ÜÇ MAYMUN (2008)
Yönetmen:
Nuri Bilge Ceylan, Senaryo: Ebru Ceylan, Ercan Kesal, Nuri
Bige Ceylan, Görüntü Yönetmeni: Gökhan Tiryaki, Yapım: Zeyno
Film/Zeynep Özbatur, Pyramide Productions (Fransa), Bim Distribuzione (İtalya)
Türk-İtalyan-Fransız Ortak yapımı. Sanat Yönetmeni: Ebru Ceylan,
Çekim Sesleri: Murat Şenürkmez, Renk Düzenleme: Bora Gökşingöl, Ses
Kurgu: Umut Şenyol, Miksaj: Oliver Goinard, Efekt: Bora
Gökşingöl , Kurgu: Nuri Bilge Ceylan, Bora Gökşingöl, Ayhan
Ergürsel, Yapım Ekibi: Nuri Bilge Ceylan, Cemal Noyan, Ortak
Yapımcılar: Fabienne Vonier, Valerio de Paolis, Cemal Noyan, Nuri Bilge
Ceylan,
Oyuncular:
Yavuz Bingöl (Eyüp), Hatice Aslan (Hacer), Ahmet Rıfat Şungar (İsmail), Ercan
Kesal (Servet), Cafer Köse (Bayram), Gürkan Aydın (Çocuk)
Konu:
Küçük zaafların büyük yalanlara dönüşerek parçaladığı bir ailenin gerçeği
örtbas ederek her şeye rağmen bir arada kalma çabası. Altından kalkamayacağı
acılara ya da sorumluluklara maruz kalmamak adına gerçeği bilmek istememek, onu
görmemek, duymamak, hakkında konuşmamak ya da günümüz tabiriyle “Üç Maymun”u
oynamak, onun var olduğu gerçeğini ortadan kaldırır mı?
ÖDÜL:
61. Uluslararası Cannes Film
Festivali’nde Nuri Bilge Ceylan “En İyi Yönetmen”
Jüri Üyeleri: Sean Penn
(Başkan), Sergio Castellitto, Natalie Portman, Alfonso Cuaron, Apichatpong
Weerasethakul, Alexandra Maria Lara, Rachid Ceylan’ın rakipleri arasında
Changeling (Clint Eastwood), The Palermo Shooting (Wim Wenders), Adoration
(Atom Egoyan) gibi güçlü isimler yer almaktaydı. .
# Üç Maymun karanlık öyküsüne, filmin
adının perdede belirdiği anda kopan bir gök gürültüsüyle, anlatacağı hikayenin
şiddetini duyurarak açılıyor. Filmin görsel tercihlerinin de habercisi olduğu
üzere bu dünya karanlık çelişkilerin dünyasıdır; gerçekçi olamayacak kadar
"keskin", ancak karakterlerin iç dünyasının yansıması olabilecek kadar
"yapay" bir dünya ...
Film, karanlık ve ıssız bir yoldaki trafik
kazasıyla başlar; kazanın sonucunda birisi ölmüştür. Yüzünü görmediğimiz, kim
olduğunu bilmediğimiz bu kurban, filmin bütün karakterlerinin öyküsünü
şekillendirir. Kazayı yapan politikacı, şoförü Eyüp'ten, para karşılığında suçu
üstlenmesini ister. Eyüp kabul eder ve cezaevine girer. Böylece, suçun cezasını
bulmadığı bu başlangıç noktası, "suç"un ve suçluluğun" bütün
karakterlere bir şekilde bulaştığı gerilimli bir dünyaya doğru ilerler.
Üç Maymun, öyküsünü somut bilgilerle
ayrıntılandırmaz. Hikaye akışı üzerinden bakıldığında oldukça basit bir öykü,
çok derinleştirilmeden aktarılıyor gibidir. Film boyunca karakterlere dair
neredeyse hiçbir arka plan bilgisine sahip değilizdir, aynı şekilde Eyüp, Hacer
ve oğulları İsmail' den oluşan bu ailenin ilişkilerine dair bilgimiz de yoktur.
Mesela Eyüp cezaevine girmeden önce onu karısıyla yan yana gördüğümüz tek bir
sahne vardır, bu sahnede de Hacer uyumaktadır ...
