Powered By Blogger

13 Aralık 2022 Salı

 

ÜÇÜNCÜ SAYFA (1998) 

Senaryo ve Yönetmen: Zeki Demirkubuz, Görüntü Yönetmeni: Ali Utku, Yapım: Mavi Film/Nihal G. Koldaş, Zeki Demirkubuz Yönetmen Yardımcısı: Feridun Koç, Yönetmen Yardımcıları: Mehmet Erdem, Neşe Mesutoğlu, Kamera Asistanı: Barış İltaç Işık, Çevre Düzeni ve Kostüm: Şebnem Ocak, Tülin Çetinkol, “Ağlıyorum Kahrımdan” Şarkısı  Saz ve Müzik: Cengiz İmren, Yorum: Olgun Şimşek, Kurgu: Nevzat Dişiaçık, Işık Yönetmeni: Recep Biçer, Işık Teknisyenleri: Eray Kantarcı, Barış Ünlü, Zafer Saka, Ses Görevlileri: Ümit Özcan, Ümit Cin, Sorumlu Yapımcı: Cüneyt Ballı, Laboratuar: Fono Film, Negatif Yıkama: Mustafa Oruç, Negatif Kurgu: Eyüp Yıldız, Lale Cerrahoğlu, Optik kayıt: Erkan Aktaş, Renk Düzeltme: Adnan Şahin, Kopya Baskı: Zekeriya Şahin, Kopya Yıkama: Şafak Mihraç, Miksaj: Erkan Aktaş, Ses Stüdyosu: Eta Görüntü Sanatları, Ses Kayıt: Orhan Akbaş, Murat Bör, Yapım Yardımcısı: Tuba Erdem,

Oyuncular: Ruhi Sarı (İsa), Başak Köklükaya (Meryem), Cengiz Sezici (Ev Sahibi), Erdoğan Seren, Naci Taşdöğen, Bülent Düzgün, Feridun Koç, Serdar Orçin, Emrah Elçiboğa (Reis),: Ayten Soykök (Ajans Sekreteri), Filiz Küçük, (Ajanstaki Asistan), Barış Hayta (Ajanstaki Kameraman), Hasan Bilgin (Evdeki Polis), Serdar Orçin (Evsahibinin Oğlu), Şemistin Kaya (Koca), Mustafa Turan, Okan Selvi, Tulga Serim, Ali Su Ülger (Sibel), Erdoğan Seren (Köpekli Adam), İlkcan Temel (Can), Rıza Sönmez (Dizi Yönetmeni: Mahmut Yumuşak (Dizi Kameramanı), Didem Özkan (Dizdeki Suflör), Ali Güney (Dizideki kötü Adam), Cevdet Tiğin (Dizideki Patron), Bülent Düzgünoğlu (İbrahim), Feridun Koç (Dizideki 1. Fedai), Fuat Onan (Dizideki 2. Fedai), Nemci Aykan (Okeyci Adam), Özgür Güvelioğlu (Öğrenci Figüran),

KONU: İsa Demirci, Çankırı'dan İstanbul'a gelmiş gariban bir genç adamdır. Yanında çalıştığı mafya müsvettesi adamın ofisinde, kaybolan 50 dolardan sorumlu tutulur ve parayı almadığını söylediği için fena halde dövülür. Ofisin sahibi, parayı ertesi güne kadar getirmezse kendisini öldürmekle tehdit eder. Zaman zaman işyerine yardıma gittiği Şeref'in yanındaki kadınlardan biri kötü şekilde dövülmüş olan İsa'ya yardım eder. İsa, Şeref'e punduna getirerek 50 dolara gereksinmesi olduğunu söyler. Şeref parayı vermez. Bitkin şekilde evine dönen İsa'nın kapısı çalınır. Gelen ev sahibidir ve ödeyemediği kirayı istemektedir. Kirayı ödemek konusunda kendisinden süre isteyen İsa'ya hakaretler yağdırarak, 600 milyon lira tutan kirayı en kısa sürede ödemezse döverek evden atacağını söyler. Ev sahibinin arkasından kapıyı kapatmak üzere olan İsa, kendisini kaybeder. İçeri koşarak silahını alır ve ev sahibinin kapısını çalar. Kapıyı açan adama ateş eder. Adam vurulmuştur ve İsa'dan kendisine yardım etmesini ve ambulans çağırmasını söyler. Adama boş gözlerle bakan İsa, yaşadıklarının etkisiyle de ev sahibinin evinin holüne yığılır kalır. İsa kendine geldiğinde evindedir. Polisler ölen ev sahibinin soruşturması için kendisini merkeze götürürler. Sorgu sonrası eve geldiğinde bitkinlikten kapının önüne yığılır kalır. Kapı komşusu Meryem, İsa'ya yardım eder. Onu içeri sokar, yemek verir. İsa'yla Meryem arasında bir dostluk oluşmuştur. Bu arada ev sahibinin evine, oğlu Serdar taşınmıştır. Meryem, 50 doları almaya çalışan adamlara parayı vererek İsa'yı dövmelerine engel olur. Meryem'in kocası, İstanbul dışında geçici işler bulan bir adamdır: Eve döndüğünde iki çocuğuyla ilgilenmediği gibi, Meryem'i döverek ona kötü muamelede bulunur. Genç kadına aşık olan İsa, Meryem'e onun için her şeyi yapabileceğini söylemiştir. Meryem, İsa'dan kocasını öldürmesini ister. Bu arada İsa'nın tabansız davrandığını hisseden kadın, ona cinayeti birlikte işlemeyi teklif eder. İsa geçimini televizyon dizilerinde, kliplerde zaman zaman figüranlık yaparak temin etmeye çalışmaktadır. Kadınla cinayet için anlaştıkları gece evde beklerken polisler gelir ve Meryem'i alıp karakola götürürler. Meryem'in kocası öldürülmüştür. Sonraki günlerde İsa ve Meryem buluşarak çocuklarla birlikte parka giderler. İsa bir ay lığına bulduğu çekim için İstanbul dışına çıkıp geri döndüğünde Meryem'in taşındığını anlar. Bu arada Serdar, onun da evden taşınmasını rica eder. İsa bir çekim için gittiği yerde minibüste beklerken Meryem'i görür. Kadının köyüne döndüğünü düşündüğü için şaşırır. Uygun bir zamanda oturduğu evi bulup Meryem'in kapısını çalar. Meryem kapıyı açtığında elinde silahla İsa'yı bulur. Ona her şeyi anlatır. Meryem Serdar'la birlikte yaşamaktadır ve İsa ev sahibini öldürmeye gelmeden önce adamı öldürmek için birlikte plan yapmışlardır. İsa ev sahibini öldürmek için evine geldiğinde Meryem evdedir. Ev sahibinin metresi de olan Meryem, İsa'yı evine taşımış ve silahı da saklamıştır.Yıkılan İsa, kadına ateş edemez, dışarı çıkar ve karanlıkta bir el silah sesi duyulur. “Prof.Dr.Alim Şerif Onaran/Doç.Dr.Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 181”

 ÖDÜL

36. Antalya Film Şenliği

► Başak Köklükaya “En İyi Kadın Oyuncu” ► Ali Utku, “En İyi Görüntü Yönetmeni “

► Zeki Demirkubuz “Behlül Dal Jüri Özel Ödülü

► Zeki Demirkubuz “En İyi Senaryo”

7. ÇASOD "En İyi Oyuncu" Ödülleri

► Başak Köklükaya “ En İyi Kadın Oyuncu”

19. İstanbul Film Festivali

► Başak Köklükaya “En İyi Kadın

 Oyuncu”Fipresci Ödülü (Ulusal)

► Zeki Demirkubuz “En İyi Türk

► En İyi Film “Üçüncü Sayfa”

► Zeki Demirkubuz “En İyi Yönetmen”

► Ruhi Sarı “En İyi Erkek Oyuncu”

► Başak Köklükaya “En İyi Kadın Oyuncu”

21. Siyad Türk Sineması Ödülleri
    ► Zeki Demirkubuz “En İyi Senaryo”
    ► Başak Köklükaya “En İyi Kadın Oyuncu”

 &Türk Sinemasının kendine özgü yönetmeni Zeki Demirkubuz, kendine has film dili ile yeni kuşak içerisinde ayrı bir yere sahip olmuştur. Popüler film çevirmekten kaçışı ile dikkati çeken yönetmen, bağımsız oluşunu özellikle belirtmektedir. Üçüncü Sayfa, daha sonraki filmlerinde belirginleşecek tavrının başlangıç filmidir. Bunu filmin başlangıcındaki "Zeki Demirkubuz "bağımsız" yapımı" ifadesinden anlamak mümkündür. En radikal değişimi oyuncu seçiminde görmekteyiz. Tanınmamış ya da amatör oyuncuları kullanmıştır. Oysa ki C Blok ya da Masumiyet'te farklı olarak Serap Aksoy, Fikret Kuşkan, Derya Alabora, Haluk Bilginer, Güven Kıraç gibi profesyonel oyuncuları kullanmıştır.

Film adını gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinden almaktadır. Bu sayfalarda yer alan dramlar sürekli değişirler. Okuyucu için bir sonraki gün yeni facialar okumak sıradan bir eylemken; bunları yaşayanların öyküleri haberin sonrasında da devam etmektedir. Her gün değişen dramların, cinayetlerin ardında yaşanan hayatlar bulunmaktadır. Filmde böylesi bir öykü anlatılmaktadır. Sıradan insanın, normal hayatı sırasında başına gelenler ve bunların sunumudur. Büyük şehre gelmiş İsa'nın ve kocası ile İstanbul'a göç etmiş Meryem'in aracılığı ile kentin kenarında kalmışlık film içerisinde görülebilmektedir. İsa'nın işe gidişgelişleri, dizi seti görüntüleri, mekanlara girişçıkışlar film içerisinde kurgunun devamlılığını bozacak şekilde keskin hatlarla ayrılmıştır. Bu anlatım karakterlerin birbirlerine olan mesafesini, yaşadıkları açmazları ve hayata tutunma çabalarını yansıtmak açısından filmde anlam kazanmaktadır. Karakterler yaşam mücadelesinde çevrelerine karşı ilgi ve sevgiyi yitirmişlerdir. Çocuklara bile direkt bir sevgi ifadesi yoktur. Asık sıratlı, mesafeli, seyircinin özdeşleşmesinin zor olduğu, bir yönleri ile kötü insanlardır. İçinde bulundukları çıkışsızlık, yaşadıkları mekanlarla da betimlenmektedir. Kapılarla ve köhne mekanlarla karakterlerin mücadeleleri de ortaya konulmaktadır. Parka gittiklerinde bile yeşil yoktur etraflarında. Grilik hakimdir. Başta suçlu olan İsa, sonrasında kurban olarak karşımıza çıkmaktadır. Küçük hesaplarla birbirlerine zarar veren küçük insanlardır. Filmin "yeniklere, unutulmuş/ara" adanmasından da bellidir bu.

