Powered By Blogger

12 Aralık 2022 Pazartesi

 

NİHAVEND MUCİZE (1997) 



Yönetmen: Atıf Yılmaz, Senaryo: Zeynep Avcı, Eser: İpek Çalışlar, Atıf Yılmaz, Görüntü Yönetmeni: Erdal Kahraman, Müzik: Server Acim, Erhan Sakar Yapım: Delta Film/Atıf Yılmaz Kurgu: Mevlût Koçak, Sanat Yönetmeni: Metin Deniz, Yapım Asistanı: Attila Kenar, Set Fotoğrafları: Necdet Taşçıoğlu, Ulaşım: Pan Nakliyat,

Oyuncular: Türkân Şoray (Suzan), Haluk Bilginer (Erol), Lâle Mansur (İris), Beyazıt Öztürk, Meltem Savcı, Şükran Güngör, Sabina Sanzio, Mihrace Yelken

Konu: Bir film stüdyosunun ortaklarından olan Erol (Haluk Bilginer), ortağı Nejat’a (Beyaz) hiç benzemez şekilde kadınlarla sorunları olan ve başarılı ilişkiler kuramayan birisidir. Bu durumun başlıca nedeni, 25 yıl önce, babasının hatası yüzünden bir trafik kazasında yitirdiği annesine olan bağlılığıdır. Kız arkadaşı İris (Lale Mansur) büyük bir otelin halkla ilişkiler yöneticisidir. İdealize ettiği annesinin özelliklerini bulamadığı için, kendisini mutsuz etmesine karşın Erol'u çok sever. Annesi Suzan, oğlunun onu her gece anmasından tedirgin olarak genç ve güzel bir kadın olarak yeryüzüne döner Ruhlar yaşlanmadığı için ortaya koyduğu etkili kişilik yüzünden ilkin Erol onu gizlemek ister. Sonra onu yabancı bir ülkeden gelen teyzesi olarak lanse eder. İris'le de tanışan Suzan, ondan Erol'un sorununu öğrenir ve 'anne' imajını fark ederek, oğlunun ortağı Nejat'a kur yapmaya başlar, çünkü tek çözüm, Erol'a diğer kadınlardan farklı olmadığı inancını kazandırmaktır. Sonunda bunda başarı sağlar. Öte yandan "mesleği gereği biraz erkeksi davranan ve ciddi bir giyim tarzı olan İris'e cazibeli ve işveli bir kadın olmanın yollarını gösterir. Erol'u kendisinin ölümünden sorumlu tuttuğu babasıyla (Şükran Güngör) barıştırır" ... (TÜRSAK Sinema Yıllığı 97/98, 1998:42).

ÖDÜL:

34. Antalya Altın Portakal Film Festivali (1997):

► "En İyi Görüntü Yönetmeni" (Erdal Kahraman),

► "En İyi Kurgu" (Mevlüt Koçak);

11. Adana Altın Koza Film Festivali:
    ►"En İyi Kurgu" (Mevlüt Koçak).

4  Sinemamızın hemen her türünde eser vermiş, yorulmaz ustası Atıf Yılmaz'ın filmi Nihavend Mucize, geniş seyirci kitlesine ulaşmayı amaçlayan bir fantazi. "Oidipus kompleksi çevresinde anneden oğula, oğuldan sevgiliye uzanan kadınerkek ilişkileri üstüne gelişen bu masalımsı komediyi zaman zaman Hollywood sinemasının 'öteki taraftan' dünyaya dönen kimi ölü kahramanlarının öykülerini anlatan duygusal güldürü türü filmlerin yerli versiyonu gibi seyrettik. Sevdiği komedi türüne dönen Atıf Yılmaz'ın öyküye yedirdiği eleştiri ve dokundurmalarla, doğru oyuncu seçimi ve yönetimiyle yer yer espriler savuran, neşe saçan mizah ve güldürü potansiyeliyle çekici kıldığı Nihavend Mucize, rahatlıkla izlenen, işlek, akıcı ve oyalayıcı bir fantezi sayılabilir" (Çapan, Cumhuriyet, 17.10.1997).

4 Şımarık bir çocuk ile şuh bir kadın arasında salınan deli dolu ve şen şakrak hoppa kadın rolü Türkan Şoray için yaratılmışa benziyor. Geçen yılın 'Tavukgöğsü Kazandibi'sini anımsatan Suzan karakteri Şoray'ın kariyerinde kendisine en yakışan rol olmuş. Haluk Bilginer, Erol rolünde tüm ustalığını döktürerek rahatlıkla klişeye dönüşebilecek durum komedisi bölümlerinden keyifli kahkahalar üretiyor. Çoğu komik repliği üstlenmiş olan Lale Mansur'da bu sorumluluğun altından rahatlıkla kalkıyor ve Türk sinemasında nadiren rastlanan tek cümlelik esprilere hakkını veriyor. Kısaca film, bir romantik komediden bekleneceği gibi güldürüyor. 'Köyden indim şehire' klişesini 'Gökten indim yere' ile ikame ederek, bu klişeye yeniden hayat ve tebessüm yaratma gücü veren film, ölüm kavramına da az bulunur bir güler yüzlülükle yaklaşıyor" (Erdem, Milliyet Gazete Pazar, 19.10.1997). “Prof. Dr.Alim Şerif Onaran/Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Türk Sineması” syf, 117”

4 Yeşilçam' da eski ile yeninin kavgası var. Aslında hep vardı, ama son Antalya ve Adana festivalleri, bunu özellikle su yüzüne çıkardı. Benim gönlüm, eskilere olan saygıma rağmen yenilerden yana: her iki festival sonuçlarının da gösterdiği gibi gelecek; yenilerin, yeni kuşaklara yeni şeyler verebilmeyi başaran genç yönetmenlerin ve sanatçıların... Sinema gibi çağıyla birebir ilişki içinde bulunan, çağın nabzını tutan bir sanatta başka türlü olması da zaten beklenemez.

Ancak Atıf Yılmaz, bu çatışmanın içinde özel bir yerde duruyor. 70'ini aşmasına karşın, o birçok açıdan hala genç, birçoğundan, bir çoğumuzdan daha genç olmayı ve kalmayı biliyor. Bunu nasıl başardığı ayrıca irdelenmeli: acaba kadınlara ve onlarla birlikte yaşama olan sürekli ilgisi ve hep tazelenen aşkları mı onu böylesine genç tutuyor?

 Nihavent Mucize, bunun yeni bir örneği. Antalya'da bana bu film için önce kötü izlenimler naklettiler. Sonradan bunun önemli ölçüde filmin önce sesin duyulmadığı bir sinemada gösterilmiş olmasından kaynaklandığı ortaya çıktı. Öyle ya, Nihavent Mucize gibi sayısız espriye dayanan bir filmi konuşmaları anlamadan izlerseniz, olumsuz sonuca varmanız kaçınılmaz.

Zeynep Avcı'nın sevimli bir senaryosundan yola çıkıyor film. (Yılmaz'ın bu senaryoya kaç yıldır nasıl emek verdiğini, kim bilir kaç kez yeni baştan yazılmasını istediğini biliyorum). Tam Holywood'vari bir fantezi anlatıyor film: çok sevdiği karısıyla sevişirken gözünün önüne hep yıllar önce ölmüş çok güzel ve çok hakim karakterli annesi gelen ve bu yüzden iktidarsızlaşan bir genç adam, sürekli anne hatırasıyla yaşıyor. Sonunda bir mucize oluyor, anne oğluna yardım için yeryüzüne geri geliyor. Yapmaya çalıştığı da, kendisinin öyle mükemmel bir anne değil, her insan gibi zaafları olan, hoppa, biraz çılgın biri olduğunu oğluna anlatabilmek. .. Bu arada oğlanın anne komplekleri büyüyecek, yakın iş arkadaşı bir genç adam da bu güzel "teyzeye" gönül uçuracaktır ...

