VİZONTELE (2000)
Yönetmen Yılmaz Erdoğan , Ömer Faruk Sorak Senaryo Yılmaz Erdoğan Görüntü Yönetmeni Ömer Faruk Sorak Müzik Kardeş Türküler Yapım BKM (Beşiktaş Kültür Merkezi) Necati Akpınar Sanat Yönetmeni: Yaşar Kartoğlu, Kurgu: Mustafa Preşeva, Yapım Asistanı: Neslihan Ateş, Yardımcı Yönetmen: Ali Taner Baltacı, Yönetmen Yardımcısı: Doğan Ümit Karaca, Kamera Asistanı: Hakan Dinçkuyucu, PostProdüksiyon: Ali Taner Baltacı, Set Amiri: Metin Güvercin, Laboratuar: Soho Images – London)
Oyuncular:
Yılmaz Erdoğan (Emin), Demet Akbağ (Sıti Ana), Cem Yılmaz (Fikri), Cezmi Baskın
(Latif), Salih Kalyon (Casim), Altan Erkekli (Nazmi), Bican Günalan (Sezgin),
Zeynep Tokuş (Asiye), Erdal Tosun (Şeyhmuz), Zerrin Sümer, Şebnem Dönmez
(Gülizar), Yeşim Salkım, İclal Aydın (Reyhan), Yaşar Akın, Şener Kökkaya
(Basri), Zerrin Sümer (Zerrin), Mesut Çakarlı (Rıfat), Tolga Çevik (Nazif),
Şafak Sezer (Veli), Tuncer Salman (Ahmet), Serhat Özcan (Engin) Yasemin Alkaya
(Gülşen), Erkan Can (Mela Hüseyin), Köksal Engür (Tekin), Betül Arım (İsmihal),
Sinan Bengier (Cevat), Yaşar Akın (İhsan), Can Kahraman, Caner Alkaya (İso),
Selahattin Taşdöğen (Simo), Meral Çetinkaya (Nevin), Yaşar Cemil Akın (İhsan),
Deniz Erdoğan (Cevdet, Serrtaç Demirtaş, Şahin Yaylı (Musto), Şenol Balı
(Yılmaz) , Sinan Kılıç (Aykut), Mustafa Şen,
Konu: Olaylar 1974 yılında Hakkari'nin
şirin bir kasabasında geçer. Hayat dolu kasaba sakinlerinin o yıllardaki tek
eğlencesi bahçe sinemasıdır. Yazlık sinema her gece dolup taşarken bazı aileler
de çoluk çocuk toplanıp evlerinin damlarından filmleri izlemektedirler. Kimi
çocuklar da ağaç dalları üzerinden ... O güne dek TV den ve TV yayınlarından
habersiz olan kasaba halkı birden heyecanla karışık bir paniğe kapılır. Devlet
yetkilileri, kasaba Belediye Başkanı'na bir TV vericisi teslim ettikten sonra
gitmişlerdir. İşte asıl sorun bundan sonra başlar. Ve TV aygıtını kim ve nasıl
çalıştıracaktır? Belediye Başkanı Nazmi Doğan (Altan Erkekli), hemen Deli
Emin'e (Yılmaz Erdoğan) haber gönderir. Deli Emin kasabada kendine özgü ilkel
buluşlarıyla radyo tamirciliği yapmaktadır. Bisikletiyle herkese yardıma koşan
Emin, Başkan'ın emriyle bu kez bu görevi de üzerine alır. Deli Emin'in yönlendirmesiyle
Başkan ve adamları, TV aygıtını ve diğer araç gereçleri bir kamyona yükleyip
dağlara tepelere tırmanırlar. Ama bir türlü televizyondan görüntü alamazlar. Bu
başarısızlık kasabalılar arasında alay konusu olmuştur. Her kafadan bir ses
çıkar. Kimine göre televizyon şeytan icadı", kimine göre kasabaya mutluluk
getirecek bir buluştur. Bahçe sinemasının işletmecisi (Cezmi Baskın) ise,
seyircilerini elinden kaçıracağı korkusuyla bu icada karşıdır. Deli Emin ve
Belediye Başkanı'nın inatçı gayretleri sonucu bu sihirli alet nihayet devreye
girip çalışmaya başlar. Ne var ki televizyondan aldıkları ilk haberle kasaba
halkının dünyaları kararacaktır: Başkan'ın askerdeki oğlu, Kıbrıs Harekatı
sırasında yaşamını yitirmiştir. Oğlunu kaybetmenin acısıyla sarsılan Belediye
Başkanı’nın eşi (Demet Akbağ), aileye uğursuzluk getiren aygıtı alıp dağlara
çıkar. Deli Emin'in kazdığı çukura, kasabalıların 'vizontele' adını verdikleri
aleti gömer
Not:
Yılmaz Erdoğan ve Ömer Faruk Sorak'ın ilk uzun metrajlı sinema filmi çalışmaları
ve "uçan kamera" (Flying Cam) tekniği, filmin bazı sahnelerinde ilk
kez uygulandı. Erdoğan'ın dedesine ve Gürdal Tosun'a adadığı
"Vizontele", "Eşkıya"dan (Yavuz Turgul) sonra üç bini aşan
seyirci sayısıyla son yılların en büyük gişe rekorunu kırdı. (Agâh Özgüç)
ÖDÜL:
38.
Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde (2001)
►
Altan Erkekli "en iyi erkek oyuncu"
►Demet
Akbağ (Yeşim Salkım'la birlikte) "en iyi kadın oyuncu"
Sadri
Alışık Ödülleri'nin seçiminde (2001)
►
Yılmaz Erdoğan "en iyi erkek oyuncu"
Marmara
Üniversitesi İletişim Fakültesİ'nin
►
"Zirvedekiler 2001" seçiminde
►
Vizontele "en beğenilen yerli film"
►
Kardeş Türküler Grubu "en beğenilen yerli film müziği".
4 Hay Allah! ... Vizontele'yi nasıl yazmalı?
Şimdiden Türk sinema tarihinde seyirci rekoru kıracağı belli olan bu filmi
yermeli mi, övmeli mi? Yerersek, yarınöbür gün fılmin getireceği bol parayla
verilecek gazete ilanlarında (şimdi mooda oldu ya!) "münafıklar, ukalalar,
halktan kopuk yazarlar" türünden nitelemeleri göze almalı mı? Ama bunlar boş
kaygılar. Öncelikle Vizontele'yi sevdim. Çok çok bayılmadım, ama sonuç olarak
sevdim. Ayrıca Yılmaz Erdoğan öylesine sempatik ve alçakgönüllü bir kişilik ki
... Film, bize televizyonun ilk günlerini anlatıyor. Hem de Doğu' da,
Hakkari'de... Burnundan kıl aldırmaz devlet memuru tavrıyla gerekli aygıtları
getirip, bilgi fılan vermeden köyün ortasına bırakıp giden TRT'cilerin ardından
bakakalan köy (TRT bu sahnelere biraz kızacak!), uyanık radyo tamircisi Deli
Emin'in çabalarıyla ilk TV yayınına kavuşuyor. Ve ilk ağızda bir çok şey
değişmeye başlıyor.
Film,
başta görkemli bir çekimle hemen seyircisini tavlıyor: siyahbeyaz bir filmin
oynadığı bir perdeden geriye kayan kamera, bizlere kentin tek eğlencesi olan
açık hava sinemasını ve orada toplanmış kalabalığı gösteriyor. Normal
seyircinin yanı sıra, ağaç dallarından veya damlardan izleyenleri de göstererek
... Böylece tartışılan bir konuya yanıt kendinden geliyor: bu ve benzeri nefis
sahneler için, kameraya gerekli her türden hareketi sağlayan (uçaktan ve
havadan) çekimlere harcanan paraya helal olsun! ...
Sonra
fılm biraz duraklıyor, ilginç kişiliklerine, kalabalık ve yetenekli oyuncu
kadrosuna karşıın, bır türlü beklenen akışı sağlayamıyor, bir tür skeçler
dizisi olarak temposuz kalıyor. Sona doğru yeniden tempo yakalanıyor. Hele o
beklenmedik ve seyirciyi şaşırtan, beni kendi adıma allakbullak eden hüzünlü ve
dramatik final. .. Geneldeki hafifliğiyle bağdaşmasa da, son derece etkili bir
finalle noktalanıyor film ...