Dolayısıyla Hacer'in kocasını aldatmasına
şahit olmamızdan önce, ne Hacer ne Eyüp tanıtılmıştır bize; ne de birbirleriyle
nasıl bir ilişkileri olduğu aktarılmıştır. Ancak buna rağmen film,
"herhangi bir karıkoca"nın, "herhangi bir babaoğul"un,
"herhangi bir anneoğul"un hikayesi haline gelmez; filmin karakterleri
birtakım bilgi parçalarıyla değil, ruh hallerini görünür kılan anlar toplamıyla
kurulur. Basit bir hikayeyi, şiddet dozu yüksek bir anlatıya dönüştüren de
budur.
Film, "bilinmeyen ama hissedilen
şeyler" üzerinden ilerler, bu yüzden de tekinsiz bir atmosfere sahiptir.
Birbiriyle iletişim kuramayan karakterler için de, izleyici için de, bilgiye
dönüşmemiş olanı aktarılabilir hale getiren şey bazen ayrıntı planlardır; bazen
ses öğeleri, bazen de ağır çekimler. Herkesin konuşulmayanı duymaya, karanlıkta
kalanı görmeye çalıştığı kapalı kutular deposudur bütün hikaye. O yüzden
izleyici için de film izleme deneyimi, küçük mimikleri, anlık sessizlikleri,
bir an donan yüz ifadelerini takip etmeye dönüşür.
Film boyunca karakterlere olan mesafemiz
iki uçta salınır; hem çok uzağızdır onlara hem de çok yakın. Bütün karakterler,
filmin kendisi gibi son derece ketumdur; o anda ne hissettiklerine dair sözler
neredeyse hiç çıkmaz ağızlarından. Geçmişlerine dair bir şey bilmediğimiz gibi,
o anda neyi niye yaptıklarını, olanlardan nasıl etkilendiklerini de bilemeyiz.
Aramızda hep eksik bilgiden doğan bir mesafe ve bu mesafeden doğan bir
huzursuzluk vardır. Ancak diğer yandan, ter damlalarını tek tek görebildiğimiz
kadar yakın planlarla bakarız onlara, beden sıvılarını görürüz, bir gerilim
anında gözlerinin içine uzun uzun bakarız. Karakterlerle ilişkimizde sık sık
öykü akışından kopup onların anına odaklanırız; odaklanma mesafesi ve süresi
içsel deneyimi dışarıdan görülür hale getirmeye çalışır. Bir anın zaman akışını
bölüp önünde arkasında bir şey aranamayacak hale geldiği, bir yüzün
mekansızlaşıp, kadraj dışını unutturup "görülecek her şey" haline
geldiği; o anda o görülenin bütün dünya haline geldiği sahnelerle doludur film.
Sonuçta, izleyicinin bilgi düzeyinin bu kadar sınırlı olduğu bir yapıda
karakterleri biçimlendiren de öyküyü kuran da bu anların toplamıdır.
Trenlerin gürültüyle geçtiği, şimşeklerin
çaktığı, esen rüzgarın gürültüyle pencereyi açıp bir bıçağı harekete geçirdiği
bu anlatı, görsel ve işitsel bütün öğeleri tek bir merkeze toplar. O anda geçen
trenin sesi bile sanki karakterlerin iç dünyasını dışa vuran bir şeymiş gibi
algılanır. Görülen, duyulan her şey o an içinde bulunulan ruh halinin bir
parçası olarak işler. Aldatmaya, kıskançlığa, suça, suçluluğa dair karanlığa
bastırılmış olan ne varsa ayrıntı planların şiddetinde, zamansızlığın
geriliminde gürültüyle patlar. (Ayça Çiftçi) “Altyazı Aylık Sinema Degisi Sayı,
78”
Üç kişi, bir dünya, bir sinemasal zirve
Nuri Bilge beşinci filminde yeni sulara
açılıyor. Onun bilinen dünyasına uzak, hatta yabancı olacağı düşünülebilecek
klasik bir hikâyeye, bir aile dramına ve çok genel çizgileriyle bir melodrama
yaslanıyor. Ama kişiselliğinden ve kendine özgü sinemasından ödün vermeden…
Tersine, bu yeni içeriği sinemasına yeni katmanlar eklemek amacıyla kullanarak.
Hikâyenin çıkış noktası sanki Yılmaz
Güney'in Baba filmi (1972). Belediye başkanlığı için adaylığını koymuş işadamı
Servet, bir gece yolda kaza yapar ve bir adamın ölümüne neden olur. İçeri girme
korkusuyla dehşete düşünce, güvenilir adamı olan şoförü Eyüp'ün yardımına
sığınır ve ondan, para ve gelecek karşılığı suçu yüklenmesini ister. Eyüp kabul
eder ve hapse girer. Bu arada, Servet onun güzel karısı Hacer'le ilişki kurar.