Nihavend Mucize, Yeşilçam'da yine hemen yalnız Atıf Yılmaz'ın başarabileceği bir şeyi başarıyor: gerçeküstücü, fantastik ve uçuk bir komediyi gerçekleştirebilmek... Yılmaz, belki gençler dahil tüm yönetmenlerimiz arasında en kentli, en küçük burjuva olanı ... Kentsoylu konular ve temalara düşkünlüğü ve fanteziye olan yatkınlığı, onun oldukça keyifli bir film ortaya çıkarmasını sağlıyor. Evet, fazla hafif, temelleri pek belirli olmayan, uçarı bir film bu... Ama bu fanteziye katılabilenler ve filmin kolayca bulaşan neşesine kendilerini kaptırabilenler, eminim ki çok eğlenceli iki saat geçirecekler. Bu da az şey mi?

Türkan Şoray, tümüyle fantezi düzeyinde bir oyun tutturmuş. Filmi de, hikayeyi de, hatta kendi rolünü de çok ciddiye almaz bir havası var. Ama bu tavır konuyla bağdaşmış. Haluk Bilginer ise gerçek bir oyuncu ve daha önce de yazdığım gibi, son yılların sinemamıza en büyük hediyesi... Deneyimli Şükran Güngör ve yine fantezi havasına iyi uymuş Lale Mansur'un yanı sıra, sinemamıza ilk adımlarını atan Beyaz'ı da çok sempatik bulduğumu belirtmeliyim. Önemli olmayan, ama keyifli bir seyirlik ... “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 123”


 FİLMİ İZLE 



 

MASUMİYET (1997) 


Senaryo ve Yönetmen:
Zeki Demirkubuz, Görüntü Yönetmeni: Ali Utku, Müzik: Cengiz Onural Yapım: Mavi Filmcilik/Nihal G. Koldaş, Zeki Demirkubuz, (Şafak Film laboratuarında hazırlanmıştır). Yönetmen Yardımcısı: Güliz Sağlam, Kurgu: Mevlut Koçak, 1. Kamera Ast: Barış Işık, 2. Kamera Ast: Ali Sanlı, Makyaj ve Joker: Cüneyt Ballı, Kostüm: Aslı Sungu, Burcu Unurtan, Işık Yönetmeni: Recep Biçer, Işık Teknisyeni: Eray Kantarcı, Mehmet Subatan, Işık Servisi: Can Film, Ulaştırma: Ahdamar Turizm, Set Amiri: Adnan Tezel, Set Teknisyeni: Namık Eken, Ses mühendisi ve mixing: Erkin Hadımoğlu, Teknik Donanım: A Vizyon, Jenerik: Özkan Sevinç, Grafik Düzenleme: Nursen Öztürk (Print A.Ş.), Yapım Sorumlusu: Didem Gündüz, Renk Düzenleme. Türker Vatan, Uğur Orbay, Film Banyo: Ekrem Şen, Arif Şengül, Film baskı: Veli Burç, Uğur Orbay, Negatif Montaj: Tamer Eşkazan, Ses kayıt ve Mix: Metin Çeşmebaşı, Yapım Yardımcıları: Feridun Koç, Aylin Ünsal, Vurmalı Sazlar: Oğuz Çimen, Gitarlar, Vokal: Kadir Şan Tarhan, Gitarlar, kemençe: Cengiz Onural, Toplu çalgılar: Erkin Hadımoğlu, Bas: Raci Pişmişoğlu, Davul Erdinç Şenol, Obua: Yeşim Bastoncu, Vokallere: Bora Ebeoğlu

 Oyuncular: Derya Alabora (Uğur), Haluk Bilginer (Bekir), Güven Kıraç (Yusuf), Melis Tuna (Çilem), Doğan Turan (otelci), Ajlan Aktuğ (enişte), Nihal G. Koldaş (abla), Zeki Demirkubuz, Erdoğan Seren, Rıza Sönmez, Ümit Çırak, İskender Altın (otobüsteki polis), Feridun Koç, Apo Demirkubuz, Yalçın Çakmak (Cezaevi müdürü), Feridun Koç (satıcı), Nazım Gök (eniştenin oğlu), Salih Urfa (oteldeki fedayiler), Erdoğan Seren (pavyondaki adam), Süha Tuna (sorgucu polis), Baskındaki polisler: Apo Demirkubuz, Namık Eken, Eray Kantarcı (oteldeki adam), Rıza Sönmez (kahvedeki adam), Ümit Çırak (Necati), Engin Kurtçuoğlu (zagor baba), Dursun Derebaşı (hastabakıcı)

KONU: Yusuf, açık bir kapının ardında oturmaktadır. Cezaevinden çıkmak üzeredir. Cezaevi müdürü açık kapıyı kapatır. Ancak kapı yine açılır. Yusuf 10 yıllık hapis cezasını tamamlamıştır. Üç gün sonra dışarı çıkacaktır. Müdürlüğe bir mektup yazarak depremde kaybettiği ailesi nedeniyle dışarıda hiç yakını kalmadığını, işi ve mesleği olmadığı için hapiste kalmaya devam etmek istediğini belirtmiştir. Bu isteği olmazsa da tekrar suç işleyip, geri döneceğini söylemektedir. Dışarıdan korkuyordur. Müdür bir denemesini söyler. Jenerik başlar. Yusuf'un dışarı çıktığını görürüz. Otobüstedir. İzmir' e gitmektedir. Polis otobüsü durdurarak bir kadın (Uğur) ve erkeği (Bekir) dışarı çıkartır. Yusuf, otobüsten inince ucuz bir otele gider. İçeriden Türk filmi oynayan TV'nin sesi gelmektedir. Resepsiyonda kimse yoktur. İçeriden bir ses beklemesini söyler. Koltuğa oturur. Karşısındaki koltukta küçük bir kız uyuya kalmıştır. Çocuğun ateşi olduğunu far keder. Resepsiyondaki adama (Mehmet) çocuğun hasta olduğunu söyler. Mehmet Yusuf'a odasını gösterir. Bir süre sonra geri döner çocuğun kötü olduğunu söyler. Yusuf, çocuğu doktora götürür.

Otele döndüklerinde kızın ailesinin daha gelmediğini öğrenir çocuğu yatırrlar. Sabah kızın ailesi hala gelmemiştir. Yusuf, eniştesini arar. Eniştesi onu iyi karşılar. Birlikte eve giderler. Ablası yüzüne hiç bakmaz. Eniştesi oğluna ve eşine çok kötü davranmaktadır. Yusuf'un ablasının aşığını öldürdüğünü öğreniriz. Eniştesi içki içer. Ablasına bağırıp, çağırır ve sonunda da kemeriyle dövmeye başlar. Yusuf yapacak birşeyi olmadığı için evden çıkıp, gider. Otele geri döner.

Yatarken kapısı çalar. İçeri daha önce otobüste gördüğü Bekir girer. Çocukla ilgilendiği için teşekkür eder. Birlikte çorba içmeye giderler. Birbirlerine hikayelerini anlatırlar. Bekir, akşama Uğur ile çalıştıkları pavyona çağırır. Ayrılırlar.

Yusuf, sokakta dolaşırken Uğur' u görür. Onu takip etmeye başlar. Uğur elinde poşetlerle hapishaneye gider. Aynı akşam pavyonda Uğur'u şarkı söylerken görürüz. Şarkı bitince Yusuf ile Bekir'in yanına gelir. Uğur, kızıyla ilgilendiği için Yusuf'a teşekkür eder. Sonra da başka bir masaya gidip, oturur. Bekir'in davranışından bu durumdan hoşnut olmadığını anlarız. Otele döndüklerinde Bekir ve Yusuf TV izlerken içeriye iki adam girer. Uğur' u almaya gelmişlerdir. Bekir, Uğur aşağı indiğinde adamlarla gitmemesini söyler. Kavga ederler. Bekir silah çeker. Uğur, sıkmasını söylese de tabancayı ateşleyemez. Uğur gittikten sonra Bekir şoka girer. Kendinde değildir. Yusuf ile Mehmet, Bekir'i yatırırlar.Yusuf ve Mehmet çoğu zaman yaptıkları gibi Türk filmi izlerler. Küçük kız (Çilem) aşağı indiğinde Mehmet, kızın sağır ve dilsiz olduğunu söyler. Yusuf kızın yanına oturur.

Sabah Yusuf'u uyandıran Bekir, Çilem'i "saklı cennet"e gezmeye götüreceğini söyleyerek onu da davet eder. Uğur geri dönmüştür. Yusuf'a kızına dikkat etmelerini söyler. "Saklı Kent"te Yusuf en yakın arkadaşını ablasıyla kaçtığı için öldürdüğünü anlatır. Ablasını da ağzından vurmuştur. Mermi dilini parçaladığı için konuşamamaktadır. Bekir'e, Uğur'un ziyaret ettiği adamın kim olduğunu sorar. Bekir sevgilisi olduğunu söyler ve hikayesini anlatmaya başlar. Uğur'a olan tutkusundan bahseder. Otele geri dönerler. Sabah Uğur, Yusuf'a birlikte Aydın'a gitmeyi teklif eder. Yusuf kabul eder. Aydın'da bir otele giderler. Geri döndüklerinde Bekir'in onları bulamayınca çılgına döndüğünü öğrenirler. Bekir otele geldiğinde Uğur ile büyük bir kavgaya tutuşurlar. Güçleri tükendiğinde Bekir sızar. Sabah bir silah sesi ile uyanırlar. Bekir intihar etmiştir.

Yusuf, Uğur ile çalışmaya başlamıştır. Pavyona giderken Uğur'a eşlik etmektedir. Yusuf'un tavırları değişmiştir. Eniştesinin onu aradığını öğrenince ablasına gider. Ablası ile iletişim kurmaya çalışır ancak başaramaz. Pavyonda polis baskını olunca Uğur ve Yusuf'ta karakola götürülüp sorgulanırlar. Yusuf, Uğur'a karışmaya başlamıştır. Birlikte gitmeyi teklif eder. Polisin onları rahat bırakmayacağını söyler. Yusuf ise ona aşık olduğunu belirtir. Uğur kızar bağırır. Yusuf'ta ağlamaya başlar. Sabah Yusuf gider. Ancak geri döner. Uğur'u bırakıp gidememiştir. Uğur dışarıdayken polis gelir. Yusuf'u yakalarlar. Sorguda Uğur'un nerede olduğunu sorarlar. Otele geri döndüğünde Mehmet, Uğur'un bıraktığı haberi söyler. Sevgilisi hapisten kaçmıştır. Çilem ile bir süre bekledikten sonra Aydın' daki otele gelmelerini söylemiştir. Yusuf ablasına gider yeniden, dizlerine kapanarak ağlar. Ayrılacağını söyler. Çilem ile Aydın' a gidip, otele yerleşirler. Bir süre sonra telefon alır. Ankara'ya verilen adrese gittiklerinde burasının bir disco olduğunu görürler.

Disco'nun kapısı mühürlenmiştir. Kapının önünde beklemeye başlarlar. Biraz sonra bir adam gelir. Adama Uğur'u sorar. Uğur'un sevgilisinin bir gece önce orada cinayet işlediğini öğrenir. Yapacak bir şey olmadığı için İstanbul' a doğru yola çıkarlar. Molada yemek yerlerken Çilem gözünü TV'den ayırmamaktadır. Haberler yayınlanmaktadır ve bir cinayet haberi verilirken Uğur'un da fotoğrafı verilir. Ancak Yusuf bu görüntüyü kaçırır ve görmez. İstanbul' a geldiklerinde hapisten arkadaşı olan Orhan'ın babasının kahvesine gider. Ancak kahve devredilmiştir. Sonunda adamın kaldığı yeri bulur. Eve girdiğinde arkadaşının cenazesini görür . Üstü örtülüp, yere yatırılmıştır. “Nigar Posteki, Yönetmen Sineması” sayf, 67 ”

ÖDÜL:

 11. Adana Altın Koza Film Festivali’nde,
     ► Derya Alabora, “en iyi kadın Oyuncu 
     ► Haluk Bilginer, “en iyi erkek oyuncu”

► Zeki Demirkubuz “en iyi yönetmen”

►Masumiyet “ en iyi film”

10. Angers Film Festivali

► Haluk Bilginer “ en iyi erkek oyuncu”

► Zeki Demirkubuz, “Büyük Ödül”

10. Ankara Film Festivali’nde

► Haluk Bilginer, “en iyi erkek oyuncu

► Zeki Demirkubuz “Seçiciler kurulu özel ödülü”

► Derya Alabora, “en iyi kadın oyuncu”

► Ali Utku, “en iyi görüntü yönetmeni”

34. Antalya Altın Portakal Film Festivali

► Zeki Demirjubuz “Dr. Avni Tolunay Özel Ödülü,

► Haluk Bilginer “en iyi erkek oyuncu “

► Derya Alabora “en iyi kadın oyuncu”

►Ali Utku “en iyi görüntü yönetmeni”

17. İstanbul Film Festivali

►Masumiyet “En iyi film”

Magazin Gazetecileri Derneği seçiminde,

► Zeki Demirkubuz, “en iyi yönetmen,

►Masumiyet “ en iyi film”

20. Siyad (Sinema Yazarları Derneği) Türk Sineması Ödülleri

► Masumiyet “ en iyi film”

► Zeki Demirkubuz, “en iyi senaryo”
    ►Zeki Demirkubuz “en iyi yönetmen”
    ► Haluk Bilginer “ en iyi erkek oyuncu

& Masumiyet; Hiçbir günahı, suçu bulunmama durumu. Temizlik, saflık. Değerler borsasında yükselenler sınıfına giremez masumiyet. Kimse ona yatırım yapmaz. Uyanık, fırsatçı, bitirim olmak varken kim masum, temiz, saf kalmak ister? Yaşamını ve kişiliğini `tasarlama' seçeneğinden yoksun olup gerçekliği hissettiği gibi yaşayan, başına gelen her şeyi yazgı olarak kabullenenler..

."Masumiyet" bir üçüncü sayfa haberinin oluşum öyküsü. Ayak takımının, bıçkın heriflerin, yollu karıların, düşkünlerin, keşlerin, belinde tabanca taşıyıp düşünmeden adam harcayanların, içip içip çevresindekilere bıçak çekenlerin, asla yolumuzun düşmediği arka sokak sakinlerinin yaşamöyküleri. Otel odaları, tek göz evler, pavyonlar, karakollar, mahkeme kapıları, cezaevleri arasında geçen yaşamları çokluk hastaneden bile geçmeden kimsesizler mezarlığında son bulanların acı çekmekle eşanlamlı aşkları.

Sevdiği adamı hangi cezaevine nakledilse izleyen, çocuğunun karnını doyurmak için pavyonlarda şarkı söyleyip fahişelik yapmaktan başka seçeneği olmayan Uğur, namussuz; iyi eğitim görüp, güzel giysiler giyip, zengin ve statüsü yüksek bir koca bulana kadar rahat bir işte çalışan, sonra da gündüzleri alış veriş merkezlerini gece barları dolaşan küçük kaçamakçı, namus timsali! Uğur'un uğruna hacı babasından kalan düzeni bozup yollara düşen. Uğur'un kendisinden başka her erkekle birlikte olmasına, hapisteki adamden vazgeçmemesine ancak kalın sigaralar sararak katlanabilen Bekir, pezevenk; yasalardaki her boşluğu kullanan, tatlı kar etmenin inceliklerini bilen, parmak kadar çıraklarının iliğini sömüren piyasa kurdu, işadamı!

Televizyon dizilerindeki zevzekçe sunumundan, Pazar yazılarındaki iç bayıltıcı şairane biçemden, aslında yok ukalalığından, birkaç ayda bir sevgili değiştirme maymun iştahlılığından çok uzakta insanın boğazına düğümlenen, olağan aşkların olağanüstü bir duyarlılıkla anlatıldığı bir film "Masumiyet". On yıl sonra hapisten çıkan, doğduğu kent depremle yerle bir olmuş, namusunu temizlemek için vurduğu ablasına karşı ezik Yusuf, labirente koyulmuş fare gibi içgüdülerini kullanarak umutsuzca yönünü bulmaya çalışırken bu acımasız deneyin sorumluluğunu duyabilirsiniz.

İçerdiği duyguyu izleyiciye birebir verebilen, inandıran ve sevdiren özel filmlerden "Masumiyet". Teknik kusurlarına rağmen! Ama öyle içten bir biçemi var ki rahatlıkla görmezlikten gelebilirsiniz montaj ve görüntüdeki aksaklıkları. Alt tarafı biraz para eksik kalmış deyip geçebilirsiniz. Mekan ve kostümlerin bu kadar isabetli seçildiği, bu kadar gerçeğe uygun olduğu, kişiliklerin bu kadar doğal ve inandırıcı geldiği, oyunculuğun soluğunuzu kestiği kaç bizden film izlediniz bugüne dek? Başta Haluk Bilginer, Derya Alabora, Doğan Turan ve Ajlan Aktuğ olmak üzere oyuncular üzerine söz söylemek abes olur: Mutlaka izlemelisiniz.

Masumiyet", aynı zamanda, en üst düzeyde gerçekçi bir tavırla sinemasal gerçekliği tanımlıyor. Televizyon aracılığıyla özel yaşamımızın içine giren, hatta yerine geçen filmlerin gerçeklikle nerede, ne kadar ve nasıl örtüştüğünün ipuçlarını veriyor bu film. İnsanların filmlere verdikleri tepkiyi düşünmemizi, kendi deneyimimiz içinde başkalarının deneyimlerini de algılamamızı sağlıyor. Bir leitmotiv gibi, otel lobilerinde sürekli televizyon izleyenlerden biri, yönetmenin ta kendisi, izlediği de ilk filmi "C Blok"! Ne kadar da gerçeğe uygun olsa izlediğimiz bir film. İkinci sayfalardaki yaldızlı dedikodular yine kulağınıza küpe olsun, ama bir üçüncü sayfa öyküsüne de yüreğinizi açın. (Alin Taşcıyan” Milliyet Gazetesi 24.10.1997)

 &  Zeki Demirkubuz, ilk filmi C Blok'ta büyük kentte (İstanbul'da) lüks blok apartmanlardan birinde geçen bir öykü anlatmıştı. Kendi yazdığı hikayeleri ile onların geçtiği mekanlar arasında fark edilmemesi olanaksız bir uyum sağlayan yönetmen, ikinci fılmi Masumiyet'i Anadolu kasabalarına adamış. Büyük kentte de geçse, kasaba esprisini ve ruhunu taşıyan bir şey var bu fılmde ...

 Örneğin temiz, bakımlı, ama hepsi birbirine benzeyen ana arterlerin biraz çevresine taşınca ortaya çıkan o kaçınılmaz köylülük... Duvarlarında Yılmaz Güney, Orhan Gencebay veya İbrahim Tatlıses posterleri sırıtıp duran sefil ve bakımsız oteller... Sabahları kahvaltı niyetine içine ekmek doğranmış yağlı çorbaların içildiği "kebap ve kadayıf evleri" ... Bir insan mahşerinin kaynadığı ve insanları başka bir kente mi, yoksa başı bozuk bir trafik sonucu ölüme mi yolladığı pek belli olmayan otogarlar. ..

Tıraşı uzamış, yakalarının kiri perdeden bile yansıyan kirlipaslı, sorunlu ve maço erkekler, ezik kadınlar, Kendi başına bırakılmış ve daha o yaştan paranoyak olmuş gibi duran çocuklar. .. Otellerinde gelip gidenin hep eski Türk filmlerini izleyerek vakit geçirdiği, ekrandan gelen büyünün insanları oyalamanın da ötesinde aptallaştırdığı bir iç sıkıntısı. ..

Filme adını veren "masumiyet", eniştesinin bir arkadaşıyla kaçan ablasını kıstırıp adamı öldüren ve ablayı da yaralayan, bu nedenle de 10 yıl içerde yattıktan sonra çıkan Yusufun masumiyeti ... Yaşamı hiç tanımayan, sert hapishane koşullarında bile içindeki çocuk yanı korumuş Yusuf, ablasının evinde hüküm süren dramdan sıkılıp kapağı ucuz bir otele atıyor. Orada tanıştığı "pavyon şarkıcısı" Uğur ve onun koruyucusu, aslında pezevengi ve tutkunu Bekir, genç adamı yeni bir yola doğru sürükleyecektir.

Masumiyet, 'şu kahrolası yaşama' haşin ve ödünsüz bir göz atan, sanki yürekten gelen bir çığlık gibi yükselen, içten ve dokunaklı bir film. Bir röportaj yalınlığıyla yaklaşıyor kahramanlarına, hoşa gitmek için hiçbir ödün vermiyor, çok uzun monologlardan, kederli renklerden, iç burucu çerçevelemelerden, rahatsız edici olmaktan kaçınmıyor. Ve sonuçta bu tavrının bedelini de gerçekten içtenlikle çekilmiş, bunun yanında seyri kolay olmayan bir filme ulaşarak ödüyor.

Demirkubuz'un anlatımında yer yer tutuk bir tavır var. Örneğin o pavyon sahneleri hiç yaşamıyor, Yusuf’un Uğur'u sokakta takip sahnesinin birden pavyonda şarkı bölümüyle sürmesi tam bir kopukluk yaratıyor, TV tutkunluğunu veren sahneler bir zamanların Şerif Gören filmleri kadar sık ve iç bayıltıcı biçimde kullanılıyor, sesli çekimin getirdiği doğallık, konuşmalardan önemli bölümünün anlaşılmaz olmasıyla ödeniyor. Vs., vs.

Yani çok neşeli ve keyifli bir seyir değil bu ... Ama yine de insanı tokat gibi çarpan içtenliği ve katıksız gerçekçiliğiyle, film, uzun zaman belleklerde kalacak gibi gözüküyor. Beni gerçekten etkileyen başlıca sahne, Yusuf’un Uğur'a aşkını söylediği ve kadından tokat gibi bir yanıt aldığı bölüm oldu. Bu sahneyi sanırım hiç unutmayacağım.

Ama bu filmin en önemli yanı, oyun düzeyi. Derya Alabora ve Haluk Bilginer gerçekten iyiler. Ama filmin asıl sürprizi, hemen tüm filmi sırtında taşıyan ve sanki damgasını vuran Güven Kıraç'ın oyunu oldu. Kıraç, son derece yalın, ama etkili oyunuyla muazzam bir çağdaş oyuncu olarak yükseliyor. Ve filmin bana yer yer Barton Fink'i anımsatmasında, sanırım ki onun John Turturro'nun oyununu düşündüren varlığı en önemli etken oluyor. “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 114”

4 Sinemanın kendi dili vardır. Çoğunluk yanlış bir oyuncu kadrosuyla, üstelik belirgin bir konusu olmadan akıp giden gerçek hayatınıza benzemez. Ama sinema hayatınızı değiştirebilir. İyi bir film, size bir görme biçimi, yepyeni bir dil, en has edebiyat yapıtının verebileceği coşkuyu verebilir. Söz gelimi ben yakınlarda iki kere üst üste seyretme ihtiyacı duyduğum bir filmle birlikte yaşıyorum nicedir. Zeki Demirkubuz’un Masumiyet’i beni sinema, oyunculuk, dünya, masumiyet, çocukluk, yoksulluk, merhamet, vicdan, dil, dilsizlik, velhasıl kişisel arayışım üstüne kurmuş olduğum, hayata dair birçok şey üstüne kışkırttı. Çok sevdiğim bir şiiri, bir şarkıyı taşıdığım gibi taşıyacağım bu filmi de yıllar boyu çıkınımda. Tarkovski’nin “İz Sürücü”sünün sonundaki kız çocuğunun gözleri, Mahler’in “Ölü Çocuklar İçin Şarkılarından biri, Vermer’in Işığı, Blake’in bir vizyonu, Ece Ayhan’ın mor bir dizesinin yanında duracak…

Masumiyet, Türk sinemasında bir örneğini daha göremeyeceğimiz bir kapı açıyor. Erksan’ın fazlasıyla kişisel “takıntı sinemasının yanında anılabilir olmasının nedeni de bu. Zeki bize ısrarla kendi dilini okutuyor. Anlattığı öyküden öte, bize o öyküyü kendi diline nasıl tercüme ettiğinin öyküsünü sunuyor. Bütün büyük sinemacılar gibi, Hollywood sinemasının iyice dayattığı dilin sentaksına hiç yüz vermeden yazıyor kendi dilini. Ticari sinemanın yılların deneyimi sonucu saptamış olduğu drama kuralları, onun kaygı alanına girmiyor. Dolayısıyla onun filmini izlerken bir özgürleşme sürecine de tanık oluyorsunuz. Karanlıkta yapayalnız karşısında kalakaldığımız bu anlatı, kendinden başka hiçbir şeye benzemiyor.

Zeki, unutulmaz sinema anlarını yakalarken, inadının, huysuzluğunun ve yaptığı işe olan takıntılı aşkının karşılığını alıyor. Sevdası uğruna ölüme giden yolda gözünü kırpmadan sürüklenen Uğur gibi kendi sinemasını, kendi kişisel takıntılarını odak alıp, ticari bir iflası asla umursamadan bakıyor gözlerimizin içine. Bu yüzden, kamerasının açısını değiştirmeden, Türk sinema tarihine geçeceği kesin olan o, Bekir’in hayatını anlattığı on dakikalık sahneyi ürkmeden çekebiliyor. (Yıldırım Türker, Radikal Gazetesi, 9.11.1997)

4 Masumiyet'teki olaylar eski Yeşilçam filmlerindekinden farklı değil: "namus uğruna elini kana bulayanlar, evlenmek istediği kadına bağrına taş basıp pezevenklik edenler, sağır ve dilsiz küçük kızlar, hiç olmayacak tesadüfler, aşk uğruna canına kıyanlar... Yani' Arabesk' filminde parodisi yapılıp yerden yere çalan nice Türk filmi teması aynıyle vaki. Zeki Demirkubuz bize tüm bu temaların duygu sömürüsüne kaçmadan, zerre kadar abartılı olduğu duygusunu bırakmadan, gerçekçi biçimde sunulabileceğini kanıtlamaya soyunuyor ve başarıyor. Sorun konu değil, üslup' diyor adeta. Yönetmen, Yeşilçam geleneğinden 'popüleri şırıngayla çekip almış. Yaptığı operasyonda da hangi kangren olmuş organların kesilip alındığı bize bir bir anlatılmış sanki ... Demirkubuz'un Türk sinemasıyla hesaplaşması sadece eski Yeşilçam ile de sınırlı kalmamış. Nitekim filmin sonlarında televizyon ekranına bu kez Demirkubuz'un kendi filmi 'C Blok' yansıyor ve filmi izleyenler arasında Demirkubuz'un kendisi de yer alıyor Ama belki de filmin en ilginç yanı 'Eşkiya' ile benzerlikleri: Uzun süre hapiste yatmış bir adam sonunda kendini yabancı hissettiği 'dışarı' ya çıkar. Bir otele yerleşir. Otelde tanıştığı bir kabadayı ile dost olur... Kahramanımız ayrıca oteldeki :küçük bir çocukla da arkadaşlık eder. Otelde bir intihar yaşanır. Filmin bir de dilsiz kadın kahramanı vardır. Bu kadarıyla 'Eşkıya' ile 'Masumiyet' birebir örtüşüyor. Ancak 'Eşkiya' fantastik bir filmken, 'Masumiyet' alabildiğine gerçekçi" ... (Erdem, Gazete Pazar, 26.10.1997) “Prof. Dr.Alim Şerif Onaran/Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Türk Sineması” syf, 113”

& "Zeki Demirkubuz ve Nihai G. Koldaş'tan bağımsız bir yapım" ibaresi ile başlayan film, hikayesi ile Türk Sinemasında farklı bir yerde bulunmaktadır. Pavyon §arkıcısı olan ve para karşılığı erkeklerle birlikte olan Uğur'un çaresiz aşkı ve ona olan aşkları nedeniyle hayatları kararan erkeklerin hikayesini anlatırken; sıradan hayatların arkasındaki dramlara da ışık tutmaktadır. Aşkın acıtıcı halini ele alan film melodramın ağlatıcı kalıpları ile çizilen öyküsünde masumiyetin yok oluşunu anlatmaktadır. Ancak yönetmen öyküyü kendi hikaye anlatım tarzına göre kurgulamıştır. Bu nedenle ağlatmaktan ziyade ortaya koymayı amaçlayan, rahatsız eden bir dili vardır. Karakterler arasındaki ilişkinin ve şiddeetin dolaysız verilişi Türk Sinemasının yeni dönem yönetmenlerinin tercih ettikleri bir yoldur. Türk Sinemasının her daim masum kalan hayat kadınının tersine Uğur, ağzı bozukluğu, sevgilisi için fahişelik yaparken; kızını pek düşünmemesi ile farklı bir kadın karakter çizmektedir. C Blok'un Tülay'ı soğukluğu ve Avrupai uzaklığı, Uğur ise aksine aşırı sinirli, tutkulu sıcaklığı ile Zeki Demirkubuz'un farklı kadın karakterlerinin habercileridir.

Masumiyet, Zeki Demirkubuz filmlerinde bir türlü kapanmayan sürekli açılan büyük devlet dairesi kapılarından birinin arkasında başlamaktadır. Dışarıda tutunacak kimsesi olmadığı için hapiste kalmaya devam etmek isteyen, dışarııdaki hayattan korkan Yusuf, tüm çaresizliği ile karşımızdadır. 10 yıl önce ablasının aşığı olan arkadaşını öldüren, ablasını kurşunları ile dilsiz bırakan kahraman, kaderinin getireceklerinden korkmaktadır. Tanımadığı, bilmediği İzmir'e gittiğinde kaldığı bir otel yeni hayatına yön verirken; dışarı çıkmaktaki korkusunun boşuna olmadğının da tanıklığını yapmaya başlarız. Burada pavyon şarkıcısı Uğur, sağır dilsiz kızı Çilem, onlarla birlikte olan ve Uğur'a aşık olan Bekir ve sürekli Türk filmi izleyen otelin sahibi Mehmet ile tanışacaktır. Türk filmlerinin o masum hayal dünyası film boyunca ekrandan gerçek hayata nazire yaparcasına görünmektedir. Oysa gerçek hayatta melodramlar daha farklı yaşanmaktadır. Filmin tam ortasında intihar eden Bekir, Uğur'un peşinden şehir şehir gezdiği Zagor'a olan aşkını ve erkeklerle sürekli birlikte oluşunu içine sindiremez noktaya gelmiştir. Yusuf ve Çilem ile gittikleri piknikte tek planda öyküsünü anlattığı sahne yönıetmenin birçok karakterinin geçmişlerini anlattıkları sinema dilinin başlangıcıdır. Bekir, Yusuf'a acıklı hikayesini anlatmaya başlar. Sıradan olmayan garip bir aşk üçgenini anlatır. Tutkuya dönüşüp, saplantı haline gelen bir aşktır bu. Uğur'a nasıl aşık olduğunu, uğruna dükkanını ve taksisini kaybedişini, sevgilisi Zagor'u, onun için nasıl şehir şehir dolaştığını, kendisinin de peşlerinden nasıl gittiğini anlatır. Haluk Bilginer'in oyunculuğu ve diyaloğun doğallığı ile kendisini izleten bir sahnedir.

Bekir, kadın satıcısı bir insan görüntüsünün ardında aşkından mecnun olmuş birisidir aslında. Uğur, kötü kadın olarak görünse de yine aşk yüzünden yollara düşmüştür. Yusuf katildir ama hayattan korkmaktadır. Bu üç talihsiz ve mutsuz insan biraraya gelirler. Film, kötülüğün ve masumiyetin ne olduğunun sorgusunu yapmaktadır. Ablasının aşığı ile kaçışlnı hazmedemeyip cinayet işleyen Yusuf, dayanamayacağı noktaya gelse de zamanla aşık olduğu Uğur'un erkeklerle birlikte olması karşısında bir şey yapamamaktadır. Kötülüğün nerede başlayıp, nerede bittiği belli değildir. Uğur, erkekleri çukura sürükleyen bir kadın gibi görünse de aşk yüzünden sevmediği bir hayat yaşamak zorunda kalmıştır: Köksüz, yersiz, yurtsuz ve mekansız bir hayat. Filmde tek masum olan ve olaylardan birinci derecede etkilenen kişi Çilem'dir. Küçük dünyasını televizyon doldurmuştur. Annesinin ölümünü de Çilem televizyon izlerken öğreniriz. Sessiz dünyasına ortak olduğumuz bu sahnede uzakta haberler yayınlanırken sadece görüntülerini gördüğümüz; iki dakika verilen bir cinayet haberi olmuştur Uğur'un hayatı.

Bekir ve Uğur'dan miras olarak kendisine Çilem kalan Yusuf, İstanbul'a giderek arkadaşının babasının yanında çalışma ümidini taşır. Ancak arkadaşının ölüsünün üzerine gitmiştir. Tekrar çabalayacağı, mücadele edeceği hayat karşısına çıkmıştır. Ancak film "Hep denedin. Hep yenildin. Olsun. Gene dene. Gene yeni!. Daha iyi yeni!." sözüyle biter. Yusuf'un önünde belki gene yenileceği ama mücadele edeceği bir hayatı bulunmaktadır.

Film, öyküsünü abartmadan, gerçek dünyanın içinden anlatmaktadır. Karakterler sıradan insanlardır. Olağanüstü bir özellikleri yoktur. İyilik ve kötülük hayatlarında birleşmiştir. Mekanlar, olaylar gerçek gibidir. Hayatta yenilen ancak yine çabalayan insanlardır. Dramatik anlatıda Türk filmlerinin aksine abartı yoktur. Melodram bir hayatı, melodram kalıplarını kullanmadan anlatmıştır. Başarılı oyunculuğu ile dikkati çekerken, yönetmen müziği bir anlatım aracı olarak filmde kullanmıştır. “Nigar Pösteki, Yönetmen Sineması, syf 69”

 

 

KUŞATMA ALTINDA AŞK (1997) 



Senaryo ve Yönetmen:
Ersin Pertan Görüntü Yönetmeni: Erdal Kahraman Müzik: Kamran İnce, Yapım: Sanmal A.Ş./Annie G. Pertan – Tarataruga Ltd/Atina – Magyar Filmroda Rt/Budapeşte Yönetmen Asistanı: Serpil Kurtça, Sanat Yönetmeni: Annie G. Pertan, Kurgu: Nevzat Dişiaçık, Video Devamlılık: Pelin Benk, Script: Hatice Yakar, Dekor: Ahmet Şişman, Basri Büyükcan, Kostüm: Sevil Nursan, Zeynep Çiftçi Ün, Cathy Ebcim, Makyaj: Hilal İçelli, Saç: Mehmet Damar, Işıklar: Oğuz Yaralı, Ali Salim Yaşar, Set Sorumlusu: Taci Erbaş, Set Asistanı: Mustafa Buvan, Aslan Gül, İzzet Yılmaz, Prodüksiyon Asistanları: Sabit Çolakel, Sadık Çevrim, Türkan Tombul, Kast: Hülya Bilban, Ses Kayıt: Ercan Okan, Ses efekt ve Miksaj: Erkan Aktaş, Laboratuar: Mustafa Oruç, Osman Yıldız, Negatif Montaj: Eyüp Yıldız, Lale Cerrahoğlu, Renk Uzmanı: Adnan Şahin,

Oyuncular: Erdal Uğurlu (George), Sevtap Çapan (Anna), Cüneyt Türel (Notaras), Erdinç Akbaş (Genneadios), Eray Özbal (Longo), Giovanni Scognamillo (Sphrantes), Tomris İncer (Helen), Müfid Can Saçıntı (Mavro), Ersin Pertan (Sultan Mehmed), Chris Stillman (Grant),

Konu: 15. yüzyılın ortasında, Osmanlı'nın İstanbul'u kuşatması sırasında geçen tutkulu bir aşk ve entrika öyküsü. 1452'ye gelindiğinde Osmanlı İmparatorluğu, doğuda Anadolu Beyliklerine üstünlüğünü kabul ettirmiş, batıda ise Sırpları sindirmiştir ve sıra Konstantinopolis'in fethine gelmiştir. Çaresiz kalan İmparator Konstantin XI, Avrupa'dan destek ister. Papa ise, yardım göndermek için kiliselerin birleşmesini şart koşar. Bizans komutanı Notaras ve keşiş Gennadios, kentteki bazı soylularla birlikte bu birleşmeye karşıdır. Notaras'ın kızı Anna, Fatih'in fedaisi olduğundan kuşkulanılan gizemli şövalye Yorgo'ya aşık olur. Katolik olan Yorgo aşkı uğruna Ortodoks olmayı kabul eder ve kentin savunmasında ön saflarda savaşır.

Notarus ise fethin önlenemez olduğunu anlamış, Sultan'la uzlaşma peşindedir. Babasına olan sevgisiyle Yorgo'ya duyduğu aşk arasında kalan Anna, bir gemiye binerek kaçıp canını kurtarabilecekken şehirde kalmayı ve Yorgo'yla aşkını sonuna kadar yaşamayı tercih eder. 29 Mayıs 1453'te Osmanlı ordusu kapıları aşar; Konstantinopolis düşer ve Sultan Mehmet şehrin adını değiştirerek, İstanbul'u Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti yapar. (Türsak Sinema Yıllığı 97/98)

Ödül:

34. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde (1997)

►Annie G. Pertan “en iyi sanat yönetmeni”
    ►Erdal kahraman “en iyi görüntü yönetmeni”

& Kuşatma Altında Aşk, bir dönem filmi değil, öncelikle bir aşk filmi. Hatta bana fazla romantik gelen bir aşk öyküsü. Bunda başarılı görüntü yönetiminin de payı var! Erdal Kahraman, Altın Portakal'ını hak eden bir ışıklandırmayla iç çekimlerin sıkıntısını bir ölçüde gidermeyi başarmış. Eski İstanbul'u baştan yaratma lüksüne sahip olmadığımız için kapalı mekanlarda geçen filmin sanat yönetimi de oldukça başarılı. Alanında deneyimli olan Annie Gelmuyden Pertan, fiimin asıl yönetmeni sayılabilir. Açıkçası, içeriğine karşın diyalogları fazla uzun, mizahı yer yer öne çıkıp yer yer tümüyle yok olduğu için dengelenmemiş bulduğum, ‘yeni Hande Ataizi' Sevtap Çapan ve balet Erdal Uğurlu'nun oyunculuklarından ise hiç söz etmek istemediğim 'Kuşatma Altında Aşk' bir kostüm filmi. Yeşilçam'ın tüm Bizanslıları ve diğer küffarı göğsü göbeği koca bir haçla kaplı, garip haçlı ordusu eri gibi görüntüleme cehaletinden 'İstanbul Kanatlarımın Altında'nın turku az armonisine uzanan çizgide, otantik bir kostüm ve mekan tasarımına ulaştık!" (Alin Taşçıyan, Milliyet, 14.11.1997). “Prof. Dr. Alim Şerif Onaran/Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Türk Sineması” syf, 110”

& Gerekli gereksiz sunulan sevişme sahneleri çıkarıldığında, ilk ve orta öğrenim öğrencilerini ilgilendirebilecek 'resimli tarih ansiklopedisi' düzeyinde bir film 'Kuşatma Altında Aşk'. Kameraya dönüp uzun uzun konuşarak ilk elde akla gelebilecek kitaplardan bilgiler aktaran, oyuncular; Osmanlı saldırısının ne zaman başladığını bile anlamamıza olanak bırakmayan atlamalı zıplamalı kurgu surlarda yarım yamalak savaş ve ucuzundan patlama görüntüleri... 'Müsamere deyip geçemiyoruz; çünkü çocukluk anılarımızdaki ilkokul müsamerelerinin masumiyetine haksızlık etmek istemiyoruz ...

Karikatür film' dersek de biliyoruz ki karikatürcüler isyan edecek!" (Arslan, Radikal, 25.11.1997). “Prof Dr.Alim Şerif Onaran/Bülent Vardar, a.g.e”

& Bir ülkeyi, bir uygarlığı yenmek .. Onun yerine kendi uygarlığını kurmak, kendi kültürünü getirmek. İyi, güzel. Zaten, bu tarihin değişmez akışı demek değil mi? Ama ya sonrası? Yenilen ve böylece çoğu zaman tarih sahnesinden silinen kültüre karşı bir ilgi, bir merak? Özellikle de yenen tarafından, galibin mağluba yönelik ilgisi, araştırması? ABD, yok ettiği Kızılderili kültürüne yıllar sonra da olsa bir yakınlık duydu, ondan kalanı korumaya girişti. İspanyollar, yok ettikleri Aztek Maya kültürünü yüzyıllar sonra bilimsel incelemeye aldılar. Yine Amerika, günümüzde yakın zamanda bir savaşla silmeye kalkığı Vietnam'a büyük ilgi duyuyor, onun kültürüne destek oluyor. Bunun sayısız örneği var.

Ya bizler, Bizans'ı tarih sahnesinden silmiş Türkler ne yaptık? Yüzyıllar sonra bile olsa, son noktasını koyduğumuz bu uygarlığa hangi ilgiyi gösterdik? Bizans üzerine hangi araştırmalar, hangi yayınlar var? Niçin İstanbul'da hala bir Bizans müzesi yok? Niye Ayasofya'nın depolarında gizlenen (ve yıllar önce sergilemeye kalkışıldığında kimileri çalınan) Bizans ikonalarını görme imkanına sahip değiliz acaba?

 

Bu açıdan Ersin Pertan'ın filmi öncelikle ilgiye değer. Çünkü fetih olayında karşı yana, Bizans cephesine eğiliyor. Ünlü tarihsel roman yazarı Mika Waltari'nin bir yapıtından yola çııkarak, kuşatma altındaki cepheyi ve orada filizlenen bir aşkı anlatıyor. ilginç değil mi?

İlginç, ama ne yazık ki son derece başarısız. Üçüncü filminde, Pertan'ın sinemasındaki donukluk ve tutukluk anlaşılır gibi değil. Film tümüyle kekeme bir sinemaya sahip. Oyun düzeyi yerlerde sürünüyor. Kurgusu öylesine başarısız ki, fılm sürekli kesilmiş veya atlamış gibi duruyor. Kamran İnce'nin kendi başına iyi bir müzik olan ve kasetini keyifle dinlediğim "Fall of Constantinople" müziği, sinemada müziğin yanlış kullanımına örnek diye gösterilebilir: filme eski Amerikan filmlerindeki gibi sürekli eşlik ediyor. Üstelik bu Bizans fılminde bu denli Osmanlı müziği kullanmanın alemi ne? Eski Bizans müziği, Atina'nın herhangi bir müzik dükkanında kolayca bulunabilir.

Evet, bu film tam bir felaket. Kurtarılabilecek sayılı şeyler, Annie Pertan'ın kostümleri ve Erdal Kahraman'ın görüntüleri. Yazık, çünkü başarısız her Türk filminin, filmlerin büyük zorlukla kotarıldığı bu ortamda, kaçırılmış bir büyük şans ve yapılabilecek iyi bir filmin önünü kesme olduğunu düşünüyorum. Yani bu tür başarısızlıklar, bireysel olmakla kalmıyor, tüm bir sinemaya zarar veriyor. “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 109”


FİLMİ İZLE 





 

KISKAÇ (1997) 

Senaryo ve Yönetmen: Samim Utku, Görüntü Yönetmeni: Ali Engin, Yapım: Burç Film/ Fedai Öztürk Kurgu: Yusuf Aldırmaz, Müzik: Ahmet Emre, Genel Koordinatör: Oğuz Turan Can, Prodüksiyon: Renk Ajans, Yapım Sorumlusu: Adnan Bağcı, Yönetmen Yardımcısı: Murat Gönen, Görüntü Yön. Yrd.: Umut Üçok, Set Amiri: Tamer Yılmaz, Set Ekibi: Bekir Aslan, Ahmet Çolak, Işık Şefi: Kaya Taylan, Işık Yrd.: Bora Taylan, Laboratuar: Selahattin kaya, Fehmi Acar, Negatif Montaj: Yusuf Aldırmaz, Telesine: Ertan Küçükoktay, Sesleri Alan: Tuncer Aydınoğlu, Jenerik: Pro Medya TV stüdyoları, (Yeni Lale Film Stüdyosunda hazırlanmıştır

Oyuncular: Faruk Peker, Sibel Gökçe, Ayşe Çelik, Meltem Ören, Selda Bakırtaş, Arzu Yıldırım, Orhan Ayça, Ayşegül Küçükçalık, Elif Turan, Murat Gönen, Adnan Bağcı,

Konu: Kadın yüzünden araları açılan iki kardeşin hikayesi. Yıllar önce evlendiği karsı ölünce kardeşiyle barışmak ister. Ancak değişen bir şey yoktur ve Uğur kardeşiyle yaptığı kavgada yaşamını yitirir. Ölünce servet kardeşine kalır.

 

KARIŞIK PİZZA (1997) 


Yönetmen: Umur Turagay, Senaryo: Tamer Baran, Uygar Şirin, Görüntü Yönetmeni: Patrice Marchhetti, Müzik: Ömer Altunbay, Hakan Özer, Yapım: U.F.P (United Film Production/Faruk Aksoy  TEM Stüdyoları Ortak yapımı Kurgu: Bülent Özdemir, Danışman: Yüksel Aksu, Sanat Yönetmeni: Ayşe German, Jenerik Kurgu: Hilmi Güver, Işık: Süleyman Çekiç (Gaffer), Durmuş Demir ezen (Bestboy), Efekt: Özcan Yıldız, Ulaşım: Celal Demir,

 

Oyuncular: Meltem Cumbul, Cem Özer, Ali Sürmeli, Olgun Şimşek, Sait Ergenç, Baysun Gökçin, Erkan Taşdöğen, Sibel Gökçe, Parkan Özturan

 Konu: Bir pizzacıda çalışan Murat, sipariş üzerine metropol yaşamının vazgeçilmez parçası olan çok katlı apartmanlardan birine verilen siparişi götürür. Kapıyı genç ve alımlı bir kadın açar ve pizza parasını vermek için içeriye gider. Meraklı pizzacı, Emel isimli kadının parayı getirmesi gecikince kendini eve girmekten alıkoyamaz. Pizzacı modern döşenmiş evi gözden geçirirken genç kadın . Murat'ın alnına bir silah dayayarak onu salondaki bir iskemleye bağlar. Emel fütursuzca tırnaklarını törpülerken bir yandan da Murat'a sorular sormaktadır. Murat kadından kendisini serbest bırakmasını ister. Emel bir telefon konuşması sonrasında pizzacıyı evde yalnız bırakarak dışarı çıkar. Geri dönüşlü kurgu yapısıyla, İbo isimli birinin kaldığı otele, Apo isimli bir mafya babasının adamları patronlarının parasını tahsil etmek için gelirler. Bu arada Murat'ı rehin alan Emel, banyoda İbo'nun dövülmesini dinlerken dışarı çıkar ve adamlara tahsil etmeye çalıştıkları paraları yediklerini söyler. Emel uzun boylu olan Celal'in silahını alarak İbo'yu vurur. Bu arada Murat bağlandığı iskemleden kurtulmuştur. Kaçmak için kapının kilitli olduğunu fark edince balkona çıkar ve küçük bir çocuğun yönlendirmesiyle yangın merdiveni bulmak için apartmanın dış duvarlarındaki oluklarda yürür. Karşı apartmandaki çocuğun düşerken ölümünü videoya çekmek için kendisini yanlış yönlendiğini fark eden Murat, Emel'in eve döndüğünü görünce panikle geri dönerek elleri bağlıymış gibi iskemleye oturur. Emel onun iplerini çözdüğünü fark edince Murat, Emel'e saldırmak istese de kadının tabancası caydırıcı olur. Bu arada Apo'nun adamlarından biri buluştuğu Veysel isimli bir adamı konuşmaması için öldürür. Veysel'in verdiği bilgiyle Apo'nun adamları Celal ve Kenan patronları Apo'nun evini basarak adamlarını öldürürler, Diğer adadaki Celal ve Kenan'ın aradığı adam yanındaki çantayla camdan atlayarak kaçar. Celal uzun bir kovalamacadan sonra adamı vurarak çantayı alır, Kenan ve Emel'le kaçar. Geri dönüşle Emel'in evinde, Emel, Kenan'ı yalnızlarken vurarak öldürür. Emel, Celal eve geldiğinde Murat'ı gösterip sabah evden çıktığında pizza getirme bahanesiyle gelip arkadaşı Kenan'ı vurduğunu söyler. Emel'in yaptığı oyunla Celal Murat'ın Kenan'ı öldürdüğüne inanır. Geri dönüşle Kenan patronları Abdullah'ı ortadan kaldırmak için Celal'i ikna etmeye çalışır. Bu arada eve Halil ve adamı Hakkı gelirler. Halil, Kenan ve Celal'den patronları Apo'dan çaldıkları malı almaya gelmiştir. Hakkı, Celal'i, Kenan'ı öldürdüğünü zannederek silahla tehdit eder ve malı alıp parayı vererek gider. Bu arada Murat'ı vurmak üzere olan Celal'i vuran Emel, Murat'a Apo'yu aratıp adres ve telefon numarasını verdirtir ve paralarla ortadan kaybolur. Evi basan Apo ve adamları, durumu anlamaya çalışırken telefon çalar. Telefonu adamının elinden alan Abdullah, Emel'in telefona yerleştirdiği bombayı uzaktan kumandayla patlamasıyla ölür. Adamlar kaçarken Murat'ı da vurmuşlardır. Olaydan yaralı olarak kurtulan Murat'ı polis gözaltına alır. Gerçeği anlatamayan Murat'ın akli dengesi bozulmuştur.

ÖDÜL:

35. Antalya Altın Portakal Film Festivali’'nde (1998)

►"Behlül Dal özel ödülü"

► Bülent Özdemir "en iyi kurgu"

2. Ankara Film Festivali'nde (1999):

►Olgun Şimşek "umut veren yeni erkek oyuncu"

Sadri Alışık Ödülleri (1999)

► Meltem Cumbul "en iyi kadın oyuncu".

& Karışık Pizza"nın Tarantinovari filmlere yönelik parodi yanı açıkça ortada. İş yapan, izleyici tarafından tutulan bu yabancı eğilime "Biz de yaparız" mantığıyla göz kırpıldığı da belli oluyor. "Dünyayı Kurtaran Adam" Yeşilçam'ın Hollywood bilimkurgu filmleriyle boy ölçüşme cesaretinin sonucunda ortaya çıkmıştı.

"Amerikalı" ise net bir dalga geçme örneğiydi. Bu iki filmin arasında bir yer edinen Karışık Pizza'da da benzer cesareti görmek mümkün. Turagay, "taklitçi" olarak nitelendirilmeyi baştan kabullenmiş ve bunun bir suçlama haline gelmemesi için de "kolaj'a" yönelmiş sanki. (Tunca Arslan, Radikal G., 24 Şubat 1998) “Agah Özgüç, “Türk Filmleri Sözlüğü”

 41990'lardan sonra ülkemizin sinema ortamına ve diline reklam sektöründen gelen yönetmenler ve onların reklam sinemasından aşina oldukları anlatım dili ve olanakları da yansımaya başladı. Salt reklam değil aynı zamanda belgesel film yönetmeni olarak adını duyurup Orhan Atasoy'un 'Gemiler', Mirkelam'ın 'Her Gece' , Demet Sağıroğlu 'nun' Arnavut Kaldırımı' gibi klipleriyle tanınan Umur Turagay'ın, iki genç sinema yazarının (Tamer Baran'la Uygar Şiirin'in) ortak senaryosundan çektiği ilk uzun filmi 'Karışık Pizza', belirgin biiçimde son dönemin modası, Tarantino filmlerinden kaynaklanan etkilere, esinlenmelere fazlasıyla açık, hatta yer yer taklit izlenimi veren, sürekli eğlenceli ve esprili olmaya çalışan, orta malı bir gerilim denemesi" Reklam ve klip sinemasından, uzun metrajlı sinemaya geçme olgusu sadece bizim ülkemiz sinemasında değil, Amerika dahil diğer ülke sinemalarında da geçerli. Film, ismiyle uyumlu bir şekilde oldukça karışık ve kesmeyi noktalama işareti olarak kullanarak geçmiş ve şimdiki zaman arasında geçişli bir anlatım tutturuyor. Reklam sinemasının dinamik anlatım dili ve kurgu tekniği, Karışık Pizza'da yerine oturuyor. "Baştan sona çeşitli filmleri ve sahneleri sürekli çağrıştıran 'Karışık Pizza', gene geçer kalıplara uygun tezgahlanmış, 'alaturka bir kolaj' havasında seyreden, renkli kılınmış bir eğlencelik sayılabilir... Eğer fazla ince eleyip sık dokumadan, öykünün bir yerden sonra mantığı filan iplemeyişine aldırmazsanız, gırgır, şamata, eğlenceyle karışık kotarılmış bu kapalı mekan gerilim polisiye serüven çeşitlemesinden yer yer tat alabilirsiniz ... Sona doğru sökün eden 'Maksat muhabbet olsun!' adlı şarkıya nazire yaparcasına, sanki amaç ‘görüntü tempo, şenlik, şiddet, mizah dolsun, eğlencelik film olsun' yaklaşımıyla gerçekleştirdiği açık seçik ortaya çıkıyor " (Sungu Çapan, Cumhuriyet G. 27 Şubat 1998)

4 Cinsel bilimci Shere Hite'ın ünlü anket sorularını yanıtlayan geç bir kadın, ağız yoluyla (Cunilingus) "klitoral uyarılma fantezisi" konusunda ilginç bir deyim kullanır:

"Cunilingus çok tatlı, sevecen ve gerilimlidir. Yasaklandığı için erotiktir. Bir tür 'derinden öpüşmek' gibi bir şey ... "

Böylesine bir "derinden öpüşme" sahnesini Umur Turagay’ın 1997'de yönettiği "ilk uzun metrajlı sinema filmi" olan "Karışık Pizza’da görürüz. Filmin bir sahnesinde Meltem Cumbul ile Cem Özer sevişmektedirler. Bu sahne, kapısı yarı açık yatak odasının aralığından, yani dairenin salonundan görüntülenir. Kamera röntgenci, bir başka deyişle "dikizci bir göz" gibidir. Biz, gangster Celal rolündeki Cem Özer'i göremeyiz. Kapı aralığından beline kadar görülen yalnızca, yatağa sırtüstü uzanmış Cumbul'dur. Ya Cem Özer Cumbul’un neresindedir? .. Film boyuncu askılı elbisesiyle, tam yerine oturmuş şuh kadın Emel rolüyle cinsel bir defile sergileyen Cumbul’un, bu sahnesinde yataktaki başını sağa sola inleyerek çevirdikçe aşığının nerede ve hangi pozisyonda olduğunu anlarız. Hele kilitoral orgazmın aşamasına geçildiğinde “Yala… Yala” dedikçe. “Agah Özgüç, Türk Sinemasında Cinselliğin Tarihi”

 Televizyonların haberden eğlenceye, diziden talkshow'lara iyice yaygınlaşan o vıcık Vıcık kültür (süzlük) düzeyi sinemada da yansımasını bulmaya başladı. Hiçbir anlam ifade etmeyen, hiçbir şey anlatmayan, hiçbir özü, derinliği veya boyutu olmayan filmler yapılıyor, zaman zaman ... Sonra bunlar, zaten hepsi medyanın gözdesi olan yıldız(cık) larla, bol mankenli veya gençlik radyosu çalışanlı galalarla yeniden medyaya yansıyor. Kendinize bir de sinemanın gerçek değerlerini ıskalayıp geçmeyi iş edinmiş postmodern eleştirmen ilgisi ve övgüsü sağladınız mı, yan gel de yat ...

İşte son örnek... Reklam ve 'klip' yönetmeni bir arkadaş, sözümona bir karafilme sıvanmış. Söylenene göre kendisi GodardModard lafları ediyormuş ya, filmin, daha çok son dönemin Tarantino soslu Amerikan soygun ve suç filmlerine özendiği açık.

Ama o filmlerin ardındaki tüm bir gelenek, kültür veya estetik, toplumsal siyasal oluşumlar veya o filmlerin özünü oluşturan o çok tipik, ihraç ve de taklit edilemez Amerikan türü bizde nerede? Film, öylesine zavallı biçimde sırıtıyor ki, gerçekten acıdım. Ama onlar bizim paramıza ve zamanımıza acıyor mu? Benden size tavsiye: bu karmakarışık medyatik pizzanın uzağında durun. Yoksa mideniz bozulur!. .. “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf 104”


 FİLMİ İZLE