Kaybedenler içinde yer alan bu insanlar küçük dünyalarında büyük işler çeviriyor gibi durmaktadırlar. Bu da herkesin kendi hayatı içerisinde ayrı dramlar yaşadıklarını anlatmaktadır. Belki gazetelerde sadece üçüncü sayfada yer alacak hayatları vardır. Ancak 50 dolar peşinde olan mafya bile kendisini büyük görmektedir. İsa'yı döven adam, duvarında Tansu Çiller resminin asılı olduğu, kapısı bir türlü kapanmayan odasında büyük bir mafya babası gibi oturmaktadır. Arkada Tansu Çiller'in resmi dururken söylediği, onunla özdeşleşen tamlama dikkati çekmektedir; "yarına kadar parayı ya getireceksin, ya getireceksin" der. İsa yediği dayaktan sonra intihardan başka çıkış yolu bulamamıştır. Bu nedenle bürodan aldığı silahı şakağına dayar. Ancak birikmiş kira borcunun bardağı taşırması, ev sahibinin ona küfür1ü konuşması öfkesine hakim olamamasına neden olacaktır. İsa, silahı eline aldıktan sonra gücünün yettiği kişiye doğrultarak duygusal bir boşalıma gitmiştir.

Cinayeti işledikten sonra nasıl geldiğini bilmediği odasında uyanan İsa'nın hayatına Meryem girer. Karşı dairede yaşayan hayatın acımasızlaştırdığı bu kadın, lafını sakınmayan kişilik yapısı ile kaybedecek birşeyi kalmayan birinin öfkesini taşımaktadır. Kıyafeti, konuşması, tavırları ile kenar mahallelerde yaşayan kadınların tipik bir temsilcisidir. Hayatı TV programları, çocuklar ve temizlikçilik yapmakla geçen Meryem çocuklarına Sibel ve Can isimlerini vermiştir. İsa ile ilk karşılaşmalarında kurduğu cümleler bir magazin programından çıkmış gibidir. Çocuklarına ismini verdiği şarkıcı Sibel Can için şunları der: "Çoluk çocuk sahibi insan. Biraz ağ.ır olması lazım. Sesi güzel ama hareketlerini hiç tasvip etmiyorum. Ne o öyle kıtlıktan çıkmış gibi." der. İbrahim Tatlıses için olan yorumu da ilginçtir: "Ben şahsen beğeniyorum. Hem akıllı, hem yakışıklı. Hem de mütevazi. İnsan onunla konuşurken, sıkılmıyor, ezilmiyor. Belden aşağı çok iniyo ama olsun. Onun da huyu böyle. Herkesi olduğu gibi kabul etmek lazım. " Televizyonun ve magazinin insan hayatının içerisine çok girmesi yavaş yavaş yaşadıkları gerçeklikten uzaklaşmaları sonucunu doğurmaktadır. Meryem'in çocuklarının isimleri, TV' deki yüzlerle ilgili yorumları ve her şeylerini bilmesi günümüzün habercisi gibidir. Diziler, magazin ve reality programları ile örülmüş bir sanal hayat ve gerçeklikten uzaklaştıran görüntüler. Meryem'in İsa'ya yaşadıklarının film olmadığını sürekli tekrarlaması ya da cinayet planını yaparken izlediği filmlerden etkilenmesi hayattan yabancılaşmışlığın göstergesidir.

 Çaresizliğinden intihar etmeye niyetlenen İsa'nın kötülüğünden cinayet işlediğini düşünmeyiz. Kurnaz karakterlerin kurbanı olduğunu onunla birlikte öğreniriz. Başta kocasının şiddetinden ezilen çaresiz kadın pozisyonundaki Meryem, yaptığı cinayet planları ve gizli aşığı ile kurnazlığını ortaya koymuştur. Serdar'ın her şeyden habersiz gibi İsa'ya yaklaşması ve filmde önemi olmayan bir karakterin öykünün bir parçası olduğu filmin sonunda anlaşılmıştır. İsa'nın garip bir biçimde cinayetten suçsuz olarak sıyrılmasının arkasında bilmeden suç ortağı olduğu Meryem ve Serdar vardır. Filmin sonunda bu sefer aşk yüzünden girdiği çaresizlik İsa'nın intiharı ile sonuçlanacaktır. Kandırılmayı onuruna yediremez. Aşık olduğu kadının ara sıra yanağına kondurduğu öpücüklerle yetinen saf İsa, bilmeden onların cinayet planlarına dahil olmuş ve işlerini kolaylaştırmıştır. “Nigar Pösteki, “Yönetmen Sineması” syf, 78 2390”

&  Aşk istem dışıdır. Kötülük öğrenilir. Bir içten davranış, bir sıcak bakış duyguları ateşler. Oysa kötülük yapabilmek için ince düşünüp hain planlar kurmak gerekir.

Hak, adalet, fırsat eşitliği, paylaşma gibi kavramların göz ardı edildiği, şiddet, acımasızlık, para ve iktidarın yüceltildiği bir dünyada "köşeye sıkışan" insan ne yapar? Üçüncü Sayfa bu soruya, müthiş bir senaryo ve müthiş bir oyunculukla, ahlaklı bir yanıt arıyor.

Filmde gazetelerin üçüncü sayfalarında okuyup geçtiğimiz, bazen hayret edip bazen hiç aldırmadığımız, çoğunlukla hiç çözümlenemeyen bir "adi suç" haberinin iç yüzünü, onu hazırlayan koşullarını ve taraflara etkilerini ayrıntılarıyla öğrenebiliriz. Demirkubuz, toplum eleştirisini ve yükselen değerlere muhalefetini ilk iki filmi C Blok ve Masumiyet'te de ortaya koydu. Üçüncü Sayfa'da biçemini sadeleştirmekle birlikte içerikteki yoğunluğunu koruyor.

Üçüncü Sayfa, senaryosu kadar görüntü yönetimiyle de hakiki bir muhalefet yapıyor. Kameranın hareket etmeyişi, ortamın doğal ışığından mümkün olduğunca yararlanması, kararmaları apartmanın otomatiğinin sönmesi ve kapıların kapanmasıyla sağlaması buna karşın son derece etkileyici olması, aslında sinemanın ne kadar yalın ve bir yanı hala saf bir sanat dalı olduğunu vurguluyor.

Üzerinde düşündükçe anlamına vakıf olunan Üçüncü Sayfa'nın genç oyuncuları Başak Köklükaya ve Ruhi Sarı, gerçekten zor rollerin altından üstün bir başarıyla kalktı. Onlar bu kadar tutkulu ve inandırıcı olduğu için Üçüncü Sayfa'nın etkisi de artıyor. (Alin Taşcıyan) “www.europeanfilmfestival.com”

 

* Eski Yeşilçam geleneğini modern bir daramaturji ve ahlakçı bir bakış açısıyla 'temize çeken' Demirkubuz'un filmlerinde dikkat çekici yanlarından biri de anlatım. Daha ilk filmi C Blok'ta çerçeve, kurgu, mizansen, oyuncu yönetimi gibi temel yönetmenlik sanatı öğeleri üzerindeki hakimiyetini sergileyen Demirkubuz, hızlı kurguyu, kamera atraksiyonlarını sevmeyen bir yönetmen. Ayrıca her filminde farklı bir görsel dünya yaratmayı becerebiliyor. Masumiyet iç mekanlarda alan derinliğini kullanan geniş açılı çerçeveleriyle dikkat çekmişti. Üçüncü Sayfa ise dar mekanlarda klostrofobik bir atmosfer yaratıyor. (Mehmet Açar, Aktüel Dergisi, 29 Ekim 1999) “Agâh Özgüç, “Türk Filmleri Sözlüğü” 4. cilt ”

4 Zeki sonuçta elli dolar yüzünden hayatı hızla uçumdan aşağı sürüklenen İsa'nın öyküsünü anlatırken bize suç ve ceza dolayında üstünden kolayca atlayıp geçemeyeceğimiz bir ahlâk problemi sunuyor. Çiller'in portresi altında maç seyreden, Rambo/Yuppie karışımı gariban çete babası adayları, elli dolar için afili can alıcıları oynayan tetikçi müsveddeleri, merdivenin altında oturanları tehdit ve şantajla kullanan küçük mal sahipleri ile çizilen atmosfer, suçu da yeniden tanımamız gerektiğini hatırlatıyor. Evet karanlık. Umuda, bir yerinden ışık sızan bir fona bağlanmıyor Zeki'nin öyküleri. (Yıldırım Türker, Radikal Cumartesi, 11 Ekim 1999) “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 147”

4 Filmin belki de en büyük başarısı, sinemanın yaratısı olan "Femme Fatal" imgesinin ipliğini pazara çıkarmasında yatıyor. Sinemada görmeye alıştığımız, doğası gereği ölümcül kadın imgesi bu filmde yerini acımasız bir yaşam savaşında kötücülleşmiş bir kadına bırakıyor. Böylelikle hem kadının kendinden menkul kötülüğü sorgulanıyar, hem de kurban olmanın cellat olmayı dışlamadığı vurgulanıyor (Tuna Erdem, Radikal Cumartesi, 06 Kasım 1999)

4 Zeki Demirkubuz, yine 'bataklık çiçeklerine eğiliyor. Toplumun en alt kesimlerinden gelen, yaşamları bin bir sorun ve dertle örülü insanlara çeviriyor kamerasını ... Yaşadıkları genelde gazetelerin üçüncü sayfalarındaki haberlere konu olan, varlıklarını sadece bir haber boyu öğrendiğimiz, sonra yine genelde sorunlu, giderek sefil bir hayatın girdaplarında kaybolup giden küçük insanlar ...

Filmlerde ve TV dizilerinde figüranlık yapan ve en son genç bir arabesk şöhretinin dizisinde oynayan İsa'nın başı, "bir avuç dolar", tamamı tamamına 50 dlar için derde giriyor! ... Bu parayı çalmakla suçlandığı için polisten feci dayak yiyen İsa (işte bir üçüncü sayfa haberi), intihar etmeyi denerken üzerine gelen ve ısrarla alacağını isteyen ev sahibini öldürüveriyor. (Bir diğer üçüncü sayfa haberi!)

Ancak bu olay gazetelere düşmüyor, çünkü İsa'nın suçu gizli kalıyor. O da bu arada aynı binada oturan ve kocasından sürekli dayak yiyen bir kadınla tanışıyor. Feleğin sillesini yemiş iki insan arasında kolay anlatılmaz bir ilişki başlıyor sonra ...

Demirkubuz, gerçek gazete haberlerinden esinlendiği senaryosunda, bir kez daha ezilenlere adanmış bir öykü sunuyor bize ... Filmi çeşitli yan öğelerle zenginleştirilmiş.

Örneğin günümüzün TV dizileri ve popülizme teslim olmuş bir yayıncılık sürekli alaya alınıyor. Ne yazık ki zaman zaman şematik kalmak ve tekdüzeliğe düşmek pahasına ... Filmde yer yer kahramanlar kameraya dönerek konuşuyor, bir anlamda içlerini döküyorlar. Böylece film biraz 'epik' bir tavır kazanıyor, Bertolt Brecht'in tiyatro anlayışına yaklaşıyor. Üçüncü Sayfa, belki Masumiyet'in o trajik şiirselliğini içermiyor. Ama belki de Demirkubuz'un Masumiyet reçetesini özellikle yinelemediği daha farklı ve özgün bir deneyim bu ...

Filmin en büyük şansı oyuncuları. Antalya'da ödül alan Başak Köklükaya olsun, alamayan Ruhi Sarı olsun, her ikisi de çok ciddi birer karakter yaratma çabası içine girmişler. Ve büyük ölçüde de başarmışlar. Bu iki oyuncuya da gönülden "helal olsun" diyorum ve bu yeni, taze Türk sineması örneğini belki en çok onlar için görmenizi öğütlüyorum. “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 147”

4  Zeki Demirkubuz, özellikle 1990'larda öne çıkan Türk bağımsız sinemasının önde giden temsilcilerinden birini oluşturuyor. Demirkubuz, filmlerinin çekim koşullarını yaratan bağımsız, yapımcı yönetmen olmasının avantajlarını da kullanarak, anlatmak istediği dünyalara özgürce kamerasını çevirebiliyor. Demirkubuz bağımsız sinema tarzını benimsemesini şöyle açıklıyor: "Sinemayla ahlaki bir bağ kurulması gerektiğini düşündüğümden benimsedim Bağımsız Sinema tarzını. Benim için sadece para kaynaklarını ifade etmiyor Bağımsız Sinema. Var olmanın, düşüncenin üstündeki ipoteklerin kaldırılmasını ve benim öykümün, fikrimin, senaryomun, bir onaya tabi tutulmadan, doğrudan filme çekilmesini anlıyorum ben Bağımsız Sinema'dan. Yani paradan çok, savunduğum ahlak, ilkeler demek benim için Bağımsız Sinema. 1980'li yılların getirdiği zihniyete ve yeni yükselen değerlere duyduğum nefret de, bağımsız olmamı gerektiriyor...(Çapan, Cumhuriyet, 07.11.1999). “Prof.Dr.Alim Şerif Onaran/Doç.Dr. Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 182

4  Daha önce C Blok filminde bir burjuva kadının iç dünyasındaki karmaşaya, 'sınıf atlamış Tülay'ın yaşadığı sıkıntı'ya yoğunlaşan yönetmen, "aslında Üçüncü Sayfa'nın Meryem'inin istediklerini elde ettikten sonra içine düşeceği ruh halini" de göstermektedir (Öztürk, Radikal, 27.10.2001). Toplumun alt sosyoekonomik ve kültürel katmanında yaşamaya mahkum edilmiş insanlara yoğunlaşan Demirkubuz'un, 'Üçüncü Sayfa'daki dünyası yavaş yavaş toparlanma görüntüleri veren Türk sineması içinde farklı bir yerde duruyor. "İlk iki filmindeki gibi yine, toplumumuzun, ... beşikten mezara kadar süren, zorlu, amansız bir hayatta tutunma mücadelesine itilen alt kesiminden kahramanlar seçerek kendine özgü bağımsız bir sinema örneği ortaya koymuş Demirkubuz" (Çapan, Cumhuriyet, 29.10.1999).

4 Demirkubuz'un filmleri, günlerce popüler kültürün ilgi odağı olmadığı gibi, filmleri için önceden büyük bir PR çalışması da yapılmıyor. Böyle bir yolu aslında yönetmenin kendisi tercih etmiyor. Bu kanalların içinde yol alarak hareket etse, belki de "Üçüncü Sayfa" gibi filmleri yapabilme şansını da bulamayacak.. Demirkubuz'un neredeyse bütün karakterleri, yaşamda tutunamayan, bizim kurallar ve nezaketler zinciri içindeki yaşamımıza aykırı hareket eden; sürekli küfreden ve kolaylıkla şiddete başvuran insanlar. "Demirkubuz'un bütün filmlerindeki ortak tema, kapıcı/katil/figüran/pezevenk olsun, en masum karakterin çevresinde dönerek onun edilgenliği ya da saflığı sonucunda karakterin aleyhine dönüşen bir çarkın içine bireyi sıkıştırmak ya da daha doğru ifadeyle, kuşatılmış bireyi göstermektir" (Öztürk, Radikal, 27.10.2001).

4  Meryem, Sibel Can'ı sevmediğini söylese de, çocuklarına Sibel ve Can isimlerini vermiştir. Konuştuğu kişiler, merak ettiği insanlar İbrahim Tatlıses, Mahsun Kırmızıgül gibi bu dünyanın kahırlarına 'sanatlarıyla' ortak olan insanlardır. Aslında bu dünyanın içinde sevgi, sıcaklık, merhamet yoktur. Bu insanlar doğuştan böyle oldukları için değil, içinde yaşadıkları toplumun sınıfsal dayatmalarının bedelini ödemek zorunda oldukları için böyledirler. Demirkubuz, bağımsız tavrını salt öyküsünü kurmak yönünde kullanmıyor; aynı zamanda sinema dilini de oluştururken klasik kurallara göre hareket etmiyor. Gerekli gördüğü yerde aksı atlıyor. Meryem'in İsaya iç dünyasını açtığı bölümlerde aynı ölçek içinde sıçramalara yer vererek kadının anlattıklarıyla, anlatmak istemeyip aklından geçirdiklerini sinemanın olanakları içinde, ama yerleşik kuralların dışında çözümlüyor. "Yaşanmışlığını hissettirerek yazılmış, gözlemlere, sapmalara dayanan bir senaryodan çekilmiş, ustaca kurulmuş ve anlatılmış bu Demirkubuz filmi, bu yönetmenin karakter yaratmadaki, ayrıntıları doldurmadaki ve oyuncusundan verim almadaki becerisini de örnekliyor.

Dostoyevski tadını veren filmin finalinde baştaki çıkmazına dönen ve Raskolnikoff'u çağrıştıran İsa'yı oynayan Ruhi Sarı'nın yanı sıra zorba ev sahibinin oğluyla çoktan işi pişirmiş fettan Meryem rolündeki Başak Köklükaya'nın performansını gördükten sonra artık sinemamızın gelecek vaat eden" bir oyuncuyla karşı karşıya olduğunu söyleyebiliriz" (Çapan, Cumhuriyet, 9.10.1999). Fakat filmin sınırlı olanaklarla yapılmış olması özellikle teknik kalitesini etkiliyor. Buna karşın "Üçüncü Sayfa", Türk sinemasının içinden gelmesine karşın dışında durmayı tavır olarak benimsemiş yönetmenin, sinemamızda çoğu zaman klişelere yaslanabilecek bir temayı sarsıcı bir dille işlerken, toplumun, sistemin ezdiği insanların dramını çarpıcı ve başarılı bir şekilde duyumsatıyor.

"Bilinçle kaleme alınmış, gerçekçiliğin sınır ötelerini sorgulayan, içinde yaşadığı toplumun renkli açmazları karşısında duyarlı, zengin bir senaryo; giderek kamerasına hakim olan bir yönetmenin, özgün sinema dilini kararlıkla, adım adım geliştirdiğini kanıtlayan başarılı bir mizansen... Ancak, senaryonun daha derli toplu ve çarpıcı olabilmesi için gerekli olgunlaştırma sürecinin yetersiz kalması dramaturji boşlukları doğurmuş. Oyuncu yönetimindeki genel rahatlık ve güven, özellikle kavga sahnelerinin inandırıcılığını zedeliyor; teknik yetersizlikler, seslendirmedeki bariz aksamalar izleyicinin dikkatini zorluyor. 'Üçüncü Sayfa' bu zayıflıklarına karşın, bütünüyle başarılı, etkileyici bir deneme" (Basutçu, Radikal, 08.08.1999).

 

 

SOKAKLARIN YASASI (1998)

Senaryo ve Yönetmen: Mehmet Ezici, Görüntü Yönetmeni: Dinçer Önal, Ahmet Gürkonak, Himmet Arı, Yapım: Güler Film/ Mehmet Güler

 Oyuncular: Fırat Güler, Mesut Engin, Kâzım Kartal, Mehmet Ezici, Ekrem Erkek, Ebru Ataç, Özlem Ay, Sylvia Engellunman, Mimi Sertoğlu, Turan Kalle, Cevdet Balıkçı, Masis Gül ve Çevre Tiyatrosu çocuk oyuncuları

Konu: Sokak çocuklarının kötü yaşam şartlarını konu alan bir film. Kötü amaçlı kişilerin eline düşen ve onların elinde birer oyuncak olan çocukların kaderi.

 

PROPAGANDA (1998) 


Yönetmen: Sinan Çetin Senaryo: Sinan Çetin Gülin Tokat, Müzik: Sezen Aksu, Görüntü Yönetmeni: Rebakka Haas,

Kurgu: Aylin Tinel, Yapım: Plato Film/Sinan Çetin

Oyuncular: Kemal Sunal, Metin Akpınar, Meltem Cumbul, Rafet El Roman, Meral Orhansoy, Ali Sunal, Nazmiye Oral, Müge Oruçkaptan, Nail Kırmızıgül, Kenan Baydemir

Konu: Dönem İsmet Paşa dönemidir. Rahim ve Mehdi çok eski arkadaştırlar. Mehdi (Kemal Sunal) Hislihisar'a, Gümrük Muhafaza Müdürü olarak atanır. Trenle gelen Mehdi'yi, Rahim ve çevresindekiler bandoyla karşılarlar. Rahim (Metin Akpınar), Mehdi 'ye bir at hediye eder. Mehdi atın adını Napolyon koyar. Adem: (Rafet El Roman), Mehdi'nin büyük oğludur. Rahim'in kızı Filiz (Meltem Cumbul) Mehdi'nin oğlu ile sevişmektedir. Mehdi, geldiği trende yanında dikenli tel balyaları da getirmiştir. Mehdi köyde dolaşırken, onu gören köylüler ayağa kalkarak "Ankara Ankara Güzel Ankara, Seni Görmek İster Her Bahtı Kara" nakaratını söylerler. Mehdi ve Rahim, askerden buyana, Kurtuluş Savaşı yıllarından beri tanışmaktadırlar. Mahmut (Ali Sunal), sınır çalışmalarına nezaret etmektedir. Mehdi'nin karısı (Meral Orhansay) biran önce Adem’le Filiz'in evlenmesini istemektedir. Sınırın bitmesinden sonra yapılan bir törenle Gümrük Muhafaza geçmek isterken babası tarafından kolundan vurulur.

 Müdürlüğü resmen açılır. Tören sonrasında Rahim ve ailesi sınırın öbür tarafında kalan evlerine giderler. Her şey değişmiştir. İnsanlar köylerinde rahatça dolaşamazlar. Rahim 'in öğretmen olan karısını sınırın öbür tarafına geçirmezler. Her gün öbür tarafa çocuklarına ekmek götürmekte olan Mustafa babayı da geçirmezler.  Bu arada deli Selami, yasağın anlamsızlığını vurgularcasına davul çalarak vücudunun değişik bölümleriyle sınır yasağını ihlal etmektedir. Mehdi, diğerlerine de ders olması için Selami'yi ayağından vurdurtur. Mehdi'ye çocukları Melek, Şadiye, Cemil'de tavır alırlar. Karısı, arkadaşlarıyla arasının bozulduğunu söylemekte, arkadaşlarını görememekten yakınmaktadır. Rahim, telin arka tarafından küçük çocukların sünnetini yapar. Karısı Şahane, yatakta Mehdi'ye sınır koymuştur. Kopuk Yaşar Mertoğlu, pasaport çıkartmıştır ve rahatlıkla sınırın öbür tarafına geçmektedir. Rahim'de kızını Kopuk'la evlendirmeye karar vermiştir. Adem, Filiz'i Amerika'da Colorada'ya kaçırmaya karar vermiştir. Filiz bir akşam gizlice sınırın öbür tarafına geçer ve Adem'in yanına gelir. Tele takılan eşarbını bulan askerler, Filiz'i Rahim'in yanında bularak gözaltına alırlar. Mehdi'nin karısı Sarıkamış'a kaçar. Mehdi, Rahim'in kendisine hediye ettiği Napolyan'la trenin peşine düşer ve treni durdurur. Karısı Şahane'yi geri dönmesi için ikna eder. Fakat Şahane, geri döndükten sonra sınırın öbür tarafına kaçar. Bu arada Filiz, er Hamdi aracılığıyla Adem'e sevgi mesajları gönderir. Rahim, Mehdi 'nin babasının kendisine verdiği silahla Mehdi 'yi tehdit ederek kızını hapisten çıkarır ve sınırı geçirtir. Bu arada silahı da Mehdi'ye verir. Doktor grekince Rahim, sınırın öbür tarafından Mahmut'un itirazlarına karşın yardıma çağrılır. Mahmut'un geçiş evrakı düzenlemesini beklemeden er Hamdi, Rahim'i sınırın öbür tarafına geçirir. Rahim, Adem'i tedavi eder. Bu arada hükümet başarılı çalışmalarından dolayı Mehdi'ye takdir beratı verdirir. Mehdi, üniformasını çıkarır, Mahmut'u ambara kilitleyerek oğluyla öbür tarafa geçer. Rahim ve ailesiyle birlikte Rahim'in kamyonuyla birlikte göçmeye karar vermişlerken, Rahim kamyonuyla geri döner ve Mahmut'un tüm direnmelerine karşın sınır kapısını kamyonuyla kırarak öbür tarafa geçer. “Prof. Dr. Alim Şerif Onaran/Doç.Dr. Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf; 158

 ÖDÜL:

4. Uluslararası Şangay Film Festivali (1999)

►Alltın Kupa" ödülü

15. Akdeniz Film Festivali
    ► "Altın Zeytin"
    ►"Sinema Eleştirmenleri" ödülü

7. Magazin Gazetecileri Derneği seçiminde (1999)

► "En İyi Film",

►"En İyi Yönetmen" (Sinan çetin).

►"En İyi Erkek Oyuncu" (Metin Akpınar).

 

& Propaganda, propagandası yapıldığı kadar iyi bir fım değil. Hatta bayağı kötü bir filır.. Doğrusu yarıda çıkmamak için kendimi göç tuttum. Ancak fılm ikinci yarıda belli ölçüde toparlanıyor. Ve seyirciye belli bir mesajı iletebiliyor.


Bir "sınır hikayesi" bu film... İnsanlar tarafından doğaya konan ve alabildiğine yapaylıkları, giderek doğayla çelişkileri nedeniyle insan yaşamını zorlaştıran sınırlar. Özellikle son dönemde Yunanlı yönetmen Angelopoulos'un hemen tüm filmlerinde duyurduğu bir "sınır fobisi"nin bu kez de bir Türk yönetmen tarafından ele alınması. ..

1948 yılının Doğu sınırlarında geçen hikaye ilginç. Ve elbette her dönem, özellikle de bu dönem için geçerliliğini koruyor. Hislihisar köyüne atanan yeni gümrük muhafaza müdüre. kusursuz devlet memuru Mehdi'nin köyün ortasından geçen sınırı, yarattığı sorunlarla birlikte, kayıtsız şartsız itaat ilkesi içinde sonuna dek uygulaması ve bunun yol açtığı absürd durumlar... Sonunda ise Mehdi'nin bunca mantıksızlığa isyan ederek resmi giysisini çıkarıp memurluktan istifa ederek normal insanlığa dönüşü ...

Temel amacı elbette sınır fikrinin çok ötesinde, buyurgan, mantıksız, yaşama ve doğaya aykırı uygulamalarıyla merkezi otoriteyi, onun yarattığı kolektif korkuyu ve kaygıyı eleştirmek olan bir film .. Ne var ki gerek konusunun özü, gerekse değerli oyuncularıyla bir güldürü müjdesi veren film, uzun süre hemen hiç yürümüyor. İlk yarıyı kendi adıma hemen sadece Sinan Çetin'in bizzat oynadığı bir sahneye gülümseyerek kapattım. Böylesine bir konu ve kadro için ne yetersizlik! ...

Ama film sonraları biraz toparlanıyor. Öncelikle gerçekten komik kimi durum ve sahneler yakalanmış: Mehdi'nin kaçak koyundan 'pasaport sorması', trendekilerin "Ankara Marşını söylemesi, Rafet El Roman'ın Meltem Cumbul'a aşkını 'aracı yoluyla' ulaştırması gibi... Ayrıca finale doğru, belli ölçüde abartına ve aşırı bir stilizasyon içerse de, filmin ana mesajı seyirciye doğru dürüst biçimde ulaşıyor.


Senaryonun güçsüzlüğünün yanı sıra, filmin en büyük handikapı, tam anlamıyla reklam filmi mantığı ve estetiğiyle çekilmiş olması. Bırakınız Tikveşli yoğurduna yapılan kıyağı, ama birçok sahne, sanırım bizzat Çetin'in sorumlu olduğu reklam filmlerini anımsatıyor: köylülerin başlarını hızla bir o yana, bir bu yana çevirip iki aşığın atışmasını izlediği bölüm gibi... Rebekka Haas'ın bol "balıkgözü" mercekle çektiği görüntüler ise, bu izlenimi pekiştiriyor: herhalde akvaryumdaki balıklar bizi böyle görüyorlardır!


Propaganda bu haliyle yarım bir başarı, yeterince eğlenceli olamayan bir eğlencelik. Sinan çetin, nev'i şahsına münhasır düşünceleriyle bilinen ve sinema alanında zaman zaman yarattığı tartışmalarla gündeme gelen bir yönetmen. Propaganda'da çetin, olaylara gerçekçilik tarafından bakıldığında mantık dışı görünen pek çok olayı, yaklaşımı gündeme getiriyor. Propaganda, Çetin'in iktidara, ceberrut devlete karşı antipatisini yansıttığı bir film olarak öne çıkıyor. Bu tepkisini yansıtmada ele aldığı öykü, karakterler zaman zaman gerçekçi öyküleme yöntemiyle çatışıyor. Şüphesiz bir filmin sınırları içinde yaratıcısını gerçekleri kendine göre yorumlama konusunda eleştirmek çok anlamlı değil. Çetin'in sineması, ortalama bir yaklaşımla dengede yol alan bir sinema değil. Ya aşırı uçlarda gezerek, sinema dilinin olanaklarını da yeterince kullanmadan propaganda sineması kimliğine dönüşebiliyor ya da sinema sanatının olanaklarını daha yaratıcı kullanmaya çalıştığı, sayıca daha az tutarlı filmleriyle (Berlin in Berlin gibi) karşımıza çıkıyor.

Propaganda, hangi amaçla yapıldığı, hedefi çok açık olmayan bir film. Genel olarak bakıldığında ise başarılı bir film görüntüsü vermiyor Propaganda. Şüphesiz başarısızlığı yönündeki eleştiriler daha çok öyküsüyle, öykü anlatma yöntemiyle ya da filmin özüyle ilgili. Propaganda, biçimsel açıdan ele alındığında başarısız olarak tanımlanabilecek bir film değil; özenli çerçeveleri, görüntüye katkı sağlayan filtre kullanımı gibi unsurlarıyla, "Rebecca Haas'ın titiz görüntülerinin ve uluslararası düzeyde bir teknik çalışmanın da desteği" ile sinemamızın 1990'lar sonrasında görüntü alanında yaptığı atağı yansıtan filmlerden biri olarak dikkati çekiyor. Diğer yandan ise bir öyküyü anlatırken fantastik yaklaşımların söz konusu olabileceği gerçeğiyle hareket ederken, geleneksel Yeşilçam sinemasının kolaycı yaklaşımlarını da beslemek gerekmiyor.

Sinan Çetin Propaganda'da, bir sınır köyü bağlamında geniş bir coğrafyaya yayılmış olan büyük bir ülkenin açmazlarını, hamasi devlet koruyuculuğu, eğitimsizlik, köylü kurnazlığı, samimiyetsizlik vb. gibi sorunlar üzerine yoğunlaşıyor ve sınırlı bir mekan ve insan malzemesine karşın belli bir başarı tutturuyor gibi görünürken, zaman zaman tutturduğu düzeysiz göndermeler, yörenin gerçekleriyle uyuşmayan ilişkiler, saptamalar gibi özensiz ya da umursamaz yaklaşımlarıyla yarattığı umudun alevini kısa sürede söndürüyor.

"5 yıl önceki 'Bay E' rezaletinden beri kendini iyice reklamklip çekimlerine vermiş yönetmen Sinan Çetin'in yeniden sinema aşkının depreşmesinin ürünü 'Propaganda'. Ne var ki filmde anlatılanlar, kısa ya da bir orta metraj filmin malzemesini kesinlikle aşamayıp çizgi roman düzeyinde kalıyor. Uzatıldıkça uzatılmış birtakım seyirci tavlayacak bölümlerin peş peşe montajlandığı ve yönetmenin bir araya getirdiği eski ve yeni ünlü oyuncuların çekiciliklerine ve televizyondan iyice aşinası olduğumuz ucuz komikliklere dayanan bir gişe filmi izlenimini veriyor 'Propaganda' ...

Çetin, sanki her meseleyi halletmişçesine bu kez "resmi devlet ideolojisi" eleştirisine soyunmuş. Bir süre önce televizyon haberlerinde izlediğimiz o bayramlaşmak için sınır tellerinin iki yanında sıralanmış, parçalanmış ailelerinin perişan halini yansıtan görüntülerden esinlenerek, otobiyografik öğelerle, anılarla, gözlemlerle destekli, yarım yüzyıl öncesinin Türkiye Cumhuriyeti'nde yaygın egemen 'merkezi otorite' yi sarakaya alan, sözüm ona bir kara mizah filmi yazıp çekmiş üstat..

. 'Propaganda, futbolumuz gibi Edirne'den öteye geçemeyecek nitelikte, çeşitli ucuzluklarla, göz boyayıcı numaralarla duygu sömürüsü sahnelerle bezeli, uyduruk çarpık çurpuk, popülist zıpır ve özenti bir çalışma sonuçta" (Çapan, Cumhuriyet, 12.03.1999).




 

PARÇALANMA (1998) 


Senaryo ve Yönetmen: Canan Gerede, Görüntü Yönetmeni: Peter Steuger, Sanat Yönetmeni: Selçuk Gürışık, Kurgu: Suzanne Koch, Yapım: Alfa Film/Ömer Kavur  Fransa, İzlanda, Holllanda ortak yapımı. Eurimages'in katkılarıyla.

Oyuncular: Bennu Gerede; Mahir Günşiray, Baltazar Korkmakur, Bedri Baykam, Sibel Baykam, Tuncer Necmioğlu, Cezmi Baskın, Melis Şen, Dila Yiğitoğlu, Seda çetin, Burçin Abdullah, Nihat Nikerel

Konu: İrlandalı anne Sophia Jansen 'in (Bennu Gerede) çocuklarına kavuşmak için Türkiye 'de verdiği hukuk savaşının öyküsü. Sophia, sevişerek evlendiği Halil Ateş'i (Mahir Günşıray) İzlandalı sevgilisi ile aldatmaktadır. Halil, bu ihanetin intikamını ona yaşamı boyunca acı çektirerek alma niyetindedir. Halil, kızları Ayşe ile Leyla 'yı, Türkiye 'de ki ailesinin yanına götürmek için annelerinden gerekli izni alır. ve Halil, onlan bir süre sonra geri göndereceğine dair Kuran'ın üzerine yemiş etmesine karşılık sözünde durmaz. Sophia, sevgilisiyle birlikte Türkiye'ye gelip kızlarını arar. Avukat tutup dava açar. Aşırı kıskanç ve tutucu bir yapıya sahip Halil ise, kızlarını dinsel baskı altında tutup, onları İmam Hatip Okulu 'na verir. Ayşe ile Leyla 'yı anne sevgisinden soğutarak, onları yalnızca Allah yolunda yönlendirir. Bu arada Halil, babasının (Tuncer Necmioğlu) aracılığıyla ilişki kurduğu şeyhler ve dinci örgütler, mahkemeyi etkilemeye çalışır. Sonuçta babaları tarafından beyinleri yıkanan kızlar, mahkemede annelerini istemezler. Ancak acılı anneye yargıtay yolu açıktır.

 

OZAN (1998) 


Yönetmen Oğuz Gözen Senaryo Nadire Zeybel Görüntü Yönetmeni Dinçer Önal Yapım Ufuk Film/Yener Yılmazoğlu


Oyuncular: Yener Yılmazoğlu, Şehnaz Dilan, Güneş Olcay, Kader Altın, Hasan Yıldız, Figen Aktaş, Mustafa Özkaya, İbrahim Kurt, Rahmi Pala

 

 

MERHABA HÜZÜN (1988) 


Yönetmen: Oğuz Gözen, Senaryo: Nadire Zeybel, Görüntü Yöneteni: Dinçer Önal, Yapım: Mark Film/ Rahim Gülcüoğlu

Oynayanlar: Murat Soydan, Meltem Berent, Cemal Gencer, Semih Gülçüoğlu, Turgut Özatay, Aysel Tanju, Enver Dönmez, Adnan Zaman, Ferhat Bahadır, İncilay Özdemir

Konu: Bir doktorla evli olan genç kadının evliliği bir iftira sonucu yıkılır. Ailesi yıkılan kadın kendisini içkiye verir. Kocası yıllar sonra gerçeği öğrenir ve karısını aramaya başlar .

 

LOLA + BİLİDİKİD (1998)

Senaryo ve Yönetmen: Kutluğ Ataman, Görüntü Yönetmeni: Chris Squires, Müzik: Arpad Mondy Yapım: Co Prodüksiyon/Zeynep Özbatur, Martin Hagemann, James Schamus Sanat Yönetmeni: Mona Kino, Kurgu: Ewa J. Lind, Türkiye, Almanya, ABD ortak yapımı.

Oyuncular: Gandi Mukli, Erdal Yıldız, Baki Davrak, lnge Keller, Celal Perk, Mesut Özdeemir, Murat Yılmaz, Hakan Tandoğan, Cihangir Gümüştürkmen, Ulrich Simontowitz, Hasan Ali Mete, Willie Herren, Mario Irrek

Konu: Almanya'da doğup büyüyen ve ailesiyle birlikte Berlin'de yaşayan 16 yaşındaki eşcinsel Murat'ın (Baki Davrak) dramatik öyküsü. Annesi ve ailede en çok sözü geçen maço ağabeyi Osman'la (Hasan Ali Mete) birlikte yaşayan Murat, gittiği bir gece kulübünde şarkıcılık yapan Lola’yı (Gandi Mukli) bulur. 15 yıl kadar önce aile reisi Osman tarafından evden kovulan ve Berlin'in ucuz barlarında travesti şovlarına çıkan Lola, Murat'ın da küçük ağabeyidir. Yıllar sonra hasret giderip birbirleriyle yakınlaşırlar. Lola, Berlin'deki eşcinseller, pezevenkler ve oğlanlar dünyasının yıldızıdır. Murat, Lola ve düzücü erkek sevgilisi Bilidikid'le (Erdal Yılldız) yakınlık kurması sonucu, kendini bambaşka bir dünyada bulur. Özellikle de bitirim eniştesi Bilidikid'den aldığı derslerle. Berlin'in yer altı tuvaletlerinde 50 mark karşılığında yaşlı başlı Alman eşcinselleriyle ilişkiye girer. Dünyası değişen Murat, bir süre sonra büyük ağabeyi Osman'la küçük ağabeyi Lola arasında bir takım şeyler geçtiğini fark eder. ve aralarındaki bu aile sırrı ortaya çıktığında, gerçeklerden habersiz anne, Murat'ı da yanına alarak büyük oğlu Osman'ın evini terk eder.

ÖDÜL:

36. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde (1999)

► Inge KeIler "en iyi yardımcı kadın oyuncu"

SiYAD  Sinema Yazarları Derneği'nin (19981999) seçiminde:

► Celal Perk "en iyi yardımcı erkek oyuncu"

49. Uluslararası Berlin Film Festivali'nde (1999)

► Teddy Bear Ödülü".

 

& İyi seçilmiş ve oynanmış, kanlı canlı tiplerle, sürekli inişçıkış halindeki yoğun ilişkileri önümüze seren Ataman, kesinlikle ele aldığı bu konuyu şimdiye dek çoğu başka örnekteki gibi ayağa düşürmeyen, ilginç bir deneme kazandırıyor sinemamıza. Kitsch zevklere, renklere bulanmış mekanlarda, göbek dansıyla hip hop karışımı, arabesk raks gösterilerine... Kutluğ Ataman'ın tabu bir konuya el attığı "Lola ve Billidikid"i, her yaptığını merakla bekleten bu senaristyönetmenin yürekli ve sıra dışı bir çalışması olarak sinemaseverlerden ilgi bekliyor özetle. (Sungu Çapan, Cumhuriyet G., 18 Haziran 1999) “Agah Özgüç, “Türk Filmleri Sözlüğü” 4. cilt”

& Lola + Bilidikid", yönetmen Kutluğ Ataman'ın bireysel tercihleri bağlamında, Türkiye'den Almanya'ya çalışmaya giden işçilerin "üçüncü kuşak" çocuklarının sorunlu yaşamına eğilen bir film. Yabancı bir kültür içindeki sorunlar, sürekli öteki muamelesine tabi kalmaya neden olan ırkçı yaklaşımlar ve özellikle yaşamın sınırında gezen, kadınsı eğilimleriyle var olan kadın erkekler ya da  onlarla birlikte olan erkeklerin alışagelindiği koşullar dışındaki yaşamlarından kesitler sunan bir film Lola + Bilidikid. "Lola ve Bilidikid, eşcinselleri anlatan bir film değil sadece. Cinsel kimlikleri üzünden itilmişlerin, yaşama alanları olabildiğince sınırlanmışların, klasik tanımla 'sıra dışı' insanların yaşamlarını anlatmıyor yalnızca. Film, bütün dünyayı sarmış, homofobiklerin 'aşırı' dünyalarını gözler önüne seriyor" (Ali Çavuşoğlu, Cumhuriyet, 22.06.1999).

& Bu arada film, Almanya'ya işçi statüsünde göçmüş insanlarımızın, kendilerini oralı hissetmeme koşullarıyla ilgili çarpıcı görüntüler ve sonuçlar üreten bir film. Bu duygunun, baskının şekil değiştirmesinin boyutlarını Kutluğ Ataman şöyle açıklıyor: "Batılı bir ülkede olmak baskıyı azaltmıyor. Türkler arasında getto psikolojisi hakim. O yüzden bu tür baskılar aslında daha da büyük, ama kaçış daha kolay; bir yan mahalleye gidip kaçabiliyorsun. Bense hikayemde şöyle bir paralellik kurmak istedim: 'Almanlar bizi dışlıyor' diyen bir toplum, kendi kadınlarına. diyelim ya da kendi gay'lerine aynı şeyi yapıyor. Bu çelişki hikayem için çok önemliydi" (Sönmez, Radikal, 31.01. 1999). “Prof.Dr.Alim Şerif Onaran/Doç.Dr.Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf,”

& Diğer yandan yönetmen Kutluğ Ataman ise "eşcinselliğin birleştirici bir tarafı var. Çünkü değişik kültürlerden olabilirsiniz; birbirinizin dilini, kültürünü bilmeyebilirsiniz, ama ortak yönünüz olan dışlanmışlık sizi birbirinize bağlıyor" diyerek filmindeki eşcinsellik vurgusuna açıklık kazandırıyor (Ali Çavuşoğlu, 2,06.1999). "Baştan sona Murat'ın meledromatik öyküsüyle ilişkilendirilmiş, şamatacı travestilerle (Lola'yla arkadaşları Şehrazat, Kalipso, Fikret), sert, maçonun allahı, AIDS'i bile takmaz (malum Türk olmak kolay değil), erkek fahişeler (Bilidikid'le soylu, varlıklı Alman mimarın kulamparası, DaimIer meraklısı İskender), kötü (sürekli Murat'la, LolaBilidikid çiftiyle hırlaşan, Türkler için en hafif sövgüsü 'deve düzücüsü' olan, yeni ırkçı, 3 saldırgan genç) ve iyi (zor durumdaki Murat'a sandviççi dükkanını açan, tonton, İmbiss'çi kadın Bella) Alman karakterle zenginleştirilmiş film, son dönemin geçerli anlayışına uyup türden türe göz kırparak, melodramdan gerilime atlayarak,. " oyuncu yönetiminden mekan kullanımına, çerçevelemelerinden hızlı temposuna dek sağlam bir anlatım tutturuyor" (Sungu Çapan, Cumhuriyet, 18.06.1999). “12”

& Lola + Bilidikid'de Ataman için önemli olan şey "Osmanlar ve anneleri". Ataman filmini Osman'ı temsil ettiği değerlerle yüzleştirmek için yapmış bir bakıma. Ataman'ın filminde Osman karakteri, bu yanıyla bir metafor işlevi taşımaya başlıyor. Ataman bu durumu şöyle açıklıyor: "Osmanlara karşı kendimi savunmak zorunda değilim. Zaten film ortada. Evet, Türkiye Osmanlarla dolu. Ama bu filmin Osmanlar için yapılmış olduğunu da unutmamak gerekiyor. Yoksa eşcinseller için yapılmış bir film değil Lola ve Bilidikid. Onlar zaten kendi sorunlarını biliyorlar, neden gidip görsünler. Eşcinsel olsam, ki eşcinselim, gidip görmem. Ama bu filmi özellikle Osmanlar ve anneler gidip görmeli... (Ali Çavuşoğlu, 22.06.1999)

& Anadolu'nun çorak bağrından gelip gurbet ellere düşmüş, memlekette ya aile içi tacizden, ya sıra dışı yumuşaklıktan, ya genlerinden ya da başka şeylerden küçük yaştan beri "farklı" olmuş ve bu hoşgörü toplumunda özgür yaşamaya başlamış esmer adamlar. .. İster "gay" hayatın aldatıcı neşesine kapılmış, isterse kadınlıklarını tıp ve hukuk olarak tescil ettirmiş olsunlar, o kara yağız deriyi, o bin bir boyanın örtemediği sakalları saklayamayan Almanya' daki Türk eşcinseller ... Kutluğ Ataman'ın ilk ve temel başarısı, kuşkusuz ki böyle bir camiaya ve böyle bir yaşama el atmış olması. Varlığı bilinen, ama hep bilmezden gelinmiş bir çevre bu ... Zaten iki yaşam tarzı, iki kültür arasında kalmış olmanın getirdiği bin bir sorun varken, bunlara iki cinsellik arasında kalmanın sorunlarını da katan oldukça acınası insanlar...

Ataman, bu çevreden tipik örnek kahramanlar getirmiş perdeye ... Yıllar önce evden kaçarak travesti olmuş Lola, onun sessiz ve mütevekkil anası, alabildiğine maço cazgır ağabeyi Osman, en küçük kardeş, cinsel eğilimleri nedeniyle bunalımlar geçiren ve sonunda ağa beyin baskısından yeni keşfettiği Lola'nın hoşgörü dünyasına sığınan genç eşcinsel Murat ...

Lola'nın maço sevgilisi, "aktif' olması nedeniyle kendi eşcinselliğini kabul etmeyen, oysa boğazına dek bu çevreye batmış Bilidikid, eşcinsel jigololuk yapan isyancı ve somurtkan İskender, İskender'in soylu ve zengin Alman sevgilisi Friedrich, Friedrich'in oğlunu korumaya çalışan yaşlı annesi, genç ırkçı Almanlar ve daha kimler, kimler. ..

Ataman bu iç burucu karakterlerin arasına dalıyor ve bize işlek bir sinemayla ilginç duyarlılıklar, etkileyici portreler getiriyor. Kahramanlarına sevecenlikle, anlayışla yaklaştığı besbelli. Ama tuhaftır bu sözde erkeklerin öyküsünü anlatan filmin en akılda kalan kahramanları kadınlar: özellikle etrafında olup bitenlere şaşkınlıkla bakan ve bu yeni çağa, yeni ahlaka uymaya çalışan biri Alman (büyük oyuncu Inge Keller), öbürü Türk iki anne ...

Lola + Bilidikid'in "medeni cesareti", ödünsüz tavrı ve kimi sahnelerinin sinemasal olgunluğu övülecektir elbette. Ama bence Ataman, tüm final bölümüyle kendi filmine ciddi biçimde zarar veriyor. Hep eşcinsellikle özdeş olarak sunulagelmiş şiddete böylesine başvurmak ihtiyacını nereden hissetmiş? Ortalığın kana bulandığı final bölümü de, ağabey Osman'ı Lola'nın çifte infazcısı (hem tecavüzcüsü, hem de katili) olarak gösteren aşırı melodramatik çözüm de insanı irkiltiyor. Ve filmin geneline egemen olan yumuşaklığı ve duygusallığı yok ediveriyor. Sahi, Türk anne son sahnede başörtüsünü atıp yürüyerek ne demek istedi? Tüm geleneksel değerlere baş mı kaldırdı? Sanırım bu da ayrıca tartışılacak! …Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf,112”


FİLMİ İZLE 



 

 

LEOPARIN KUYRUĞU (1998) 


Senaryo ve Yönetmen:
Turgut Yasalar, Görüntü Yönetmeni: Y. Deniz Güven, Müzik: Cengiz Onural Yapım: Planet Film/ Turgut Yasalar, Ahmet Somuncuoğlu Sanat Yönetmeni: Bülent Çakırer, Kurgu: Nevzat Dişiaçık,

Oyuncular: Yetkin Dikinciler, Devrim Has, Hakan Pişkin, Tardu Flordun, Ümit Çırak, Lamık Blake, Murat Karasu, Evren Duyal

Konu: "Leoparın kuyruğunu asla tutma tutarsan asla bırakma". Filmin jeneriğinde ki bu Afrika atasözü dikkat çekici ve filmin içeriği hakkında ipucu vericidir. 1970'lerin başıdır. Beş adam ve gözlerini bağladıkları Amerikalı zenci bir asker arabayla bir yere gitmektedirler. Larry isimli zenci asker adamlar tarafından rehine alınmıştır. Larry, adamlardan kendisini vurarak öldürmelerini ister. Adamlardan Vural "biz katil değiliz" diye yanıtlar zenciyi. Önde oturan ve adamların lideri olduğu anlaşılan Rıfat, zenciyle muhatap olmamalarını ister. Larry'nin yanında oturan kişi ise "komite öldürün derse seni öldürürüz" der. Liderleri dışında hepsi bu laf üzerine gülerler. Larry adamlara onlar için kötü olacağını, kendisinin bir Amerikan vatandaşı olduğunu söyler. Ateş, ablasının yanına Zonguldak'a tatile gitme bahanesiyle kömür gemisiyle İtalya'ya nasıl kaçmak istediğini anlatmaktadır. Arkadaşları Ateş'e Güzel Sanatlar Fakültesi sınavlarına giriş hikayesini de anlatırlar. Arkada zencinin sağında oturan Veysel'in laf atması üzerine biraz tartışırlar. Tuvalet ihtiyaçlarını giderdikten sonra direksiyona Serdar geçmiştir. Marş söyleyerek giderlerken radyoda yapılan sıkıyönetim anonsu üzerine susarlar. Uruguay'da Tupamaros (NationalLiberation Movementmaros)'lar bir elçi kaçırdığında polis ev ev arama yapmıştır. Radyodaki bildiri üzerine adamlardan biri bu örneği verir. Bu arada patikamsı bir yola saparak arabayı park ederler. Arkadaki kutuları alarak vadide bir dere kenarındaki kulübeye doğru ilerlerler. Kulübe eskiden kasabanın elektriğini sağlayan küçük bir trafodur aslında. Ömer yola çıkmadan önce pek çok şeyi kantinden gasp etmiştir. Bu arada liderleri, Ömer'in kendi parasıyla aldığı kirazlara tepki gösterir. Serdar sigarayla ilgili şakalar yapan Ateş'e doğrulttuğu silahı aniden ateşleyerek arkadaşını başından vurur. Serdar olayın şokundan kurtulunca, delirmiş gibi sağa sola saldırır. Ateş, Serdar'ın ilkokuldan arkadaşıdır. Dört gün sonra Ateş'in doğum günüdür. Ateş, aynı zamanda Serdar'ın en yakın arkadaşıdır. Liderleri bir kaza olduğunu ve durumu olduğu gibi kabul etmeleri gerektiğini söyler ve içlerinden Vural'ın görüşünü sorar. Larry'yi idam edilecek üç arkadaşlarını kurtamak için kaçırmışlardır. Liderleri Ömer' in arkadaşlarına haber vermeye gitmesini önerir. Vural sıkışan Larry'yi tuvalete götürdüğünde Serdar kendisini vurmaya kalkar. Vural durumu anlamak için kulübeye döndüğünde Larry kaçar. Vural ve liderleri Rıfat, Larry'nin peşine düşerler. Rıfat, Larry'yi bacağından vurarak yakalar. O sırada bir orman bekçisi ortaya çıkar ve durumu anlayarak Rıfat ve Vural'a silahını doğrultur. Rıfat'ı vuran bekçiyi Vural öldürür. Bu arada haber vermeye giden Ömer, askerlerin bir kontrol noktasında durmadan kaçar. Rıfat'ı kulübeye taşırlar, bekçinin cesedini ise gizlerler. Serdar korkmaya başladığını ve bulundukları mekandan gitmek istediğini söyler. Rıfat, Serdar'a kaçıp kurtulmak istediğini söyler. Askerler ise Ömer'i yakalamış sorguya çekmektedirler. Vural tuvalet ihtiyacı olan Larry'yi dışarı çıkarır ve onu neden kaçırdıkları, Amerika ve Türkiye hakkında sohbet eder. Rıfat, Serdar'a yaptıkları eylemin haklı olduğunu ve ikinci kurtuluş savaşı yaptıklarını anlatmaya başlar. Bu sohbet sanki bir bakıma günah çıkarma gibidir. Konuşmalarında Mustafa Kemal'in de yaptıklarından örnekler verir. Bu durumun Che'nin durumuna benzediğini, ” onun da Küba'da bakanlığı bırakıp savaşmaya başka ülkelere gittiğini söyler. Vural ve Rıfat kulübeyi ter kederler. Bu arada askerler trafonun yerini öğrenmişlerdir. Vural ve Rıfat mola verdikleri bir kasabada bekçilerin dikkatini çekerler. Kaçarlarken Vural vurulur. Bekçilerden kurtulan Serdar, bir mezarlığa gelir. Yolda giderken yanında bir askeri araç durur. Sokağa çıkma yasağı ilan edilmiştir. Askerlere annesinin hasta olduğunu söyleyen Serdar'ı askerler arabaya alarak gideceği yere götürürler. Gelişigüzel bir evin kapısını çalarak içerdeki kadını silah zoruyla tehdit eden Serdar, arka kapıdan kaçar. Bulduğu kazma kürekle arkadaşlarını gömmek için trafoya gelir. Kulübede kimse yoktur ve geçmiş gözleri önünde canlanır. “Prof. Dr. Alim Şerif Onaran/Doç. Dr. Bülent Vardar, syf: 155”

& 1970'lerin başında geçmesine ve kahramanlarının 68'li olmasına rağmen "Leoparın Kuyruğu", gerçek bir hikayeyi ele almıyor. Ancak, filmin senaryo yazarı ve yönetmeninin iddiası o ki, anlatılanların tamamı yaşandı. "Leoparın Kuyruğu", Turgut Yasalar'ın ilk uzun metrajlı filmi... Çekimlere İstanbul'da 22 Mayıs 1998 gecesi filmin başındaki otomobil sahnesiyle başlandı. TEM Stüdyoları'ndan kiralanan treyler üzerinde yapılan çekim sadece bir gece sürdü ve hemen o sabah ekip Susurluk'a hareket etti. Filmin ana mekanı olan terk edilmiş jeneratör binası, çevresindeki ormanlık bölge ile final sahnesindeki sokak çekimleri, Susurluk'ta yapıldı. İki hafta süren Susurluk'taki çekimlerden sonra İstanbul'a dönüldü. İki gün aradan sonra jandarma karakolu sahneleri de, Yeni Sinemacıların bürosundaki bir odada yapıldı

Leoparın Kuyruğu, Türk sineması içinde pek sorgulanmamış bir dönemi, 12 Mart'ın koşullarını ve daha iyi bir dünya özlemiyle var olan koşullara direnen 68 kuşağından bir gurup arkadaşın (yoldaşın) ilişkileri üzerine yoğunlaşıyor. Aslında bu yoğunlaşma, dönemin sosyal ve toplumsal koşulları üzerine sosyolojik irdelemeler yapmayı denemekten çok, dönemin en önemli figürleri olan ve genç olmanın etkisiyle de yaşadıkları ülkede daha iyi, adil bir düzen kurabileceklerine inanan 68 kuşağına mensup bir gurup gencin bireysel irdelemelerini yapıyor. Bu süreçte de, ele aldığı irdeleme yöntemiyle aslında büyük davalara soyunan insanların da, belli zayıflıkları, zaafları olduğu yönünde saptamalar yapıyor. Bu saptamaların, oluşturulan tipler aracılığıyla yapılan yansıtmaların dönemi algılamamıza ve doğru değerlendirmemize yaptığı katkı ise tartışmalı görünüyor. Nitekim filmin döneme ilişkin yansıtmalarına gazeteci Tuğrul Eryılmaz "Yönetmenin ve ekibinin hem doğrudan sol bir izleyici kitlesini hedefleyip hem de onları. Filmin kahramanları gibi, eblehler sınıfına sokma pervasızlığı inanılır gibi değil" derken, Kızıldere Operasyonu'ndan sağ kurtulan tek kişi olan Ertuğrul Kürkçü ise, "Filmin merkezine yerleşen 'kör şiddet' de nedensiz ve bir açıklamadan yoksun, çünkü, bu filmin devrimcilerinin bir karşıtı yok. Karşıtları kendileri yalnızca.... Yasalar, yakın dönem sol tarihini titizlikle araştırmış olsa, on binlerce, hatta belki de yüz binlerce insanın bunları meşru görmüş olduklarını, dolayısıyla tartışmanın zıvanadan çıkmış üçbeş meczubun manasız sözleri ve kendilerini yok eden şiddeti içinde değil, kitlesel ölçekte ve toplumun bütün alanlarında süregittiğini görmez miydi?" diyerek film hakkındaki görüşlerini belirtmişler. Diğer yandan filmin yönetmeni Turgut yasalar ise filme yönelik eleştiriler karşısında "Bir tepki toplayacağını biliyordum ama, böyle algılanacağını kestiremedim. Karşıdevrimciliğe kadar varacağını hesaplamadım" demektedir (Tözer, Hürriyet Cumartesi, 09.01.1999:4).

&  Başlangıçta bir hedef doğrultusunda yol almaya başlayan film, süreç içinde kişilerin iç dünyası ve sebep oldukları olaylar üzerine yoğunlaşarak bir çeşit avcı ilişkisine dönüşüyor. İlk uzun metrajlı filminde Turgut Yasalar, belirgin bir öykü anlatmanın dışında kişisel tahlillerden yola çıkarak bir sinematografik anlatım tutturma çabasında başarılı görünmüyor. Dönemin olayları, genç insanın bu olaylar içinde merkez konuma getiren koşullar filmde pek anlaşılmıyor. Bu açıdan bakıldığında günümüzün tüketim koşullarını ana değer haline getirmiş ve filmde ele alınan dönem hakkında en küçük bir bilgisi dahi bulunmayan gençler için bu sunum katkı sağlayıcı görünmüyor. Şüphesiz filmin yaratıcısı Turgut Yasalar'ın kendi anlatmak istediği dünyanın, yukarıda eleştirdiği koşullarla çakışması gerekmiyor. Diğer yandan ise Yasalar'ın aslında hem dönem irdelemesi hem de döneme ilişkin kişilerin tahlillerinin yapılabilmesinde en güçlü sanat formlarından olan sinemanın verdiği şansı ıskaladığı görünüyor Ağırlıkla diyaloglara yüklenen filmin açılımı, önceleri konunun gereği gibi görünse de, belli bir süre sonra izlenmesi zor bir durum yaratıyor. Aslında büyük davalara soyunmuş kişilerin bilinçaltının irdelenmesi, gençliğe ilişkin yaşanmamış hayallerin dışa vurulması ve belki de çoğunlukla bizim ülkemiz insanına ilişkin gurup çalışmalarında hemen bir çatlamanın oluşması ve birbirine düşme gibi durumların ele alınışı açısından, Leoparın Kuyruğu belli bir başarıyı tutturuyor.

"Sıçradığı kırsal kesimin labirentlerinde çırpına çırpına tükenen devrimcinin dramını, 12 Mart'ın yönünü değiştirdiği 1970'lerin Türkiye’si fonuna  erleştiren Leoparın Kuyruğu etkileyici bölümleri ve filmin bütününe sinmiş içtenliğiyle ilgiyle izleniyor, genelde naif yapısına, başıboş bırakılmış, yetersiz oyunculuğuna ve ilk filme özgü zaaflarına karşın nesnel yaklaşımı, gerilimli bir atmosfer sağlayan anlatımı, müzik ve görüntüleriyle belirgin bir düzeyi tutturan filmde aceleye getirilmiş, başarılamamış sahneler de var, tirada dönüşen, uzun, kitabi diyaloglar da. Bu arada yanlarına rehine olarak aldıkları Amerika'lı askerle geldikleri trafoda, Serdar'ın silahıyla oynarken çocukluk arkadaşı ve en yakın dostu Ateş'i vurarak öldürmesi filmin içinde yerine oturmuyor, yapay kalıyor. Sanki kazayla işlenen bu cinayet, filmin ilerliyebilmesi ve olayların çorap söküğü gibi gelişebilmesi için alternatifleri düşünülmeden yerleştirilmiş duygusu veriyor. Ayrıca gençlerin içinden tek İngilizce bilen Vural'ın, Larry'yi tuvalete götürmek için dışarı çıkardığında onunla tutturduğu bir çeşit bilgilendirici sohbet, Amerika'nın yarattığı yıkımlar üzerine atılan nutuklar, içinde bulunduğu tutsaklık koşullarını ve yarasını unutarak Vural'la heyecanlı bir tartışmaya giren Larry'nin konuşmaları, filmde daha inceltilmiş olarak işlenebilirdi duygusunu uyandırıyor. "Leoparın Kuyruğu, tüm zaafları ve vaatleriyle bir ilk film. İçten gelen bir sinema sevgisi, hümanist bir bakış açısını yansıtması, doğru düzgün yazılmış bir senaryoyla yola çıkması ve slogancı olmayan yaklaşımıyla takdiri hak ediyor" (Taşçıyan, Milliyet, 01.01.1999).

&  Yeni, sinemacılar geliyor. Kendilerine bu adı verdiklerine göre isterseniz büyük harfle yazalım. Yeni Sinemacılar geliyor. Yıllardır fotoroman çalışmalarından gazeteciliğine sürekli Yeşilçam sokaklarında rastlayıp durduğumuz ve doğrusu kendisinden pek bir şeyler de ummadığımız Turgut Yasalar da onlardan biri. Ve ilk filmi Leoparın Kuyruğu olumlu yanları ağır basan hoş bir sürpriz ...

Üzerinde yeterince konuşulduğu ve artık sağır sultan da duyduğu için konuyu özetlemeye kalkınıyorum. Ancak 12 Mart'ın en hızlı günlerinde, bir yanıyla dünyada yaşanan '68 Olayları'nın geç kalmış bir uzantısı, öte yandan kamplara bölünmüş bir toplum yapısının ve tümüyle tökezlemiş bir siyasal yaşamın sonucu olarak yaşanan anarşik olaylardan biri anlatılıyor. Hatta belki birkaç olayın bir tür karması denebilir. Ancak anlatılan ve yönetmenin ustaca bir manevrayla, "Bu gerçek bir hikaye değildir. Ancak anlatılanların tümü yaşanmıştır," dediği öykünün en çok Mahir çayan ve arkadaşlarının bir eylemini yansıttığı da açık...  Bu açıdan bakıldığında günümüzün tüketim koşullarını ana değer haline getirmiş ve filmde ele alınan dönem hakkında en küçük bir bilgisi dahi bulunmayan gençler için bu sunum katkı sağlayıcı görünmüyor. Şüphesiz filmin yaratıcısı Turgut Yasalar'ın kendi anlatmak istediği dünyanın, yukarıda eleştirdiği koşullarla çakışması gerekmiyor. Diğer yandan ise Yasalar'ın aslında hem dönem irdelemesi hem de döneme ilişkin kişilerin tahlillerinin yapılabilmesinde en güçlü sanat formlarından olan sinemanın verdiği şansı ıskaladığı görünüyor Ağırlıkla diyaloglara yüklenen filmin açılımı, önceleri konunun gereği gibi görünse de, belli bir süre sonra izlenmesi zor bir durum yaratıyor. Aslında büyük davalara soyunmuş kişilerin bilinçaltının irdelenmesi, gençliğe ilişkin yaşanmamış hayaallerin dışa vurulması ve belki de çoğunlukla bizim ülkemiz insanına ilişkin gurup çalışmalarında hemen bir çatlamanın oluşması ve birbirine düşme gibi durumların ele alınışı açısından, Leoparın Kuyruğu belli bir başarıyı tutturuyor.

" Sıçradığı kırsal kesimin labirentlerinde çırpına çırpına tükenen devrimcinin dramını, 12 Mart'ın yönünü değiştirdiği 1970'lerin Türkiye’si fonuna erleştiren Leoparın Kuyruğu etkileyici bölümleri ve filmin bütününe sinmiş içtenliğiyle ilgiyle izleniyor, genelde naif yapısına, başıboş bırakılmış, yetersiz oyunculuğuna ve ilk filme özgü zaaflarına karşın nesnel yaklaşımı, gerilimli bir atmosfer sağlayan anlatımı, müzik ve görüntüleriyle belirgin bir düzeyi tutturan filmde aceleye getirilmiş, başarılamamış sahneler de var, tirada dönüşen, uzun, kitabi diyaloglar da. Bu arada yanlarına rehine olarak aldıkları Amerika'lı askerle geldikleri trafoda, Serdar'ın silahıyla oynarken çocukluk arkadaşı ve en yakın dostu Ateş'i vurarak öldürmesi filmin içinde yerine oturmuyor, yapay kalıyor. Sanki kazayla işlenen bu cinayet, filmin ilerliyebilmesi ve olayların çorap söküğü gibi gelişebilmesi için alternatifleri düşünülmeden yerleştirilmiş duygusu veriyor. Ayrıca gençlerin içinden tek İngilizce bilen Vural'ın, Larry'yi tuvalete götürmek için dışarı çıkardığında onunla tutturduğu bir çeşit bilgilendirici sohbet, Amerika'nın yarattığı yıkımlar üzerine atılan nutuklar, içinde bulunduğu tutsaklık koşullarını ve yarasını unutarak Vural'la heyecanlı bir tartışmaya giren Larry'nin konuşmaları, filmde daha inceltilmiş olarak işlenebilirdi duygusunu uyandırıyor. "Leoparın Kuyruğu, tüm zaafları ve vaatleriyle bir ilk film. İçten gelen bir sinema sevgisi, hümanist bir bakış açısını yansıtması, doğru düzgün yazılmış bir senaryoyla yola çıkması ve slogancı olmayan yaklaşımıyla takdiri hak ediyor" (Taşçıyan, Milliyet, 01.01.1999).

&  Yeni, sinemacılar geliyor. Kendilerine bu adı verdiklerine göre isterseniz büyük harfle yazalım. Yeni Sinemacılar geliyor. Yıllardır fotoroman çalışmalarından gazeteciliğine sürekli Yeşilçam sokaklarında rastlayıp durduğumuz ve doğrusu kendisinden pek bir şeyler de ummadığımız Turgut Yasalar da onlardan biri. Ve ilk filmi Leoparın Kuyruğu, olumlu yanları ağır basan hoş bir sürpriz ...

Üzerinde yeterince konuşulduğu ve artık sağır sultan da duyduğu için konuyu özetlemeye kalkınıyorum. Ancak 12 Mart'ın en hızlı günlerinde, bir yanıyla dünyada yaşanan '68 Olayları'nın geç kalmış bir uzantısı, öte yandan kamplara bölünmüş bir toplum yapısının ve tümüyle tökezlemiş bir siyasal yaşamın sonucu olarak yaşanan anarşik olaylardan biri anlatılıyor. Hatta belki birkaç olayın bir tür karması denebilir. Ancak anlatılan ve yönetmenin ustaca bir manevrayla, "Bu gerçek bir hikaye değildir. Ancak anlatılanların tümü yaşanmıştır," dediği öykünün en çok Mahir çayan ve arkadaşlarının bir eylemini yansıtıığı da açık ...

Bu filme elbette iki türlü (hatta birçok türrlü) yaklaşmak kabil. Eğer fonda belli bir yakın tarih gerçeğinin belli belirsiz olarak var olduğu, ama düş gücüne de özgür yoruma da alabildiğine açık bir tür psikolojikaksiyon filmi diye bakarsanız, filmin yadsınamayacak erdemIeri var. Yasalar, geveze, ama boş olmayan sağlam bir senaryoyla yola çıkıyor. Yer yer son derece başarılı mizansenler yaratmayı biliyor: silah tutkunu Serdar'ın arkadaşı Ateş'i kazayla vurduğu sahne ve tüm sonrası ya da finale doğru kahramanlarımızdan birinin bir kadının evine girdiği bölüm, evrensel standartlarda çekilmiş.

Peki, eksiklikler ne? Tüm genç yaratıcılarına sempatiyle baktığımız bu önemli deneyimde, belki oyunculuk çabasının hep aynı düzeyde olmadığı, yer yer biraz naif, hatta müsamere havasında kalmış bölümlerin var olduğu söylenebilir belki de... Ama tüm bunları bir ilk film için belli ölçüde hoşgörüyle karşılamak, hatta oyunculardan en azından iki üçünün oldukça başarılı olduğunu yadsımak mümkün mü?

Ve bir de, elbette, o temel sorun... Yani olayları 'bizzat' yaşamışların, eski eylemci solcuların onayını alma, üstatlardan fetva çıkarma çabası... "Ne dersiniz sevgili ağabeylerimiz, film gerçeklere uygun mu, olaylar böyle mi olmuştu, Mahir ve arkadaşları ya da Denizler anlatıldığı gibi miydi?" Daha da önemlisi, o kafamızdaki efsane (ya da şablon) devrimci tipine uygunluk ya da uygunsuzluğun araştırılması: 'Devrimciler' böyle mi yapardı, onlar böyle mi yapmıştı, vs., vs.

ValIahi ben, o dönemi bizzat yaşayan, kan ve ateşin içinde yer alan tüm kişilere sonsuz saygıma karşın, genç sinemacıların illa da böyle onaylar peşinde koşmaları gerektiğini düşünmüyorum. Onlar kendi filmlerini yapıyor ve bu yakın tarih kahramanlarına kendi yorumlarını getiriyorlar. "O dönemi yaşayanlar" yıllar yılı bir şeyler yapmadıklarına ve artık pek de yapamayacaklarına göre, gençliğin tüm yaratıcı enerjisiyle donanmış, inatçı ve gözü pek sanatçıların yaptıklarını da sonsuz bir hoşgörüyle karşılamalı ve yollarına ayrıca engeller çıkarmamalıyız diye düşünüyorum. Kısacası, siz bu leopar hikayesini izleyin. Sanırım seversınız ... “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf 11”