Vizontele, TV gibi hayatımızı
son 30 yılda çok etkilemiş olan bir olaya uzaklardan, Doğu'dan gelen kişisel
bir bakış, çok başarılı bir tiyatro ve TV komedyeninin etrafına yine çok
baarılı ekibini toplayarak yaptığı sempatik ve sımsıcak bir ilk film. Belki
mükemmel değil, ama izlenmeyi ve üzerinde konuşulmaayı hak ediyor. Hoş geldin,
Yılmaz Erdoğan ... Sinemada da yolun açık olsun! ...
4
Yılmaz
Erdoğan, bu ilk ortak yönetmenlik denemesini, dedesi Necmi Erdoğan'la, kardeşim
dediği Gürdal Tosun'un anısına ithaf etmiş. Uzun mücadeleler sonrasında tiyatro
alanında elde ettiği başarı sonrasında Yılmaz Erdoğan, otobiyografik
bağlantıları olan öyküsünü sinemanın anlatım zenginliklerini kullanarak
işlemeyi tercih etmiş. Sahne sanatlarında oyuncu ve oyun yazarı olarak belli
bir başarıyı tutturan Erdoğan, elindeki araçların belki de kendini ifade etmede
yetersiz kaldığını düşünürek sinemayı da denemeye karar vermiş. Erdoğan, film
yapma gerekçesini ise şöyle açıklıyor: "Türkiye sinemasının bugün geldiği
yerrden çok hoşnut değildim. Temel dertlerimden birisi buydu. Bir de Türkiye'de
film yapanlarla seyircinin derdinin çoğu zaman bir olmadığını görüyordum. Aynı
sinemada, bir salonda bizim filmimiz oynuyor, bir salonda 100 milyon dolara
malolmuş Amerikan filmi. Bizim bu standartı yakalamamız lazımdı. Üstelik 100
milyon dolar harcamadan da bunu yakalayabileceğimizi düşündük ve sanıyorum
yakaladık"
İlk yönetmenlik denemesinde, sinema diline
yabancı olduğundan yönetmenliği paylaşmayı tercih etmiş. Görüntü yönetmenliği
geçmişinden gelen Ömer Faruk Sorak, aynı zamanda filmin görüntü yönetmenliğini
de üstlenmiş. Aslında Vizontele'de Erdoğan'ın filmin yaratım sürecinde
oyunculuk ve senaryoyu yazmak dışında, filmin yönetiminde büyük bir etkisi
olduğunu düşünmek zor. Ayrıca ilk filmde böyle bir etkinin ortaya çıkmasını
beklemek olanaklı da değil. Aslında Vizontele'nin sinema dilinin, ortak
yönetmen olan Ömer Faruk Sorak'ın görüntü yönetmenliğinden gelmesinden
kaynaklanan bazı aşırılıklar dışında iyi işlediği söylenebilir. Ama bir filmin,
sinema alanında önceden parlamış bir teknik malzemeyi (flying came) filmin
gerçekleşmesinde çok önemli bir yenilikmiş gibi sunmasının, aslında bir film
için zararlı da olabileceğini Vizontele'de görüyoruz. Amacımız teknoloji
düşmanlığı yapmak değil; ama teknolojik olanakları bir filmin anlatımında
zorunluluk olmadıkça kullanmak ya da ölçülü kullanmamak filmde yama gibi
durabileceği gibi, filme pozitif katkı da sağlamayabilir. Bunun dışında bir
filmin gereksindiği mekanları, atmosferi yaratabilmek için Van'ın Gevaş
ilçesinde büyük paralar harcanarak kurulan gerçekçi platolar, yakın
tarihimizden trajikomik özellikler taşıyan olaylara, sıkıcı olmayan mizahi bir
dille yaklaşma becerisi Vizontele'nin artı hanesine yazılacak özellikler.
Yılmaz Erdoğan'ı en az harcayıp en çok kazanmak konusunda ince hesap yapmadan
filmin gereksindiği koşulları oluşturması açısından takdir etmek gerekiyor.
(Aktuğ, Radikal, 16.10.2002:20).