Durumu fark eden genç oğul İsmail, önce kanlı bir intikam tasarlar, ama bundan
vazgeçer. Bir süre sonra Eyüp de hapisten çıkar ve evine döner.
Güney'in filmi de böyle başlamış, ama
sonra şiddet ve melodram yüklü bir anlatımı yeğlemişti. Oysa ilk kez içine
daldığı bu tipik 'karafilm' öyküsü, Nuri Bilge için kendi dünyasını kurmanın
yeni bir fırsatıdır Karakterler, kendilerini uzun konuşmalarla değil, küçük
hareketler, kırık dökük sözler ve yoğun bakışlarla ele verirler. Kocanın
çaresizliği ve kıskançlığına gem vurma çabası kadar, tatminsiz genç kadının
aslında hayli çirkin bir adamda bulduğu geç kalmış mutluluk da iç burucudur.
İsmail'inse tam bir serseri mayın halinden gelip, olasılıkla çıkar amaçlı bir
sakinliği ve edilgin bir tanıklığı seçmesi, filmin adını açıklamaya yardım
eder; yani, biri görmeyen, öbürü duymayan, diğeri ise ağzını açmayan üç maymun
efsanesi... Ama nereye, hangi noktaya kadar?
SİNEMAMIZ İÇİN PARLAK VE BÜYÜK BİR ADIM Nuri Bilge,
asgariye indirgenmiş konuşmalarına karşın bizlere sapasağlam karakterler sunar,
hepsi ilk kez sinemayı deneyen oyuncularından ise beklenmedik bir başarı elde
eder. Her anıyla düşünülmüş, her sahnesi estetik bir değer taşıyan bir
sinemadır karşımıza gelen... Ürkünç fırtına bulutlarına teslim olmuş bir
İstanbul, Bizans surlarıyla sahil yolu arasına sıkışmış küçük apartman,
sıradanlığı içinde sanki bir Yunan trajedisine sahne olan o minik daire,
yönetmenin mimariyi ve coğrafyayı olduğu kadar, doğayı da kullanma ve
sinemasının parçası yapma yeteneğine tanıklık eder.
Film çeşitli görsel/işitsel ipuçları ve
leitmotiflerle yüklüdür. Evin yanı başından geçen trenin veya Hacer'in bir
Yıldız Tilbe şarkısıyla çalıp duran telefonunun seslerine görsel planda, evin
küçük yaşta boğulup ölen oğlunun hayali ve de doğa görüntüleri eşlik eder. Hele
o başlı başına bir tehdit ögesi gibi duran kapkaranlık gökyüzü ve de hep oynak
deniz…
Belki bu noktada Ceylan'ın o son derece
zengin, çok katmanlı ve sanatsal plastik dünyasına yeniden vurgu yapma gereği
vardır.
Onun Antalya'da sergilenen fotoğraflarına
bakarken de aynı şeyi düşündüm: o fotoğrafçılığı, biraz da resimlerin üzerinde
oynayarak öylesine estetik bir aleme dönüştürüyor ki! Siyahbeyaz veya renkli
demeden, yalnızca gerçeği tüm ayrıntılarıyla, gözün bile göremediği boyutlarla
kavramakla kalmıyor. Gerçeği biçimselliğin gözleriyle zenginleştiriyor, hatta
güzelleştiriyor. Elbette bunu bir ölçüde eleştirmek ve onun bu 'estetize etme'
çabasını aşırı bulmak da mümkün. Bakış açısına bağlı olarak…
Aynı şey bu filmde de var. Ceylan bir kez
daha, tüm sinema dünyasında dijital yönteme en hakim ve bu teknolojiyi adeta
sınırsız bir estetiğe dönüştüren yönetmen olarak beliriyor. Ve bunu bu kez bir
hikâyeye yediriyor, onun aracı kılıyor. Bu nedenle, film ayrıca önemli. Ve bu
olgunluk filmin ufaktefek eksikliklerini, örneğin kadın karakterinin biraz ham
ve muğlak bırakılmışlığını unutturuyor. Allah'tan bu, Hatice Aslan'ın çok
nüanslı oyunuyla büyük ölçüde giderilmiş. Kuşku yok ki önemli bir film
karşısındayız. Bu, Nuri Bilge Ceylan için parlak ve büyük bir adım. Elbette
sinemamız için de... (ATİLLA DORSAY 24.10.2008 Sabah)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder