kostüm Ekibi: Fırat Çete, Sanat Asistanı: Ersin KutluhanDilşat Zülkadiroğlu, Dekor Uygulama: Cem Ece, İbrahim İldem, Kostüm Asistanı: Gülümser Gürtunca, Aksesuar Asistanı: Nihan Şen, Makyaj: Neriman Eröz, Ses Kayıt: Erkan Altınok, Boom Operatörü: Serhat Seyis, Görsel Efekt Süpervizörü: Kıvanç Baruönü, Cast Direktörü: Harika Uygur, Set Amiri: Metin Güvercin, Haririka Uygur, Set Amiri: Metin Güvercin

Oyuncular : Cem Yılmaz (Arif Işık/ Erşan Kuneri/Logar/Kubar), Özge Özberk (Ceku), Özkan Uğur (Garavel), Şafak Sezer (Kuna), Rasim Öztekin (Faruk), İdil Fırat (Mulu), Erdal Tosun (Rendroy), Cezmi Baskın (Amir Tocha), Ozan Güven (216), Naz Elmas (Kuneri`nin sekreteri), Dilek Serbest (Teğmen Chepa), Coşkun Göğen (Çungo), Engin Günaydın (Dergi Editörü), Ayumi Takano (Japon Rehber), Muhittin Korkmaz (Tihulu), Cenk Durmazel (Doktor), Erdem Uygan (Doktor), Ömer Önder (Tv Spikeri), Seyfi Timur (Enverina), Selim Gürata (Vumar),Tuğçe Güder (Teğmen Cheeba), Arif Özdemir (Ufo Gören Masum Köylü), Hakkı Emre (Muhittin), Halil Akçam (Çırak), Cenk Bozbey (Mürettebat), Fatoş Kara (Mürettebat), Melike Balcı (Mürettebat), Atilla Yüksel (Köylü1789), Harika Uygar (Muhittin`in karısı), Emre Atayatar (Alman Mahkum), Bahadır Hakim (Japon Mehmet), Cengiz Özkan ( Titus), Vural Çelik (Muhasebeci),

Konu: Anadolu nun bir turistik kentinde tüccarlık yapan iyi yürekli ve uyanık Arif uzaylılar tarafından kaçırılır. Farklı bir gezegende tutsak olan Arif in artık tek hedefi oradan kaçıp dünyaya dönmektir. Önünde en büyük engel ise gezegenin idaresini ele geçirmeye çalışan ve ışıkla onu korkutmaya çalışan dünyalılardan nefret eden uzaylı Komutan Logar dır...

Uyanık mı uyanık, pratik mi pratik, turist kafalama ustası halı satıcısı Arif uzaylılar tarafından kaçırılır: "Alo, Muhittin ... Amerikan Başkanı dahil herkesi devreye sokun, uzaylılar tarafından kaçırıldım. Ne? Evet, tarafından .. .'

1990'lı yıllarda Leman Kültür'de sahneye Çıkıp 'Türkler uzaya gitse neler olurdu?'yu yanıtlamış olan Cem Yılmaz, muradına eriyor, o sonsuz boşluğun tam anlamıyla ancak bir Türk tarafından doldurulabileceğini ve renklendirebileceğini kanıtlıyor "G.O.R.A"da. Arif öyle bir adamdır ki uzayı herkese dar edecek, dünyaya geri dönüş yolunda olmadık serüvenler yaşayacak, asla paniklemeyecek ve soğukkanlılığını hep koruyacak, özellikle de dünyalılara kin duyan (nedenini tahmin edin bakalım!) uzaylı komutan Logar'a etmediğini bırakmayacaktır. Türkler beyazperdede daha önce de uz aya gidip uzaylılarla haşır neşir olmuştu bilindiği gibi. "Turist Ömer Uzay Yolunda" ve "Dünyayı Kurtaran Adam" gibi şaheserlerin gönlümüzdeki yerleri ayrı elbette ama süper komedi kalıplarını dört dörtlük biçimde yakalayan Türk işi ilk bilimkurgu için "G.O.R.A"yl adres göstermek yanlış olmaz. Zaten "G.O.R.A" da uzaydaki öncüllerine ve hatta "Kara Murat", "Battal Gazi" gibi örneklere saygıda kesinlikle kusur etmiyor. Yönetmen Ömer Faruk Sorak "Vizontele"den sonraki ikinci yönetmenlik çalışmasında, "Amerikan sineması sözüm sana!" diyen Cem Yılmaz'ın baştan sona "Star Wars/Yıldız Savaşları" parodisi şeklinde ördüğü, "The Fifth Element/Beşinci Element"e, Matrix"e falan da selam sarkıttığı senaryodan, 'sucuk ağacı' kadar verimli, lezzetli bir film çıkarmış durumda.

Espri kalitesi ve derinliği alkışlanacak düzeyde. Genelolarak prodüksiyonun, gemi tasarımlarının, uzay çekimlerinin, müziklerin, efekt, kostüm ve makyaj çalışmasının başarısının altını da çizelim; tüm kadronun harika bir oyunculuk sergilediğini belirtmeyi unutmayalım. Arifi ve Logar'ı canlandıran Cem Yılmaz'ın oyunculuk çıtasını çok yükselttiği de vurgulanmalı. Gözler elbette uzaya çevrili ama günümüzün Türkiyesi ve yerdeki Türk insanı da fazlasıyla hicvediliyor "G.O.R.A"da.


Cem Yılmaz, filmin senaryosu kitap olarak yayımlandığında en çok merak edilen konuya, filmin isminin ne anlama geldiğine şöyle açıklık getirmişti: "Goralı sandviç üzerine kız kardeşimin çocukken yaptığı, 'Nerelisin? Goralı'yım' esprisi bu ismi seçmemde etkili olmuştur. Goralılar Kardeşlerim! Bu hitap o zamanlar bizi güldürürdü. Aralara nokta koyarak kafa karıştırmak da eh bana kaldı tabii " (TA.) SİNEMA “En İyi 100 Film”



 

GECELERDEN SOR BENİ (2003) 


Senaryo ve Yönetmen: Oğuz Gözen, Görüntü Yönetmeni: Ferhat Bakır, Müzik: Cengiz Tekin, Yapım: Anzer Film/ Sönmez Yıkılmaz

Oyuncular: Gamze Tunar, Sönmez Yıkılmaz, Mesut Engin, İncilay Özdemir, Ömer Korkmaz, Sırrı Elitaş, Süleyman Bolat, Aydoğan Cevahir, Turgut Abdik, Lüfü Mutlu, Nurettin Kılıçaslan, Ökkeş Avgın, Suat Geyik, Cemal Ertokuş


Konu: Ünlü bir kabadayı ile morfinman bir kadının aşk hikayesi.


 

 

  

BEKLEME ODASI (2003) 


Senaryo ve Yönetmen: Zeki Demirkubuz, Kamera: Serkan Güler, Engin Özkaya Yapım: Mavi Filmcilik Tic.Ltd.Şti/ Zeki Demirkubuz, Yönetmen Yardımcısı: Dila Tecimer, Kurgu: Zeki Demirkubuz, Ses: İsmail Karadaş, Laboratuar: Fonu Film, Dağıtıcı Firma: Özen Film, Set: Abdullah Demirkubuz, Yapım Sorumlusu: Filiz Pekşen, Miksaj: Erkan Aktas, Renk Uzmanı: Adnan Şahin, Negatif Montaj: Eyüp Yıldız, Tuncay Koçtürk, Jenerik: Şafak Mıhlaç, Baskı: Zekeriya Şahin, Erol Şahin, Osman Yıldız, Laboratuar: Yahya Öztürk, Mustafa Şahin, M. Mustafa Oruç, Kamera Servisi: “Lokomotif” Arri 535 A, Moviecam, Işık Servisi: “Film Teknik”, “Fono Film Laboratuarlarında Seslendirilmiştir” (Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Efes Pilsen’in Katkılarıyla)

Oyuncular: Zeki Demirkubuz, Nurhayat Kıvrak, Nilüfer Açıkalın, Serdar Orçin, Ufuk Bayraktar, Eda Toksöz, Güliz Pilge, Abdullah Demirbukuz, Komşu: Feyyaz Gökpınar, Ferit Anne, Fatma Sukan, Oyuncu Adayları: Zafer Saka, Engin Özkaya, Tunç Yücel, Serkan Güler, Polisler: Metin Bostancı, Enver Cünedioğlu, Sanıklar: Adil Yücel, Birol Şenol, Selçuk Özavşar,

 Konu: Filmin jeneriği akarken klavye sesleri duyarız. Bilgisayar ekranında bir senaryo metninin sayfasını görürüz. Ahmet 34. sahneyi yazmaktadır. Ancak yazdıklarını siler. Sıkıntılıdır. Telefon çalar. Arayan bir kadındır (Serap). Nasıl olduğunu sorar. Ahmet televizyon izler ve uyur. Hareketlerinin hepsini uzun uzun izleriz. Gece bir anda uyanır. Aşağıdan bazı sesler duyar. Balkondan gördüğü hırsıza gitmesini söyler. Ancak bahçe duvarı çok yüksektir ve hırsız ayağını burkmuştur. Bu nedenle Ahmet onu ön kapıdan çıkarmak için elinde silahla aşağı iner. Sabah Serap'ın "Tarçın" isimli kedilerini çağırması ile uyanır. Kafede çay içerken içeri giren bir kadın dikkatini çeker. Denize taş atar. Uzun uzun Serap ile çay bahçesinde konuşmadan oturuşlarını seyrederiz. Evde boş bilgisayar ekranı onu rahatsız etmektedir. Arabasıyla dışarı çıkar. Sigara almak için durduğunda dükkanın önünde dolanan çocuk dikkatini çeker. Evine girmeye çalışan hırsızdır. Serap, Ahmet'in duyarsız davranışlarına tahammül edememektedir. Ahmet'in hayatında başka biri olup olmadığını merak eder. Ahmet cevap vermez. Televizyonu açar ve sakince biri olduğunu kabul eder. Kadının duymak istediklerini söyler. İki ay önce bir kafede tanıştığı bir doktorla ilişkisi olduğundan bahseder. Kafede otururken kadının ağladığını gördüğünü ve merak edip nedenini sorduğunu söyler. Serap ağlamaya başlar ve evi ter keder. Ahmet hiçbir tepki vermez.

Kapı çalar. Gelen Elif'tir. Film için her şeyin hazır olduğunu söyler. Ahmet'e kahramanı oynayacak adayların deneme çekimlerini izlettirir. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza romanını filme çekeceklerdir. Raskolnikov'u oynayacak birini bulmakta zorlanmaktadır. Elif'e film yapımının sıkıntısından ve Serap'la ilişkisinin bittiğinden bahseder. Ancak hikayeyi farklı anlatır. Serap'ın hayatında biri olduğu için onu dövdüğünü ve kadının da evi terk ettiğini söyler. Her şeyi kendine göre anlatan biridir. Elif'in de Kerem adında bir sevgilisi olduğunu öğreniriz. Komşusuna hırsız . girmiştir. Ahmet' e gece birini görüp görmediğini sorar. Ahmet olumsuz yanıt verir. Sonra aklına bir şey geldiğini anlarız. Polisi arayarak evine hırsız girdiğini söyler. Karakola giderek sabıkalıların albümünü inceleyerek hırsızı teşhis etmesi istenir. Ahmet tek tek hırsızların resimlerine bakar ve evine girmeye çalışan çocuğun resmini bulur.

Evinin kapısı bir kez daha çalar. Gelen Kerem'dir. Elif'in üç gündür ortalıkta olmadığını söyler. Ahmet bakkala çay almaya gittiğinde Kerem evi dolaşır. Elif'in orada olduğundan şüphelendiği bellidir. Ahmet döndüğünde sohbet ederler. Film ve Elif hakkında konuşurlar. Kerem, senaryoyu inandırıcı bulmadığını söyler. Ahmet suç ve kötülük üzerine öyküleri sevdiğinden bahseder. Suç ve Ceza inanç ve diriliş üzerine bir öykü olsa da bunu algılamak insanına göre değişmektedir. Kerem, film çekmenin Elif'i çok değiştirdiğini söyler. İlkeleri, değerleri olan biriyken; saygısız ve bencil biri haline gelmiştir. Kendine ağır, melankolik bir hava vermiştir. Bu nedenle tartıştıkları için Elif ortadan yok olmuştur. Bu durumdan Ahmet' i sorumlu tutmaktadır. Elif'i işten kovmasını ister.

Ahmet, kendisine gösterilen dört kişi arasından hırsızı teşhis etmek için gittiği karakolda hırsızın onlardan biri olmadığını söyler. Aslında içlerinden birisi evine giren hırsızdır ve bu oyun ile çocuğun izini bulmuştur. Çıkışta beğendiği çocuğun (Ferit) peşinden gider. Ona oyunculuk teklifinde bulunur. Çocuk ona inanmaz Ahmet telefonunu vererek fikrini değiştirirse aramasını söyler. Eve gittiğinde Elif'i kendisini beklerken bulur. Kerem'i aramasını söylese de Elif aramak istemez. Gece Ahmet'te kalır. Elif uyuduğu sırada telefon çalar. Arayan bir erkektir ve Serap'ın intihar ettiğini, hastanede yattığını söyler. Ahmet tepki vermez. Elif'te bu arada uyanmıştır. Ahmet hazırlanıp dışarı çıksa da hemen geri döner. Gitmekten vazgeçmiştir. Koltuğa oturarak yan gözle Elif' e bakar. Gece birlikte olurlar.

Ferit arayarak rolü kabul ettiğini söyler. Ahmet'in evinde Elif'le çocuğa deneme çekimi yaparlar. Araba ile Ferit'i evine bırakırken Kerem yanlarından geçer. Eve geri döndüğünde Elif'i balkonda ağlarken bulur. Ahmet olanları sormaz. Elif, Kerem' e dönmeyi düşündüğünü söylediğinde de tepki vermez. Ahmet'in bu tutumu genç kadını çileden çıkarır. Eşyalarını toplayarak dışarı çıkar. Ahmet arkasından koşarak onu eve geri getirir. Kıskandığı için öyle davrandığını söyler. Sabah Elif erkenden kalkar. Ahmet'te uyanmıştır ancak belli etmez. Elif bir not yazar, yanağından öperek çıkar. Serap arayarak görüşmek istediğini söyler. Ahmet dışarı çıktığında önce Ferit'in yaşadığı yere gider. Elif işten ayrıldığı için yalnız kalmıştır. Ancak Ferit hapistedir. Ahmet, ağabeyine zaten filmin de iptal olduğunu, bunu söylemek için yönetmenin kendisini gönderdiğini söyler. Serap buluşma yerine gelmez. Eve döndüğünde telesekreterinde bir mesaj bulur. Serap onu görmek istemediğine karar verdiğini söyler. Bu arada kapısı çalar. Sanem adında bir kadın deneme çekimine geldiğini söyler. Ahmet başta filmin iptal olduğunu söyleyerek kızı gönderir ancak sonradan fikrini değiştirerek çay içmeye çağırır. Bilgisayar ekranında "Bekleme Odası" yazdığını görürüz. Ahmet yeni bir senaryo yazmaktadır. Kendi hikayesidir. Sanem ona çay getirir. Sanemle birlikte yaşamaya başladığını anlarız. “Nigar Pösteki, “Yönetmen Sineması” syf, 101”

"Bekleme Odası", Ahmet adlı yönetmenin Dostoyevski'nin "Suç ve Ceza" isimli romanını senaryolaştırılıp, filme uyarlarken geçirdiği sıkıntıyı anlatmaktadır. Sinemaya olan inancını yitiren, aşın gururlu, mesafeli olan Ahmet, bu umutsuz yazgısına etrafındakileri de sokmaktadır. "Suç ve Ceza"nın filme uyarlanma serüveninde Ahmet'in kendi problemleri belirleyici olmaktadır. Ahmet, kendi korkularını acılarını saklayan, başkalarını suçlayan biridir. Bu nedenle de etrafında hiç dostu bulunmamaktadır. Hayatı evin içinde televizyon ve sigara ile geçmektedir. Ancak dışarıya verdiği görüntü bambaşkadır. Onlara göre idealist bir sinemacıdır.

Filmin Zeki Demirkubuz tarafından oynanan Ahmet isimli yönetmen karakterinin hayat felsefesi ve düşünceleri, yönetmenin kendi düşünceleri ile paralellik göstermektedir. Bu nedenle yönetmenin kendisine dair birtakım çıkarsamalarda bulunmak mümkündür. Ahmet'in, "Yazgı"nın kahramanı dır. O kadar duyarsızlaşmıştır ki insanların kendisi hakkında düşündüklerini olumlayacak şekilde davranmak onun için olağan bir şeydir. Yanlışları düzeltmek için Musa'ya olan benzerliği dikkati çekmektedir. Onun gibi topluma ve kendisine duyarsızlaşmış, tepkisiz birisidir. Albert Camus'nun "Yabancı" romanından izler taşıyan bir kahramandır. Bunu özellikle egzistensiyalizmin izleri taşıyan diyaloglarda görmek mümkündür. Ahmet, "aşağılanmanın daha basit bir yolu" olmadığını söyler. Film çekme sürecinin sıkıntısı onda bu duyguyu uyandırmaktadır. Suç ve kötülük hayatın ayrılmaz bir parçası herhangi bir çabada bulunmaz. İnsanlara duymak istediklerini söyler. Bunu biraz da kendisini ve gururunu korumak adına yapmaktadır. Serap'a aldatıldığından emin olduğu için istediği hikayeyi uydurur. Hırsız oyuncusu Ferit, hapse girince zaten filmi çekmekten vazgeçtiğini söyler. Zaafını ortaya koyduğu tek sahne Elif'in arkasından giderek kıskandığı için kötü davrandığını söylemesidir. Ancak ertesi sabah Elif giderken, uyuma numarası yaparak yine eski alışkanlığını sürdürecektir.

Zeki Demirkubuz, film yapma sürecinin sıkıntılı yanını izleyicisi ile paylaşırken, bir taraftan da Elif ve Kerem'in söyledikleri ile kendisini temsil eden Ahmet'e eleştirilerde bulunmaktadır. Kötülüğü ve insanın varlık nedenini filmlerinde sorgulayan yönetmen, Ahmet' in varlığında film yapmanın ve bunun pişmanlığının ipuçlarını vermektedir. Film yapma süreci sıkıcıdır. Cevabı bulunacak pek çok soru vardır. Bir kavga ve iç hesaplaşma sürecidir. Zeki Demirkubuz, seyirciye kendisini anlatma çabası içerisindeyken kendi kötümserliğinin de izlerini görmekteyiz. Ahmet, bencil biridir ve film piyasasındaki herkes böyledir. Bunu Kerem'in Elif'in geçirdiği kişilik değişimi üzerindeki gözlemlerinden öğreniriz. İlkeleri ve değerleri olan biriyken bencil ve saygısız biri olmuştur. Ahmet, bencil birisidir. Raskolnikov olarak evine girmeye çalışan hırsızı kullanmaya karar verince onu bulabilmek için polisi kullanır. Evine hırsız girdiğini söyleyerek sabıkalı kayıtlarını inceler ve genç hırsızı teşhis için karakola getirdiklerinde o olmadığını söyler. Kötü mü yoksa problemli bir kişilik mi? oIduğu belli oImayan Ahmet, asIında yaInız biridir. YabancıIaşmanın ortasındaki hayatında insanIara ihtiyacı oIduğunu kabuI etmemektedir. Bu nedenIe Serap'a onu aIdattığı yaIanını söyIer ya da Elif'in gitmesine izin verir. Aynı zamanda çapkın birisidir. KadınIarı kullanarak yaInızlığını unutmaktadır. Bu nedenIe yanında sürekli bir kadın buIunmaktadır. İsimIerinin Serap, Elif ya da Sanem oImasının bir önemi yoktur.

"Bekleme Odası" uzun sahneIeri, yaIın anIatımı, az mekan kullanımı ile yönetmeninin film dilini yansıtmaktadır. AnIattığı hikayenin önemli yerlerini sahneIeştiren Zeki Demirkubuz, kesmeIerle öyküsünü ilerletmektedir. Bu nedenIe örneğin Ahmet, Elif'le yan yana otururken, sonraki sahnede yatakta yan yana görürüz ya da Sanem'Ie kapı önünde tanıştıktan sonraki sahnede aynı evde yaşadıkIarını görürüz. DiyaIogIarla ilerleyen, Kerem ile Ahmet'in uzun sahnesinde yine kötüIük, iyilik meseIeIeri hakkındaki düşünceIerini veren yönetmen, kişilik ve insan kötülüğü üzerine öyküIerine devam etmiştir. Ancak bu sefer daha kişisel bir film yaptığı için dramatik açıdan zayıf bir film ortaya çıkmıştır. İnsan psikoIojisi ile uğraşan ve Fyodor Dostoyevski ile AIbert Camus'yu kendisine rehber edinen Zeki Demirkubuz, kurgu, müzik, dekor, mizansen gibi sinemasaI ögeIer kullanmadan oIuşturduğu sinemasını devam ettirmektedir. “Nigar Pösteki, “Yönetmen Sineması” syf, 101”

Her yönetmenin bir dünyası var, her filmin bir dünyası var. Ne denli farklı olsalar da, bu dünyalara özenle yaklaşmaya ve onları anlamaya çalışmalıyız. Bir Demirkubuz filmine bir Neredesin Firuze gibi yaklaşılamayacağı açık. Ama, neden ikisini de sevmeyelim, çok farklı kriterlerle de olsa, neden iki tür filmi de bağrımıza basmayalım?

Demirkubuz'un kimilerince küçümsenen son filmi Bekleme Odası, bence yönetmenin filmografisine cuk oturuyor. Onun iki temel esin kaynağı olan iki büyük yazara, Dostoyevski'ye ve Camus'ye olan hayranlığını bir kez daha gösterdiği gibi, belki daha da önemlisi, bizzat kendisi üzerine sayısız ipucu veriyor. Demirkubuz'a ilgi duyanlar için ne müthiş okumalar içeriyor bu film!...

Fyodor Dostoyevski'nin Suç ve Ceza'sını uyarlamaya çalışan bir yönetmenin öyküsü bu... Ama öte yandan Demirkubuz, zaten Yazgı'yla yaptığı bir şeyi yapıyor, egzistansiyalizm felsefesinin babalarından Albert Camus'nün Yabancı romanını sanki bir kez daha gözden geçiriyor. Böylece, tıpkı Yabancı'nın kahramanı gibi, çevresine, toplumuna ve bu arada kadınlara duyarsızlaşmış, iletişimi son derece zayıf düşmüş bir insanın öyküsünü izliyoruz. Hayatındaki iki kadını da ilgisizliğiyle, meraksızlığıyla perişan edip kaçırtan Ahmet, aradığı başoyuncuyu da evini soyan bir hırsızda bulmaya kalkıyor. Ama hırsız gencin sanki önceden çizilmiş kader çizgisi, ona bu fırsatı verecek gibi gözükmüyor.

Dev bir klasiği uyarlama sancıları çeken yönetmen Ahmet'te, sanırım Zeki'den sayısız izdüşüm var. Öyle olmasa yönetmen başrolü bizzat kendisi yüklenir miydi? Filmdeki yönetmenin ağzından, "Sinema dinsel bir meseledir," diyen Demirkubuz, sanki Dostoyevski mistisizmiyle buluştuğu noktayı bize açıyor. Ahmet'in bürosunda, duvarda asılı duran yazarın resminin altında, (İngilizce olarak) "Tanrı yoksa her şey mubah demektir" sözü okunuyor. Demirkubuz bize, din ve inançla da meselesi olan bir yönetmen olduğunu duyumsatıyor. Bu açıdan, mistik Rus yazar ile insanın evren içindeki varlığını sorgulayan Fransız yazar, Zeki'de hiç de şaşırtıcı olmayan biçimde buluşuyorlar.

Demirkubuz, bize, son derece yalın biçimde anlatılmış, sanki bir gram bile fazlası olmayan bir film sunuyor. Bu sadeliği sıkıcılıkla eşanlamlı bulanlar az olmayacak, ama ben kendi adıma filmin arı, pürüzsüz anlatımına hayran oldum. Yönetmen bize kendisini, sanatını, film yapmanın sancılarını ve film bittikten sonraki pişmanlıklarını anlatırken, yan kişiler, özellikle de Elif ve Kerem aracılığıyla kendi kendisine ağır eleştiri okları yöneltiyor. Belki de sanatçı, sonuç olarak bencil olan, bencil olması gereken biridir, diyor bize. . . Yoksa eserine nasıl yoğunlaşabilir ki?

Bir film çekememe öyküsü olan Bekleme Odası, her şeye karşın iyimser biçimde bitiyor. Yepyeni bir genç kadın ve belki de Suç ve Ceza'yı çekme umudu... Niye olmasın? Hayat, küçük şeylerin ötesinde her gün yeni baştan Çıkılan bir büyük yolculuk değil mi? Film, yalnızca yönetmenin kişiliği üzerine değil, bu büyük yolculuk üzerine de hatırı sayılır ipuçları veriyor bize...(Atilla Dorsay, Hayat Üzerine İpuçları: “Bekleme Odası” Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 44)

 


 

ASMALI KONAK (2003) 


 Yönetmen: Abdullah Oğuz, Senaryo: Mahinur Ergun, Abdullah Oğuz, Müzik: Orhan Osman, Mercan Dede, Görüntü Yönetmeni: Ken Kelsch, Yapım: Ans Production/Abdullah Oğuz Steadycam Operatörü: Ercan Yılmaz, Ses: Orçun Kozluca, Sanat Yönetmeni: Murat Güney, Aslı Tümen, Phonix Operatörü: Hamza Şahin, Kurgu: Erol Adilçe, Kamera Operatörü: Selahattin Sancaklı, Flame Operatörü: Bülent Güneri, Editör Asistanı, Levent Çelebi, Dolly Operatörü: Ufuk Kayar, Teknik Koordinatör: Şener Onar, Yönetmen Yardımcısı: Kenan Erbaş, Yürütücü Yapımcı: TR , Timur Savcı,

Oyuncular: Özcan Deniz (Seymen Karadağ), Nurgul Yesilcay (Bahar Karadağ), Selda Alkor (Sümbül Karadağ), İpek Tuzcuoglu (Dicle), Devrim Saltoglu (Seyhan Karadağ), Menderes Samancilar (Bekir), Eylem Yildiz (Zeynep Karadağ), Selda Özer (Dilara Hamzaoğlu), Nihal Menzil (Fatma), Ege Aydan (Yaman Bal),Kenan Bal (Ali Hamzaoğlu), Serif Sezer (Kader Hamzaoğlu), Goncagül Sunar (Hayriye), Yaman Tarcan (Haydar), Metin Yıldırım {Mehmet (Memo}

&  Amerikan Televizyon dizi filmlerinin çok tutanlarının bir kısmının "Görevimiz Tehlike", Charlie'nin Melekleri" gibi sinema versiyonlarını yapmak bir süredir revaçta. Bu dizilerin filmleri de oldukça popüler oldular, hatta günümüz Amerikan sinemasının kullandığı modern teknolojiyi kullanarak, ilk örnekleri olan dizilerin önüne geçtiler. Abdullah Oğuz, reklam, klip ve televizyon alanının akıllı ve çok tutan işlerine imza atan Yapımcı yönetmenlerinden. "Asmalı Konak Hayat"a kaynaklık eden televizyon dizisi Asmalı Konak'da, onun Yapımcılığını yaptığı bir dizi filmdi. Hatta ilk bir kaç bölümü de yönetmişti. Bu dizi, toplumda tuhaf bir bağımlılık yaratmış ve oynadığı günlerde nüfusumuzun büyük kısmını televizyon başına çekmeye başlamıştı. Abdullah Oğuz, bu diziyi çok fazla seyretmediğim ve hakkında yazılan haberleri de okumadığım için, bilmediğim bir nedenle çok dokunaklı ve belirsiz bir sonla bitirdi. Hemen arkasından, dizi filmin sonunun nasıl biteceğinin uzun metrajlı bir "Asmalı Konak Hayat" isimli sinema filminde açıklanacağının reklamı yapılmaya başlandı. Çekilecek film üzerine medyada bir ortam yaratıldı. Dizi henüz bittiği için, bu reklam kampanyası için temel hedef olan müşteri (seyirci) de hazır görünüyordu. Üstelik sinema versiyonunu, televizyon dizisini yöneten Çağan Irmak'ın yerine, dizinin Yapımcısı Abdullah Oğuz'un bizzat kendisinin yöneteceği açıklandı.

Televizyon dizilerini sinema filmi yapmak fikri ülkemizde, daha önce Deli Yürek dizisinin sinema versiyonuyla gerçekleşmişti. Bunda bir ölçüde senaryo çalışmasının hızlandırılması bu dizi filmlerin hafızalardaki yerlerini almadan hemen sinema filmine dönüştürülmesi çabası da yatıyor olabilir. Özellikle bu saptama Aslı Konak Hayat için daha belirleyici. Film yeterince işlemiyor ve mekanik kalıyor. Aslında bu duruma yine dizinin yarattığı hava neden oluyor. Örneğin; dizide Selda Alkor'u, Özcan Deniz'i ve Ali Bey karakterini oynayan Kenan Bal'ıbaşka birileri seslendirmekteydi ve seyircide bu seslere aşina olmuştu. Ama filmin sesli çekilmesinden dolayı oyuncuların kendilerini konuşmaları, filmdeki karakterlerin dizideki aynı karakterler olmalarına karşın yadırgatıcı geliyor.

Burada seslendirme (dublaj) yapılmış filmleri tercih ettiğim sanılmasın. Ama bir dizi filmde sesiyle özdeşleştiğiniz bir karakteri, aynı diziden türetilen sinema filminde gerçek sesiyle dinlediğinizde, dizide alıştığınız ve etkilendiğiniz karaktere yabancılaşabiliyorsunuz. Tıpkı Seymen Ağa rolünde Özcan Deniz'e, Sümbül Hanım rolünde Selda Alkor'a ve Ali Bey rolünde Kenan Bal'a yabancılaşıldığı gibi. Ali Bey'le özdeşleşmiş o hinoğlu hin gülüşü filmde yok olmuş. Halbuki o gülüş bu karakterle bütünleşmiş bir vücut diliydi. Diğer yandan gerek Özcan Deniz, gerekse de Selda Alkor, filmin havasına tam giremiyorlar gibi. Salt seslendirmeden kaynaklandığını sanmadığım bir başka etken ikisinin de oyununu, dizinin gerisine düşürüyor. Oyunculuk açısı dan söylenebilecek en olumlu sözleri ise Menderes Samancılar hak diyor. O denli başarılı, rahat ve rolle bütünleşerek oynuyor ki insan Menderes Samancılar'ı başka filmlerde ve yeni karakterlerde performansını sergilerken görmek istiyor. Ayrıca dizi olarak planlanmış, kotarılmış bir işin, kolay olmadığı da ortaya çıkıyor. Neredeyse iki saatlik filmin dizinin başladığı yerden devam ederek sadece Bahar karakterinin kanser tedavisi üzerine kurulması söz konusu olsaydı; film ilk yarım saatte ilgiyi düşürecek, yürümeyecekti. O halde yeni bir olay örgüsüne, çatışmaya gereksinme vardı. Bu örgü ise Bahar'ın tedavisine üç hafta süreyle ara verildiği bir anda, Seymen Ağa ve Bahar'ın bir gece ara bir sokakta saldırıya uğramaları ve bu saldırı sırasında Seymen'in saldırganla boğuşurken ateş alan silahla yanlışlıkla Bahar'ı başından vurması üzerine gelişen olaylar üzerine yüklenmişti. Bahar komaya girerken, ortaya çıkan duruma inanamayan Seymen, canı gibi sevdiği karısını olay yerinde bırakarak kendini sokaklara vuruyor; Amerikalı evsizlerle birlikte saç, sakal birbirine karışmış yaşamaya başlıyordu. Bu arada filmde işlenen reel zamana göre Seymen'in kısa saçlarının o kadar çabuk saçsakal birbirine karışmış hale gelmesi de sanırım adanmış görünüyordu. Böylece "Asmalı Konak Hayat" filmi, komaya giren Bahar'la, yaptığına inanamayıp gerçek dünyayla ilişkisini kopartarak deyim yerindeyse kafayı yiyen ve evsizlerle takılmaya başlayan Seymen'in trajedisi üzerine oturmaya başlıyordu. Seyirci bu arada kah ağlama moduna, kah da neredeyse kasıklarını tutarak gülme moduna sokuluyordu. Acaba ortada sinema adına bir kaomu vardı? Bunu kaos olarak değil de belki de oturtulamamış dramaturji olarak tanımlamak gerekiyor. Dizide çok bağlı olduğu kirvesi Seymen Ağa'yı bulmak için ta Amerika'lara gelen kahya Bekir'in ve genelde ciddi bir adam olduğuna inandığımız Ali Bey'in, içlerinde bir acıları varken ve bir amaç için New York'da olduklarını unutup bir çeşit komedi filminin figüranları gibi davranmalarını, en hafifinden senaryodaki boşluklar ya da para kazanma hırsının doğal sonuçları olarak tanımlayabiliriz. Nitekim iyi bir promosyon la sürekli kendisini canlı tutan ve çok seyirciye ulaşacağının ipuçlarını veren bir iş filmi de söz konusuydu. Fakat ilk hafta sonunda sinemalardan gelen sinyaller filmin gişe başarısının sanıldığı gibi gitmediğini ortaya koyuyor. Bu memnun olunacak bir durum değil. Çünkü sinema sektörümüzün yeniden dirilişe geçebilmesi için, seyirciyle yitirdiği bağı yeniden kurması gerekiyor. Diğer yandan "Asmalı Konak Hayat" filminin başarılı, kaliteli çerçeveleri, iyi tasarlanmış aydınlatması ve atmosferleriyle oluşan görüntüleri filmin olay örgüsünü eziyor, öne Çıkıyor. Filmin görüntüleri sinema tarihimiz içindeki başarılı film görüntülerinden. Ama bu görüntüleri elde etmek için günümüzde illa da Amerikalı bir görüntü yönetmeniyle çalışmak da gerekmiyordu. Ayrıca sinemamızda 1980'lerden sonra nadiren, 1970'lerden önce ise sık sık görünen detay eksikliği, inandırıcılık sorunları bu filmde oldukça azalmış. Amerikalılar filmde Türkçe konuşmuyorlar, bu bölümlerde altyazı kullanılıyor. Diğer yandan seçilen Amerikalı oyuncuların genelde canlandırdığı karakterlerde sırıttıklarını da iddia etmek abartılı olmayacaktır.

Peki her şeye karşın bu filme karşı bu kadar çok ilgi nereden kaynaklanıyor? Öncelikle halkımız bu filme neden bu kadar ilgi gösteriyor? Hele aynı karakterlerin ve konusunun temelinin önceden bilindiği bir filme bu kadar yoğun ilgi neden? Neden yaşlı başlı, başörtülü hanımlar bile soğumaya başlayan havalarda evlerinden çıkarak sinema salonlarında bilet peşine düşüyorlar? Sorular arttırılabilir. Bu durum bile aslında tek başına incelenmesi gereken bir fenomen. Bunun cevabı insanların kendi yasalarında yaşayamadıkları, özendikleri yaşamlara karşı duydukları özlemden kaynaklanıyor olabilir. Bunun temelinde sanırım her geçen gün yitirdiğimiz sevecen insan ilişkilerinin yerini alan çıkarcı yaklaşımlara duyulan tepki; doğal olarak yaşanmayan sevgi, aşı ilişkileri gibi insani dürtülere ilişkin duyulan özlemler yatıyor olabilir. Geleneksel kültürümüzdeki büyük aileyi temsil eden Asmalı Konak ailesinin yaşamını bir röntgenci gibi izlemekten büyük, küçük hepimiz haz duyuyoruz. Dizi veya film tiplerinden birinde kendimizden bir şey bularak onunla özdeşleşiyoruz. Ve belki de yaşamımız boyunca hiç elde edemeyeceğimiz düşlerimizi, Asmalı Konak'ın dizisinde veya filmin! de yaşıyoruz. Aslında acıklı bir durum var ortada. Istırap veren, bizi acıtan dünyaya karşı her geçen gün dizi filmlere ya da sinemaya sığınıyoruz. Gerçek yaşamla, filmleri birbirine karıştırıyoruz. Sanal bir gerçekliği ikame ediyoruz. Bu ilginin dayanaklarından birini ise sinemamızın 1990'lardan sonra keşfetmeye başladığı PIAR ilişkileri oluşturuyor. Bir filmin kendisinden önce seyirci, dedikodusunu okuyor (yazılı medya) ve seyrediyor (görsel medya). Böylece filmi görme dürtüsü sürekli tetikleniyor. Ama filmden geriye seyircinin yaşamına dair bazı keşifler, tadar almak yerine; yaratılan havayla filmin sonunun iyi veya kötü olduğu sonucu çıkıyor.

Öncelikle sinemamızın bugünkü durumunda seyirciyi sinemalara çeken, iyi iş yapan ve sektörün yeniden dirilmesine katkıda bulunacak filmlere de gereksinme var. Diğer yandan yaşamın farklı kulvarlarında gezen ve onu değişik yaklaşımlarla yorumlayan ve okumamıza katkı sağlayan, biraz da düşündürten ve sorgulatan Ömer Kavur, Derviş Zaim, Zeki Demirkubuz, Nuri B.Ceylan gibi  yönetmenlerin filmlerinin de izlenmesi ve Türk sinemasının içinde yer bulabilmelerinin önemli olduğuna inanıyorum. Yaşamımızın neredeyse büyük bir magazin programına dönüştüğü günümüz Türkiye’sinde, insanları sadece ne giydikleri, nereye, kiminle gittikleri, ne yedikleri vb. şeylere kapılmadan; bizi bize anlatan, düşlerimizi, yaşamımızı zenginleştiren, anlamlandırmamıza katkı sağlayan sinema sanatının ve Türk sinemasının diğer nitelikli örneklerine de ilgi gösterilmesi dileğiyle. (Bülent Vardar /Antrakt Sinema Dergisi” Aralık 2003Ocak 2004, Sayı: 7576)


&  Popüler ikon konumundaki yapıtlarla kitle arasına girmek tehlikelidir. Onlar zaten çeşitli nedenlerle yapıta şartlanmış büyük  kitle için imal edilmişlerdir. Ve arada, sinemasever, eleştirmen, aydın gibi kategorilerin esamesi bile okunmaz.  

Asıl tartışma, bence dizi üzerine yapılmalıydı. Asmalı Konak TV dizisinin inanılmaz başarısı enine boyuna tartışılmalıydı. Ama bunca kanala karşın, tüm dünya ülkelerinin tersine, bir tane bile TV dergisi barındırmayan ve medya olaylarını tartışmak yerine sütünü sağabildiğince sağmaktan ötesini düşünmeyen bir anlayışla, bu yapılamadı.

Çok kabaca, dizinin başarısını içerdiği çelişkilere bağlıyorum. Bir yanıyla tümüyle feodal ilişkilere dayalı, ağalıkonaklı bir düzen, ama öte yandan aynı aile ve çevresinin çağdaş teknolojiyle, uygarlıkla, Batılı yaşam tarzıyla olan inanılmaz yakın ilişkisi... Bir yanıyla Doğu Anadolu egzotizmi, öte yanıyla istediğinde ver elini Paris, New York diyebilen bir yaşam... Bir yanıyla tümüyle ataerkil bir düzen, öte yanıyla birer otorite anıtı gibi.

Ve de bir yanıyla hemen aynen alınmış eski Yeşilçam duyarlılıkları, ama öte yandan en son sinema tekniğiyle çekilmiş, hafiften videoclip estetiğiyle donatılmış modern, biçimci, çarpıcı bir anlatım... Yani, tüm çelişkileriyle sanki günümüz Türkiye'si…


Filmin de bunlara yaslanacağı belliydi, yaslanması kaçınılmazdı. Ama dikkatle düşünülüp çok iyi yazılmış bir senaryoya, kusursuz hazırlanmış bir projeye dayanmak yerine, alelacele, yangından mal kaçırırcasına çekilmiş bir film… Yani hazır mirası en kolay ve çabuk biçimde tüketme güdüsü... Ve işte sonuç.


TV dizileriyle sinemanın mantığı tümüyle farklıdır. Sinemada bir filmi olabileceği en mükemmel biçimde yapıp bitirmek, hiçbir noktasını açıkta bırakmadan, paketi en mükemmel biçimde ambalajlamak zorundasınız. TV dizileri ise temelde sinema sanatına dayanmakla birlikte, hikayenin yayılması, uzatılması düşüncesiyle yapılır. Yani her şey tüketilmez, birçok şey sürekli ertelenir, gelecek bölümler için ipuçları atılır, malzeme yığılır. Ve entrikalar hep geleceğe dönük olarak tasarlanır.

Asmalı Konak'ın sinema uyarlamasından alınan sonuç parlak değil. Öncelikle, sayısız mantıksal, psikolojik, coğrafi, tıbbi hata ya da eksiklik var. Konağın tam önündeki bankamatikten, koma sonrası davranışlara... Ailenin tam bir yıl boyunca olayı neredeyse unutmasından Amerikan hastane düzenine…

Meraklıları ya da uzmanları filmi dikkatle izleyip bunları not edebilir, burada sıralayacak değilim. Kendi adıma, filmin diziyi izleyip sevmiş olmayanlara verebileceği şeylerin oldukça az olduğunu düşünüyorum. Yapımcıları her ne kadar bu apayrı bir olay, diziyle ilişkisi yok deseler de, kişilikler öylesine havada ve adeta çizilmemiş olarak sunuluyor ki, ancak diziden onları tanıyanlar bu kişilere ve onların yaşadıklarına bağlanabilir. Başta Müşfik Kenter'in sesinden duyulan biriki cılız açıklamanın da buna çare getirmesi olanaksız.

Öte yandan, dizinin hastaları da, sevdikleri birçok yan karakteri hiç görmemekten ya da çok az görmekten ve de ana karakterlerin başına gelen aykırı ve sert olaylardan şikayet edecekler.

Filmde her şey inanılmaz bir yapaylıkla, eski deyimiyle sunilikle anlatılmış. Hayatı bire bir yansıtan hiçbir sahne yok gibi… Herkes, her şey, müthiş tumturaklı biçimde, sanki 'Bakın, biz müthiş bir diziden geliyoruz, bir çağdaş efsanenin kahramanlarıyız' dercesine ortalıkta dolaşıyor. Dizide var olan belli bir doğallık ve yaşam duygusu, filmde hemen tümüyle yok olmuş.

Oyuncular, tüm bu abartı içinde helak olmuşlar. Bunca isme karşın, benim kendi adıma en beğendiğim oyuncunun Amerikalı zenci hemşire Nancy'yi oynayan adını bilmedigim oyuncu olduğunu söylersem, bilmem bana çok mu kızarlar?

Ama film, sıfıra sıfır elde var sıfır değil. Çünkü çekimler büyük özenle yapılmış, çok güzel kadrajlar ve yüksek bir estetik düzey yakalanmış. Kimi sahneler ustaca çekilmiş: Kapadokya bozkırındaki Mevlevi gösterisinden yağmurla kesilen tangoya, finalde (finallerin birinde?) Seymen ağanın 'intihar' (köprüden atlama) sahnesinden yine Seymen'in Bahar'ı yanlışlıkla vurmasına kadar... Sorun şu ki, tüm bu sahneler bütünün içinde birbirine yapışmıyor, tek başlarına kalıyorlar Yani bir TV dizisi için doğal olan kopukluk bir sinema filminin kaçınılmaz olan bütünlüğüne dönüşememiş.Ayrıca, dizinin gerçek yaratıcısı olan Meral Okay'ın niye filmin senaryo çalışmasına katılmadığını ya da dizinin başarılı yönetmeni Çağan ırmak yerine niçin yönetmenliği Yapımcı Abdullah Oğuz'un yüklendiğini de doğrusu merak ediyorum...

Asmalı Konak sanırım sinema tarihimize sinema olarak kalitesi ve önemiyle değil, popülerliğiyle, pazarlama yöntemleriyle ve toplumsal olay oluşuyla geçecek. Aslında bunlar da önemli, ama ne yazık ki işin esası değil.

"Niye başarılı olamadı?" sorusuna yanıt

TV dizileri ile sinemanın mantığı tümüyle farklıdır. Sinemada bir filmi olabileceği en mükemmel biçimde yapıp bitirmek, hiçbir noktasını açıkta bırakmadan, paketi en mükemmel biçimde ambalajlamak zorundasınız. TV dizileri ise temelde sinema sanatına dayanmakla birlikte, hikayenin yayılması, uzatılması düşüncesiyle yapılır. Yani bir şey tüketilmez, birçok şey sürekli ertelenir, gelecek bölümler için ipuçları atılır, malzeme yığılır. Ve entrikalar hep geleceğe dönük olarak tasarlanır.

Uzun boylu tartışılması gereken nedenlerle, böylesine tutmuş bir dizinin aceleyle film haline getirilmesi yanlıştı. Çok iyi tasarlanmış, yazılmış ve hazırlanmış bir film gerekiyordu. Bu yapılamamış. Dizinin hastaları, sevdikleri birçok yan karakteri hiç görmemekten ya da çok az görmekten ve de ana karakterlerin başına gelen aykırı ve sert olaylardan şikayet edecekler. İzlememiş veya az izlemiş olanlar ise, bu muamma kişilikleri ve gelişmeleri kolay çözemeyecekler. Diziye ustalıkla sindirilmiş olan eski Yeşilçam duyarlığı ise filmde öylesine kör kör parmağını gözüne biçiminde sunulmuş ki, sanki bir büyü bozulmuş. Ve geriye kötü makyajlı, yorgun yüzlü bir kadın kalmış... “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları”


FİLMİ İZLE 

 

ARZUHALCİ (2003)


Senaryo ve Yönetmen Oğuz Gözen, Görüntü Yönetmeni: Ferhat BakırMüzik: Cengiz TekinYapım Anzer Film/Sönmez Yıkılmaz  

Oyuncular: Serpil Benay, Sönmez Yıkılmaz, Cemal Gencer, İncilay Özdemir, Güven Kurban, Ömer Korkmaz, Sevgi Kaya, Ekrem Erkek, Aydın Haberdar, Neşe Poyraz, Bülent Özkaya, Ökkeş Avgın, Recep Yalınkaya, Zehra Demir, Ali Güney, Mehmet Uğur

 Konu: Ünlü bir assolistin eşi olan genç adam, karısının şöhreti ve serveti altında ezilmiş bu nedenle de karısından ayrı, bir arkadaşıyla beraber köhne bir evde yaşamaktadır. Mahkeme önlerinde arzuhalcilik yaparak yaşamını devam ettirmektedir. Amacı arkadaşları ile bir vurgun vurup, karısının yanına daha güçlü olarak dönmektir. Ancak sonu hüsranla biten bir öykü.