4 Çok uzun süredir, 'biçim'in içerigin bu kadar önene geçtiği bir yerli film seyrettiğimi anımsamıyorum. Genellikle tam tersi olur, içerik önde gider, biçim yetersiz kalırdı. Vizontele yaratıcı ekibin televizyon ve komedi tiyatrosu alışkanlıkları nedeniyle skeç;ler halinde ilerliyor. Örneğin kasabanın tatlı palavracısı rolündeki Cem Yılmaz, her sahnesinde izleyenleri kahkahadan kırıp geçiriyor, Yımaz Erdoğan Deli Emin tiplemesinin hakkını abartıya kaçmadan veriyor, Altan Erkekli, Demet Akbag, Cezmi Basskm ve digerleri iyi performanslar sergiliyorlar. Yine de toplamda bir türlü yeterli etkiyi, sarsıcılığı sağlayamıyor 'Vizontele'. Bunun en büyük nedeni, sanırım filmin karakterlerin değil tiplemelerin üzerinden akması. “2493” Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 147
Tuncer Salman 'm başarıyla canlandırdığı,
Belediye Başkanı'nın işsiz güçsüz, içkici, sorumsuz oğlu sakallı Ahmet dışında,
ne temel ne de yan rollerde tek bir karaktere rastlayamıyoruz. Herkes,
tiplemeden ibaret. Yani, biraz Yeşilçam, biraz televizyon dizisi anlatım
kalıplarının, sinemanın teknik olanaklarıyla buluşmasından doğan bir film söz
konusu. Kasabadaki açık hava sineması sahibinin, yobaz din adamlarıyla aynı
safta, ilerlemeye, yani televizyona direnen kötü adam' olması gibi manidar
vurgulara da sahip 'Vizontele', her şeye karşın dileriz ki barındırdığı
'ilk'lere, seyirci sayısı rekorunu da ekler. (Tunca Arslan, Radikal g. 5.2. 2001)
4
Televizyon denen icatla tanışma sancıları
çeken küçük bir doğu kasabasında yaşanan trajikomik 'anlar'ı beyaz perdeye
taşıyan 'Vizontele', öyküyü tek parça halinde anlatmak yerine küçük
parçacıklara bölüp, herkesin özel hikayelerinden oluşan bir bütün haline
getiriyor. Böyle bir yaklaşım belli bölümlerinde devamlılık konusunda
sıkıntılara girmesine neden oluyor. Bu sıkıntıları aşmak içinse, Erdoğan ve
Sorak'ın başvurduğu yöntem, oyuncuların sırtına yüklenmekten geçiyor. Bizzat ve
Erdoğan ya da Cem Yılmaz gibi isimlerin, ellerine sazı alıp durumu kurtarma
çabaları giriyor devreye. "Flying Cam" tekniğinin varlığı ise, filmin
güldürü unsurları arasında kendine yer bulabilecek kadar komik. Bu tekniğin
kullanıldığı sahneler "alçak gönüllü" olunup da klasik kamera
teknikleriyle kotarılmaya çalışılsa, değerinden kaybetmek bir yana, çok daha
etkili görüntüler edinilebilirdi sanırız. Öte yandan 'Vizontele'ye kötü bir
film demek haksızlık olur. (Murat Özer, Haftalık Antrakt Sinema g, s.: 15, 09
Şubat 2001)
1970'lerde Hakkari'ye ilk televizyonun
geldiği günlerde geçiyor film, yani yazarı Yılmaz Erdoğan'ın çocukluğunda, onun
memleketinde. Doğunun bildik sorunlar yumağı içinde düşünmeye alıştığımız
yoksul doğu illerinden birisindeyizdir yine ama bu kez kimse orada yaşamaya
değer bir şey bulamadığı için büyük kente göçmeyi düşünmez. Bütün
olumsuzluklarına rağmen orada ve bir arada yaşamaktan mutludur insanlar. Günün
birinde önce televizyonun geleceği haberi sonra da televizyonun kendisi gelir
şehre. Televizyon uzağı yakın edecektir etmesine ama yakını da uzak
eyleyecektir hiç hesapta yokken. 2 milyon doları aşan bütçesinin sağladığı
teknik kalitesiyle, Yılmaz Erdoğan, Demet Akbağ, Altan Erkekli, Cem Yılmaz,
Zeynep Tokuş, Erkan Can gibi isimlerden oluşan zengin oyuncu kadrosuyla,
senaryosuyla ve hedefleriyle iddialı "Vizontele". Filmin iki
yönetmeniyle görüşmek üzere yapım ortaklarından Böcek Yapım'a gittiğimizde bu
iddianın heyecanıyla yorgunluğunu unutmuş keyifli bir ekiple karşılaştık. Hem
filmin ne kadar eğlenceli olabileceğine hem de çalışan ekibin ne kadar
eğlendiğine dair ipuçları veren kamera arkası görüntülerini izledikten sonra da
"Vizontele"yi konuştuk iki genç yönetmeniyle ama daha da öncesinden
başlayarak.
"Benim sinemayla ilgili amatör duygularım çok eskidir"
diyor Yılmaz Erdoğan. "Sinemanın büyüsünün kuşatmadığı insan yoktur
neredeyse zaten. Bizzat bu filmde anlattığım yıllarda kaptığım bir virüstür bu.
Yazlık sinema yıllarını anlatıyorum biraz. Artık bir film yapmak durumundayım
diyeli 45 yıl oluyor. Son iki yıl da zamanını kolladığımız bir dönemdi çünkü
ben Türkiye'de sağlıklı bir sinema endüstrisi ve sağlıklı bir yapımcı profili
olduğuna inanmıyorum. Dolayısıyla yapımcı da kendimiz olmak zorundayız. Türkiye'de
bir iş yaparken işin araçlarını da icat etmek gibi bir sorunumuz var. Üç dört
yılda hazırlandık, televizyondan parayı topladık. Allah razı olsun."
Gelelim şu iki yönetmen meselesine. Yılmaz
Erdoğan, Ömer Faruk Sorak'a filmi birlikte çekmeyi teklif ettikten sonra iki
yönetmenin ortak macerasına dönüşüyor "Vizontele". Filmin görüntü
yönetmenliğini de üstlenen Ömer Faruk Sorak daha önce "Asansör"
filminin görüntü yönetmenliğini yapmıştı. Yani "Vizontele" yönetmen
olarak ilk, görüntü yönetmeni olarak da ikinci uzun metraj çalışması. Yılmaz
Erdoğan'la aralarındaki işbirliği filmden önce "Sen Hiç Ateşböceği Gördün
mü?" oyununun barkovizyon çalışmalarıyla başlamış.
"Görünürde ben ve Ömer
bir araya gelmişiz gibi oysa bir araya gelen iki ekip var aslında" diyor
Erdoğan. "Böcek Yapım'la Beşiktaş Kültür Merkezi'nin bir ortaklığı söz
konusu. Daha önce birtakım işler yaptığımız için birbirini tanıyan ekiplerdik.
İki ekibin mayası o kadar iyi tuttu ki. Film yapmaya da öyle karar
verdik."
İki yönetmenin filmi birlikte
çekmeye karar vermelerinin sebeplerini merak ediyoruz ve ilk bakışta Ömer Faruk
Sorak'ın işin teknik kısmını üstleneceği bir işbölümü gibi görünen ortaklığın
hiç de göründüğü gibi olmadığını öğreniyoruz Yılmaz Erdoğan'dan.
Flying cam'i kendi ekibi geldi kullandı,
diğer kameraları da Ömer kullandı. Bu filmi tek başıma ben çekseydim görüntü
yönetmeni yine Ömer olacaktı ve aletleri yine o kullanacaktı. Önemli olan
teknikten önce bu filmin dili nasıl bir dil olmalı meselesidir. İşbölümü
kendiliğinden ortadaydı zaten. Ben senaryosunu yazmışım. Yapımcımız Necati
Akpınar. Benim için önemli olan oyuncu rejisiydi ve bu benim sorumluluğumdaydı.
Görüntü ve ışık meselesi Ömer'in uzmanlığı olduğu için onun sorumluluğundaydı.
Onun dışında filmin anlatım dilini biz sete gitmeden önce uzun geceler süren
ortak çalışmalarımız sonunda oluşturmuştuk. Filmin dilini beraber kurduk yani.
Bu sahneyi nasıl çekeriz diye birlikte düşündük. Ömer'in senaryoya çok ciddi
katkıları vardır, benim de görüntüye katkılarım olmuştur. Filmden sonra böyle
şeyler sorulacaktır, neresi Ömer'in neresi Yılmaz'ın diye ama bilmiyoruz
hakikaten. Ben Ömer'le çok iyi bir çalışma yapacağımızı düşündüğüm için bu işi
Ömer'e önerdim ama benim tahminimin de üstünde bir uyum oldu hakikaten."
İşleri arap saçına çevirip,
iki ekibi birbirine düşman etme riski de taşıyan iki yönetmenli bu çalışmayı
uyum içinde yürütmeyi başaran ekip için bu bir tesadüf değil. "Kimse bir
şeyleri kendi tarafına çekip götürmeyi düşünmedi" diyor Sorak. "Ayrı
ayrı ekipler iki fraksiyona dönüşebilirdi ama hiç böyle bir endişemiz yoktu.
Kimse bunların endişesiyle o sete gitmedi. Film şu masanın başında bitmişti.
Sete gidildiğinde hiç kimse ne yapacağını bilmez durumda değildi."
Ve şimdi
"Vizontele"yle başlayan üretimine devam etmesi planlanan bir şirket
kurulmuş durumda: BKM Film. "Biz bir tek film yapıp bu konuyu kapatmak
istemiyoruz." diyor Erdoğan. "BKM Film diye bir firma kurduk ve bu
firma filmler üretecek. Belki bundan sonraki filmi Ömer tek başına çekecek,
belki ben tek başıma çekeceğim ya da yine beraber çalışacağız ama sonuç olarak
BKM Film'in şu anda sa hip olduğu iki tane yönetmen var."
"Vizontele" Türkiye'nin en
pahalı prodüksiyonlarından biri. Telsim sponsorluğunda Van'ın Gevaş ilçesinde
çekilen filmin bütçesinin Bir milyon doları aştığını söylemiştik. Bu bütçenin
sunduğu teknik imkanlardan sonuna kadar yararlanan filmin görüntü ve ses
kalitesini, Avrupa standartlarında olduğu iddia ediliyor. Televizyondan
kazandığı paranın çoğunu bu filme yatıran Yılmaz Erdoğan ise bütçeden çok
filmin sahip olduğu zamanı önemsiyor. Örneğin filmin mekanla. rı bir ay süren
bir çalışmayla inşa edilmiş. Ayça Tar'ın kostüm çalışmaları ise bölgede yaptığı
araştırmalarla beraber 4,5 ayı bulmuş.
"Türkiye'nin en pahalı
filmi "Kurtuluş" falan gibi prodüksiyonların dışında tabii ama bence
mesele 2 milyon dolar meselesi değil," diyor Erdoğan. "Bir filmin en
büyük sermayesi sahip olduğu zamandır. Bizim filmimizde senaryoyu da bir tarafa
bırakırsan epey bir hazırlık süresi vardır. Mesela sanat yönetmenine kardeşim
yedi gün içinde bu seti kur denmedi. Yaşar Kartoğlu ekibiyle birlikte Mayıs
ayından itibaren çalışmaya başladı, gönlünün istediğince ve bence dünya
standardında bir iş çıkardı. Sinemada iyi bir şey yapmanın daha ucuz bir yolu
olsaydı biz de onu yapardık ama yok.
Doğu'nun
Öbür Yüzü,
Filmin merkezinde aynı evde
yaşayan feodal, büyük bir aile var. Belediye başkanı (Altan Erkekli), karısı
Siti Ana (Demet Akbağ), çocukları, gelinleri ve torunlarıyla bu büyük aile
merkezinde anlatılıyor hikaye. Bir de kasaba ve bu kasabada öne çıkan yaklaşık
20 karakter var filmde. Tabii, şehrin en tuhaf, en ayrıksı, en komik bulunan ve
belki de en zeki adamı olan radyocu Deli Emin'i de (Yılmaz Erdoğan) unutmamak
lazım.
Filmdeki bütün karakterler, birbirinden
ayrı çizilmiş, başı sonu hikayesi belli olan karakterlerdir," diyor
Erdoğan. "Mesela Cem Yılmaz'ın oynadığı Artiz Fikri karakteri var. Çok
eğlenceli bir adam. Filmi bir daha çeksek ben onu oynamak isterdim, öyle
eğlenceli bir rol. Sonra sinemacı Latif, onun oğlu Biçimsiz Veli, Manifaturacı
Cevdet ve filmimizin kuğusu Asiye var. Zeynep Tokuş'un oynadığı Asiye
filmimizin aşk simgesi." Film daha önce birçok filme konu olmuş doğu
illerinden birinde geçer ama bu kez mesele ne kan davası ne Kürt meselesi, ne
beşik kertmesi ne de göçtür. Erdoğan'a göre bunlar feodal kültürün içinden
alınıp işlene işlene suyu çıkarılmış şeylerdir ve işin kötüsü çoğu da gerçeği
yansıtmaz.
"Feodal kültür bu üç
cümleden ibaret değildir, içinde çok güzel şeyler de vardır. Bir kültüre tümden
karşı çıkmak ya da tümden savunmak hem aptallıktır, hem de faşizmdir. Kültür
dediğiniz şey çok canlı bir organizmadır. Sadece bir üretici neyi seçip anlatmak
istediğini iyi bilmelidir. Bizim derdimiz de zaten başka bir şey anlatmak ve bu
kIişeler içine düşmeden anlatmak. Çünkü ben meseleyi çok iyi biliyorum, benim
meselem. Ama sırf Hakkari'de doğdum diye değil, ben bilmediğim meseleyi
yazmayan birisiyim."
Böylece
bütün şehirlerarası yolculuklarının kabusu olan bir duygudan yola çıkar
hikayesini yazarken Yılmaz Erdoğan. "Bu duyguyu bildiğim halde her
seferinde yeniden düşünürüm. Bir dağ başından geçersin, dağın başında bir ışık
görürsün. Yahu burada nasıl yaşyor insanlar, dersin. Oysa o adam için dünyanın
en güzel yeridir orası eğer onun yurduysa..."
Hayat Hakikaten Futbola
Benzer
İşte tıpkı otobüsle geçerken dağ başında
gördüğümüz ışık kadar uzaktır bize hikayenin geçtiği yer. Günlük gazetelerin üç
gün sonra ulaşabildiği bir doğu ilidir burası ve Yılmaz Erdoğan'a göre asıl
mesele de budur işte. "Günlük gazete bir yere üç gün sonra gelirse ne
olur, bu önemli benim için" diyor. "Biz orada bir şeye şaşırdığımız
zaman büyük kenttekiler çoktan unutmuş oluyor, dediğimiz zaman bunun içinde
Kürt meselesine varana kadar bir sürü toplumsal sorun var aslında. Dil sorunu
falan nedenden çok sonuçtur. Biz hiç bunu tartışmıyoruz. Ben bununla
ilgilenmiyorum. Bu kadar ilkel bir konuyu konuşmam. Neredeyse bildiğimiz dili çıkarıp
üstüne damga basacak zihniyette insanlarla ben bunu tartışmam ama şunu
tartışırm, bu gazeteler üç gün sonra İstanbul'a gelseydi nasıl bir hayatınız
olurdu? Birinci cevap şudur: Çok mutsuz bir hayatımız olurdu. İkincisi de:
Hayır canım, o boktan haberleri de duymamış olurduk, hiç de fena olmazdı. Benim
tercihim de ikincisinden yanadır çünkü benim çocukluğum çok mutlu bir
çocukluktur. Evet benim doğduğum yerler zatürreden, hatta burada unutulmuş
hastalıklardan ölen çocukların diyarıydı ama ölüm her zaman neşesiz bir yer
yapmıyor bir coğrafyayı, çünkü ölüm eğer kaçınılmazsa ve çok sık rastlanıyorsa
onunla da alay etmeyi öğreniyorsun."
Ölümün sıradanlığına ya da başka acılara
rağmen bir arada ve o topraklarda yaşamaktan vazgeçmeyen insanlar var filmde.
"Kimse orada yaşamaya değer bir şey bulamadığı için büyük şehre göç etmeyi
düşünmüyor," diyor Ömer Faruk Sorak. "Orada başlıyor orada bitiyor
film. Üçkağıtçısının da karşısındakinin de orada ve bir arada yaşamaktan
aslında mutlu oldukları bir film." İşte burada memleket sevgisi giriyor
meseleye. Otobüsle geçerken orada nasıl yaşadığına şaştığımız dağın başındaki
adamın yaşadığı yeri güzel bulması gibi. ….."Güzellik kavramı tamamen
sevgiyle ilgili. Denizi sevmeyen biri için deniz manzarasının hiçbir anlamı yoktur.
Hakkari'ye dağ başı dersin, halbuki benim için dünyanın en güzel yeridir.
Memleket kavramı zaten böyle bir şey değil midir? İnsan memleketini niye sever?
Başka çaresi yoktur çünkü. Tanrı ona öyle bir şey veriyor. Bir şeyi ilk
gördüğün yer meselesidir biraz da memleket, yani hayatı ilk gördüğün yeri,
aslında hayatın kendisini seversin o vesileyle. Bunu neden önemsiyorum? Çünkü
genellikle Kürt illerinde herhangi bir film çekildiğinde oraya bakış açısı hep
dürbünledir. İstanbul'da oturup yazdığın senaryolarda orası çok zavallı, çok
çirkin, yoksul bir yerdir. Ben de diyorum ki hiç öyle değildir, çok güzeldir,
çok neşeli insanlar vardır, Kürtler dünyanın en geveze insanlardır. Yazılı dili
çok zayıf olan bir toplum konuşur. Dolayısıyla öyle susan çok zavallı
insanların filmi değil bu film. Çok eğlenceli bir film."
Yine de bu coğrafyanın hüzünlü
bir tarafı olduğu inkar edilemez. "Ben bir yazar olarak hiçbir zaman iki
duygudan birini seçen biri değilim, bunu artık seyirci biliyor," diyor
buna karşılık Erdoğan. "Birinden birini daha değerli bulan ya da onu öne
koyan birisi de değilim. Hüzün de benim için bazen çok çekici bir malzemedir
ama insani dozda. Mizahta yapmadığım esnaflığı hüzünde de yapmam. İnsanları
kanırtarak ağlatmak üzerine bir şey yapmam. Hayat ne kadarına izin verirse ya
da benim için ne kadarı güzelse o kadar olur çünkü benim peşinde koştuğum
sözcük budur güzel."
Günün
birinde devlet bu şehre televizyonu gönderiyor. Filmin ilk yarısında
televizyonun geleceği coğrafya anlatılıyor, ikinci yarısında ise televizyon
geldikten sonrası. Yılmaz Erdoğan burada televizyonu, teknolojiyi temsil eden
bir simge olarak kullanmış aslında.
Öyleyse sorun teknoloji değil
de kimlerin elinde nasıl kullanıldığı, öyle değil mi? Evet ama bu sadece
bireylerin yaptığı bir hata değil, dünyanın döngüsü bunun üzerine kurulu, çünkü
para orada. Uluslar arasında siyasi bir problem kalmadı çünkü siyaset de
anlamını yitirmiş durumda. Ben sana ne satıyorum, sen benden ne alıyorsun,
bütün mesele bu. Diyelim ki kalp krizine çare bulundu. Kalple ilgili o kadar
ilaç, makine üreten bir sektör var onların çok mu hoşuna gidecek acaba? Çok
komplocu bir teori olabilir ama ben böyle pek çok şeyin ortaya çıkarılmadığını
düşünüyorum ve kişisel olarak reddediyorum teknolojiyi. Cep telefonu da
televizyon da kullanıyorum ama bilinç olarak reddediyorum ve bu reddedişin bir
anlatımıdır aslında film. Bunu bir kez daha düşünelim diyorum."
Film
yapmayı düşünmeye başladığından beri çekilen bütün Türk filmlerini izlemiş
Erdoğan. Birçok noktada eksiklik gördüğü Türk sinemasının en güdük bulduğu
yanlarını üç noktada topluyor ve "Vizontele"ye de en çok bu üç
noktada güveniyor galiba. ."(Sabah Gazetesi Şengül Balıksırtı Ağustos
2003)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder