Powered By Blogger

14 Aralık 2022 Çarşamba

 

VİZONTELE (2000) 



Yönetmen Yılmaz Erdoğan , Ömer Faruk Sorak Senaryo Yılmaz Erdoğan Görüntü Yönetmeni Ömer Faruk Sorak Müzik Kardeş Türküler Yapım BKM (Beşiktaş Kültür Merkezi) Necati Akpınar Sanat Yönetmeni: Yaşar Kartoğlu, Kurgu: Mustafa Preşeva, Yapım Asistanı: Neslihan Ateş, Yardımcı Yönetmen: Ali Taner Baltacı, Yönetmen Yardımcısı: Doğan Ümit Karaca, Kamera Asistanı: Hakan Dinçkuyucu, PostProdüksiyon: Ali Taner Baltacı, Set Amiri: Metin Güvercin, Laboratuar: Soho Images – London)

Oyuncular: Yılmaz Erdoğan (Emin), Demet Akbağ (Sıti Ana), Cem Yılmaz (Fikri), Cezmi Baskın (Latif), Salih Kalyon (Casim), Altan Erkekli (Nazmi), Bican Günalan (Sezgin), Zeynep Tokuş (Asiye), Erdal Tosun (Şeyhmuz), Zerrin Sümer, Şebnem Dönmez (Gülizar), Yeşim Salkım, İclal Aydın (Reyhan), Yaşar Akın, Şener Kökkaya (Basri), Zerrin Sümer (Zerrin), Mesut Çakarlı (Rıfat), Tolga Çevik (Nazif), Şafak Sezer (Veli), Tuncer Salman (Ahmet), Serhat Özcan (Engin) Yasemin Alkaya (Gülşen), Erkan Can (Mela Hüseyin), Köksal Engür (Tekin), Betül Arım (İsmihal), Sinan Bengier (Cevat), Yaşar Akın (İhsan), Can Kahraman, Caner Alkaya (İso), Selahattin Taşdöğen (Simo), Meral Çetinkaya (Nevin), Yaşar Cemil Akın (İhsan), Deniz Erdoğan (Cevdet, Serrtaç Demirtaş, Şahin Yaylı (Musto), Şenol Balı (Yılmaz) , Sinan Kılıç (Aykut), Mustafa Şen,

Konu: Olaylar 1974 yılında Hakkari'nin şirin bir kasabasında geçer. Hayat dolu kasaba sakinlerinin o yıllardaki tek eğlencesi bahçe sinemasıdır. Yazlık sinema her gece dolup taşarken bazı aileler de çoluk çocuk toplanıp evlerinin damlarından filmleri izlemektedirler. Kimi çocuklar da ağaç dalları üzerinden ... O güne dek TV den ve TV yayınlarından habersiz olan kasaba halkı birden heyecanla karışık bir paniğe kapılır. Devlet yetkilileri, kasaba Belediye Başkanı'na bir TV vericisi teslim ettikten sonra gitmişlerdir. İşte asıl sorun bundan sonra başlar. Ve TV aygıtını kim ve nasıl çalıştıracaktır? Belediye Başkanı Nazmi Doğan (Altan Erkekli), hemen Deli Emin'e (Yılmaz Erdoğan) haber gönderir. Deli Emin kasabada kendine özgü ilkel buluşlarıyla radyo tamirciliği yapmaktadır. Bisikletiyle herkese yardıma koşan Emin, Başkan'ın emriyle bu kez bu görevi de üzerine alır. Deli Emin'in yönlendirmesiyle Başkan ve adamları, TV aygıtını ve diğer araç gereçleri bir kamyona yükleyip dağlara tepelere tırmanırlar. Ama bir türlü televizyondan görüntü alamazlar. Bu başarısızlık kasabalılar arasında alay konusu olmuştur. Her kafadan bir ses çıkar. Kimine göre televizyon şeytan icadı", kimine göre kasabaya mutluluk getirecek bir buluştur. Bahçe sinemasının işletmecisi (Cezmi Baskın) ise, seyircilerini elinden kaçıracağı korkusuyla bu icada karşıdır. Deli Emin ve Belediye Başkanı'nın inatçı gayretleri sonucu bu sihirli alet nihayet devreye girip çalışmaya başlar. Ne var ki televizyondan aldıkları ilk haberle kasaba halkının dünyaları kararacaktır: Başkan'ın askerdeki oğlu, Kıbrıs Harekatı sırasında yaşamını yitirmiştir. Oğlunu kaybetmenin acısıyla sarsılan Belediye Başkanı’nın eşi (Demet Akbağ), aileye uğursuzluk getiren aygıtı alıp dağlara çıkar. Deli Emin'in kazdığı çukura, kasabalıların 'vizontele' adını verdikleri aleti gömer

Not: Yılmaz Erdoğan ve Ömer Faruk Sorak'ın ilk uzun metrajlı sinema filmi çalışmaları ve "uçan kamera" (Flying Cam) tekniği, filmin bazı sahnelerinde ilk kez uygulandı. Erdoğan'ın dedesine ve Gürdal Tosun'a adadığı "Vizontele", "Eşkıya"dan (Yavuz Turgul) sonra üç bini aşan seyirci sayısıyla son yılların en büyük gişe rekorunu kırdı. (Agâh Özgüç)

 

ÖDÜL:

38. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde (2001)

► Altan Erkekli "en iyi erkek oyuncu"

►Demet Akbağ (Yeşim Salkım'la birlikte) "en iyi kadın oyuncu"

Sadri Alışık Ödülleri'nin seçiminde (2001)

► Yılmaz Erdoğan "en iyi erkek oyuncu"

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesİ'nin

► "Zirvedekiler 2001" seçiminde

► Vizontele "en beğenilen yerli film"

► Kardeş Türküler Grubu "en beğenilen yerli film müziği".


4  Hay Allah! ... Vizontele'yi nasıl yazmalı? Şimdiden Türk sinema tarihinde seyirci rekoru kıracağı belli olan bu filmi yermeli mi, övmeli mi? Yerersek, yarınöbür gün fılmin getireceği bol parayla verilecek gazete ilanlarında (şimdi mooda oldu ya!) "münafıklar, ukalalar, halktan kopuk yazarlar" türünden nitelemeleri göze almalı mı? Ama bunlar boş kaygılar. Öncelikle Vizontele'yi sevdim. Çok çok bayılmadım, ama sonuç olarak sevdim. Ayrıca Yılmaz Erdoğan öylesine sempatik ve alçakgönüllü bir kişilik ki ... Film, bize televizyonun ilk günlerini anlatıyor. Hem de Doğu' da, Hakkari'de... Burnundan kıl aldırmaz devlet memuru tavrıyla gerekli aygıtları getirip, bilgi fılan vermeden köyün ortasına bırakıp giden TRT'cilerin ardından bakakalan köy (TRT bu sahnelere biraz kızacak!), uyanık radyo tamircisi Deli Emin'in çabalarıyla ilk TV yayınına kavuşuyor. Ve ilk ağızda bir çok şey değişmeye başlıyor.

Film, başta görkemli bir çekimle hemen seyircisini tavlıyor: siyahbeyaz bir filmin oynadığı bir perdeden geriye kayan kamera, bizlere kentin tek eğlencesi olan açık hava sinemasını ve orada toplanmış kalabalığı gösteriyor. Normal seyircinin yanı sıra, ağaç dallarından veya damlardan izleyenleri de göstererek ... Böylece tartışılan bir konuya yanıt kendinden geliyor: bu ve benzeri nefis sahneler için, kameraya gerekli her türden hareketi sağlayan (uçaktan ve havadan) çekimlere harcanan paraya helal olsun! ...

Sonra fılm biraz duraklıyor, ilginç kişiliklerine, kalabalık ve yetenekli oyuncu kadrosuna karşıın, bır türlü beklenen akışı sağlayamıyor, bir tür skeçler dizisi olarak temposuz kalıyor. Sona doğru yeniden tempo yakalanıyor. Hele o beklenmedik ve seyirciyi şaşırtan, beni kendi adıma allakbullak eden hüzünlü ve dramatik final. .. Geneldeki hafifliğiyle bağdaşmasa da, son derece etkili bir finalle noktalanıyor film ...

Vizontele, TV gibi hayatımızı son 30 yılda çok etkilemiş olan bir olaya uzaklardan, Doğu'dan gelen kişisel bir bakış, çok başarılı bir tiyatro ve TV komedyeninin etrafına yine çok baarılı ekibini toplayarak yaptığı sempatik ve sımsıcak bir ilk film. Belki mükemmel değil, ama izlenmeyi ve üzerinde konuşulmaayı hak ediyor. Hoş geldin, Yılmaz Erdoğan ... Sinemada da yolun açık olsun! ...

4 Yılmaz Erdoğan, bu ilk ortak yönetmenlik denemesini, dedesi Necmi Erdoğan'la, kardeşim dediği Gürdal Tosun'un anısına ithaf etmiş. Uzun mücadeleler sonrasında tiyatro alanında elde ettiği başarı sonrasında Yılmaz Erdoğan, otobiyografik bağlantıları olan öyküsünü sinemanın anlatım zenginliklerini kullanarak işlemeyi tercih etmiş. Sahne sanatlarında oyuncu ve oyun yazarı olarak belli bir başarıyı tutturan Erdoğan, elindeki araçların belki de kendini ifade etmede yetersiz kaldığını düşünürek sinemayı da denemeye karar vermiş. Erdoğan, film yapma gerekçesini ise şöyle açıklıyor: "Türkiye sinemasının bugün geldiği yerrden çok hoşnut değildim. Temel dertlerimden birisi buydu. Bir de Türkiye'de film yapanlarla seyircinin derdinin çoğu zaman bir olmadığını görüyordum. Aynı sinemada, bir salonda bizim filmimiz oynuyor, bir salonda 100 milyon dolara malolmuş Amerikan filmi. Bizim bu standartı yakalamamız lazımdı. Üstelik 100 milyon dolar harcamadan da bunu yakalayabileceğimizi düşündük ve sanıyorum yakaladık"

İlk yönetmenlik denemesinde, sinema diline yabancı olduğundan yönetmenliği paylaşmayı tercih etmiş. Görüntü yönetmenliği geçmişinden gelen Ömer Faruk Sorak, aynı zamanda filmin görüntü yönetmenliğini de üstlenmiş. Aslında Vizontele'de Erdoğan'ın filmin yaratım sürecinde oyunculuk ve senaryoyu yazmak dışında, filmin yönetiminde büyük bir etkisi olduğunu düşünmek zor. Ayrıca ilk filmde böyle bir etkinin ortaya çıkmasını beklemek olanaklı da değil. Aslında Vizontele'nin sinema dilinin, ortak yönetmen olan Ömer Faruk Sorak'ın görüntü yönetmenliğinden gelmesinden kaynaklanan bazı aşırılıklar dışında iyi işlediği söylenebilir. Ama bir filmin, sinema alanında önceden parlamış bir teknik malzemeyi (flying came) filmin gerçekleşmesinde çok önemli bir yenilikmiş gibi sunmasının, aslında bir film için zararlı da olabileceğini Vizontele'de görüyoruz. Amacımız teknoloji düşmanlığı yapmak değil; ama teknolojik olanakları bir filmin anlatımında zorunluluk olmadıkça kullanmak ya da ölçülü kullanmamak filmde yama gibi durabileceği gibi, filme pozitif katkı da sağlamayabilir. Bunun dışında bir filmin gereksindiği mekanları, atmosferi yaratabilmek için Van'ın Gevaş ilçesinde büyük paralar harcanarak kurulan gerçekçi platolar, yakın tarihimizden trajikomik özellikler taşıyan olaylara, sıkıcı olmayan mizahi bir dille yaklaşma becerisi Vizontele'nin artı hanesine yazılacak özellikler. Yılmaz Erdoğan'ı en az harcayıp en çok kazanmak konusunda ince hesap yapmadan filmin gereksindiği koşulları oluşturması açısından takdir etmek gerekiyor. (Aktuğ, Radikal, 16.10.2002:20).

4  Çok uzun süredir, 'biçim'in içerigin bu kadar önene geçtiği bir yerli film seyrettiğimi anımsamıyorum. Genellikle tam tersi olur, içerik önde gider, biçim yetersiz kalırdı. Vizontele yaratıcı ekibin televizyon ve komedi tiyatrosu alışkanlıkları nedeniyle skeç;ler halinde ilerliyor. Örneğin kasabanın tatlı palavracısı rolündeki Cem Yılmaz, her sahnesinde izleyenleri kahkahadan kırıp geçiriyor, Yımaz Erdoğan Deli Emin tiplemesinin hakkını abartıya kaçmadan veriyor, Altan Erkekli, Demet Akbag, Cezmi Basskm ve digerleri iyi performanslar sergiliyorlar. Yine de toplamda bir türlü yeterli etkiyi, sarsıcılığı sağlayamıyor 'Vizontele'. Bunun en büyük nedeni, sanırım filmin karakterlerin değil tiplemelerin üzerinden akması. “2493” Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 147

Tuncer Salman 'm başarıyla canlandırdığı, Belediye Başkanı'nın işsiz güçsüz, içkici, sorumsuz oğlu sakallı Ahmet dışında, ne temel ne de yan rollerde tek bir karaktere rastlayamıyoruz. Herkes, tiplemeden ibaret. Yani, biraz Yeşilçam, biraz televizyon dizisi anlatım kalıplarının, sinemanın teknik olanaklarıyla buluşmasından doğan bir film söz konusu. Kasabadaki açık hava sineması sahibinin, yobaz din adamlarıyla aynı safta, ilerlemeye, yani televizyona direnen kötü adam' olması gibi manidar vurgulara da sahip 'Vizontele', her şeye karşın dileriz ki barındırdığı 'ilk'lere, seyirci sayısı rekorunu da ekler. (Tunca Arslan, Radikal g. 5.2. 2001)

4  Televizyon denen icatla tanışma sancıları çeken küçük bir doğu kasabasında yaşanan trajikomik 'anlar'ı beyaz perdeye taşıyan 'Vizontele', öyküyü tek parça halinde anlatmak yerine küçük parçacıklara bölüp, herkesin özel hikayelerinden oluşan bir bütün haline getiriyor. Böyle bir yaklaşım belli bölümlerinde devamlılık konusunda sıkıntılara girmesine neden oluyor. Bu sıkıntıları aşmak içinse, Erdoğan ve Sorak'ın başvurduğu yöntem, oyuncuların sırtına yüklenmekten geçiyor. Bizzat ve Erdoğan ya da Cem Yılmaz gibi isimlerin, ellerine sazı alıp durumu kurtarma çabaları giriyor devreye. "Flying Cam" tekniğinin varlığı ise, filmin güldürü unsurları arasında kendine yer bulabilecek kadar komik. Bu tekniğin kullanıldığı sahneler "alçak gönüllü" olunup da klasik kamera teknikleriyle kotarılmaya çalışılsa, değerinden kaybetmek bir yana, çok daha etkili görüntüler edinilebilirdi sanırız. Öte yandan 'Vizontele'ye kötü bir film demek haksızlık olur. (Murat Özer, Haftalık Antrakt Sinema g, s.: 15, 09 Şubat 2001)

 Senem Erdine Sinema Dergisi Şubat 2001 Sayı: 71

1970'lerde Hakkari'ye ilk televizyonun geldiği günlerde geçiyor film, yani yazarı Yılmaz Erdoğan'ın çocukluğunda, onun memleketinde. Doğunun bildik sorunlar yumağı içinde düşünmeye alıştığımız yoksul doğu illerinden birisindeyizdir yine ama bu kez kimse orada yaşamaya değer bir şey bulamadığı için büyük kente göçmeyi düşünmez. Bütün olumsuzluklarına rağmen orada ve bir arada yaşamaktan mutludur insanlar. Günün birinde önce televizyonun geleceği haberi sonra da televizyonun kendisi gelir şehre. Televizyon uzağı yakın edecektir etmesine ama yakını da uzak eyleyecektir hiç hesapta yokken. 2 milyon doları aşan bütçesinin sağladığı teknik kalitesiyle, Yılmaz Erdoğan, Demet Akbağ, Altan Erkekli, Cem Yılmaz, Zeynep Tokuş, Erkan Can gibi isimlerden oluşan zengin oyuncu kadrosuyla, senaryosuyla ve hedefleriyle iddialı "Vizontele". Filmin iki yönetmeniyle görüşmek üzere yapım ortaklarından Böcek Yapım'a gittiğimizde bu iddianın heyecanıyla yorgunluğunu unutmuş keyifli bir ekiple karşılaştık. Hem filmin ne kadar eğlenceli olabileceğine hem de çalışan ekibin ne kadar eğlendiğine dair ipuçları veren kamera arkası görüntülerini izledikten sonra da "Vizontele"yi konuştuk iki genç yönetmeniyle ama daha da öncesinden başlayarak.

"Benim sinemayla ilgili amatör duygularım çok eskidir" diyor Yılmaz Erdoğan. "Sinemanın büyüsünün kuşatmadığı insan yoktur neredeyse zaten. Bizzat bu filmde anlattığım yıllarda kaptığım bir virüstür bu. Yazlık sinema yıllarını anlatıyorum biraz. Artık bir film yapmak durumundayım diyeli 45 yıl oluyor. Son iki yıl da zamanını kolladığımız bir dönemdi çünkü ben Türkiye'de sağlıklı bir sinema endüstrisi ve sağlıklı bir yapımcı profili olduğuna inanmıyorum. Dolayısıyla yapımcı da kendimiz olmak zorundayız. Türkiye'de bir iş yaparken işin araçlarını da icat etmek gibi bir sorunumuz var. Üç dört yılda hazırlandık, televizyondan parayı topladık. Allah razı olsun."

Gelelim şu iki yönetmen meselesine. Yılmaz Erdoğan, Ömer Faruk Sorak'a filmi birlikte çekmeyi teklif ettikten sonra iki yönetmenin ortak macerasına dönüşüyor "Vizontele". Filmin görüntü yönetmenliğini de üstlenen Ömer Faruk Sorak daha önce "Asansör" filminin görüntü yönetmenliğini yapmıştı. Yani "Vizontele" yönetmen olarak ilk, görüntü yönetmeni olarak da ikinci uzun metraj çalışması. Yılmaz Erdoğan'la aralarındaki işbirliği filmden önce "Sen Hiç Ateşböceği Gördün mü?" oyununun barkovizyon çalışmalarıyla başlamış.

"Görünürde ben ve Ömer bir araya gelmişiz gibi oysa bir araya gelen iki ekip var aslında" diyor Erdoğan. "Böcek Yapım'la Beşiktaş Kültür Merkezi'nin bir ortaklığı söz konusu. Daha önce birtakım işler yaptığımız için birbirini tanıyan ekiplerdik. İki ekibin mayası o kadar iyi tuttu ki. Film yapmaya da öyle karar verdik."

İki yönetmenin filmi birlikte çekmeye karar vermelerinin sebeplerini merak ediyoruz ve ilk bakışta Ömer Faruk Sorak'ın işin teknik kısmını üstleneceği bir işbölümü gibi görünen ortaklığın hiç de göründüğü gibi olmadığını öğreniyoruz Yılmaz Erdoğan'dan.

Flying cam'i kendi ekibi geldi kullandı, diğer kameraları da Ömer kullandı. Bu filmi tek başıma ben çekseydim görüntü yönetmeni yine Ömer olacaktı ve aletleri yine o kullanacaktı. Önemli olan teknikten önce bu filmin dili nasıl bir dil olmalı meselesidir. İşbölümü kendiliğinden ortadaydı zaten. Ben senaryosunu yazmışım. Yapımcımız Necati Akpınar. Benim için önemli olan oyuncu rejisiydi ve bu benim sorumluluğumdaydı. Görüntü ve ışık meselesi Ömer'in uzmanlığı olduğu için onun sorumluluğundaydı. Onun dışında filmin anlatım dilini biz sete gitmeden önce uzun geceler süren ortak çalışmalarımız sonunda oluşturmuştuk. Filmin dilini beraber kurduk yani. Bu sahneyi nasıl çekeriz diye birlikte düşündük. Ömer'in senaryoya çok ciddi katkıları vardır, benim de görüntüye katkılarım olmuştur. Filmden sonra böyle şeyler sorulacaktır, neresi Ömer'in neresi Yılmaz'ın diye ama bilmiyoruz hakikaten. Ben Ömer'le çok iyi bir çalışma yapacağımızı düşündüğüm için bu işi Ömer'e önerdim ama benim tahminimin de üstünde bir uyum oldu hakikaten."

İşleri arap saçına çevirip, iki ekibi birbirine düşman etme riski de taşıyan iki yönetmenli bu çalışmayı uyum içinde yürütmeyi başaran ekip için bu bir tesadüf değil. "Kimse bir şeyleri kendi tarafına çekip götürmeyi düşünmedi" diyor Sorak. "Ayrı ayrı ekipler iki fraksiyona dönüşebilirdi ama hiç böyle bir endişemiz yoktu. Kimse bunların endişesiyle o sete gitmedi. Film şu masanın başında bitmişti. Sete gidildiğinde hiç kimse ne yapacağını bilmez durumda değildi."

Ve şimdi "Vizontele"yle başlayan üretimine devam etmesi planlanan bir şirket kurulmuş durumda: BKM Film. "Biz bir tek film yapıp bu konuyu kapatmak istemiyoruz." diyor Erdoğan. "BKM Film diye bir firma kurduk ve bu firma filmler üretecek. Belki bundan sonraki filmi Ömer tek başına çekecek, belki ben tek başıma çekeceğim ya da yine beraber çalışacağız ama sonuç olarak BKM Film'in şu anda sa hip olduğu iki tane yönetmen var."

"Vizontele" Türkiye'nin en pahalı prodüksiyonlarından biri. Telsim sponsorluğunda Van'ın Gevaş ilçesinde çekilen filmin bütçesinin Bir milyon doları aştığını söylemiştik. Bu bütçenin sunduğu teknik imkanlardan sonuna kadar yararlanan filmin görüntü ve ses kalitesini, Avrupa standartlarında olduğu iddia ediliyor. Televizyondan kazandığı paranın çoğunu bu filme yatıran Yılmaz Erdoğan ise bütçeden çok filmin sahip olduğu zamanı önemsiyor. Örneğin filmin mekanla. rı bir ay süren bir çalışmayla inşa edilmiş. Ayça Tar'ın kostüm çalışmaları ise bölgede yaptığı araştırmalarla beraber 4,5 ayı bulmuş.

"Türkiye'nin en pahalı filmi "Kurtuluş" falan gibi prodüksiyonların dışında tabii ama bence mesele 2 milyon dolar meselesi değil," diyor Erdoğan. "Bir filmin en büyük sermayesi sahip olduğu zamandır. Bizim filmimizde senaryoyu da bir tarafa bırakırsan epey bir hazırlık süresi vardır. Mesela sanat yönetmenine kardeşim yedi gün içinde bu seti kur denmedi. Yaşar Kartoğlu ekibiyle birlikte Mayıs ayından itibaren çalışmaya başladı, gönlünün istediğince ve bence dünya standardında bir iş çıkardı. Sinemada iyi bir şey yapmanın daha ucuz bir yolu olsaydı biz de onu yapardık ama yok.

 

Doğu'nun Öbür Yüzü,

Filmin merkezinde aynı evde yaşayan feodal, büyük bir aile var. Belediye başkanı (Altan Erkekli), karısı Siti Ana (Demet Akbağ), çocukları, gelinleri ve torunlarıyla bu büyük aile merkezinde anlatılıyor hikaye. Bir de kasaba ve bu kasabada öne çıkan yaklaşık 20 karakter var filmde. Tabii, şehrin en tuhaf, en ayrıksı, en komik bulunan ve belki de en zeki adamı olan radyocu Deli Emin'i de (Yılmaz Erdoğan) unutmamak lazım.

Filmdeki bütün karakterler, birbirinden ayrı çizilmiş, başı sonu hikayesi belli olan karakterlerdir," diyor Erdoğan. "Mesela Cem Yılmaz'ın oynadığı Artiz Fikri karakteri var. Çok eğlenceli bir adam. Filmi bir daha çeksek ben onu oynamak isterdim, öyle eğlenceli bir rol. Sonra sinemacı Latif, onun oğlu Biçimsiz Veli, Manifaturacı Cevdet ve filmimizin kuğusu Asiye var. Zeynep Tokuş'un oynadığı Asiye filmimizin aşk simgesi." Film daha önce birçok filme konu olmuş doğu illerinden birinde geçer ama bu kez mesele ne kan davası ne Kürt meselesi, ne beşik kertmesi ne de göçtür. Erdoğan'a göre bunlar feodal kültürün içinden alınıp işlene işlene suyu çıkarılmış şeylerdir ve işin kötüsü çoğu da gerçeği yansıtmaz.

"Feodal kültür bu üç cümleden ibaret değildir, içinde çok güzel şeyler de vardır. Bir kültüre tümden karşı çıkmak ya da tümden savunmak hem aptallıktır, hem de faşizmdir. Kültür dediğiniz şey çok canlı bir organizmadır. Sadece bir üretici neyi seçip anlatmak istediğini iyi bilmelidir. Bizim derdimiz de zaten başka bir şey anlatmak ve bu kIişeler içine düşmeden anlatmak. Çünkü ben meseleyi çok iyi biliyorum, benim meselem. Ama sırf Hakkari'de doğdum diye değil, ben bilmediğim meseleyi yazmayan birisiyim."

Böylece bütün şehirlerarası yolculuklarının kabusu olan bir duygudan yola çıkar hikayesini yazarken Yılmaz Erdoğan. "Bu duyguyu bildiğim halde her seferinde yeniden düşünürüm. Bir dağ başından geçersin, dağın başında bir ışık görürsün. Yahu burada nasıl yaşyor insanlar, dersin. Oysa o adam için dünyanın en güzel yeridir orası eğer onun yurduysa..."

 

Hayat Hakikaten Futbola Benzer

İşte tıpkı otobüsle geçerken dağ başında gördüğümüz ışık kadar uzaktır bize hikayenin geçtiği yer. Günlük gazetelerin üç gün sonra ulaşabildiği bir doğu ilidir burası ve Yılmaz Erdoğan'a göre asıl mesele de budur işte. "Günlük gazete bir yere üç gün sonra gelirse ne olur, bu önemli benim için" diyor. "Biz orada bir şeye şaşırdığımız zaman büyük kenttekiler çoktan unutmuş oluyor, dediğimiz zaman bunun içinde Kürt meselesine varana kadar bir sürü toplumsal sorun var aslında. Dil sorunu falan nedenden çok sonuçtur. Biz hiç bunu tartışmıyoruz. Ben bununla ilgilenmiyorum. Bu kadar ilkel bir konuyu konuşmam. Neredeyse bildiğimiz dili çıkarıp üstüne damga basacak zihniyette insanlarla ben bunu tartışmam ama şunu tartışırm, bu gazeteler üç gün sonra İstanbul'a gelseydi nasıl bir hayatınız olurdu? Birinci cevap şudur: Çok mutsuz bir hayatımız olurdu. İkincisi de: Hayır canım, o boktan haberleri de duymamış olurduk, hiç de fena olmazdı. Benim tercihim de ikincisinden yanadır çünkü benim çocukluğum çok mutlu bir çocukluktur. Evet benim doğduğum yerler zatürreden, hatta burada unutulmuş hastalıklardan ölen çocukların diyarıydı ama ölüm her zaman neşesiz bir yer yapmıyor bir coğrafyayı, çünkü ölüm eğer kaçınılmazsa ve çok sık rastlanıyorsa onunla da alay etmeyi öğreniyorsun."

Ölümün sıradanlığına ya da başka acılara rağmen bir arada ve o topraklarda yaşamaktan vazgeçmeyen insanlar var filmde. "Kimse orada yaşamaya değer bir şey bulamadığı için büyük şehre göç etmeyi düşünmüyor," diyor Ömer Faruk Sorak. "Orada başlıyor orada bitiyor film. Üçkağıtçısının da karşısındakinin de orada ve bir arada yaşamaktan aslında mutlu oldukları bir film." İşte burada memleket sevgisi giriyor meseleye. Otobüsle geçerken orada nasıl yaşadığına şaştığımız dağın başındaki adamın yaşadığı yeri güzel bulması gibi. ….."Güzellik kavramı tamamen sevgiyle ilgili. Denizi sevmeyen biri için deniz manzarasının hiçbir anlamı yoktur. Hakkari'ye dağ başı dersin, halbuki benim için dünyanın en güzel yeridir. Memleket kavramı zaten böyle bir şey değil midir? İnsan memleketini niye sever? Başka çaresi yoktur çünkü. Tanrı ona öyle bir şey veriyor. Bir şeyi ilk gördüğün yer meselesidir biraz da memleket, yani hayatı ilk gördüğün yeri, aslında hayatın kendisini seversin o vesileyle. Bunu neden önemsiyorum? Çünkü genellikle Kürt illerinde herhangi bir film çekildiğinde oraya bakış açısı hep dürbünledir. İstanbul'da oturup yazdığın senaryolarda orası çok zavallı, çok çirkin, yoksul bir yerdir. Ben de diyorum ki hiç öyle değildir, çok güzeldir, çok neşeli insanlar vardır, Kürtler dünyanın en geveze insanlardır. Yazılı dili çok zayıf olan bir toplum konuşur. Dolayısıyla öyle susan çok zavallı insanların filmi değil bu film. Çok eğlenceli bir film."

Yine de bu coğrafyanın hüzünlü bir tarafı olduğu inkar edilemez. "Ben bir yazar olarak hiçbir zaman iki duygudan birini seçen biri değilim, bunu artık seyirci biliyor," diyor buna karşılık Erdoğan. "Birinden birini daha değerli bulan ya da onu öne koyan birisi de değilim. Hüzün de benim için bazen çok çekici bir malzemedir ama insani dozda. Mizahta yapmadığım esnaflığı hüzünde de yapmam. İnsanları kanırtarak ağlatmak üzerine bir şey yapmam. Hayat ne kadarına izin verirse ya da benim için ne kadarı güzelse o kadar olur çünkü benim peşinde koştuğum sözcük budur güzel."

Günün birinde devlet bu şehre televizyonu gönderiyor. Filmin ilk yarısında televizyonun geleceği coğrafya anlatılıyor, ikinci yarısında ise televizyon geldikten sonrası. Yılmaz Erdoğan burada televizyonu, teknolojiyi temsil eden bir simge olarak kullanmış aslında.

 "'Sen Hiç Ateşböceği Gördün mü?'de başlayıp 'Vizontele'de sürdürdüğüm alt metinde bir soru var. Teknoloji iyi bir şey midir? Teknolojik gelişmeyle insani gelişme doğru orantılı mıdır? Her teknolojik yenilik insanı mutlu eder mi? Bunları tartışmalıyız, bu biraz post modernizme kadar giden bir şey aslında. Körfez Savaşı televizyonun icad edilmediği ya da bu kadar yaygın olmadığı bir dönemde olsaydı çok daha insani hüzünler yaratan bir savaş olurdu. Şimdi kime sorsan aklında bir atari oyunu canlanıyor. Konuyla ilgili yapılmış bir tek iyi film yok. Bunun sorumlusu televizyondur. İnsanoğlunun ortak zekası teknolojiyle orantılı bir şekilde gelişmiyor çünkü artık nasıl daha çok satabilirim, üzerine kurulu bir dünya var. Ucunda para olmayan hiçbir gelişmeye rastlayamıyoruz. AIDS'e çare bulsak konuyla ilgili ilaç sektörü memnun olur mu bilmiyorum. Önümüzdeki elli ya da yüz yıl teknolojiyi reddeden kimi insanların kurdukları şehirler ya da bölgeler olacaktır. Televizyonu reddedecek insanlar. Ben de onlardan bir tanesiyim korkarım ki. Denebilir ki sen bu filmi televizyon sayesinde yaptın. Doğru ama televizyondaki kirliliğin içinde gerçekten temiz bir şey yapmaya çalıştım. Bu filmi yapacak parayı da oradan kazandım. Zaten mesel e televizyon gibi mucizevi ve muhteşem bir aletin böyle kötü kullanılışıdır, yoksa televizyonu icad edenleri elinden öpüyorum bu filmin içinde de. Mesela deniyor ki teknoloji geliştiğine göre futbol da her yere kameralar koyalım hangi pozisyon ofsayt hangisi değil bilelim. Ama adamlar da diyor ki, UEFA ya da FIFA, futbol bir hata oyunudur. Futbolu lezzetli kılan, hatalar oyunu olmasıdır. İnsanların hata yaptığı ve hata yapmadığı zaman lezzetini yitirecek bir oyundur hayat. Hayat futbola benzer ama öyle değil böyle benzer. Böyle bakınca da teknolojinin insanlığı ne kadar insanlıktan çıkaran bir şey olduğunu görüyorsun. Çünkü bir insanı hayatta mutlu eden şeylerin sayısı artmıyor teknolojiyle beraber. İnsanın ömrü de çok fazla uzamıyor çünkü genellikle büyük tröstler büyük paraları cep telefonlarına küçük kameralara falan yatırıyor. Böylece herkes kulağında bir miktar radyasyonla dolaşıyor Ama Çernobil'i önleniyor. Demek ki insanlığın yararına bir kullanımı yok."

Öyleyse sorun teknoloji değil de kimlerin elinde nasıl kullanıldığı, öyle değil mi? Evet ama bu sadece bireylerin yaptığı bir hata değil, dünyanın döngüsü bunun üzerine kurulu, çünkü para orada. Uluslar arasında siyasi bir problem kalmadı çünkü siyaset de anlamını yitirmiş durumda. Ben sana ne satıyorum, sen benden ne alıyorsun, bütün mesele bu. Diyelim ki kalp krizine çare bulundu. Kalple ilgili o kadar ilaç, makine üreten bir sektör var onların çok mu hoşuna gidecek acaba? Çok komplocu bir teori olabilir ama ben böyle pek çok şeyin ortaya çıkarılmadığını düşünüyorum ve kişisel olarak reddediyorum teknolojiyi. Cep telefonu da televizyon da kullanıyorum ama bilinç olarak reddediyorum ve bu reddedişin bir anlatımıdır aslında film. Bunu bir kez daha düşünelim diyorum."

Film yapmayı düşünmeye başladığından beri çekilen bütün Türk filmlerini izlemiş Erdoğan. Birçok noktada eksiklik gördüğü Türk sinemasının en güdük bulduğu yanlarını üç noktada topluyor ve "Vizontele"ye de en çok bu üç noktada güveniyor galiba. ."(Sabah Gazetesi Şengül Balıksırtı Ağustos 2003)




 

ŞARKICI (2000) 


Senaryo ve Yönetmen Ersin Pertan Görüntü Yönetmeni Ertunç Şenkay Muzik Karman İnce, Yapım Sanmal Film, / Annie Geelmuyden Pertan Yönetmen Asistanı: Hatice Yakar, Kurgu: Nevzat Dişiaçık, Sanat Yönetmeni: Annie Geelmuyden Pertan, Yapım koordinatörü: Yusuf Niş, Prodüksiyon Müdürü: Türkan Yaralı, Prodüksiyon Asst: Bülent Çolael, İrfan Maltepeli, Wordrobe: Cathy Ebcim, Propi: Ali Taşkesen, Acceskript: Özlem Atlı Özkarpol, Casting: Hülya Bilben, Video Kayıt: Banu Yeğin, Kamera Asistanı: Halil Çekiç, Ali Özel, Fırat Turan, Boom Operatörü; Mustafa Halil Çağlar, Ses Mühendisi: Bayram Karaman, Ses Operatörü: Mustafa Halil Çağlar, Işık: Nurdoğan Erduvan, Behsat Üstöner, Adem Yüksektepe, Bahadır Över, Öner Gültekin, Gripare: Melih Sezgin, Zafer Yılmaz, Tolga Yarim, Makyaj: Ayten Yeşil Çorbacıoğlu, Kuaför: Sabahattin Atak, Erkan Kutses, Markism: Mehmet Kınık, Yaşar Duraklar, Şahin Cicili, Zeki İpin, Miks: Erkan Aktaş, Laboratuar: Mustafa Oruç, Yahya Öztürk, Negatif Montaj: Eyüp Yıldız, Tuncay Koçtürk, Renk Düzenleme: Adnan Şahin, Baskı: Zekeriya Şahin, Grafik: Zeynep Yiğit,

Oyuncular: Yeşim Salkım, Berhan Şimşek, Nurseli İdiz, Faik Ergin, Kazım Akşar, Selçuk Yöntem, Settar Tanrıöğen, Erdinç Akbaş, Hilal Cebeci, Emrah Kolukısa, Safiye Aydoğan, Nuran Sultan, Mustafa Uzunyılmaz, Reyhan Karaçam, Murat Karasu, Tayfun Sav, Hüseyin Yirik, Pınar Yılmaz, Mehtap Bayri, Gürgen Öz, Orçun Çıtır, Nejmi Aykar, Vahdet Çakar, Yasemin Tombul, Aysel Gürel, Yıunca Yönder, Aykut Oray

Konu: Dönemini kapayıp şöhretini yitiren şarkıcı Sevda Erses'in (Yeşim Salkım) öyküsü. Sevda, 1950'lerin Türkiye’inde ayakta durabilmenin savaşı içindedir. Ve bu kez bir Anadolu turnesine çıkarak şansını denemeye kararlıdır. Ege bölgesindeki bir kasabada yeniden dikkatleri üzerine çeker. Onu her gece hayranlıkla izleyen kasabanın yakışıklı mühendisi (Faik Ergin), Sevda'ya gönlünü kaptırmıştır. Kısa sürede aralarında duygusal bir ilişki başlar. Kasabanın ağası Refik de (Berhan Şimşek) Sevda'ya karşı boş değildir. Onu elde etmek için tüm gücünü kullanırsa da Sevda asla taviz vermez. Refik, geçmişte yaşadığı bir olay nedeniyle acılı ve garip bir adamdır. Yıllar önce büyük bir çiftlik kahyasının oğlu olan Refik, çiftliğin sahibinin kızına sevdalanmıştır. Ancak aşkına karşılık bulamamıştır. Bu gönül acısının ardından İstanbul'a giderek karaborsacılık yapmış, zengin olduktan sonra da köyüne dönerek bir çiftlik satın almıştır. Yıllar sonra köşeyi dönüp her şeye sahip olmasına karşılık, içindeki o intikam duygusunu bir türlü atamayan Refik, kafasına taktığı Sevda konusunda da düş kırıklığına uğrayacaktır. Kasabada terzilik yapan ağanın metresi (Nurseli İdiz) araya girse de sonuç değişmez. Sevda ile ağanın aralarını yapmak için uğraş veren eski kulağı kesik metresin, bu oyun içindeki rolü aslında çok farklıdır. O'nun da Sevda gibi gönlü genç mühendistedir. Ve tek gayesi, bu firsattan yararlanıp mühendisi kendine bağlamaktır. Bu arada, kasabaya sürgüne gönderilen bir doktorun (Kazım Akşar) olayların içine girmesiyle bu üç kahramanlı öykü ilginç bir sonla noktalanır. (Agâh Özgüç)

 ÖDÜL

38. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde (0105 Ekim 2001)

► Yeşim Salkım "en iyi kadın oyuncu",

► Ertunç Şenkay "en iyi görüntü yönetmeni"

► Fono Film Stüdyosu "en iyi stüdyo"

Sadri Alıışık Oyuncu ve Onur Ödülleri'nde (2002)
    ► Nurseli İdiz "en iyi yardımcı kadın oyuncu".

4  "Şarkıcı"da, insani ve kültürel değerlerin yozlaşmaya başlamasının ilk yıllarında, yani 40 küsür yıl önce sadece "şarkıcılık" yapan bir kadının İstanbul pavyonlarından bir Anadolu kasabasına uzanan dokunaklı öyküsü, dönem atmosferi başarıyla yansıtılarak anlatılmış: Türkiye'de yeni kurulmaya başlanan 'parasal çıkarların uzlaşması' merkezli sisteme de dokunan bu duyarlıklı film, ne yazık ki çok az kişiyi, ama derinden etkileyecek. (Ali Ulvi Uyanık, Milliyet Sanat d.)

4  Tersine Dünya, Kurt Kanunu ve Kuşatma Altında Aşk gibi filmleriyle tanıdığımız Ersin Pertan çok kısa bir süre vizyonda kalan Acı Gönül'ün ardından hem senaryosunu yazdığı hem de yönettiği Şarkıcı filmiyle yeniden karşımızda. Filmde zengin bir oyuncu kadrosuyla çalışan Pertan, pavyonlarda şarkıcılık yaparken birden işini kaybeden ve Anadolu'ya gitmek zorunda kalan Sevda Erses (Yeşim Salkım) karakterinin öyküsü üzerinden Türkiye'de değerlerin hızlı bir şekilde değiştiği 1950'li yılları anlatmaya çalışıyor.

Çekimleri İstanbul, İzmir ve Ödemiş'te tamamlanan film, mekan ve kostüm kullanımındaki özenli tutumuyla arka planda gerçekçi bir tarihi tablo oluşturmaya çalışıyor; ancak sinemada anlam yaratabilmenin en temel araçları olan senaryo ve kurguya yeterince özen gösterilmemesinden dolayı izleyicide istenilen etkiyi yaratamıyor. Durumlarla uyum göstermeyen diyaloglar ve temel devamlılık hataları sonucu akmayan izlenmesi gerçekten zor bir film haline geliyor Şarkıcı. Anlatımın lokomotifi olması düşünülen pavyon sahnelerindeki temposuzluk filmin süresini de gereksiz yere uzatıyor. (N.Ö.) “Antrakt Sinema Dergisi)

Film, mikrofonda şarkı söyleyen Yeşim Salkım'ın görüntüsüyle açılıyor. Onca şarkıcı filmi yapmasına karşın ağızlarla müziği bir türlü tutturamayan eski Yeşilçam'daki gibi burada da "senkron hatası" görülüyor. (Bu ise film için ilk kötü puan!) Ersin Pertan, aslında iddialı bir projeyle karşımıza geliyor. Çünkü, 1950'lerin sonlarında İstanbul'da dikiş tutturamadığı için Anadolu'ya turneye çıkan "düşkün şarkıcı" hikayesi, yalnızca Bir Yıldız Doğuyor tarzı bir müzikal melodram değil. Yönetmen, işin içine, o yıllardaki Vatan Cephesi edebiyatından politikacıeşraf ilişkilerine pek çok şeyi küçük ayrıntılar halinde sokmayı deniyor.

Şarkıcı çok iyi şeyler içeren, ama hemen tüm Pertan filmleri gibi tümüyle tatmin etmeyen bir fılm. Bir dönem filmi olmanın tüm koşulları alçak gönüllü biçimde de olsa yerine getirilmiş, ayrıntılarda, aksesuarlarda aksayan hemen hiçbir şey yok. Özellikle tüm yan oyuncular iyi seçilmiş, iyi oynuyorlar. Kamran İnce'nin müziği ise filmi sarıp sarmalıyor, en dramatik sahnelere müdahale ederek, sanki filmin melodrama dönüşmesini engelliyor. Ama Pertan, özellikle gerçek hayatın nabzını yakalamada, atmosfer yaratmada yetersiz kalıyor. O pavyon sahneleri bir türlü yaşamıyor, hayata geçmiyor. O sürekli kullanılan kaydırmalar, bir süre sonra hareketsizlikten beter bir tekdüzelik yaratıyor, Film, yine de özellikle ikinci yarıda belli bir çekicilik kazanıyor. Bir Anadolu kasabasında. çok farklı konum ve kişiliklerde olsalar da bİr küçük kadının yaşamını yok etmede birleşen erkekler ordusunun bize sunduğu dram, gerçekten etkileyici. Ah, bir de Yeşim Salkım'ın üzerinde, hem kişiliği, hem de oyunu açısından biraz daha çalışılabilmiş olsaydı ... “Atilla Dorsay,” Sinemamızda çöküş ve Rönesans yılları” syf 140”

4  Filmin sanat yönetmenliğini, Pertan'ın eşi Anni G. Pertan üstlenmiş. Dönemin giysileri, mekanları, taşıt araçları, aksesuarlar ve özellikle DP iktidarının hissedilmesine ilişkin kimi simgelerin oluşturulması açısından asgari düzeyde bir başarının tutturulduğu görülüyor. Fakat buna karşın, filmin ağırlıklı kısmının geçtiği Ege kasabası bölümlerinde, 1950'li yılların atmosferinin içinde, o günlerin giysileriyle gezinen ama yaşamayan karekterlerle yüz yüze gibiyiz. Filmin genel havası bütünsel olarak, o dönemin atmosferini yaratmakta çok başarılı görünmüyor. "Pertan'ın ekonomik bunalımın had safhaya ulaştığı günümüz Türkiyesi'nde, bir dönem filmi çekmek gibi zor ve pahalı bir projenin altına girmesi, takdir edilebilecek bir yaklaşım. Ancak filmi izledikten sonra, harcanan paranın boşa gittiğini görüyorsunuz" ...

Yeşim Salkım'ın daha önce ikincil rollerle bir kaç kez sinema oyunculuğu deneyimi yaşamasına karşın, sinema oyuncusu olarak başarılı bir performansı yansıttığını söyleyebilmek zor. Sanki nötr, gerekli durumlarda bile duyarsız bir oyunculuk sergiliyor. "Antalya'dan ödülle dönmeyi başararak 'sürpriz' yapan Yeşim Salkım, şarkı söylemenin oyunculuk demek olduğunu kanıtlıyor bizlere, hem de büyük jüri tarafından onaylanarak. Karakterine hiçbir derinlik katamayan, oynamaktan çok ortalarda gezinmeyi ve şarkı söylemeyi yeğleyen, aşk ve ölüm temalarının yoğunluğunu yansıtamayan, bunların ötesinde soluk alıp vermeyen bir 'yanılgı' gibi"... Filmin oyunculuk açısından başarılı sayılabilecek kişisi Refik ağayı canlandıran Berhan Şimşek gibi görünürken "karikatür düzeyinde bir karekteri canlandırmak için çabalayan Berhan Şimşek" in de çabaları boşa gitmiş gibi gözüküyor. Şimşek'in canlandırdığı Refik Ağa karekteri, bir yanaşmanın oğluyken, yanlarında çalıştıkları ailenin soyadı olan Karaoğlu'nu alan ve eline geçirdiği fırsatları kullanarak, aileesinin çalıştığı çiftliğe ve diğer zenginliklere sahip olarak yörenin en güçlü kişilerinden biri olmuştur. Aynı zamanda, dönemin iktidarıyla dirsek teması içindedir. Arkasındaki güce dayanarak da kanun tanıma* yan, istediği her şeyi elde etmeye çalışan bir kimliktir. Ülkemizde Cumhuriyet'e karşın dönüştürülemeyen feodal ilişkileri temsil ederken, kişiliğinde bu değerleri yeniden başat hale getirme çabasında kararlı adımlar atan DP iktidarının da, sanki bilinçaltının yansımasını temsil etmektedir. Şarkıcı da oyunculuk açısından en dikkat çeken kişi olarak Nurseli İdiz göze çarpıyor. "İkiyüzlü bir karektere inandırıcılık katan Nurseli İdiz, 'Şarkıcı'nın oyuncu kadrosu içinde sivrilen tek isim. Onun çabaları da ne yazık ki silinip gidiyor. Rol arkadaşlarının kayıtsız, ruhsuz oyunculuklarının katkısıyla. (Özer, Radikal, 09.10.2001) “Prof.Dr.Alim Şerif Onaran/Doç.Dr.Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 288”



 OYUN BOZAN (2000)  


Yönetmen Nesli Çölgeçen Senaryo: Sait Aytemur, Nesli Çölgeçen Görüntü Yönetmeni Erdal Kahraman Müzik Nadir Göktürk Yapım Erler Film/Türker İnanoğlu ChristoNino Elmacıoğlu (Türk, Yunan Ortak Yapımı) Yetkili Yapımcı: Yılmaz Ekmekçi, Ortak Yapımcılar; Christo Elmacıoğlu, Nino Elmacıoğlu, Yapım Sorumluları: Nurcan Kuran, Nula Kıutela, Işık Şefi: Ercan Durmuş, Sanat Yönetmeni: Selda Ülkenciler, Yalçın Uğurlu, Kurgu: Mehmet Bozkuş,

Oyuncular: Zeki Alasya, Okan Bayülgen, Nikalaous Sergianapoulos, Dimitra Matsouka, Şafak Sezer, Soner Ağın, Mert Asutay, Tekin Temel, Melda Arat Mutlu, Marla Stavrakelli, Gül Onat, Üstün Asutay, Savaş Barutçu, Ferdi Akarnur, Yalçın Otağ

Konu: Taksi şöförü Metin, sekiz yıldır arabasıyla hastaneye götürmekte olduğu şair ve yazar Kemal Yılmaz ile kelime türetme oyunu oynarken, yaşamdan ve kendisi de amatör bir şair olduğu için edebiyattan konuşmaktadır. Kemal Yılmaz, Metin'in nişanlısı Semiha'yı sorar ve Metin'den bir aşk şiiri okumasını ister. Şiirin bayalığı, şairin keyfini kaçırmıştır. Yeniden kelime türetme oynamaya başlarlar. Hastaneye vardıklarında Kemal, Metin' den iki saat sonra kendisini almasını ister. Metin yoldan bir travestiyi müşteri olarak alır. Adamın hareketlerini aynadan takip ederken, teybe Ciguli'nin bir kasetini koyar. Arabaya kadın kılığında binen kişi "delikanlı" bir erkek olarak iner. Metin'in arabasına yeni bir müşteri daha biner. Trafik sıkışmaya başlayınca Metin, Kemal Yılmaz'a gecikmemek için müşteriyi indirmek ister. Müşteri ücretin iki katını teklif etse de, Metin adamı arabadan indirir. Metin tam adamı indirmişken arabaya sarhoş bir adamla Rus bir fahişe biner. Metin, onları bıçakla tehdit ederek arabadan indirir. Hastaneye giden Metin, Kema1'i beklemeye başlar. Yaşamak için fazla süresi kalmamış olan Kemal, doktorun hastanede kalması ısrarına karşın eve gider. Kemal, en çok da isimleri birer sokak tabelası haline gelmiş ve faili meçhul cinayetlere kurban gitmiş dostları için üzülmektedir. Metin, Semiha'yı işyerinden alır ve eğlenmeye giderler. Metin'in tek konusu Kemal Yılmaz'dır. Bu arada Semiha, babasının ne zaman evleneceklerini sorduğunu söyler. Metin ve Semiha İstiklal caddesinde yürürlerken fona tinerci çocuklar, dövüşen adamlar ve pazarlık yapan fahişeler girer. Metin, Semiha'yı evine bırakırken insanlar balkonlardan ve sokaklarda tezahürat yaparak silahla havaya ateş açarlar. Bu sevinç, ulusal takımın oynadığı maçı kazanmasından kaynaklanmaktadır. Televizyon seyrederken uyuyakalan Kemal Yılmaz'ı, eve dönen kızı Aslı, yatağına götürür. Metin evine döndüğünde annesi ve babası televizyonun karşısında ellerindeki kumandayla zapping yapmaktadırlar. Kemal, sabah gündelikçi Şeker'in uyandırmasıyla panikle giyinmeye başlar ve kendisini beklemekte olan Metin'in taksiye binerek hastaneye gider. Metin, kapıda onu beklerken trafik polisi başına musallat olur.

Ceza yazmak isteyen polisi ikna etmek için Metin, adama çay ikram eder. Bu arada kırmızı ışıkta geçen bir arabayı polis Metin'den takip etmesini ister. Arabayı yakaladıkları bir sokakta, arabadakilerden biri, arabasına binmek üzere olan bir adamı öldürür. Cinayeti işleyen adam geri dönerek kendini tehdit eden Metin'in taksisindeki polisi de öldürür. Panikle kaçmaya başlayan Metin'le adamlar arasında şehrin sokaklarında çılgınca bir takip başlar. Metin, karakolun yanında arabayı durdurarak karakola sığınır. Durumu anlattığı komiser onunla arabasına gittiğinde arabanın yerinde olmadığını görür. Bu arada Metin'i takip eden adamla kadın, onun akıl hastası olduğunu söyleyerek sırtına dayadıkları silahla Metin'i arabaya bindirirler. Kemal Yılmaz, hastanede kontrolden çıkmış, ömrünün az kalmasına karşın doktorun hastaneye yatma önerisini reddetmiştir. Adamlar Metin Kahraman'ı bir eve götürüp sorgularlar. Metin'i götürmek üzere olan adamların şefi, Metin'in yalvarmaları karşısında ona cinayet silahlarından biriyle Rus ruleti oynatır. Adamların şefi, bir depoya cinayetler karşılığında hak ettiği parayı almaya gider. Parayı veren büyük şef, polisin öldülmesi ve taksi şoförünün olaya dahil olmasından memnun olmadığını belirtir. Adamlar, Metin'in arabasını TEM otoyolunda içindeki polisin cesediyle yakarlar. Metin'in ölümü televizyonların ana haber bültenlerine konu olur. Şefin sevgilisi Sevda, Metin'in saçlarını ve bıyıklarını keser. Adamlar Metin'i kendi cenaze törenine götürürler. Büyük şef, şefi eski Galata Köprüsü'ne getirterek Metin'i oyuna dahil etmesinden dolayı azarlar. Sevda, bir akşam şefin sürekli uyumasından bıkarak Metin'in uyuduğu odaya gider ve silah zoruyla onunla sevişir. Şef, Metin'e silah talimleri yaptırmaya başlamıştır. Metin'in ilk işi bir hastanenin 1113 numaralı odasındaki herkesi öldürmek, şahit bırakmamaktır. Metin'in avı Kemal Yılmaz çıkmıştır. Şef, Kemal Yılmaz'ı, Metin'i sınamak için öldürtmek istemiştir. Eğer onu öldürmezse, mevzilendiği karşı apartmanlardan birinin çatısından Metin'i dürbünlü tüfekle öldürecektir. Metin, Kemal Yılmaz'ı öldüremez ve onunla hastaneden kaçar. Adamlarla aralarında amansız bir takip başlar. Şefin midesinin bulanması ve arabayı durdurması yüzünden izlerini kaybettirirler. Büyük şef, şefi çağırarak polisin aramaya başladığını, hepsini temizlemezse onu tanımayacağını söyler. Adamlar, Metin'in evini basarak anne ve babasını sorgularlar. Bir şey bilmediklerini anlayınca onları bağlayarak Semiha’nın alıştığı yere giderler. Kendilerini sigortacı olarak tanıtıp, ondan Metin'le ilgili küçük sorunlar olduğunu söyleyerek Kemal Yılmaz'ın telefonunu öğrenirler. Bu arada Kemal Yılmaz, Metin'in korkularıyla yüz yüze gelmesini sağlar. Adamlar telefon numarasından onların yerlerini öğrenmişler ve bulundukları otele gelmişlerdir. Kemal, Metin'in elinden silahı alarak onu gitmesi için tehdit eder. Metin odadan çıkarken adamlarla karşılaşarak onlarla içeri dönmek zorunda kalır. Şef, yeniden Metin'den Kemal'i öldürmesini ister. Şef bu arada sinirlendiği adamlarından birini ve Sevda'yı da öldürmüş, kendisini tokatlayan Kemal Yılmaz'ı ayağından vurmuştur. Çaresiz kalan Metin, önce şefin adamını sonrada şefi öldürür. Gelen polisler ve ambülans, Kemal Yılmaz'la Metin'i götürür. “Prof.Dr.Alim Şerif Onaran/Doç.Dr.Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 260”

& Türk sinemasının önemli yönetmenlerinden Nesli Çölgeçen'in son uzun metrajlı filmi Oyun bozan, vizyona girdiğinde beklenilen gişeyi yapmamıştı. Aslında Oyunbozan, düzeyli sinema anlatımı, özellikle iki kuşağın farklı iki oyuncusu Zeki Alasya ve Okan Bayülgen'in oyunculuklarıyla öne çıkıyor. Bu bağlamda ayrıca Yunanlı oyuncu Nikos Sergianapoulos'un başarısını da vurgulamakta fayda var. Nesli Çölgeçen, filmlerinde anlattığı öykülerin paralelinde bir aydın sorumluluğu içinde, eleştirilerini dile getiren bir yönetmen. Çölgeçen'in, Sait Aytemur ile birlikte yazdığı senaryonun merkezine bir gazeteci yazar oturuyor. Yazar Kemal Yılmaz aracılığıyla, günümüz Türkiye’sinde yaşanan pek çok trajikomik olay da eleştiri süzgecinden geçiriliyor. Bu eleştirilerin başında faali meçhul cinayetler ve mafya ilişkileri geliyor.

 Film, adından anlaşılacağı gibi aslında oynanmakta olan bir oyunu sergileme amacında. Ama bu oyun, filmin anlattığı öykü bağlamında algılanacak bir masumiyeti içermiyor. Bu oyun, ülkemizde döndürülen oyunların gündeme getirildiği bir oyun. Bu bağlamda yönetmen Nesli Çölgeçen, karakterlerini de son derece başarılı seçmiş. Ama aydın olmanın farkıyla, o siyasetçi, mafya ve devlet ilişkilerinin içine bir yazarı, yani bir aydını da yerleştirmiş. Aslında aydını temsil eden Kemal Yılmaz'da yalnız bir adam. Sevdiği dostlarının bir çoğunu faali meçhul cinayetlerde yitirmiş, hayattaki tek yakını kızıyla olan ilişkisi, modernizmin ağlarına takılmış bir karakter. Kemal Yılmaz'ın, kanser hastalığına yakalanmış biri olarak çizilmesi de tesadüfi görünmüyor. Bu durum aynı zamanda toplumu içinde yabancılaşmış, güçsüz düşmüş aydının durumunu simgeliyor sanki. "Oyun Bozan'ın temel kusuru yaygın deyişle 'faili meçhul cinayetleri' hafife alması. Çölgeçen, gazetecişair Kemal Yılmaz'ın 'faali meçhul cinayetler' hakkındaki merakını öne çıkarırken tedihüli arifane yapıyor, herhalde. Saçlarına ak düşmüş bir gazetecinin meslektaşlarının katillerinden hiç olmazsa birinin kimliğinin açıkça dile getirilmesini, yakalanmasını değil de 'kim' olduğunu bilmek istemesi çok derin ironi. .. Çok derin ... Ayhan Işık ile Sadri Alışık karışımı taksi şoförünün naif dünyası ve mutaassıp aile kızı sevgilisi arasındaki romantizmde orta halli bir Yeşilçam filminden ödünç alınmış gibi duruyor" (Taşçıyan, Milliyet Sinema, 27.10.2000). Bu yanıyla halkı temsil eden taksi şöförü Metin’de, ülkemizin aydınlanma sürecini tam kavrayamamış, doğru bir şeyler yapıldığını hisseden ama, aydınlanmasını tamamlamadığı için kazanımlar hakkında somut bilinci gelişmemiş geniş yığınları simgelerken yüzeysellik sınırını aşamıyor. Diğer yandan Metin'in bir taksi şoförü olarak seçilmesi, hem olay örgüsü hem de aksiyona hizmet ederken, aynı zamanda toplumumuzun göçebe karakterini yansıtıyor ve sürekli değişim içinde olan bir toplumda çok çabuk yer değiştirmeler, temelsizlikler olabileceğini düşündürtüyor. Soner Ağın'ın abartılı oyunculuğuyla gündeme getirilen Büyük Şef'in söylevleri, olayların akışına karşın Kemal Yılmaz karakterinin biraz da temsil ettiği misyonla bağlantılı söylevlerinin dozu fazla kaçmaya başlıyor. "Çölgeçen bu günün karmakarışık Türkiye panaromasından skeçler halinde kareler sunarken filmin kendine ait dokusunu oluşturmayı başaramamış öncelikle. 'FastFood' yaşamaya alıştırılan Doksanlar kuşağının tadına uygun, hızlı, kolay tüketilen beylik esprilerle komediyi arayan ve derinine incelemeden sahneye sürülen ve en azından bu ülkeye ait olmayan kahramanlarıyla eksik bir yorum Oyunbozan" Mizahla dramın içiçe geçtiği bir kıvamda ilerleyen filmin özellikle .araba takibi sahnelerinde iyi bir düzeyi de tutturduğunu vurgulamak lazım. “Prof.Dr.Alim Şerif Onaran/Doç.Dr.Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 260”

 Balkanlardan Bır Esinti

Birçok benzeri çalışmaya imza atan Nadir Göktürk daha önce de Nesli Çölgeçen'in "lmdat ne Zarife"sinde yönetmenle çalışmıştı. Kariyerinde müziklerini hazırladığı yüzden fazla belgesel ve sekiz tane Yesilçam filmi olan Göktürk, Ezginin Günlüğü grubundan da hatırlayacağınız bir isim ama albümde yalnızca o değil gruptan bir başka isim daha var. Filmden ismini alan tek sözlü parça Oyunbozan'ı seslendiren Feyza Erenmemiş aynı zamanda grubun solisti... AIbümün müziğine baktığımız zaman tıpkı "Dar Alanda Kısa Paslaşmalar"da olduğu gibi bu albümde de (hatta bu albümde daha fazla) nefeslilerin ön planda olduğunu belirtmeliyiz. Bu albümde de dikkat edilmesi gereken isim kIametteki Oğuz Büyükberber ve eski yılın son döneminde canlı sahne performansını izlediğim Hüsnü Şenlendirici de nefesli performansında diğer rolü üstleniyor. Film Yunanistan'la ortak yapım olduğu ve hem film hem de müziği o ülkede de pazarlanacağı için Nadir Göktürk zaten şu günlerde fazla uzak olmadığımız o komşu ezgileri de albüme serpiştirmiş. Oyunbozan ile açılışın yapıldığı albümde Göktürk tıpkı Fahir Atakoğlu'nun yaptığı gibi lokomotif parçasından bölümleri albümün açılışında tekrar kullanmış. Filmi görenler ve TürkYunan ezgilerini sevenler kaçırmasın. (Oyunbozan/Yeni Dünya Müzik (sinema D. Şubat 2001 Sayı: 71)

& Filmin asıl sorunu, senaryodaki gedikler den ve öykünün dinamiklerinden kaynaklanıyor, Çölgeçen filmografisinde bir "yara" diye değerlendireceğimiz Oyunbozan, yönetmenin önceki filmlerinde alışık olduğumuz, giderek zenginleşen karakter mozayiğiyle örtüşen bir yapıya sahip değil ne yazık ki. Özellikle Zeki Alasya'nın canlandırdığı yazar karakterinin replikleriyle didaktik bir söyleme doğru yönelen film, dostluğun süzgecinden geçmiş insanların bağlılıklarını sinemaya yönelik bir yapım gibi görünse de dağınık anlatımıyla zedelenen ve keşke işin içine girmeseydi de taksi şoförünün "küçük ama büyük" dünyasıyla yetinilseydi dedirten bir Nesli Çölgeçen filmi. (Murat Özer, Haftalık Antrakt Sinema Gazetesi, 0309 Kasım 2000)

Oyunbozan'ı nasıl nitelemeli'? Çölgeçen imzası filme özel ilgi gerektiriyor, Öte yandan git gide piyasayı durdurmaya başlayan Türk mafya komedilerinin vasat bir örneği oluşu, Agah Özgüç'ün isabetli deyişiyle "medya arabesk" yapması, Oyunbozan'ı sinema sayfasına almayıp magazine bırakmak isteği (kolaycılığı) uyandırıyor, Kendi adıma film dahilinde tek başarılı bulduğıım, Yunanlı oyuncu Sergianapo Ulos, Hem tipi hem Oyuncu1uğuyla rolüne çok uygun. Ayrıca Türkçe'yi aksansız konuşabilmesi övgüye değer. (Alin Taşçıyan, Milliyet G., 27 Ekim 2000)

4 Filmde sinematografik açıdan akılda kalan pek bir sahne yok, Şoför Metin'in sorgulama bölümleri kayda değer, ki burada da Yönetmenlik gösterisinden çok Okan Bayülgen'in performansı etkileyici, Araba takip sahneleri ise bu alandaki duyumunu Amerikan filmlerince sağlamış seyirci için sıradan bir gösteri. Sonraki aşamaları kolayca çözülen senaryo da filmin handikapları arasında. Ve en önemlisi, Oyunbozan ülkenin Yakın tarihine damgasını vuran faili meçhul cinayetleri, üç beş zırtapoz matya bozuntusunun işlediği tezine kendini inandırdığı gibi bizi de ikna etme yoluna giderken "tarihsel" bir hataya soyunuyor, (Uğur Vardan, Yeni Binyıl G., 27 Ekim 2000)

 

Beklentileri Karşılamayan Film

Doğrusu Oyun Bozan'dan çok şey bekliyordum. Kardeşim Benim ve ZÜğürt Ağa'nın yaratıCISI, imdat ile Zarife'den beri suskun kalmış Nesli Çölgeçen'in dönüşü, Zeki Alasya ve Okan Bayülgen gibi iki ayrı kuşağın karizmatik oyuncuları, iddialı bir TürkYunan ortak yapımı. ..


Aslında film oldukça iyi başlıyor. Bıçkın taksi şoförü Metin'in arabasında geçen ilk bölümler, yani onun devamlı müşterisi, şairköşe yazarı Kemal Yılmaz'la şiirli atışmaları, kadın biinip erkek inen travesti gibi sahneler gerçekten hoş... Ama sonra işler karışıyor. Ülkenin birçok gerçeğine değinmeye çalışırken, hemen hepsini klişelere çeviriyor fılm... Örneğin çeteler ve malum cinayetler, mafya mı, kontrgerilla mı, yoksa sıradan bir haydut çetesi mi olduğu anlaşılamayan, yabancı filmlerden kopya tiplerle bir karikatüre dönüşüyor. Yer yer duygusallaşan, yer yer parodiye dönüşme arzusunu duyumsatan film, toplumsal gerçeklere ciddi biçimde değinmeye kalkışınca iyice çuvallıyor.

 

Ama çok da haksızlık etmeyelim. Beklendiği kadar iyi değilse de, işlek bir sinemayla çekilmiş, temel görsel sorunları çözümlenmiş ve belli bir rahatlıkla izlenen bir film, Oyun Bozan. Kalıcı olmayacak, ama güncel işlevini yerine getirip çabucak küçük ekranlara kayacak ... “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş v Rönesans Yılları” syf,126” 



 

MELEKLER EVİ (2000) 



Yönetmen: Ömer Kavur Senaryo: Ömer Kavur, Feride Çiçekoğlu, Erol Hızarcı, Görüntü Yönetmeni Ali Utku Müzik: Cahit Berkay Yapım Alfa Film/Sadık Deveci Ömer Kavur Kurgu: Mevlüt Koçak, Sanat Yönetmeni: Selçuk Gürışık, Uygulayıcı Yapımcı: Zafer Çelik, Yapım Sorumlusu: Hasan Çetin, Teknik Yönetmen: Zafer Par, Yardımcı Yönetmen: Serpil Kutça, Negatif Kurgu: Tamer Eşkazan, Basın Danışmanı: Ayşe Durukan,

Oyuncular: Talat Bulut (Ahmet Aloğlu), Hande Ataizi (Arzuhan Öztürk), Aytaç Arman (Bahattin Öztürk), Arslan Kaçar (Şehmuz), Haldun Boysan (Timur), Yeliz Tozan (Zeliha Taşçı), Macit Koper (Ermiş), Süeda Çil (Hatice Taşçı), Metin Belgin (Hasan), Tarık Pabuççuoğlu (İbrahim Taşçı), Yüksel Arıcı (Polis Seyit), Erkan Sever (Polis Turan), Muhammed Cangören

Konu: Melekler Evi diye bilinen eski bir kervansarayın avlusunda dolaşan ve terkediImiş evlerin fotoğraflarını çeken Ahmet Aloğlu, Urfa'da fotoğrafçı olan, 20 yıldır görüşmediği, üniversiteden damının öldürülmeden önce birlikte yemek yediği adamı sorduğunda arkadaşı İbrahim Taşçı'nın dükkanına uğrar. Birlikte İbrahim 'in evine giderler ve yemek yiyip, içerler. Kaldığı otele dönen Ahmet, otelin lobisinde bazı karanlık adamların bir şeyler çevirdiğini farkeder. Ahmet, restoranda oturup bir kamera gibi çevresini gözlemeye başlar. Gözlemlediği kişilerden olan ve lobide oturan adamlarla ilgisi olan diğer kişiler yemektedirler. Bu adamlardan biri, ihaleden kendisine verilecek olan paranın az olmasından dolayı diğerini suçlar. Ertesi gün Ahmet İbrahim'in arabasıyla fotoğraf çekmek için bölgede dolaşırken bir benzinciye uğramıştır. Benzinciye giren iki araçtan çıkan kişilerin otel lobisinde gördüğü adamlar olduğunu anlayan Ahmet, onları izlemeye başlar. Adamlar tarihi harabelerin bulunduğu bir bölgede durrmuşlardır. Bu insanlar, bir gece önce otel lobisinde gördüğü kişilerdir ve Ahmet adamların işledikleri cinayetlere tanıklık ederken aynı zamanda fotoğraf çekmektedir. Makinasının objektifinin parlaması üzerine adamların şefi olan Bahatttin'in farkettiği Ahmet, Bahattin'in kendisini silahla yaralamasına karşın kaçmayı başarır. Bahattin eski bir emniyet çalışanıdır ve ihaleyi kazanmasına yardım ettiği halde söz verdiği paranın tamamını ödemeyen, yöreden bir işadamını öldürmüştür. Ahmet adamların arabasıyla kaçarken yarasından dolayı bayılır. Yardımcı olan köylüler aracılığıyla kurtulan Ahmet, iki gün bilinçsizce yatmıştır. Kendisini tedavi eden bilge adama teşekkür eden Ahmet Urfa'ya geri döner. Bu arada İbrahim 'in dükanına gittiğinde, onun üç gündür gelmediğini öğrenir. İbrahim'in evine giden Ahmet, polisler tarafından gözaltına alınır. Ahmet polisler sıkıştırınca yaşadıklarını anlatır. Polisler Ahmet'i cinayete tanıklık ettiği yere götürürler. Fakat ortada ne ceset, ne de İbrahim'in arabası vardır. Polis, Ahmet'i nezarete atar. Bir dedektif Ahmet'i sorgulamak için gelmiştir. Ahmet'in kaçtığı araba, yörenin işadamlarından Rıza Celaloğlu üzerine kayıtlıdır. Cinayeti işleyen kişi olan Bahattin Öztürk, aslında iki yıl önce trafik kazasında ölmüş görünmektedir. Serbest bırakılan Ahmet, oteline dönmüştür. Danışmada, dedektifin sorduğu işadamının öldürüldüğünü yazan bir gazete görür. Danışmadaki görevliye, işadamı milletvekili olduğunu öğrenir. Bir kadın, Ahmet'i otel odasından arayarak, Bahattin Öztürk'le ilgili görüşmek için saatli minarenin altında randevu verir. Randevuyu veren kadın, Bahattin Öztürk'ün kızı Arzuhan'dır. Görüşme sırasında, Ahmet'e hakaret eden ve tokat atan Arzuhan'ı kendini tutamayan Ahmet de tokatlar. Ahmet'i silahıyla tehdit eden Arzuhan'ı, Ahmet cinayet anının fotoğraflarını göstermek için, İbrahim'in dükkanına çağırır ve fotoğrafları gösterir. O esnada Bahattin'in adamları dükkanı basarlar ve Ahmet' den negatif filmleri isterler. Negatiflerin kendisinde olmadığını söyleyen Ahmet'i adamlar vurmak üzereyken Arzuhan kurtarır. Urfa'nın sokaklarında bir kaçıp kovalamaca başlamıştır. Bu arada Ahmet'in yarası enfekte olmuş ve kötüleşmeye başlamıştır. Ahmet'le Arzuhan, geceyi melekler evinde geçirmişlerdir. Ahmet, gece boyunca NihaI ismini sayıklamıştır. Arzuhan, Nihal'in kim olduğunu merak etmiştir. Ahmet, haber almak için İbrahim'in kızı Zeliha'nın çalıştığı atölyeye gider. Zeliha, Ahmet'in Gümrük handa terzi Erol isminde biriyle görüşmesi gerektiğini, negatifleri vermezlerse eve gelen adamların babasını öldüreceğini söyler. Ahmet, Erol'un işyerinin yakınındaki kahvede çay içerken onu vurmaya çalışan Bahattin'in adamları gelirler ve Ahmet'e İbrahim'in kesilmiş olan yüzüklü parmağını verirler ve fotoğrafları eski nizamiyeye getirmesini söylerler. Melekler Evi'ne dönen Ahmet'le Arzuhan arasında bir yakınlık oluşmuştur. Aslında bir savaş fotoğrafçısı olan Ahmet, kızı Nihal'i kaybettiğinde her şeyi bırakmış, karısı ise onu terketmiştir. Birlikte paylaştıkları duygusal gecenin ertesinde Ahmet, Arzuhan'ın gitmiş olduğunu farkeder. Eski nizamiyeye giden Ahmet, orada İbrahim diye seslenir ama yanıt alamaz. Bu arada arkadan gelen bir gürültüyü takip eden Ahmet, ağzı bantlanmış olan İbrahim'i bularak onu evine götürür. Arzuhan, İbrahim'in kurtarılmasını sağlamıştır. Melekler Evi'ne giden Ahmet'i, Arzuhan cep telefonundan arar. Ahmet bir otobüsle Bitlis'e gider ve Arzuhan'ı aramaya başlar. İbrahim'in arabasını bulan Ahmet, arabanın içinde Selçuklu Oteli, Ahlat yazan bir kağıt bulur ve arabayla Ahlat'a gider. Ahmet, Arzuhan'ı Van Gölü'nün kıyısında yürürken bulur ve Arzuhan'dan kendisiyle gelmesini ister. Arzuhan, babasının geleceğini ve onunla görüşmeden gidemeyeceğini söyler. Selçuklu Oteli'nde oda tutan Ahmet, danışmada Bahattin'le karşılaşır. Ertesi sabah Bahattin ve Arzuhan otelden ayrılır. Durumu öğrenen Ahmet, otelden ayrılırken İbraim'i rehin alan adamlarla karşılaşır. Adamlar, polislerin eskortluk yaptığı bir adamı uğurlarlar. Van feribotuna yetişen Ahmet, feribotta Arzuhan'ı bulur. Van'a vardıklarında sigara almak için büfeye giden Ahmet'i, Bahattin'in adamları kaçırıp bir eroin imalathanesine götürürler. Bahattin, Ahmet'i sorguya çeker. Adamlarına o'nu konuşturduktan sonra öldürmelerini söyler. Adamlar maç seyretmek için Ahmet'i bir odaya kapatırlar. Bu arada depoya yapılan baskınla adamlar öldürülür. Ahmet yeniden Selçuklu Oteli'ne geldiğinde, otelin polisler tarafından sarıldığını görür. Bahattin bir rehine alarak Arzuhan'la birlikte kaçar. Ahmet, Bahattin ve Arzuhan'ı Selçuklu mezarlığında takip ederken, polisler de onları bulmuştur. Bahattin, Ahmet'e ateş eder o sırada Arzuhan'da Bahattin'i vurmuştur. Polisler Bahattin'i öldürür. Ahmet'i yatmakta olduğu hastanede ziyaret eden Polis şefi, fotoğraf makinasının içindeki filmi çıkarır. “Prof.Dr.Alim Şerif Onaran/Doç.Dr.Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 256”

4 Türk sinemasının önemli yönetmenlerinden ve sinemasal arayışlarında özellikle kişisel üslup arayışlarıyla dikkat çeken Ömer Kavur, Melekler Evi filmiyle, önceki filmlerine kıyasla belli bir öykünün yörüngesinde hareket ederek örüyor filminin kozasını. Kavur, Melekler Evi'nde, daha güncel bağlantıları olan bir tarzı benimsemiş. Kendi deyişiyle, "şiddet içeren barok bir tutku ve aşk öyküsü" Melekler Evi (Kültür Servisi, Cumhuriyet, 1999). "Yeşilçam'ın en sıra dıışı ve en kişisel yönetmenlerinden Ömer Kavur, uzun yıllar kafasının bir köşesinnde taşıdığı konuyu nihayet çekme vaktinin geldiğine karar veriyor. Elden ele doolaşmış senaryo bir de Hızarcı tarafından derlenip toparlandıktan soma hazır hale geliyor. Senaryonun güncel motiflerle desteklenmesine büyük özen gösteriliyor. Güneydoğu Anadolu' da terorizmle atbaşı yaşanmış sosyal, küıtürel ve ekonomik kirliliğin yarattığı tipler kullanılıyor" ... (Canbazoğlu, Cumhuriyet, 1999)

4 Kavur 1988'de Onat Kutlar'la filmin çekileceği bölgeyi gezdiğini ve o yöre insanını anlatmak ve coğrafyasını aktarmak üzere verilmiş bir sözü olduğunu söylüyor. "İlk çalışmamız Anat'la birlikteydi. Hatta yöreyi de birlikte dolaştık. Ama 'Melekler Evi' o proje değil. Değişimlere uğradı ve bu hale geldi. .. Kutlar'la düşündüğümüz projeden bir hayli farklı, ama tematik bir benzerlik var"".gibi görünüyor. Film, öncelikle yarattığı atmosfer ve dolayısıyla mekan seçimiyle dikkat çekici görünüyor. "Ömer Kavur daha önce filmlerinde öykü değil, olay değil, insan anlatırdı daha çok. İnsanın, toplumsal etkilenmelerini de alttan alta işlerdi. 'Melekler Evi'nde ise, olay var, olaylar zinciri var. Olayları anlatmak için insanı kullanıyor. Kavur filminde; Türkiye'yi uzun süredir etkilemekte olan, 1990'larda açığa çıkan, medyanın ağzında sakız haline getirilerek önemi yitirtilen devlet / çete ilişkilerini ele alıyor... Ama film de yöntem yanlış seçilmiş. Amerikanvari bir anlatım ve sürükleyicilik serüven filmine dönüşerek, yapılan keskin eleştirileri görünmez duruma getirmiş 'Biçim' yanlış olunca, 'içerik' de anlamını ve gücünü yitiriyor" (Esen, 2002).

4  Kavur'un sinemasında belki ilk kez, aynı zamanda medyanın da gündeminde olan Hande Ataizi gibi bir oyuncu rol alıyor. Bu arada özellikle kişisel arayışları olan bir oyuncu olarak Bahattin karakterinde, Aytaç Arman göz dolduruyor. Film, Kavur sinemasında öncelikle öne çıkmayan güncelle hesaplaşma sorunsalı üzerinde de yoğunlaşıyor. Bu bağlamda, ülkemizin yakın geçmişinin üzerne bomba gibi düşen Susurluk skandalı ve sonrasında ortaya çıkan pis kokular, derin devlet ilişkileri gibi durumlar, Kavur'un anlatmaya çalıştığı öykünün gerçek fonunu oluşturuyorlar. Kısmen Yeşil ya da Abdullah Çatlı karakterlerini çağrıştıran Bahattin ve ilişkileriyle, biraz da seyircinin çabasına dayanan ve çok açıktan yol almadan, aydın bir sinema sanatçısının çağına olan sorumluluğunun üslubuna tanıklık ediyorsunuz. Fakat Melekler Evi, Kavur'un sinemasında özelliklerini vurguladığımız önceki filmleriyle kıyaslandığında daha düşük bir zaviyeyi temsil eder gibi görünüyor. Film seyirciye ulaşmakla, özgün olmak arasında sıkışmış bir görüntü verirken, Kavur'un son dönem filmlerinde seçtiği mekan kullanımı ve mistisizm sızmaları satır aralarında dikkat çekiyor. "Öykünün çok kalem tarafından şekillendirilmesi, bölgenin şartlarını hiç bilmeyenlere bile fantezi gelebilecek sahnelerin varlığı, Handa Ataizi'nin fiziksel güzelliğinin yerli yersiz perdeye yansıması, filmi 'Kavur Filmografisi'nde hayli aşağılara çekiiyor ... Gerisi, bir türlü yakalanamayan 'Yeşil'i anımsatan bir figür yardımıyla bölgedeki çarpık düzenin milletvekillerine kadar uzanan yanını irdelemeye çalıışan bir yol filmi" (Canbazoğlu, 1999). “Prof.Dr.Alim Şerif Onaran/Doç.Dr.Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 256”

* Ömer Kavur, Akrebin Yolculuğu'ndan üç yıl sonra dönüyor. Son çete olaylarından, Susurluk'tan ve kirli ilişkilerden esinlenmiş bir senarryoya dayanarak ... Film, Anadolu içlerine doğru uzanan yolculuk öğesiyle Amansız Yol ve Ah Güzel İstanbul'u, gizemli bir olayın ilmek ilmek çözülmesiyle Gizli Yüz ya da Akrebin Yolculuğu'nu düşündürüyor. Baş kahraman, eski savaş muhaabiri Ahmet'in mesleği ve fotoğrafların hikayeyede oynadığı rol da yine Gizli Yüz'e göndermede bulunuyor.

 Ne yazık ki mutlu benzeyişler ve klasik Kavur temalarından arta kalan hemen hemen bu kadar. Ötesi, klasik ve klişelerle yüklü bir aksiyon filmi kanaviçesi. Onun da oldukça kötüsü ... Çünkü bir yandan senaryo kişileri yeterince tanımlayamıyor, belirleyemiyor. Örneğin Ahmet'in biraz önce iki kişiyi kurşunlamış insafsız bir katilin resimlerini en hafif deyimiyle ihtiyatsız biçimde çekmekten, otel koridorlarında yine azgın katillerle köşekapmaca oynamaya yönelik inanılmaz davranışlarının nedenleri belirmiyor: körükörüne bir cesaret mi, tam bir safoşluk mu, yoksa hep, "Bana bir şey olmaz," diyen Türk halk felsefesi mi?

Öte yandan, Kavur bir aksiyon yönetmeni değil. Bu açıdan filmin hemen hiçbir aksiyon sahnesi yeterince doyurucu değil. Kavur'un siinemasını, özünü oluşturan öğelerden, mistik ve gizemli arayışlardan ve geçenlerde bir Amerikan yazarının onu "zamanın heykeltıraşı" diye anmasına yol açan zaman üzerine fellsefesinden boşaltırsanız, geriye ne kalır? Ne yazık ki pek bir şey kalmadığı filmde açıkça bellli oluyor.

Melekler Evi, baştan sona Kavur'dan beklenmedik bir tutuklukla zedeli bir fılm, onun fıllmografisinin belki en zayıf filmi. Oyuncular da iyi çizilmemiş rollerin kurbanı oluyorlar. Ben Antalya jürisinde olsam bu filmi ikinci seçmezdim. Talat Bulut'a ödülünü bu filmle değil, Abuzer Kadayıfh verirdim. Cahit Berkay'ın enfes müziğini elbette ödüllendirir, ama Van Gölü kıyısında film çekmek gibi bir ayrıcalığı, o gölün gün doğuşu ve günbatımı saatlerinde aldığı olağanüstü renkler yerine son derece çiğ bir öğlen ışığında ziyan eden Ali Utku'ya ödül değil, ceza verirdim! ...

 Silikonlu dudakları ve tüm kişiliğine sinmiş "femme fatale" havasıyla var olduğuna inandığım yeteneğini artık geriye dönülmez biçimde yitirmiş olan Hande Ataizi'ne değil, ama Aytaç Arman'a da bir ödül verirdim. Çünkü filmdeki Abdullah Çatlı'dan esinlenmiş yakışık1ı katil rolü, muhteşem bir kompozisyon ve filmin en olumlu yanı. Umarım başka jüriler bunu değerlendirir. “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları”


FİLMİ İZLE 



 

KOMSER ŞEKSPİR (2000) 


Yönetmen Sinan Çetin Senaryo Mesut Ceylan, Görüntü Yönetmeni Kamil Çetin Müzik Ömer Özgür Kurgu Aylin Zoitiner Yapım Plato Film/Cemil Çetin, Sinan Çetin Sanat Yönetmeni: Mustafa Z. Ülkenciler, Yapım koordinatörü: Figen Korkut, Yürütücü Yapımcı: Hazer Baycan, Yönetmen yardımcısı: Özlem Koza, Yücel Yolcu, Phonix Operatörü: Hamza Şahin, Crain Operatörü: Hakan Duvar, Dolly , Asistanı: Onur Yavuz, Işık Şefi: Ercan Durmuş, yardımcı Sanat Yönetmeni: Kurtuluş Turgay, Sanat Yön. Yrd.: Bektaş İldem, Kostüm Uygulama: Yudum Yontan, Ses Kayıt: Kaan Varlık, Asistanı: Duygu Çelikol, Cast Direktörü: Yalçın Özbek, Şarkılar: Nil Karaibrahimgil, Mazhar Alanson

Oyuncular: Kadir İnanır (Komiser Cemil) , Müjde Ar (Fahişe), Gazanfer Özcan (Komiserin Babası), Pelin Batu (Komiserin kızı), Okan Bayülgen (Tatü), Özkan Uğur (Dalyan), Mustafa Altıoklar (Doktor), Sadettin Duman (Ceylan), Ertaç Ünsal, Mesut Ceylan (Tinerci), Metin Çekmez (başkomser), Hayrettin Ünverdi (Mahmut), Kenan Baydemir (Şemsullah), Vedat Demir (Vedat), Asu Işık (Danyal sevgili), Zaven Çiğdemoğlu (öğretmen/avcı), Uzay Yılmaz (Rakip kız), İrem Sanda (rakip kız arkadaş), Sebastian Alexandre (heyet başkanı), Burçe Esin (heyet bşk. Yrd.), Zeki Ocak, Özcan Pehlivan (polis), Yaşar Mirzalı (polis), Metin Örs (resmi polis)

Konu: Komiser Cemil, Beyoğlu'nda belalısı eksik olmayan bir karakolda çalışmaktadır. Karakol amiri başkomiser Selahattin, rahatsızlığından dolayı hastanede yatmaktadır. Komiser Cemil ise ona vekalet etmektedir. Cemil'in tiyatro tutkunu kızı, okulundaki tiyatro topluluğunda Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler isimli oyunda, Pamuk Prenses'i oynamaktadır. Topluluk bu oyunu bir tiyatro yarışmasında sergileyecektir. Komiser Cemil'in kızı, provolar esnasında sık sık bayılmaktadır Bir prova sırasında bayıldığında yeniden hasteneye kaldırılır ve babasına heber verilir. Karısını daha önce kaybetmiş olan Cemil, kızına çok düşkündür. Haberi alır almaz eski bir polis olan babasıyla hastaneye koşar. Kızının kendisinden gizlice bir tiyatro oyununda rol almasından hoşlanmamıştır. Bu arada kızı muayene eden doktor, bazı tetkikler istemiş ve onlara sonuçları beklemelerini önermiştir. Yapılan tetkikler sonucunda, genç kızın kan kanseri olduğu anlaşılır. Cemil yıkılmıştır. Gerçeği babasına da açıklayamaz. Bu arada çeşitli gerekçelerle bir fahişe, kendisinin oyuncu "hayaticik" olduğunu iddia eden bir uyuşturucu satıcısı, bir mafya patronu ve gösteri yapan bir memur aynı anda Cemil'in çalıştığı karakolda göz altına alınmıştır. Doktor, Cemil'e kızının mutlu edilmesi gerektiğini, hoşlandığı şeylerle uğraşmasının yaşayabilmesi için önemli olduğunu söylemiştir. Ruhunda suçluIara karşı acımasız, sert bir yaklaşımı olan adamın, diğer yandan kızına karşı çok sevecen, yumuşak bir yanı vardır. Cemil, Tatü'ye, kızının başrolünde oynayacağı bir Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler oyununu sahneye koymasını ister. Tatü, başka çaresi olmadığı için teklifi kabul etmiştir. Bu arada karakolun polisleri, sokaklardan tinerci çocuklarla çeşitli genç erkek ve kadınları oyundaki roller için toplarlar. Bu insanlardan, yedi cüceler dışında bir sonuç alınamaz. Bu arada prensi Deniz'le gözaltına alınan tinerci gencin canlandırmasına karar verirler. Kraliçeyi ise Deniz'in oynaması kararlaştırılmıştır. Bu arada memura da avcıyı oynamak düşmektedir. Cemil, kızına, hayatın sillesini yemiş bu gariban insanları, profesyonel tiyatro oyuncuları diye tanııtır. Karakolu bir tiyatro sahnesine çeviren ekip, sürekli provalar yapmaktadır. Bu arada Danyal, gerekli kostüm ve aksesuarları almıştır. Kızın bir vesileyle kanser olduğunu öğrenen ekip yarışmaya katılabilmek için var güçleriyle çalışmaktadır. Fakat baş komiser Selahattin'in hastaneden çıkması, ardından bir savcının aldığı ihbar üzerine karakolu basması işleri çığırından çıkarır. Bu arada ayağını çatlatan Deniz 'in yerine Danyal kraliçe olmuştur. Her şeye karşın yarışmaya katılmak için organizasyonun gerçekleştirildiği stüdyoya gelen ekibi burada da bir sürpriz bekler. Danyal ve avcı, Danyal'ın hasımları olan bir başka mafya grubu tarafından vurulurlar. Çaresiz kalan Cemil, kraliçe rolünü üstlenirken, babası ise avcı olur. Oyun sırasında stüdyo yüzlerce polis tarafından basılır. Cemil'in tutuklanmasını ve oyunun yarım kalmasını organizasyon yöneticisi önler. Cemil'in kızı. oyunun sonunda seyircilerin önünde ve canlı yayında ölür. Daha sonra cezasını tamamlayıp hapisten çıkan Cemil, terfi etmesine karşın görevine dönmez, eski suçlular, yeni Karakolu bir tiyatro sahnesine çeviren ekip, sürekli provalar yapmaktadır. Bu arada Danyal, gerekli kostüm ve aksesuarları almıştır. Kızın bir vesileyle kanser olduğunu öğrenen ekip yarışmaya katılabilmek için var güçleriyle çalışmaktadır. Fakat baş komiser Selahattin'in hastaneden çıkması, ardından bir savcının aldığı ihbar üzerine karakolu basması işleri çığırından çıkarır. Bu arada ayağını çatlatan Deniz 'in yerine Danyal kraliçe olmuştur. Her şeye karşın yarışmaya katılmak için organizasyonun gerçekleştirildiği stüdyoya gelen ekibi burada da bir sürpriz bekler. Danyal ve avcı, Danyal'ın hasımları olan bir başka mafya grubu tarafından vurulurlar. Çaresiz kalan Cemil, kraliçe rolünü üstlenirken, babası ise avcı olur. Oyun sırasında stüdyo yüzlerce polis tarafından basılır. Cemil'in tutuklanmasını ve oyunun yarım kalmasını organizasyon yöneticisi önler. Cemil'in kızı. oyunun sonunda seyircilerin önünde ve canlı yayında ölür. Daha sonra cezasını tamamlayıp hapisten çıkan Cemil, terfi etmesine karşın görevine dönmez, eski suçlular, yeni dostları olan tiyatrocu arkadaşlarıyla birlikte gider.

“Prof.Dr.Alim Şerif Onaran/Doç.Dr.Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması”

 ÖDÜL:

Nokta Dergisinin düzenlediği “Doruktakiler” seçiminde (2001)

► Sinan Çetin “yılın sinemacısı”

Akademi İstanbul’un seçiminde (2001)

► Kadir İnanır “yılın en başarılı sanatçısı”

4 Sinan Çetin, Türk sinemasının fenomen yönetmenlerinden. Sinema hakkındaki görüşleri, çoğunlukla ortalığı karıştıran ve aydın kimlikli sinemacılardan eleştiriler alan Çetin, kendine özgü yanlarıyla bildiğini okuyarak yoluna devam eden bir sinemacı. Reklam alanından iyi kazanarak sinema alanında da yatırımlar yapan yönetmen, aynı zamanda kendi filmlerinin ve başka yönetmenlerin filmlerinin de yapımcılığını yapıyor. Komiser Şekspir, Sinan Çetin'in kendine özgü yaklaşımıyla, yaşadığımız ülkedeki sorunları da gündeme getirdiği melodram kıvamında bir film.

Film sistemle vatandaş arasındaki ıstıraplı ilişkiye matrak gözle bakmayı çok seven Sinan Çetin'in, Beyoğlu'nun orta yerine kurularak anlattığı, absürd bir dil yakalamayı ve şartlanmaların, sloganların dışında hareket sahası bulmayı denediği bir masal. Mizahı da kafalara çakılmış karakol atmosferindeki kontrastlar ve diyaloglarla arıyor ama sonuç, Bay E kadar olmasa da, zayıf' (Canbazoğlu, Cumhuriyet, 16.02.2001).

4 Çetin'in zaman zaman senaryo yazmadan, film çekme alışkanlığı olduğu bilinen bir yanıdır. Bu film, her ne kadar bir senaryo ışığında çekilmiş olsa da, fillmin bütünlüğünü izlediğinizde kuşkuya kapılıyorsunuz. Biçimsel ve sinemanın gereksindiği teknik olanakları kullanma açılarından eksiği hissedilmeyen filmin, sanırım dramaturjik açıdan yaşadığı sorunlar gözardı edilebilecek gibi değil. Ele alınan tiplerin yüzeyselliği Tatü ve Danyal, kısmen Cemil dışında filmin gerçekle, gerçeküstü bir anlatırnın ekseninde gidip gelmesi ve mantık sınırlarını zorlayan bazı yaklaşımları yüzlerce polisin aslında kendisi de polis olan bir kişiyi ortada ciddi bir suç olmadığı halde tutuklamaya gitmesiSinan Çetin gibi deneyimli bir yönetmenin sineması hakkında sorular uyandırıyor. "Bu anlamda Çetin'e ağır eleştiriler yöneltmek anlamsız; canı film yapmak istemiş ve geldiği noktadan sistem ne derece 'derin' görünüyorsa onu anlatmış. Çetin için yine neden değil sonuç önemli" (Canbazoğlu, 16.02.2001).

4 Aslında belki de soruların oluşması da yersiz. Çünkü Sinan Çetin, popüler ilgiyi önemseyen ve bu bağlamda gerektiğinde kadraja girerek söylev çekmekten bile çekinmeyen bir yönetmen. Sinema hakkındaki yaklaşımları bilindiğinden ve seyredildikçe yeni bir şey görülmediğinden, elinde tuttuğu güçlü olanaklarla kendini ve seyircileri eğlendirmekten başka bir amacı olmadığını düşündürten bir yönetmen imajı çiziyor. Bu filmde önemli oyun yazarı William Sheakspear'i de ekzajare ederek, karakolun önüne pos bıyıklı bir heykelini diktiriyor. Filmde ele almaya çalıştığı, eleştirdiği kimi olumsuzluklar hakkında düşünmeye çağırırken bir yandan bu grotesk tavrı neresinden tutsan elinde kalacak bir anlayışı ortaya çıkarıyor. Filmden geriye Okan Bayülgen ve Özkan Uğur'un oyunculuğundan da başka bir şey kalmıyor.

4 Propaganda"yla başlayan süreçte Sinan Çetin devletbirey ilişkisini sorguladığı bir dönemece girdi. Hantal devlet bürokrasisi, vatandaşını dışlayan bir " yürütme" anlayışı, plansızca hayata geçirilen politikalar ve bu sistemin kraldan çok kralcı özneleri... Bu ay gösterime girecek filmi "Komser Şekspir"de ağır eleştirilerini yollamaya aynen devam ediyor Çetin. Prodüksiyon şirketi Plato Film'in "her derde deva" salonunda görüştüğümüz yönetmen her filmiyle olduğu gibi "Komser Şekspir"le de iddialı.

Leman yazarı Mesut Ceylan'ın bir öyküsünden yola çıkılarak kaleme alınan senaryo bir karakolun sert mizaçlı komiserinin, kızının kanser olduğunu öğrenince onun en büyük düşü uğruna kendisini adeta heba etmesini konu alıyor. Komiserin kızının en büyük düşü "Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler" masalından uyarlanan oyunda Prenses'i oynamak. Komiser burada devreye giriyor; kızı ve karakoldaki mahkumlardan oluşan bir oyuncu kadrosuyla "demir parmaklıklar arasında" provaları başlatıyor. Fakat "iş bilen" baş komiser ve savcı yüce karakolun böylesi bir şarlatanlığa (!) "sahne olmasını" hazmedemiyor. Ve oyunun engellenmesi için son perdeye kadar uğraş veriliyor.

Filmin senaryo yazarı Mesut Ceylan ile Sinan Çetin'in yollarının kesişmesi ise aslına bakılırsa ilgi çekici: "Plato'nun bahçesinden devamlı sinema geçer. Sinemacılar, kameramanlar, yazarlar geçer. Genç bir mizah yazarı, Mesut Ceylan" diyor Sinan Çetin. "On gün etrafımda dönüp dolaşıp bana bir şey anlatmaya çalıştı, bir türlü vakit bulup da dinleyemedim. Sonra 'Sen ne diyorsun, gel bakayım!' dedim, Plato'nun bahçesinin ağacının altında. 'Hocam bir cümle söyleyeceğim. O kadar.' 'Söyle' dedim. 'Bir karakolda Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler provası yapılsa komik olmaz mı?' dedi. 'Aa, güzel bir şey söylüyorsun anlat bakayım biraz' dedim. Birkaç tip anlattı. İzmarit içen bir tinerci anlattı." Öykü iyiydi ama birtakım değişiklikler yapmak da kaçınılmazdı. "Bu bir babaoğul hikayesiydi." diyor Çetin bununla ilgili olarak. "Yani baba, oğlunu televizyona çıkarmak istiyormuş. Biz babaoğul hikayesini Tevfik Başer'in katkısıyla babakız hikayesine çevirdik. Çünkü hiçbir çocuk cüce olmak istemeyecekti. Kız ancak Prenses olmak ister, özenilecek bir şey diye. Sonra Mustafa Altıoklar'ın katkısıyla çocuğu kanser yaptık. Ki baba'nın fedakarlığının altı çizilsin. İkisi de doğru katkılardı. Sonra senaryonun yazımında Müjde (Ar) ve Kemal Sunal'la birkaç toplantı yaptık, rahmetliyle: o oynayacaktı. Son anda onun 'Balalayka' tarihi denk geldiği için Ondan vazgeçip oyuncu arayışına düştük. O kadar çok kişiyi düşündük ki neredeyse bir ara ben mi oynasam, demeye başladım. Neyse ki Mustafanın, elimi tutmasıyla vazgeçtim. Kadir İnanır da o aralar başka bir şeyler için: gelip gidiyordu buraya. Burada dizi çekiyorlarmış. Sonradan Kadir'e kaldı. Kısmet. Çok da memnunum Kadir'e kalmasından. Çok iyi bir oyuncu olduğunu gördüm sonuçta. Zaten biliyordum. Ama Kadir İnanır şablonlarının dışına Çıkıp sert bir polisin, kızına karşı fedakarlık etme süreci içinde sertliğinin yumuşamasını gayet iyi canlandırdı."

Elbette, Çetin'in filmlerini belli bir senaryodan bağımsız çektiğini düşünürsek "Komser Şekspir" en fazla sadakat beslediği senaryo olmuş. "Senaryosuz çekmedim bu sefer. Tabii gene sette çok fazla doğaçlama yaptım. Selahattin Duman tipini koydum filme. Kenan'ı koydum. Bir sürü karakter sette çıktı. Selahattin baş komiser de senaryoda yoktu. Daha doğrusu Müjde Ar'ın katkısıyla eklendi. Ama genç yazar Mesut Ceylan'ın çok kabiliyetli bir yazar olduğunu setteki çalışma şevkinden de anlamış bulunduğum için mutlu oldum. Yani senaryo tarafında bir desteğim oldu. Mustafa'nın, Mesut'un, Müjde'nin, Tevfik'in.. Benim hep senaryo tarafım boştur. Kimseden yararlanamam, nedense. Yararlanmamak istediğimden değil. Hatta çok yararlanmak istediğim halde bir şey bulamam yararlanacak. Bu sefer en azından sette çok diyalog yazmak zorunda kalmadım." Sinan Çetin'in artık bir filme giriştiği zaman hiçbir masraftan kaçınmadığı ve seyirciye hak ettiği görselliği sunduğu herkesin malumu. Bu film için: çok fazla para harcadığını söyleyerek bir özeleştiriye girişmesine karşın: Türk izleyicisinin zevkine her zaman güvendiğini de saklamıyor. "Çekimi sürecinde filmi gerektiğinden daha fazla paraya malettim. Bundan dolayı kendime kızıyorum. Çünkü ben profesyonel bir yönetmen ve aynı zamanda yapımcıyım. Dekora hak etmediği kadar çok para harcadık. Prodüksiyona da öyle. Aslında ortadaki rakamı gördüğüm zaman sinirleniyorum.

 Masalsı Atmosfer Doğru Tercih

Filmin müziği Mazhar Alanson tarafından bestelenmiş. "Herşey Çok Güzel Olacak"ta çıkardığı iş de beğenilen Alanson bu sefer "Komser Şekspir"in sountrack'inin en önemli ismi olarak göze çarpıyor. Zira film için bestelediği şarkıyı da o seslendirecek. Bir filme başlarken daima ilk olarak Şener Şen'e  teklif götüren Çetin, onun senaryosuz çalışmama prensibinin bunu bir türlü mümkün kılmadığını belirtiyor: "Ben sinemanın profesyonel insanlar tarafından yapılması gerektiği kanısındayım. Profesyonel olmayan sinemacıylaprofesyonel olmayan oyuncuyla demek istemiyorum yani teknik ekiple çalışmak istemiyorum. Açıkçası bu filmde bütün oyuncular büyük bir aşkla ve sevgiyle oynadılar. Ben hayatımda hiçbir oyuncuyu Şener Şen hariç ikna etmek gibi zorluk yaşamadım. Bizim filmlerimiz onunda işe duyduğumuz saygıdan bir kalite garantisi olduğunu bildiği için bütün oyuncular zevkle çalışmayı kabul ettiler. Ama Şener Şen'le aramızda yıllara varan 'Sen senaryosuz film çekiyorsun, ben senaryolu oynayacağım' şeklinde devam eden, 'Çiçek Abbas'tan beri bir araya gelmek isteyip bir türlü gerçekleştiremediğimiz bir durum var" diyor. "Peki bu film için de ona bir teklif götürdünüz mü?" diye sorduğumda ise "Çok büyük sevgi duyduğum bir adam. Onunla 1015 yıl evvel 'Çiçek Abbas'ın setinde bulunmuş olmanın tadını, keyfini unutamıyorum. Dünyadaki her sete lazım Şener. O da beni sever. Fakat bir türlü Mesut Ceylan'ın yazdığı senaryoyu da beğendiremedim. Kimsenin yazdığı senaryoyu beğendiremiyorum Şener'e. Senaryo aşamasında 'Bu film benim stilim değil' dedi. Bence tam Şener Şen için yazılmış bir film bu, stil olarak. Fakat Kadir İnanır'dan da son derece memnunum."

Peki ya diğer oyuncular, diye sorduğumda ise her bir oyuncusu için ayrı bir görkemli sıfat bulmayı başarıyor Sinan Çetin. "Müjde zaten bir reji asistanı gibi çalıştı. Filme çok sahip çıktı. Müjde zaten sinemacı bir kızdır. Onu da özlemişim ben, 'Çirkinler de Sever'den beri ilk defa çalışıyoruz. Neredeyse 20 yıl olmuş.

Dışarıdan bakıldığı zaman Kadir'in sinemayla ilişkisi çok doğru algılanmıyor. Gerçek bir sinema işçisi. gerçek bir oyuncu. 1OO'ün üzerinde film çekmiş, kameranın nerede duracağını, kameraya ne kadar büyüklükte bakacağını neredeyse artık insiyaki bir şekilde yapıyor. Muhteşem bir aktör ve dışarıdan görüldüğü gibi 'Ben maçoyum, entari giymem' şeklinde bir diyalog olmadı aramızda. Okan çok tatlı bir çocuk. Harikaydı bu filmde. Özkan Uğur tanrının bir hediyesi, kendi gibi altın kalpli birini oynadı, altın kalpli mafya babasını.. Gazanfer Özcan bulunmaz bir nimet, bir aktör değil, dev bir insan. Kişiliğiyle, eğlencesiyle, esprileriyle... Şeker gibi bir kadroyla çalıştık. Pelin zaten kızım gibi."

"Propaganda" gösterime girdiğinde filmin en olumlu özelliklerinden birisi de görüntüleriydi. Fakat aynı zamanda hayat arkadaşı olan ve "Propaganda"nın görüntülerine de imza atan Rebeca Haas'ın görüntülerini "Komser Şekspir"de göremiyoruz. "Rebeca çok yorgundu" diyor Çetin. "Ama çok katkısı da oldu. Çünkü laboratuvar aşamasında o takip etti renkleri, filtreleri. Filmi asistanım Kamil çekti. Daha doğrusu onunla birlikte ben çektim" İzlediğinizde de fark edeceksiniz, filmde yoğun bir masalsı atmosfer söz konusu. Sözgelimi Türkiyede hiç olmayan bir karakol tasviri var. Çetin, bununla ilgili olarak Türk insanındaki karakol korkusunu anımsatıyor. "Zaten böyle sweet, funny, akide şekeri gibi bir film yapayım istedim. Çünkü bu karakolun sertliğinin anlatılan öyküyle kontrastlığının çıkması için zaten renklerde falan da bunu tercih ettim. Türkiye'deki mevcut karakolIarı asık suratlı hallerinden biraz çıkartmaya çalıştığımı da itiraf edeyim. İnsanımızda bir karakol korkusu vardır. 'Karakola düşmek' denir.

Uygar ülkelerde insanlar karakollara müracaat ederler. Problemlerini çözmek için başvururlar. Bizde 'düşmek'tir o. Karakola düşersin yani. Allah düşürmesin durumu vardır. Bu film de Türk polisinin kendisine dışarıdan bakmasını umarım sağlar. Çünkü Türk halkının devlet korkusu biraz da onlar aracılığıyla oluşuyor. Çok da sempatik bir devletmillet ilişkimiz olduğu da söylenemeyeceği için karakolda bir film çekmek her açıdan risk taşıyan bir iş. Solcu aydınlar açısından 'Karakol çok sempatik gösterilmiş' denebilir. Devlet açısından 'Biz daha sempatik karakollara sahibiz, bu karakol biraz sert' şeklinde algılanabilir. O yüzden riskli bir konuydu. Açıkçası filmin politik boyutunu öne çıkarmadan masalı atmosferin üstüne gittim ve bunu bilinçli yaptım. Sonuç olarak, Avrupa Birliği'ne giden yolda uygarlaşma, demokratikleşme, birey haklarının kollanması, birey. devlet ilişkisindeki uygar kriterlerin hayatımıza yerleşmesi konusunda filmin bence entelektüel anlamdaki önemi film gösterildikten sonra ortaya çıkacak. O yüzden bu konuda bir yönetmen olarak 'Şunu yaptım, bunu yaptım' şeklinde bir ukalalık yapmak istemem

 Kötü Türk Filminin Zararları

Sinan Çetin'in en önemli özelliklerinden birisi de her kazandığını sinemaya ve teknolojiye yatırması. Ama o bunun çok da abartılacak bir şey olmadığı kanısında. "Ben başka bir iş bilseydim onu yapardım" diyor, "Mesela borsadan anlasam borsaya yatırırdım. Ne bileyim? Başka bir işten daha çok para kazanacağımı bilsem ona yatırırdım. Ama ben sinemadan başka bir şey bilmiyorum. Fakat belki bunun bütün nedeni şu olabilir: yıllar evvel son derece kötü teknolojik koşullarda çalıştım ve teknoloji beni neredeyse verem etti. Yıllarca 'Allah'ım bu masalarda montaj mı yapılır!', 'Allah'ım bu negatifIer burada mı yıkanır' dedim. Bir kareyi dondurup üzerinden mat almak 15 günümüzü alırdı. Şimdi teknolojiye para yatırmamın tek nedeni bütün bu işleri kolaylaştırması. Yani kendi keyfim için yapıyorum. Bizim içeride şu anda 3 tane Avid'imiz var. Bu montaj masaları şu anda Los Angeles'ta da kulIanıIan masalar. Spielberg de orada montaj yapıyor. Avid'den daha çok gelişmiş bir makine aldık, Smoke dediğimiz. FIame 3D Animation seti ve Silicon Graphics setimiz var. Herkes de kullanmıyor aslında. Bütün bu teknolojiyi bir de bilmek lazım. Eski kuşak yönetmenler teknolojiden de yararlanamıyorlar nitekim, bilmedikleri için. "Burçin S. Yalçın Sinema D. Aralık 2000. Sayı: 69”

 FİLMİ İZLE