Powered By Blogger

15 Aralık 2022 Perşembe

 

YAZGI (2001) 


Senaryo ve Yönetmen: Zeki Demirkubuz, Görüntü Yönetmeni: Ali Utku Kurgu: Zeki Demirkubuz Sanat Yönetmeni: Bahar Evgin, Yapım: Mavi Filmcilik Ltd/ Zeki Demirkubuz

Oyuncular: Serdar Orçin, Zeynep Tokuş, Engin Günaydın, Demir Karahan. Feridun Koç, Necmi Aykar, Şehsuvar Aktaş

Konu: Yaşlı annesiyle birlikte oturmakta olan Musa Demircan, bir sabah işe gitmeden önce annesinin uyuya kaldığını düşünerek onu uyandırmaz. Musa, gümrük işlemleri yapan bir ofiste çalışmaktadır. Patronu Naim, işe geldiğinde kendisini çağırarak Musa'ya getirttiği dosyaları dikkatlice incelemesini ve akşama işlemlerini bitirmesini ister. Ofiste sekreter olan Sinem Arca ve büro işleriyle uğraşan Yavuz da çalışmaktadır. Sinem ve Yavuz mesai bitiminde ofisten çıkmasına karşın Musa, patronun verdiği işi bitirebilmek için geç saatlere kadar ofiste kalır. Musa eve döndüğünde evde ışık yanmamaktadır. Annesinin odasına gider:

Musa, yaşlı kadının ölmüş olduğunu anlar. Son derece tepkisiz hareket eden Musa, sanki annesi ölmemişçesine kendisine yaptığı sütlü kahveyi içerken televizyonda Türk filmi izlemektedir. Bu arada annesinin odasının kapısını kapatır Film izlerken gözü annesinin hırkasına, bir gece önce televizyon seyrederken yediği çekirdeklere takılır. Musa sabahleyin sızdığı kanepede uyanır. Annesinin odasına baktıktan sonra işe gider. Nerede kaldığını soran patronuna annesinin öldüğünü söyler. Patronu, Musa'ya cenaze işlerinde yardımcı olabilmek için birileriyle konuşmaya gider. Bir gün karşı dairede oturan Necati kesilen eline pansuman yapabilmek için Musa'dan sargı bezi ister. Musa'dan annesinin cenazesine gelemediği için özür diler. Necati esrarlı bir sigara içerken Musa'ya elinin kesilmesine neden olan olayı anlatır ve Musa'ya bir süredir birlikte yaşadığı ve kendisini aldattığına inandığı metresine nasıl bir ceza vermesi gerektiğini danışır. . Necati, Musa'dan metresine bir mektup yazması konusunda yardım ister. Musa, Necati'nin istediği mektubu yazar onunla vedalaşarak evine döner. Bir hafta sonu iş çıkışında Musa, Yavuz'un teklifini kabul eder ve birlikte sinemaya gitmek için çıkarlar. Musa yolda sinemaya gitmekten vazgeçtiğini Yavuz'a söyler. Yavuz üstelese de Musa eve gitmek istediğini söyler. Evde kalmaktan vazgeçen Musa, caddelerde dolaşmaya çıkar, vitrinlere bakar. Bu arada bir sinemanın afişlerine bakarken Sinem'le karşılaşır ve birlikte sinemaya girerler. Musa filmi izlerlerken Sinem'in bacaklarını okşamaya başlar. Genç kız direnir gibi görünse de karşı koymaz. Filmden sonra birlikte Musa'nın evine giderler.

Kudurmuşçasına kıza saldıran Musa'yı, Sinem daha ileri gitmemesi için uyarır. Ertesi sabah birlikte kahvaltı yaparlarken Sinem, Musa'ya annesinin ölümü üzerine sorular sorar. Musa herkes yakınlarının ölümüne biraz da sevinir dediğinde genç kız şaşırmıştır. Bu arada karşı daireden gelen sesler üzerine durumu soran Sinem'i, Musa karışık işler diye yanıtlar. Sinem, Musa'ya giderken kendisinden hoşlanıp hoşlanmadığını sorar. Bu arada Necati'nin metresiyle gelen polisler adamı karakola götürür. Karakoldan dönen Necati, Musa'ya uğrayıp mahkemede kendisine şahitlik yapıp yapamayacağını sorar. Sinem ertesi gün işyerinde telefonlar bağlanmıyor diyen Naim'e ters cevaplar verir. Naim işten çıkmadan önce Sinem'i konuşmak için ofisine çağırır. Naim yıllarca Sinem'i kandırarak onunla ilişki kurmuştur. Musa'nın evine gelen Sinem uzun süre onun gelmesini bekler. Musa geldiğinde Sinem onunla evlenmek istediğini söyler. Ertesi gün Naim henüz işe gelmemiştir. Karısı Nermin ofise gelerek Naim'in önceki gece eve gelmediğini söyler. Musa ve Sinem evlenmişlerdir. Bir akşam Necati onları ziyarete gelir ve hediye getirir. Metresinin kardeşlerinden korunmak için aldığı l4'lük Browning tabancayı Musa'ya gösterir. Sonraki iş gününde tahsilat işini bitirip eve erken dönen Musa, çıplak olarak uyumakta olan Sinem'i görür. Evden çıkarken vestiyerdeki pabuçlardan duş alan kişinin Naim olduğunu anlar. Yolda Necati'yle karşılaşan Musa, onunla bilardo oynar. Necati'nin metresinin erkek kardeşleri onları takip etmektedirler. Yolda yürürlerken Necati gençleri tahrik ederek kendine saldırmalarını sağlar. Gençlerden biri Necati'nin yüzünü yaralar, Musa ise Necati'nin silahıyla kaçan gençlere ateş eder. Patronu Naim, Musa'nın, oğluna bilgisayar için yardımcı olmasını rica eder. Patronun evinden ayrılan Musa, evine döndüğünde kapının açılmasını beklerken apartmana dolan bir gurup sivil polis tarafından yaka paça merkeze götürülür. Davayla ilgilenen savcı, Musa'yı sorguya çekerken özel yaşamıyla ilgili sorular sorar. Savcı, Necati'yle ilgili sorular sorarken onun pezevenk olduğunu söyler, annesinin ölümüyle de ilgili sorular sorar. Sorgu sırasında Musa'nın, patronunun karısı ve çocuklarını öldürmekten sanık olduğu anlaşılır. Musa'ya Baro tarafından bir avukat atanır. Avukat Musa'yı cezaevinde ziyaret ederek özellikle annesinin ölümüyle ilgili sorular sorar. Karısı, Musa'yı ziyarete gelir ve mahkeme başlayıncaya kadar bir yerlere gitmek istediğini söyler. Mahkeme Musa'nın idam edilmesine karar vermiştir. Bu arada patronu Naim Tuğlacı dört yıl sonra İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na başvurarak gönüllü ifade vermiş ve ifade arasında tuvalete giderek tabancayla intihar etmiştir. Bu gelişme üzerine İstanbul 5. Ağır Ceza Hakimlği'nden gelen yazı üzerine Musa'nın tutuksuz olarak yeniden yargılanmasına karar verilmiştir. Musa'nın yatmakta olduğu Amasya Ceza ve Tutukevi savcısı, Musa'ya merak etmese de gazeteden Naim'in itirafını okur. Savcı, Musa'nın suçsuz olduğu halde suçlamalara karşı kendisini savunmamasına bir anlam veremez ve neden böyle davrandığını ve tanrıya neden inanmadığını sorar. Savcı inançlı biridir ve merak etmesi yüzünden Musa'yla konuşarak neden bu kadar kayıtsız olduğunu anlamaya çalışır. Serbest bırakılan Musa İstanbul' a, evine döner. Kapıyı karısı Sinem açar. Sinem, Musa'ya sıcak bir şeyler hazırlamaya gittiğinde, Musa yan odada oynamakta olan küçük çocuğu görür. “Prof. Dr. Alim Şerif Onaran/Doç. Dr. Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 334

 ÖDÜL:

38. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde (0105 Ekim 2001)

► "en iyi 3. film",

► Zeki Demirkubuz "en iyi yönetmen",

► Bahar Evgin "en iyi sanat yönetmeni"

► Serdar Orçin "jüri özel ödülü"

13. Ankara Uluslararası Film Festivali'nde (26 Kasım09 Araalık 2001)

►Zeynep Tokuş "en iyi kadın oyuncu",

► Engin Günaydın "en iyi yardımcı erkek oyuncu"

► Serdar Orçin "en iyi umut veren yeni oyuncu"

9. Çasod (Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği'nin) seçiminde (Nisan 2002):

► Zeynep Tokuş "umut veren kadın oyuncu"
   ► Serdar Orçin "umut veren erkek oyuncu" 21. Uluslararası İstanbul Film Festivali'nde (2002):

► Zeki Demirkubuz "en iyi yönetmen"

"Yazgı" FibresciUluslararası Film Eleştirmenliği Birliği ödülü "en iyi film"

Sadri Alışık Oyuncu ve Onur Ödülleri'nde (2002):

► Serdar Orçin "umut veren oyuncu"

Orhon M. Arıburnu Ödülleri'nde (2002):

► "en iyi 3 filmden biri".

 & Yazgı, Zeki Demirkubuz'un "Karanlık' Üzerine Öyküler" üçlemesinin ilk filmidir. Yazar Albert Camus'nun "Yabancı" adlı eserinden esinlenerek öyküsü oluşturulan film, hayata kayıtsız ve tepkisiz olan Musa'nın öyküsünü anlatmaktadır. Musa duygusuz, sessiz ve içine kapanık, inançsız, yaşayan bir ölü gibi olan, hayatın zevkli ya da acı yanlarını uzaktan izleyen bir karakterdir. Düşüncelerindeki nihilizm bütün hayatına sinmiştir. Hayatına dair öğrendiğimiz iki tutkusu vardır: sütlü kahve ve Sinem'e duyduğu arzu. Musa, hapse girip, işlemediği bir suçla itham edildiği bir dönemde, bunun nedeni olan Sinem ziyarete geldiğinde tek ilgilendiği şey gömleğinin düğmesini açmasıdır. Hapis sonrası eve döndüğünde de Sinem'le yan yana oturduklarında yüzünde belirsiz bir gülümseme oluşmasına yol açan şey kadının açıılan bacağıdır. Musa'nın niye böyle kayıtsız bir kişiliğe sahip olduğunu filmden anlamak mümkün değildir. Yönetmenin filmlerinde karakterlerine kendilerini anlattırdığı sahnelere benzer bir sahne yoktur. Bu nedenle Musa'nın davranışlarının nedenini öğrenemeyiz. İçinde bulunduğu duygusal durumu çok az öğrendiğimiz ve seyirci ile karakteri yakınlaştıran bölüm ise filmin sonunda Musa'nın siyah fon üzerine söyledikleridir: "O an içimde bir şey kımıldar gibi oldu. Heyecanlanıp dinledim. Ama ruhum hala bomboştu." Kendi duygusuzluğundan rahatsız olduğunun işareti olan sözlerdir bunlar. Karakterin kendisi ile muhasebesi, olaylara yanıt araması gerekirken' filmde sadece duygusuzluğu resmedilmiştir. "Varoluşçu felsefenin etkilerini gösteren Yabancı' da Mersault 'denizgüneş ve ölüm' üçgeninde, içine duygularıyla girmediği, hep dışında kalarak gözlemlediği bir yaşamda 'varoluşçu bir sonsuz özgürlük' içerisinde yaşar. Yazgı, Yabancı'nın varoluşçu tanıklıklarını yüzeysel bir şekilde kopyalarken, (annenin ölümüne tepkisiz kalma, iş arkadaşı ile sadece tensel bir beraberlik yaşama, arkadaşı için gereksiz yere birini vurma, üstüne yıkılan suça itiraz etmeme..) Camus'deki ikincil anlamlar derinliğine (gözlemlerin zenginliği, Mersault'un kendine özgü varoluşsal mutluluğu, doğa ve insan ilişkileri) girmez. Yazgı, Yabancı'daki varoluşçu felsefeyi 'kendi anlam bütünlüğünden kopararak 'yüzeysel yönleriyle alır. ..

Yönetmen Musa'nın duygusuzluğunu resmederken betimleyici kamerasını kullanmıştır. İnsanlar onunla konuştuklarında etrafı seyretmektedir. Söylenenlere ilgisizdir. Onun öznelinden biz de kapanmayan kapılara, duvarlardaki resimlere, masalara, sandalyelere bakarız. En çok kullandığı söz "farketmez"dir. Hayatına giren, çıkan, müdahalede bulunan kişilere tepkisiz yaklaşmaktadır. Niye böyle olduğunu soran savcıya da şöyle yanıt verir: "Söyleyecek fazla bir şeyim yok. O yüzden susarım." Hiçliğe inanı§! Musa'nın tanrı inancını da yok etmiştir. Film içerisinde savcı ile konuşmalarında bu da sorgulanmaktadır. İnsanın içinde inanç olmadan yaşamasının mümkün olup olmadığının tartışıldığı görülmektedir. Musa'nın hazırlık soruşturmasında ve özellikle savcı ile yaptığı konuşmalarda karakterlerin fazla felsefi konuşmaları sahnelerin inandırıcılığını azaltmaktadır. Yönetmenin her şeyi diyaloglarla anlatmadaki ustalığı yine de sanki kendisi ile muhakeme yapıyormuş havasını silememiştir. "Karısının aldatmasına göz yumması ve annesinin ölümüne sevinmesi kadere inançsızlığını mı göstermektedir?" ya da "yaşamı arzularımız mı yönlendirmeli yoksa inançlarımız mı?" şeklindeki tartışmalar altları doldurulmadıkları için akıp giderler. Musa'nın sorgulamayan kişiliği tartışılan değerlerin anlamlarının da azalmasına neden olmaktadır. "Yabancı' da ana kahramanın suçlanış süreci ve yer yer kendi sözleriyle, yer yer iç monologlarla bunlara yanıt verişi romanın kimlik kartını oluşturur. Yabancı' da yargılanan ana kahraman değil egemen değerlerdir ve ana kahraman idealize edilmiş birisi değil toplumsal değerlere uzak yabancılaşmış onlara inanmayan, onlardan uzak olduğu için kendisini suçlamayan, bunun ezikliğini yaşamayan birisidir... yazgı'da... bunları yaşamayan, yer yer isyan etmeyen, hapiste kendisini ziyarete gelen insanın anlattıklarını dinlemeyen, bunun yerine gömleğinin düğmeleriyle ilgilenen 'bir kimlik' toplumsal değerleri sorgulamanın yerini almıştır."?

Bunda Zeki Demirkubuz'un karakter odaklı sinemasının etkisi bulunmaktadır. Toplum eleştirisini karakterlerin üzerinden yapmayı tercih eden yönetmenin, asıl kurtuluşun kötülükle geleceği yönündeki felsefesini her filminde işlediğini görmekteyiz. Karakterler bir biçimde kötüdürler ve suçları nedeni ile vicdanları onları rahatsız etmektedir. Bu nedenle de uzun sahnelerle kendilerini ve nedenlerini anlatırlar. Oysa Musa, kayıtsızlığı ile olanları izleyen birisidir. Kendi hayatına müdahalelerde bile seyreden pozisyonundadır. Kötü değildir. Ancak tepkisiz kalarak kendisini suçtan korumaktadır. Yazgı'da vicdan azabı çeken kişi patron Naim'dir. Suçunu başkasına attığı için çektiği azap onun sonunu getirmiştir. İnsan olmanın yükünü taşıyamayan karakterler için hayat hiç iyi geçmemektedir.

Yazgı' da yine ihanet eden kadındır ve bu ihaneti nedeni ile mutlu olamamış bir karakterdir. Yönetmenin kadın karakterleri en çok acıyı çeken ve ceza alan karakterlerdir. İnsanın basit doğası onu kötülükten alıkoyamamaktadır. Kötülük ve vicdan arasındaki muhasebe yönetmenin karakterlerinin acı çektikleri temel noktadır. Zeki Demirkubuz, Yazgı'da da kapanmayan kapı imgesini kullanmıştır. Kapı her sahnede önemli bir öznedir. Hareketsiz kamerası bu sefer daha hareketlidir. Betimleyici bir öğe olarak mekan tanımlanmasında kullanılmıştır. İç mekan yanında dış mekan da aynı ağırlıkta kullanılmıştır. Televizyon ve Türk filmlerinin sesi yine filmde kullanılan yönetmene özgü öğelerdendir. Hafif bir medya eleştirisi de bulunmaktadır. İnsanları tepkisizleştiren televizyonun sürekli kullanılışının dışında Musa'nın mahkemeye çıkacağı gün askerlerden birinin söylediği söz ilginçtir: "dışarısı kamera dolu. Akşam haberlerinde seyrederiz artık." İnsanı gerçekliğinden uzaklaştıran bir söz. Filmde müzik yoktur. Sadece kapanış jeneriğinde belli belirsiz duyulmaktadır. “Nigar Pösteki, “Yönetmen Sineması” syf, 87”

& "Yazgı"da hiç müzik yoktur. "İtiraf"da ise müzik sadece Harun'un gece gezmelerine eşlik eder. Yani kısa süren sahnelerde, son derece az ve işlevsel biçimde kullanır. Yönetmen, yine Bresson'a, Antonioni'ye ve birçok modern sanatçıya yakın biçimde, etkileyici giderek manipüle edici müzik kullanımına tümüyle sırt çevirir. Buna karşılık Demirkubuz, çeşitli seslerin kulllanımında son derece hassastır. Modern yaşaamın paranoyasını ve bunun ruhlarımızı çökertici yanını vermek için müzikten çok daha başka seslere başvurur. (Atilla Dorsay, "Demirkubuz'un dünyasına bir giriş denemesi", Sinema d., s.: 82, Şubat 2002)”

& Hayat karşısındaki davranışlarımızın, yargılarımızın, tavırlarımızın, 'absürdlüğünün' vurgulanarak sonunda 'nihilist bir çözümsüzlüğe' kapı açan bu Zeki Demirkubuz filmi, kolaycı seyircinin yer yer içini daraltırken kimine de ahlaka, suçluluğa, vicdana, inanca ilişkin kolay yanıtlanamayacak sorular sordurup kendisiyle yüzleşmesini sağlayan düşündürücü bir film. (Sungu Çapan, Cumhuriyet G., 16 Kasım 2001)

& "Yazgı" içinde yaşadığı akıl dışı toplumda olayların akışına müdahale etmeyerek 'ele geçirilmesine' izin vermeyen ve 'yalnızlığını' koruyarak aslında 'baş kaldıran' karakteri kusursuzca tanıtan sağlam öyküsüyle, son derece dürüst ve tutarlı bir film; yani Zeki Demirkubuz'un bu kirli ve iki yüzlü düzenle asla barışık olamayacağının yeni bir belgesi: Yalın bir anlatımın ayrıntılarla değer kazandığı "Yazgı"daki bir değerli de, sinema oyunculuğunun bazı zamanlar, örneğin "hiçliği" seyirciye yansıtırken ne kadar yüksek performans gerektirdiğini vurgulayan genç adam Serdar Orçin. (Ali Ulvi Uyanık, Haftalık Antrakt Sinema g., s.: 03, 1622 Kasım 2001)

& Senaryosu, Albert Camus'nün "Yabancı" adlı romanından esinlenerek yazılan Yazgı, iradesini kullanmayı red eden bir muhasebecinin öyküsünü anlatmaktadır. Gümrük Müdürlüğü'nde çalışan Musa, yaşamın boş ve saçma olduğuna inanmaktadır. Yaşamını değiştirmek için bir çaba harcamaz. Kendini olayların akışına bırakmıştır çünkü; her şeyin aynı kapıya çıktığını düşünmektedir.

Annesinin ölümü Musa'yı etkilemez. Onu sevmesine karşın, bu ölüm, içinde bir sevinç bile uyandırır. Kendi kendine karar vermek istemediği için hoşlanmadığı bir kızla sırf o istiyor diye evlenir. Oysa yaşadığı dünyada insanlar kaderlerini kendi güç ve iradeleriyle çizmektedirler.


Bir anne ile iki çocuğunun ölümünden sorumlu tutularak göz altına alınır. Ancak bu olaya da tepkisiz kalır. "Karanlık Üstüne Öyküler"in ilk filmi Yazgı nedeni olmaksızın kendini suçlu hisseden bir insanın öyküsüdür. "Bütün hayatım boyunca yaşadığım suçluluk duygusunu ama aynı zamanda imtiyazlılara ve gerçekte yalnızca imtiyaz isteyenlere duyduğum nefreti anlatmayı hep istiyordum (Zeki Demirkubuz (www.europeanfilmfestival.com”)

 & Musa'nın durumuna karşılık oluşturma çabası, figüratif olmayan bir tablooda, ısrarla ne anlatıldığını anlamaya dayalı bir irdelemeden farklı bir duygu. Yaabancılaşma, her türlü toplumsal yapıda, farklı katmanlar içinde, farklı boyutlarda olabilecek bir şey. Bu bağlamda bizimkisi gibi, toplumun neredeyse tüm fertlerinin yakın aile ilişkileri içinde yaşamayı sevdiği yapılarda, yabancılaşma olgusunun temellerinde de bazı bağlantılar gerekli gibi duruyor. Şüphesiz Yazgı'da, bu bağlamda ilişkiler yaratılmış, ama yönetmenin kendisi de sanki bir eksiklik hissetmişcesine bu duruma açıklık getirmek ister gibi filmin finalini kullanmak zorunda hissetmiş kendisini. Şüphesiz öze ilişkin bu saptamaların ötesinde, Demirkubuz teknik bazı aksaklıklarözellikle ses tasarımına ilişkindışında filmlerinde olgunlaşmış bir biçimi ve etkili bir sinema dilini kullanıyor. Yönetmen sinemanın en önemli plastik unsurları olan filmsel zaman ve mekan kullanımındaki becerisiyle, sadece beyazperdede gerçeklik taşıyan bir evren yaratmıyor, aynı zamanda yaşamımıza teğet geçen bir gerçekliğin de kıyısına taşıyor bizleri. Diğer yandan Demirkubuz'un Cannes Film Festivali'ne davet edilen 'İtiraf'ıyla birlikte 'Yazgı'nın da aynı festivale davet edildiğini, Jane Campion'un dışında daha önce başka hiçbir yönetmenin de Cannes Film Festivali'nde aynı yıl iki filmiyle temsil edilmediğini belirtmek gerekir. Festivalin Genel Sanat Yönetmeni Thierry Fremauk ise "İstanbul Festivali'nde FIPRESCI jürisinin hem 'Yazgı'yı hem de 'İtiraf'ı ödüllendirdiğini duyunca, yeniden düşündüm. Sonuç olarak, senaryosundan montajına dek her aşamada tek başına çalışan Zeki Demirkubuz’un bağımsız yaratıcı sinema örnekleri olan iki filmini birden”Belirli Bir Bakış’ta” göstermeye karar verdik, diyerek bu durumu açıklamış. (Basutçu, Radikal, 01.05.2002) “Prof. Dr. Alim Şerif Onaran/Doç. Dr. Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 336”

& Yazgı, çağdaş Türk sineması içinde gerçekten şaşırtıcı bir film. Normlara, standartlara, seyircinin, hatta eleştirmenlerin beklentilerine öylesine meydan okuyan bir duruşu var ki ... İtirafla birlikte, Zeki Demirkubuz'un, çok önemli bir çıkış gerçekleştirdiği ve alabildiğine kişisel ve öznel, ama o ölçüde de dikkatle, özenle yaklaşılması gereken cesur bir sinema yaptığı tartışılmaz. Yazgı açıkça belirttiği gibi (çoğu zaman bu tür uyarlamaların adı konulmaz nedense ... Albert Camus'nün ünlü eseri Yabancı'nın bir uyarlaması. Kısa, ama yoğun ve felsefi bir roman bu ...

 Çevresindeki her şeye, hatta kendi hayatına bile yabancılaşan bir adamın öyküsü, elbette sinema için kolay malzeme değil. Hatta Luchino Visconti bile bu çetin cevizle dişini kırmış ve yaptığı Marcello Mastroianni'li deneme, sanatçının en kötü filmi sayılarak neredeyse unutulmuştu.

Hiçbir şeye inanmayan, hiçbir değer tanımayan, annesinin ölümünün bile kılını kıpırdatmadığı, hatta kendi ölümüne bile ilgisiz bir insan kişiliği, duygusuz ve tepkisiz bir çağdaş nihilist, sanki donup kalmış bir garip yaratık ... Ama bu duygusuzluğu içinde sürekli eski Yeşilçam filmleri izliyor, sanki onlardaki aşırı duygusallıktan besleniyor. Dört yıl yattığı hapisten çıkar çıkmaz yaptığı şey, yine bir eski Yeşilçam filmi izlemek ...

Bu ilginç kişilik elbette Camus' den, ama aynı zamanda bizden izler taşıyor. Özellikle Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'ından ve Anayurt Oteli'nin kahramanı Zebercet'ten izler buldum, kendi adıma ... Demirkubuz, bu öyküye yakışır bir anlatım tutturmuş. Yani alabildiğine ekonomik, yansız, sanki kristal kadar soğuk. Hiç müzik kullanmamış, her şey çok yalın ve de işlevsel. Musa'nın hapisten çıkarken savcıyla yaptığı ve 10 dakikayı aşan tartışma ise seyircinin sabrıyla özellikle oynayan ve tiyatro estetiğiyle kotarılmış bir bölüm. Ama yönetmen, eğer hikayenin özündeki birçok düşünceyi ve kavramı açıklayan ve geliştiren bu tartışmayı gerekli buluyorsa, onu çeşitli oyunlara başvurmadan, kısaltıp özetlemeden vermesi en azından çok daha dürüst değil mi?

Sonuç olarak, tüm bu sadelikten kendine özgü bir bir güzellik fışkırıyor. Bu minimalist anlatım, bu yalın olma çabası, Bresson' dan Ozu'ya birçok ustanın üsluplarından izler taşıyor Oyuncuların tümü de çok iyiler. Ve krisstal kadar soğuk, ama kristal kadar güzel bu fılm, yeni Türk sinemasının ayrıksı bir zirvesi olarak, en azından has sinemaseverce izlenmeyi hak ediyor. “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 149”

 Bir İtalyan ve Türk ortak yapımı olan ve Boşnak yazar Mehmet Selimoviç'in '''Derviş ve Ölüm" ismiyle dilimize de çevrilen romanından sinemaya uyarlanan "Derviş", İtalyan yönetmen Alberto Rondalli'nin yönettiği ve senaryosunu yazdığı bir film. 1900'lerin başlarında Osmanlı toprağı olan bir kasabada yaşanan olayları anlatan film, bu olaylar bağlamında, Osmanlı taşrası ve Anadolu hakkında başarılı sayılabilecek bir mekan ve atmosfer duygusu oluştururken, diğer yandan dönem ve ilişkileri hakkında da yansıtmalarda bulunuyor. Bu bağlamda dönemin despotik yapısı, adaletin işlemesi açısından uygulanan keyfilikler dikkati çekiyor. Diğer yandan film varoluş olgusu üzerine yoğunlaşıyor. İnsanın ortaya çıkışından günümüze kadar milyonlarca insanı meşgul eden bir soruya da, filmde dinsel ve pragmatik karşılıklar üretiliyor

& "Baştan sona 'kaderci' bakış açısının hakim olduğu ... 'Derviş', özellikle ilk yarısındaki ısınma turlarında sıkıcılık tuzağına düşen bir film. Somasında da tempoyu arttırmıyor yönetmen, ama entrikanın belirginleşmesi ve kahramanımızın 'kötü' tarafının açığa çıkması, filmlik bir dinamizmin odağa yerleşmesine neden oluyor. Varoluşun yarattığı baskıyı tasavvufun doğrularıyla açıklamaya çalışan yönetmen Rondalli, insana özgü kimi gerçeklerin altını çizerken kolay hazmedilir bir yöntem seçmiyor" (Özer, Radikal, 17.12.2002:20).


 

ŞELLALE (2001) 


Senaryo ve Yönetmen: Semir Aslanyürek, Görüntü Yönetmeni: Hayk Kirakosyan, Müzik: Sunay Özgür, Yapım: Şellale Film  IFR / Yalçın Kılıç  Ezel Aka Kamera Asistanları: Mehmet Zengin, Eyüp Bor, 2. Kamera Asistanı: Serdar Güz, Şaryo: Ali Dervişoğlu, Kreyn Operatör Yrd.: Oktay Koçalan, Kurgu: Senat Preşeva, Mustafa Preşeva, Ses Teknisyeni: Burak Akbulut (Gramofon), Boom Operatörü: Halil Çığır (Gramofon), Işık Şefi: Kadir Yazıcı (Orion), Işık Asistanları: Engin Altıntaş, Levent Yiğit, Serdar Türkoğlu, Eyüp Taşçı, Cengiz Topuz, Mumin Balcı, Halil Demir, Bülent Bayraktar (Orion), Set Amiri: Adnan Aydın, Set Asistanları: Cüneyt Kayar, Hamdullah Erdoğan, Set Fotoğrafçısı: Serdar Aşkın, Özel Efektler: Özcan Yıldız, Emir Özer, Erman Yıldız, Çaycı: Hasan Demir, Set Görevlileri: Hasan Türkmen, Aytekin Rica, Emrah Türkmen, İbrahim Rica, Mehmet Rica, Mahmut Ünal, Gmkhan Büyükaşık, Serkan Genç, Serdal Genç, Şoförler: Sabit Kabaali, Ali Kartal, Hikmet Aslan, İskender Yüceşan, Tahir Kabaali, Ali Ezer, Mehmet Veznedar, Fehmi Uzun, Yunus Yücel, Ali Demir, Şemsettin Albak, Tevfik Çoban, Post Produksiyon Sorumlusu: Banu İmset, Murat Şenyüz, Film Laboratuarı: Sinefekt, Laboratuar Kontrol ve Program: Yusuf Özbek, Film Yıkama: Orhan Turgut, Ersan Gümüş, Ayhan Kısa, Negatif Kesim: Selâhattin Kısa, Burcu Doğanay, Renk Düzeltme: Yusuf Özbek, Film Baskı: Mustafa Koç, Murat Kendir, Görsel Efektler (Sinefekt): Kerem Kurdoğlu, Emre Aypar, Özgür Toparlı, Bülent Ergün, Merih Öztaylan, Yasemin Ülgen, Jenerik: Emre Aypar (Sinefekt), Jenerik Aktarma: IMAJ, Fregman Grafik Tasarımı: Özer Feyzioğlu, Ek laboratuar İşlemleri: Bavaria Bild &Tonbearttbeitung, Dolby Digital Miksaj Stüdyosu: Taylan Oğuz (İmaj), Ender Akay (Kedi), Dublaj: Prodüksiyon Amiri: Enis Özkul, Ahmet Kısacık (İstanbul), Prod. Ast (Antakya): Olcay Güven, Alp 1. Aksu, Başat Erengezgin, Prod. Ast.ları :(İstanbul) Eyüp Kırbaş, Türker Akkuş, Mekan Sorumlusu: Murat Pekin, 1. Yönetmen Yrd: Murat Şenöv, 2. Yönetmen Yrd.: Levent Kaçar, 3.Yönetmen Yrd.: İlksen Başarır, Devamlılık: Filiz Gülmez, Video Assisty: Elif Çakırlar, Oyuncu Seçimi: Harika Uygur, Barış Çakmak, Tuncay, Uğurlu, Sanat Yönetmeni: Levent Uysal, Set Dekorasyonu: Murat Çelebi, Ressam: Saim Dursun, Aksesuar Sorumlusu: Özgür Aslanyurt, Heykeltraş: Nurettin Bektaş, Set İnşası: Semir Güleryüz, Necmi Güleryüz, Hikmet Aslanyürek, Kostüm: Özlem Azkarpat, Terzi: Mediha Aslanyürek, Terzi Yrd: Arzu Aslanyürek, Makyaj: Semra Sarıkaya, Makyaj Ast: Aysel Aydın, Kuaför: Süheyla Büyükleyla, Kuaför Ast: Gözde Büyükleyla, Dublaj: Erkan Altınok, Seslendirenler: Sema Mağara (Madam Dumas), George Dounmergeus (Mösyö Dumas), Umut Özçorlu (Ayhan Öğretmen), Ses Tasarım: Ender Akay (Kedi), Müzik: Kedi Müzik Stüdyosu, Müzisyenler: Vurmalılar: Fahrettin Yarkın, Ferruh Yarkın, Yaylılar: Cihat Aşkın, Bahar Meriç, Aida Boydağ, Reyent Bölükbaşı, Fora Baltacıgil, Ney: A. Şenol Filiz, Ali Naci Gündoğdu, Klarnet: Toygun Sözen, Saz: Akın Eldes, Kaval (Semir Aslanyürek, Diğer Nefesliler: Selim Aslanyürek, Şarkılar: Sunay Özgür (Şellale Girişi – Rüya – Yol – Kaçma Halep Fahişesi – Süt Rüyası – Müze – Defne’nin Göz Pınarı – Postallı Süt  Deyyus), Tanıtım ve Dağıtım Sorumlusu: Serkan Çakarer, Grafik tasarım: Mucizeler Dükkanı, Basın ve Halkla İlişkiler: Bizim Stüdyo, Poster İllustrasyonu: Şahin Karakoç,

 Oyuncular: Hülya Koçyiğit (Semra), Tuncel Kurtiz (Kel Selim), Aykut Oray (Yusuf Usta), Ali Sürmeli (Süleyman), Eniz Aslanyürek (Küçük Cemal), Zuhal Tatlıcıoğlu ), Ege Aydan (Sarhoş Sami), Nurgül Yeşilçay (Nergis), Fikret Kuşkan (Yetişkin Cemal), Savaş Yurttaş (Münir Ağa), Can an Hoşgör (Cemile), Erdibç Olgaçlı (Okul Md. Aziz),Altay Özbek (Haydar), Ana Oyuncular: Ezel Akay (Kasap Callud), Turgut Yasalar (Mr. Johnson), Ali Naki Gündoğdu (Topal Habip), Mithat Öztürk (Müteahhit Bekir (Vecih Öztürk), Zeynep Bilgin (Nihal Öğretmen), Serkan Ercan (Laz jandarma), Güner Özkul (Azgın Anne), Ömer Cihangir (Muhtar), Semir Asalanyürek (Mösyö Dumas), Misafir Oyuncular: Hamdi Alkan (Sarhoş), Pelin Batu (Nihal), Donatella Piatti (Madam Dumas), Murat Şensoy (Turist), Abdo Konuksever, Ab dulkadir Mansuroğlu, Adil Helvacıoğlu, Ahmet Abacıgil, Ahmet Rica, Alaattin Bahar, Alaattin Doğruel, Ali Ateş, Ali Eskiocak, Ali Ezer, Ali Gezgin, Arman Kart, Aytekin Rica, Aziz Paklacı, Halil Şenyüz, Hanefi Koşar, Hasan Akdenmir, Hasan Duman, Hasan İşyer, Hasan Tatlıcı, Hayriye Yılmaz, Hikmet Aslanyürek, Leveny Kaçar, Levent Nur, Mahmut Sezer, Mahmut Şener, Mehmet Ali Çavuş, Sabri Doğan Yetişen, Salih Yener, Salih Zeki Boğa, Selim Aslanyürek, Semire Karabıyık, Serdar Çoban, Serpil Aslanyürek, Servet Miroğlu, Seval Dikkaya, Süleyman Yeşiltepe, Süreyya Çoban, Şakir Yıldızbaş, Tahsin Renda, Tansel Doğruel, Tarzan Şenol, Bekir Haliloğlu, Cemil Başıbüyük, Cem il Kaya, Dilara Coşkun, Ecem Uygun, Ender Özcan, Fatih Aslanyürek, Fizuli Caferof, Halil Bayraktar, Mehmet Alvanoğlu, Mehmet Konak, Mehmet Yiğit, Melek Aslanyürek, Mithat Aslanyürerk, Murat Tahhisoğlu, Müslim Kabadayı, Neşe Baykent, Nihat Yılmaz, Özcan oduncu, Özer Aslanyürek, Sabahat Aslanyürek, Turan Uçucu, Ufuk Duman, Vecdi Koçak, Yıldırım Ekşi, Yılmaz Büyükkasım, Yusuf Başıbüyük, Yusuf Çalışkan, Yusuf Yeşiltepe, Zemzem tatlıcıoğlu,

KONU: Olaylar 1960 yılında 27 Mayıs askeri müdahalesinden bir buçuk ay önce Antakya’da geçer. O günlerde Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik ve politik kriz, bir ailenin duygu ve mizah yüklü öyküsünde hayat bulur. Film, başarılı bir ressam olan Cemal’in memleketine geri dönmesi ve tüm hayatında iz bırakan çocukluk yıllarını anımsamasıyla başlar. O günlerde biri DP’li biri CHP’li olan babası ve amcası arasındaki sürekli çekişme ironik bir dille yansıtılırken arka planda Antakya’nın ünlü şelalesinin şiirsel öyküsü anlatılır.

Biri DP li, diğeri ise CHP li olan Cemal’in babası ile amcası arasında, farklı partilere mensup olmaktan kaynaklanan devamlı bir kavga vardır. İki kardeş birbirinin yüzünü bile görmemek için evlerinin bulunduğu ortak avluyu, yüksekçe bir duvar inşa ederek bölerler. Fakat bu duvar iki kardeşin birbirine sataşmalarını ve duvara merdiven dayayıp duvarın tepesinde birbirini hırpalamalarını engellemez...

Aile efradı arasındaki devamlı kavgalar, birbirini suçlamalar ve nedenini bilmedikleri nefret ironik bir dille anlatılırken, kasabalıların rüyalarını anlattıkları Harbiye Şelalesi'nin öyküsü, lirik bir şekilde araya girer. Kasabada şelaleye rüya anlatma geleneği mevcuttur, çünkü onların deyimiyle “rüyalar sadece akan suya anlatılır ve yorumları Yusuf Peygamber'e mahsustur”. Bu geleneğe bağlı olarak Cemal de kız kardeşi Şehra ile sık sık şelaleye giderek rüyalarını anlatır.

Kasabanın önemli kişiliklerinden birisi olan, Cemal’in çıraklığını yaptığı kasabanın berberi Kel Selim, I. Dünya Savaşı'nda Yemen’de savaşmış, gizli bir Stalin hayranıdır. Kel Selim’in her müşterisi için bir usturası vardır. Çalışırken devamlı olarak memleketteki kötü gidişatı, ABD'nin yaptığı Marshall yardımını, Kore’ye asker gönderilişini ve okullarda öğrencilere zorla içirilen, onun deyimiyle “Amerikalıların küçük çocuklarımızı aptallaştırmak için gönderdikleri eşek sütünü” eleştirir. Bu özelliklerinden dolayı Kel Selim, kasabada sevilen ve biraz da deli gözüyle bakılan birisidir.

Bir gün baraj yapmak için şelalenin ağzını genişletmeye kalkan bir inşaat ekibi, şelale ağzındaki kayaları dinamitleyince kayalar yarılır ve şelale suyunun önemli bir kısmı kaybolur. Bu olaya en çok kızanlardan biri Kel Selim'dir. Fakat bir daha rüya anlatamayacakları endişesiyle Küçük Cemal ile kız kardeşi Şehra da çok üzülmüşlerdir.

Ülkedeki karışık durumu anlatan 1 Mayıs bahar şenliğinde şelalenin azalan suyu içine oturup içki içip eğlenen tüm kasabanın kavgası filmin doruk noktasını teşkil eder. Hemen ardından bir stadyum inşaatında ustabaşı olan Cemal’in babası, iktidarın adamı olmasına rağmen ücret almak için yapılan direnişten dolayı gözaltına alınır. Cemal’in ailesi ise, içine düştükleri kavgalı dönemden ve o sırada gerçekleşen 27 Mayıs darbesinden çok daha derinden etkileneceklerdir

 

ÖDÜL:

34. SİYAD seçiminde (2002)

►"En İyi Görüntü Yönetmeni" (Haik Kirakosian) Sadri Alışık Oyuncu ve Onur Ödülleri (2002)
    ►" "En İyi Erkek Oyuncu" (Tuncel Kurtiz)
    1. Şile Büyülü Fener Film Festivali (2002)

► " "En İyi Görüntü Yönetmeni" (Haik Kirakosian),

► " "En İyi Erkek Karakter Oyuncusu" (Serkan Acar),

► " "En İyi Sanat Yönetmeni" (Levent Uysal).

 

& Türk sinemasında tuhaf şeyler oluyor. Çok farklı sanatçı kimlikleri taşıyan yönetmenler, eski Yeşilçam'dan da, bugünkü TV ünlüsü/ manken/tanıtım üçgenine dayalı ve ne pahasına olursa olsun popüler olmayı amaçlayan filmlerden de çok farklı şeyler yapıyorlar. Hepsi de başarılı oluyor denemez, olanların da başarı düzeyi tartışılır. Ama bu yenilenme ve çeşitlenme gözden kaçacak gibi değil..  

Eski Sovyetler Birliği'nde sinema okuyan, yıllar önce Vagon adlı Rusya'da çekilmiş filmini bayağı garipsediğimiz ve uzun zamandır yeni bir projenin peşinde olan Semir Aslanyürek'in filmi, sanırım Antakya'yla ilişkili kendi anılarına dayanıyor. Yönetmen bizlere, 1960 devriminin hemen öncesinde bir şelalenin hemen yakınındaki bir köyde yaşayan bir büyük ailenin ve de çevresindekilerin öyküsünü anlatıyor.

Filmin sonradan ressam olmuş kahramanı o günleri hatırlıyor. Böylece biri Demokrat, öbürü Halkçı oldukları için ölümüne düşman olan iki kardeşi, komünist, aynı zamanda saz şairi bir berberi, türlüçeşitli yolsuzlukların içindeki kasaptan muhtara çeşitli kişileri, şelale başında eski efsaneleri yad eden kadınları, ceberut bir okul müdürü ve ona karşı çıkan özgürlükçü öğretmenleri, filmi bir leitmotiv gibi baştan sona kateden ve elinde satır genç ve civelek karısını kovalayan bir deliyi, vb. kişileri izliyoruz. Bir de, kuşkusuz, tüm olanların odak noktasında, her şeyin onun gözlerinden verildiği küçük Cemal ve de kız kardeşi var. Semir Aslanyürek, tuhaf ve de oldukça yadırgatıcı bir kıvam tutturmaya çalışmış. Birlikte katıldığımız çeşitli panellerde Hollywood sinemasına olan nefretini adeta haykıran sanatçı, Amerikan tarzı bir dram anlayışına tümüyle sırtını çevirmiş. Filmde gerçek anlamda bir öyküden çok, küçük olaylar, renkli kişilikler, anılar ve izlenimler var.

Filmin genel havası, biraz eski Sovyet, özellikle de Gürcü komedilerini ve onlardaki Gogol'dan gelen bürokrasi ve eşraf eleştirisini anımsatıyor. Yönetmen bu güldürü tarzına, sürekli kavga eden, küfreden, sarhoş olan, türlü çeşitli kesici aletlerle kedileri, horozları, eşekleri ya da birbirlerini kovalayan gürültücü insanları da katarak, bir tür RusAkdeniz mizahı sentezi elde etmeye çalışıyor.

Yönetmen bu amacına yer yer ulaşıyor. Ama her zaman değil.. Ayrıca, örneğin şelale önündeki eğlence, Fikret Kuşkan'lı tüm açılış bölümü, müze gezisi gibi bölümlerde ustalığı beliriyor ve sineması çıtayı hemen yükseltiyor. Aslanyürek'in bir başarısı da oyuncu yönetimi. Tuncel Kurtiz ve Hülya Koçyiğit elbette çok iyiler. Ama kendi adıma, Ali Sürmeli ve hele Aykut Oray'ı bu kadar sağlam rollerde hiç görmemiştim.

Şellale (filmin iki “L” ile yazılması sanırım yerel telaffuzdan kaynaklanmış), çok farklı, seyri sabır ve özen isteyen, ama sonunda insanı ödüllendiren bir yapım, çok farklı duyarlılıklarla kotarılmış bir film ... “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 141”


FİLMİ İZLE 





 

 SON (2001) 


Yönetmen: Levent Kırca, Senaryo: Yaşar Arak, Müfit Can Saçıntı, Hüsnü Özçetin, Görüntü Yönetmeni: Ali Utku, Ertunç Şenkay Müzik: Yannis Saoulis Yapım: Hodri Meydan/Oya Başar Sanat Yönetmeni: Birol Yücel, Kurgu: Eren Teoman, Serdar Oğuz,

Oyuncular: Levent Kırca, Oya Başar, Sermin Hürmeriç, Hakan Altıner, Sümer Tilmaç, Atacan Arseven, Ali Sürmeli, Metin Serezli, Dursun Ali Sarıoğlu, Osman Nuri Ertan, Yaşar Akın, Gürdal Çeliköz, Ali Erkazan, Ali Demirel, Atilla Pakdemir, Savaş Tamer, Fahri Ünsal, Bülent Demir, Lâle Oraloğlu, Cüneyt Türe!, Dilek Türker, Gülgün Feyman, Can Ataklı, Serhan Ernak

Konu: Tilki Selim, içindeki heyecanı ve iş bulma ümidini yitirmemiş, Yeşilçam sinemasının her işi yapan tarzdaki elemanlarından biri olarak, dublörlük, figüranlık, set işçiliği gibi pek çok işi yapmaktadır. Son çalıştığı filmde, bir apartman dairesinin camını kırdıktan sonra gecikerek aşağı atladığı için, yönetmen tarafından parası verilmeden setten kovulmuştur. Kerem, sinema sektörünün örgütlendiği çevrelerde dolaşan ve bu sektörle ilişkisinin ne düzeyde olduğu anlaşılmayan, görüntü itibariyle güven uyundırsa da son derece üç kağıtçı, dolandırıcılığı yaşam tarzı haline getirmiş biridir. Yapımcıyönetmen olan Kamil Keserci, işlerinin kötü gitmesinden ve bir türlü istediği parayı kazanamamasından dolayı gırtlağına kadar borca batmış, kendisine olan güvenini kaybetmiş intihara eğilimli biridir. Nejla Fidan yaşamı boyunca hiç bir zaman star olamamış, ancak zengin işadamlarının metresi olmuştur. Birbirinden farklı yaşamları varmış gibi görünse de ortak noktaları tutunamamak olan bu insanları, Kerem'in yaptığı tezgahlar bir araya getirir. Kerem, intihar etmek üzere olan Kamil'in ofisine, onu kurtarmak için gelen Selim'in yardım çağrısıyla gelmiştir. Selim, Kamil'i hastaneye götürürken, o da hiç tanımadığı Kamil'in eşyalarını satmak için bir eskiciyle anlaşmak üzeredir. O sırada Kamil'i arayan ve ortak bir film yapma teklifinde bulunan Nejla'ya, kendisini Kamil'in ortağı olarak tanıtır ve film yapmak için bir araya gelmeye karar verirler. Nejla uzun süredir birlikte olduğu zengin iş adamı ve siyasete atılmak üzere olan Oral'a şantaj yaparak ondan çekeceği film için para sızdırmaya çalışmaktadır. Bu arada hastanede kendisine gelen Kamil, yeniden intihar etmeğe teşebbüs etse de Selim onu engeller. Kerem hastaneye Kamil'i ziyarete gelir. Başhekim tiyatro ve sanata düşkün biri olduğundan Kamil'in hastane masraflarını almaz. Bunun üzerine, Kerem, Kamil'e onun tüm hastane masraflarını ödediğini, karşılığında isterse şirketini kendisine devredebileceğini söyler. Anlaşmayı kabul etmek istemeyen Kamil'e ise Nejla Fidan ile yapacağı filmin yönetmenliğini teklif eder. Kerem'in aklı, Nejla Fidan'ın kendisine ortak yapımcı olarak teklif ettiği 75 milyara takılmış ve kadını kısa yoldan dolandırarak paraları ele geçirmenin planlarını yapmaktadır. Güvensiz ilişkilerin egemen olduğu bu dünyada yaşayan eski kurt Nejla'nın ise Kerem'e para kaptırmaya niyeti yoktur. İstediği koşulları sağlamadıkça ona tek kuruş vermeyeceğini söyler. Bu arada Kerem, sektörden tek tanıdığı Selim'e kendisine yardımcı olması için teklifte bulunur. Selim'in birlikte olduğu Suzan'ın çalıştığı Sarıyer'deki balıkçıdan birlikte dönerlerken bindikleri otobüsün şoförü olan Ferit Topaç'la tanışırlar. Ferit onlar sinemayla ilgili konuşurken yanlışlarını düzeltmiş ve bu konudaki bilgisiyle onları şaşırtmıştır. O da aslında gençliğinde sinemaya çok illgi duymuş, Ses dergisinin sinema oyuncusu yarışmasına katılmış, Ayhan Işık'ın ikinci olduğu yarışmada birinci olmuştur. Fakat babası hacı olduğu için onun oyuncu olmasını engellemiştir. Kerem, Nejla'nın ısrarla senaryo sorması karşısında ona bir film setinden çaldığı senaryoyu getirir. Film için aşağı yukarı her şey hazır hale gelmiştir. Senaryo vardır, oyuncular ise Nejla, Ferit ve Selim'dir. Selim ve Ferit'in baş erkek oyuncu için gereken türkü söyleme becerisi gösterememeleri üzerine sesi güzel olan bir dilenciyi de aralarına alarak oyuncu işini çözmüşlerdir. Filmi ise Kamil yönetecektir. Çekimler sırasında karşılaşılan bir dizi soruna karşın filmde epeyce yol almışlardır. Bu arada Nejla, ön ödeme dışında Kerem'e önemli bir para vermemiştir. Kerem'e güveni gelen Nejla ona 175 milyarlık bir çek yazar. Fakat çek karşılıksız çıkmış ve bu yüzden filmin çekimleri bitmek üzereyken yarım kalmıştır. Bu arada Selim'in arkadaşı Suzan'a göz koyan Kerem, kadını baştan çıkarmış

ve çekimler sırasında platonun ardiyesinde sevişirlerken Selim'e yakalanmışlardır. Son derece insancıl biri olan Selim aIdatılmayı hazmedemeyip, bir sahnede üzerinde patlatacağı fünyeleri abartarak yaralanmıştır. Çekin karşılıksız çıkması üzerine ve Oral'ın tutuklandığı haberini medyadan öğrenen Nejla, filmi satabiImek ve borçlardan kurtulabilmek için medya yöneticisi Haldun'la görüşmeye gider. Haldun filmi sahiplenebileceğini, fakat sadece borçlarını ödeyebileceğini ve onlara para vermeyeceğini söyler. Çareleri olmayan Nejla ve Kerem teklifi kabul etmiştir. Filmin montaj işlemleri bittikten sonra medya yöneticisi büyük bir gala düzenler. Gala'ya Kerem, Nejla, Ferit ve Suzan da katılırlar. Selim ise galaya tek başına koltuk değnekleriyle gelmiştir. Film, onların planlarının dışında, Haldun tarafından günün yükselen değerlerine uygun pek çok sahne eklenerek bitirilmiştir. Gala sonrasında Kerem, Nejla, Ferit, Suzan ve Selim birlikte yeni işler konuşabilmek için nöbetçi bir meyhaneye içmeye giderler. “Prof. Dr. Alim Şerif Onaran/Doç. Dr. Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 330”

Not: Levent Kırca'nın yönetmen olarak ilk uzun metrajlı sinema filmi çalışması.

& Levent Kırca, Türk tiyatrosunun ve mizahının önemli isimlerinden. Kırca, uzun yıllar emek verdiği oyunculuğun 'meyvelerini' televizyon programından topladı. Kırca ve ekibi yakın geçmişte, tiyatrodaki deneyimlerini teatral parodilerin yer aldığı "Olacak O Kadar" isimli televizyon programıyla medyanın önemli TV kanallarında sürdürdü ve sürdürmeye devam ediyor. Bu arada, özellikle başlangıç yıllarında aldığı önemli raitingle ve kazandığı paralarla, hem tiyatroya hem de sinemaya yatırım yaptı. Bu bağlamda 'Son', Kırca'nın 2 milyon dolara mal ettiği söylenen ve sinema macerasında yönetmen olarak çektiği ilk uzun metrajlı filmi. Son, Türk sinemasında zaman zaman denenen bir 'film içinde film' olarak gerçekleştirilmiş bir çalışma. Kırca, bir hayli abartılı yorumlasa da, 'Son' da, Türk sinemasının çalışma koşullarını yansıtmaya çalışmış. Ama bu yansıtma grotesk bir görünüm kazansa da, kuşkusuz gerçeklik payı taşıyor. Levent Kırca, sayıca çok olmasa da eleştirdiği koşulların içinde çalıştı ve "uzun zaman önce Orhan Aksoy'un 'Altın Şehir' (1978) ve Ertem Eğilmez'in 'Ne Olacak Şimdi' (1979) filmlerinde başrol oynadıktan sonra ekrana ağırlık vererek yıllarını 'en uzun süreli televizyon dizisi' 'Olacak O Kadar'a hasreden Kırca... sonunda sinema ve yönetmenlik sevdasını gerçekleştirmiş" (Sungu Çapan, Cumhuriyet, 18.01.2002).

Aslında meyve veren ağaç taşlanmaz mantığıyla genellikle herkesin olumladığı bir piyasada, Kırca mizahın kalkanına yaslanarak sinemamızın hali pür melaline eleştiri oklarını gönderiyor. Filmi izlerken eğer ülkemiz sinemasının üretilme koşullarına da tanıklık etmişseniz ağlanacak halimize gülmeden geçemiyorsunuz. Bununla birlikte Kırca'nın filmi 'Son',

tüm emek verilmiş ve para harcanmış görüntüsüne karşın 'Olacak O Kadar' çizgisinin dışına çıkamıyor, diğer bir deyişle sinemanın kulvarında koşamıyor. "Sinema sinemaya bakıyor konusunda yapılmış bir yığın film arasında kendine ite kaka bir yer bulabiliyor 'Son'. Ele aldığı konunun hassas noktalarını fazlasıyla kafasına takmadan ilerleyen yapım, sinema emekçilerine karşı bir tür saygı duruşu olma niyetinde. İyi bir çıkış noktası yakalamasına karşın, karakterlerin filme karşı olan tutkularının altyapıları yeterince çizilememiş, sahneler arasındaki bağlantı noktalarında belli sorunları var ve en önemlisi de fazlasıyla uzun tutulmuş bir film 'Son'... Mesaj verme kaygısının öyküyü didaktikleştirmesi, ana öykünün küçük bölümlerin buluşmasıyla oluşması ya da televizyonun sevdiği abartılı oyunculuk tarzını öne çıkması gibi handikapları var filmin" (Özer, Radikal, 15.01.2002). Diğer yandan filme harcanan para da karşılıksız kalmamış. Filmin 2002 yılının en çok seyredilen Türk filmi (737.006) olduğunu belirtmek gerekir (Aktuğ, Radikal 12.01.2003:21).

& Aslında Son özenli ışık tasarımı, düzgün çerçeveleri, diğer teknik ve estetik işlemleriyle dikkat çekiyor. Ama bu dikkatin filmin biçimi kadar, anlatım dilinde ve ne anlattığında da ortaya çıkması beklendiğinde aynı sonuçla karşılaşılmıyor. Günün, gündemin geçerli modalarına yönelen bir takım olmadık yerde ayrıntıya giren senaryosu ve montajı oldukça 'arızalı' 'Son'un Ali UtkuErtunç Şenkay imzalı görüntü üzerine, efektlerine,... Genelde 'Olacak O Kadar' izlerinin belirginleştiği, uzun süresinin de aleyhine çalıştığı filmde ... İstanbul'un iyi değerlendirildiği dış mekanlar başarılı, stüdyodaki çekimlerse Kırca'nın pratik becerisinin ürünü. Ancak abartılı ve salkım saçak bir çizgide ilerleyen, süresi oldukça uzun tutulmuş filmin dramatik kurgusu yeterince sağlam değil, anlatımının tutarlı bir bütünlüğe de eriştiği söylenemez" (Sungu Çapan, 18.01.2002). Dolayısıyla özel oluşturulmuş havuzda batmakta olan teknenin, burnunun havada asılı kalması gibi filmde havada kalıyor. Filmde akılda kalanların oyunculuk cephesinde ise, Hakan Altıner'in, Şermin Hürmeriç'in canlandırdığı karakterlerle, zaman zaman Levent Kırca'nın aşina olduğumuz karakterlerini yaratma becerisi ve gülümseten esprileri dikkat çekiyor. Anlaşılan Levent Kırca, 'Son'la içinde kalan sinema tutkusunu da gidermek, belki de sanat yaşamına nokta koymayı düşündüğünde arkasında kalıcı bir şeyler bırakmak istemiş. Ama bu sona, 'Son' değil de 'Başlangıç' demek daha uygun düşerdi. “Prof. Dr. Alim Şerif Onaran/Doç. Dr. Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 331”

& Levent Kırca sinemaya olan sevgisini hiç saklamadı. Yönetmenlik tutkusunu da... Yıllardır Türkiye'nin ulusal komedyeni statüsüne erişmiş olan ve halkımızın gönlünde apayrı bir yere sahip bulunan sanatçı, işte uzun emek ve uğraşlarla gerçekleştirdiği ilk filmiyle karşımızda ...

Doğrusu filme giderken kimi korkularım vardı. "Olacak O Kadar" hoş bir programdı, konsepti de ilginçti. Ama sinema o tür "skeçlerle yürüyen" bir anlatıma uygun değildi, bir sinema filmi, bütünlük taşımak ve eşsiz bir yapıt olmak zorundaydı. Bir TV dizisinin herhangi bir bölümü değil. Korkularımın önemli bölümünü giderdi film... Film boyunca şaşırdım, hayran oldum ve hayli güldüm. Şaşırdım: öncelikle, aslında bildik bir konuya ekibin getirdiği taze ve dinamik anlatıma... Yeşilçam'da (özellikle eski Yeşilçam'da) bir filmin yapılışı Üzerine bildiklerimiz ya da kestirdiklerimiz vardı. Üstelik, başarısız bir filmden, yapımcının allayıp pullayıp bir gişe şampiyonu çıkarması teması sinemada az işlenmemişti.

Kırca bu klasik konuya karşın, özgün bir fılm ortaya koymuştu. Beklenebileceği gibi skeçlere dayalı olmayan, ama yine de sık sık kendi içinde kusursuz komedi bölümlerinin sanki bir mozaik havası verdiği... Ve de hayran oldum: ömrü küçücük stüdyolarda dizi çekmekle geçen sanatçı, bu kez fırsat bulunca dış mekânlara kanatlanmış, İstanbul'u olağanüstü biçimde kullanarak, karşımıza sanki efsanevi bir masal kenti koymuştu.

Yer yer biraz da sıkıldım: çünkü film çok uzundu. Özellikle finale doğru biraz kısaltmak gerekiyor. Aslında üç buçuk saatlik asıl film korunup, ilerde birkaç bölümlük popüler bir TV dizisi haline getirilebilir. Ama, sinema filmi olarak, yapıt gerçekten de aşırı uzun duruyor ve kimi tekrarlar içeriyor.


Ama, doğrusu, hayli güldüm. Eski yıldız NecIa Fidan'in işadamı sevgilisinin parasıyla yeniden yıldız olma çabalarına, gariban figüran Selim'in cansiperane gayretlerine, anadan doğma üçkağıtçı Kerem'in manevralarına, müflis yönetmenyapımcı Kamil'in şaşırtıcı yönetmenliğine, eski 'kapak yıldızı' Ferid'in eksantrik davranışlarına ...


Kısacası Son, Kırca ve ekibi için iyi bir başlangıç. Oyun düzeyi (özellikle kadın oyuncular), görüntüleri ve müziği de birinci sınıf. Bu, eleştirmenin film ile seyirci arasına fazla girmemesi gereken kendine özgü yapımlardan... Bırakalım. Türk sinemaseveri bu filmi kendisi değerlendirsin ve tadına varsın. “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 138”


FİLMİ  İZLE 



 

O DA BENİ SEVİYOR (2001) 



Yönetmen: Barış Pirhasan, Senaryo: Gül Dirican, Barış Pirhasan, Görüntü Yönetmeni: Jürgen Jurges Müzik: Mare Nostrum, Ulaş Özdemir, Yapım: Filma Cass/Mine Vargı  Objektif Fim Studio (TürkMacar Ortak Yapımı) Sanat Yönetmeni: Mustafa Ziya Ülkenciler, Montaj: Adnan Elial, Işık Şefi: Hakkı Yazıcı, Montaj: Adnan Elial, Yardımcı Yapımcı: Yavuz Bayraktaroğlu, Ortak Yapımcı: Janos Rozsa, (Efes Pilsen Eurimages ve Kültür Bakanlığı Katkılarıyla )

Oyuncular: Lale Mansur (Saliha), Ece Ekşi (Esma), Luk Piyes (Hüseyin), Ayla Algan (Kerime), Ali Ökçelik (Şahin), Ayşe Nil Şamlıoğlu (Rabia), Cezmi Baskın (Rıza), Elif Can, Esin Aslan, Serra Yılmaz (Şefika), Şerif Sezer (Sabrina), Taner Birsel (Doğan), Esme Madra (Zeynep), Hale Akınlı (Fatma), Kemal İnci (Kemal), Uğur Polat (İbrahim), Tomris İncer (Arpin), Burak Sergen (Necmettin), Tuncel Kurtiz (Çeribaşı), Meri Israel (Asiye), Yunus Şirinsoy (Yunus), Meri İsrael, Yunus Şirinsoy, Özden Karabağ (Refika), Esin Aslan (Şirin), Tuncel Kurtiz (çeribaşı), Deniz Serin (Sedat), İsmet Aslan (Şakir), Hatice Yakar (Melek), Seher Barlak (Emine), Mine Vargı,

Konu: Esma'nın babası İbrahim, Kemal ve Doğan askerlik yıllarında ortak toprak almışlardır. Kemal ve Doğan toprağın olduğu bölgede yaşamaktadırlar Esma’yı Fatma ana karşılamıştır. Fatma ana Esma’yı kırda çalışmakta olan kadınların yanına götürür. Hepsi onu çok büyümüş bulur. Esma'nın çok sevdiği Kemal'in kız kardeşi Saliha da Malatya'ya gelmiştir. Saliha, kocasını terk etmiş ve üzgündür. Esma'nın annesi Selma, Kemal'in karısı Rabia'ya hediye olarak tencere göndermiştir. Başına buyruk geziyor diye Rabia'dan azar işiten Esma, Doğan'ın yeğeni Hüseyin ile karşılaşır. Hüseyin'in babası Cafer ölmüştür. Esra'nın tek dostu Saliha'nın yeğeni küçük Şahin'dir. Esma, Şahin'le birlikte Doğan'ın dükkanına gider. Oradan dönerken daha önce karşılaştığı Yunus başlarına tebelleş olur. Saliha, Hüseyin'in yazdığı mektup üzerine ortağı olduğu tarlaları satmak için Malatya'ya gelmiştir. Esma, Saliha'yı çok sevmektedir. Onun dik başlılığı ve cesareti kızı etkilemektedir. Saliha kaldığı odadaki çeyiz sandığından çıkardığı eşyaları Esma'ya giydirir. Esma'ya kocasıyla çekilmiş fotoğraflarını gösterip tanışma öykülerini anlatır. Aslında Saliha, Şefika'nın kocası Rıza'yla sözlüyken kocası Necmettin'e aşık olmuştur. Saliha ve Esma birbirlerine sırlarını anlatmaya başlamıştır. Aslında Necmettin ölmemiştir ve nerede olduğu belli değildir. Hüseyin, Esma ve Şahin'i hayvan pazarına götürür. Hüseyin, daha sonra Esma'yı Doğan'ın annesi Kerime Ana'nın evine götürür. Bir gece yaşlı bir adamın anlattığı masalları dinledikten sonra eve dönerlerken Esma'ya kızlar Alevililikle ilgili bilgiler verirler. Esma'nın kafasında ise Alevilik kızılbaşlığa eşittir. Doğan ve ailesi Alevidir. Esma bir gece Doğan ve Kerime Ana ile Cemevine gider. Orada Alevilerin ibadetini ve semah yapmalarını izler. Esma rüyasında sık sık sulara kapıldığını ve Hüseyin'in kendisini kurtardığını görmektedir. Uyku tutmayan kız dışarı çıktığında yakın bir yerde devrilmiş traktörüyle sarhoş olan Hüseyin'i bulur. Esma, Hüseyin'e yardım ederek onu evine götürür. Giderken mahçup bir tavırla Hüseyin'i öper ve kaçarak oradan uzaklaşır. Ertesi gün Saliha ve Esma, Fatma ananın evine giderler. Esma bir ara gizlice içeriye giderek Saliha'nın sandığındaki mektupları okurken Saliha odaya gelir. Saliha ona mektubu okutur. Mektubu Hüseyin yazmıştır ve Saliha' dan Ankara'ya okumaya gelmek istediğini ve yardım etmesini rica etmiştir. Saliha ve Hüseyin gizlice Ankara' da buluşmuştur. Bir süre sonra hep birlikte kırda buluşarak piknik yapar, yer, içer söylerler. Esma piknik sırasında Hüseyin'in Saliha'dan hoşlandığını anlamıştır. Bu arada Saliha'nın kocası Necmetttin gelmiştir. Necmettin, Saliha'nın yetkisi olmadığından toprağın satılması için Saliha'nın ağabeyi Kemal'le konuşmaya gelmiştir. Kocasına hınç dolu olan Saliha, adamla konuşurken onu bıçaklar. Bu arada Hüseyin'de Necmettin'e saldırmıştır. Saliha geri dönmeden önce Esma'ya haber gönderir ve onu son bir kez daha öper. Saliha gittikten sonra Hüseyin'in Saliha'nın resmini koyması için verdiği kalp şeklindeki kolyeyi Refika, Saliha'nın ona bıraktığını söyleyerek Esma'ya verir. Ailesini çağırtan Esma, kendisi için büyük değişimlere sahne olan Malatya yazını geride bırakarak evine döner . “Prof.Dr.Alim Şerif Onaran/Doç.Dr.Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 322

ÖDÜL:

13. Ankara Uluslararası Film Festivali'nde (2001)

► Adnan Elial "en iyi kurgu"

34. SİYAD (Sinema Yazarları Derneği'nin seçiminde (2002)

► Ece Ekşi "umut veren yeni sanatçı"

9. ÇASOD (Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği)nin seçiminde (2002)

► Ece Ekşi "umut veren yeni sanatçı"

Sadri Alışık Oyuncu ve Onur Ödülleri'nde (2002)

► Lale Mansur "en iyi kadın oyuncu"

. Şile Büyülü Fener Film Festivali'nde (2002)

► Ece Ekşi "en iyi kadın oyuncu"

5. Gökçeada Film Festivali'nde (2002)

► Ece Ekşi "en iyi kadın oyuncu"

Orhon M. Arıburnu ödüllerinde (2002)

► Lale Mansur "en iyi kadın oyuncu".

 & O da Beni Seviyor"da birlikte akan fazlasıyla öykü var. Film bir yandan Esma adlı bir kızın büyümesinin, genç kızlığa adım atmasının hikayesi. Bir yandan, bir "toprak satma" meselesi var. Alevilik, aile içindeki çekişmeler, bir akrabanın ani ölümü, bir kadının gizemli geçmişi... Hepsi, filmin bir şekilde temas ettiği öyküler. Ancak "O da Beni Seviyor" bir yandan da sanki bunların hiçbirinin filmi değil. Çünkü bu hikâyelerin hiçbiri diğerlerinden daha ön plana çıkmıyor ve (bu nedenle) herhangi biri tam anlamıyla "İşlenmiyor". (Uygar Şirin, Sinema d. sy. 79, Kasım 2001)

& "O da Beni Seviyor", sinemada bilmem kaç kez izlediğimiz ergenlik çağına adım atan kızın yaz tatili aşkı hikâyesini, turistik görüntülerle ama 'ruh' katamadan yinelemekte: Malatya yöresinin anlaşılamayan konuşmaları için altyazı bastırmak kimsenin aklına gelmedi mi acaba. (Ali Ulvi Uyanık, Haftalık Antrakt Sinema D, 26 Ekim1 Kasım 2001)

 

& O da Beni Seviyor", daha çok senaryo yazarlığıyla tanınan Barış Pirhasan'ın üçüncü filmi. Filmin senaryosunu Gül Dirican, Barış Pirhasan ile birlikte yazmış. Film, Gül Dirican'ın çocukluğundan izler taşıyan "Doğusunda Dut Ağacı" adlı öyküsünden uyarlanmış. Film, özellikle yalın sinema dili, estetik görüntüleri ve başarılı oyunculuklarıyla öne çıkıyor. Barış Pirhasan'ın, buluğ çağına girmekte olan, çocukluktan genç kızlığa geçen Esma'nın öyküsünü anlattığı filmin fonunda ise gerçekçi bir atmosfer betimlemesi ve 1970'lerin başarılı bir dönem yansıtması dikkati çekiyor.

Barış Pirhasan, filmini bir çocuğun gelişim aşamalarının ve tanıklıklarının üstüne inşa ederek seyirciyle bir empati kurmayı deniyor. Aslında filmin küçük Esma'nın bakış açısından anlatılması oldukça sancılı bir süreç sonunda gerçekleşmiş. Gül Dirican ve Barış Pirhasan, Mediterannean Film Institute'ün 2000 yılında düzenlediği workshop 'una katılmışlar. Dirican "o da Beni Seviyor 'un yalnızca küçük kızın bakış açısından anlatılmasına o süreçte karar verildi. Oradaki hocam bir gün herkesi bir kenara çekip 'Hepinizin öyküsü çalınabilir, ama bu kızınkini asla çalamazlar" diyerek bu sürece ışık tutuyor. Filmde çok başarılı bir oyunculuk sergileyen Ece Ekşi "12 yaşın duyarlığını, kırılganlığını inanılmaz bir sadelik ve içtenlikle aktarıyor" (Sayar, Cumhuriyet, 03.10.2002: 14).

& Pirhasan, üç arkadaşın dostluğunun yamacına yerleştirdiği bir öykü aracılığıyla ustaca, yaşadığı toplumun nabzını tutmaya, kollektif bilinçaltının ön yargılarını deşifre etmeye, yansıtmaya ve eleştirmeye soyunuyor. Bu bağlamda kadının yazgısı ve erkeğin kaypaklığı motifi, ülkemizin insanının baskın inanç kesimi Sünni mezhebiyle müslümanlığın diğer mezhebini temsil edilen Aleviliğin ayrımı, inançları ve ibadet şekilleriyle karşımıza getiriliyor. "Kadınlar ve erkeklerin yan yana dua ettiklerini, ilahileri hep bir ağızdan okuyup, hep bir ağızdan türküler söylediklerini, dans ettiklerini görmek, ferahlatabilir içinizi. Belki Türkiye'nin, bunca şeriat yatırımlarına, bunca bağnazlık ve cehalet okullarına, tarikatların ve Kuran kurslarının hipnoz seanslarında yıkanan beyin ordularına rağmen, niçin halil irticanın kucağına düşmediğini de anlayabilirsiniz" (Mine Kırıkkanat Radikal, 28.10.2001). Temelde daha açık görüşlü izlenimi veren bir ailenin çocuğunun bilinçaltında bile Aleviliğin "kızılbaşlıkla" özdeş olması ve bu önyargılı yaklaşımların yansıtılması filmin artılarını oluşturuyor. Bu artıları hakettiren öge ise sinemanın bir görüntü dili olduğu gerçeğini unutmadan, didaktizme kaçmadan naif bir öykünün yörüngesinde işlenmesi başarısını göstermesinde yatıyor. Bu yanıyla 'O da Beni Seviyor', başarılı bir sinema yapıtına dönüşüyor ve izleyicisine farklı yörelerin, yerel kültürel ilişkilerin esintilerini paylaşma fırsatını vermekle yetinmeyip, filmin ele aldığı öykü, tema hakkında düşünme paratiği de oluşturuyor. Barış Pirhasan filminde ele aldığı farklı kültürel ilişkiler ve filminin amacı hakkında şunları söylüyor: "Ayrı kültürlerin olduğu yerde çatışma da olur bunda şaşılacak bir şey yok. Eğer kaynaştırıp tek bir isim altında toplamazsanız bu zenginlik olur. Eğer bir Ermeni ezgi si duyup da ona 'yok canım bu Anadolu mozaiği' derseniz orada bir aldatmaca, bir yutturmaca vardır. Bu filmde herkesin kültürünün adının konması benim için zenginliği işaret ediyor. Bu kültürlerin dostluğunu görüp 'ne güzel' demek mümkün ama Anadolu'da bu güzel yaşamların yanı sıra aynı insanlar için acılar, sert tutumlar da söz konusu. Film, AleviSünni insanlarının dostluğunu yansıtırken yalan söylemiyor, ama tümüyle gerçeği de vermiyor. Gerçek yaşam son derece sert koşullarda sürüyor. Ben bu filmi kötü giden yaşamların üstünü örtrmek için değil tersine Sivas, Kahramanmaraş olayları gibi acıyla hatırladığımız olayları daha da üzüntüyle hatırlamak için yaptım" (Koçoğlu, Cumhuriyet, 16.10.2001:15).

& Filmin oluşturduğu düşünme süreci bir dönüşümün oluşmasına, ön yargıların yerini hoşgörüye bırakma sürecine de hizmet edebilir. Bu süreçte insana daair küçük öykülerin, özlemlerin, zaafların ve insani ilişki şekillerinin ortaya konulmasının payı olduğu kadar, aynı zamanda Barış Pirhasan'ın aydın kimliğini duyarlığıyla birleştirerek yarattığı sinema dilinin de etkili olduğunun altını çizmekte fayda var . “Prof. Dr. Alim Şerif Onaran/Doç. Dr. Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 324”

& Son Antalya Şenliği'nin bende en çok düş kırıklığı yaratan filmi... Düş kırıklığı, çünkü gerçekten iyi bir film bekliyordum. Barış Pirhasan'ın bizde bir türlü değeri anlaşılmamış bir yönetmen olduğunu, önceki filmleri Küçük Balıklar Üzerine Bir Masal ve Usta Beni Öldürsene'nin yeterince anlaşılmadığını, kısa filmi Gül ve Adem'in alanında bir başyapıt olduğunu düşünüyordum.

O da Beni Seviyor, bu beklentiler ışığında benim için bir şok oldu. Olumsuz anlamda bir şok ... Bu film ne anlatıyor, niçin anlatıyor, nasıl anlatıyor sorularına da bir türlü yanıt veremedim Gül Dirican'ın, 1970'lerin Malatya'sında 13 yaşlarındaki bir genç kızın duygusal uyanışı ve hayatı, bu arada aşkı ve 'aşk ıstıraplarını' tanıması üzerine metni, kendisi için çok özel ve önemli anılara dayanabilir. Ama bu temanın sinemada, tıpkı edebiyatta olduğu gibi, ne kadar çok işlenmiş olduğunu düşünün... Bu senaryo acaba 'genç kız kalbi" denebilecek alana hangi yenilik getiriyor?


Yenilik belki şurada hikaye belli bir döneme, coğrafya ve kültüre yerleştirilmiş. Bu kültür de hikaye kahramanlarının mensup olduğu Aleviler çevresi. Pirhasan kimi güzel ve etkileyici bölümlerde Alevi inançlarına, törenlerine, geleneklerine değiniyor. Bu sahneler ilginç, öğretici, belgesel kıvamında...

Ne yazık ki dramatik yapı hiç yürümüyor, adeta yok. Senaryo kısır, tekdüze, sinemaya uygun değil. Filmde hemen hiçbir sinemasal kıvılcım ve canlılık yok. Bu bir "ağırlık" sorunu değil. Festivalde veya beyazperdede kimi zaman çok daha ağır tempolu filmler izliyor, ama merakla perdeye bağlanıyoruz. Bu filmdeyse hiç yürümeyen bir şeyler var. Ayrıca müziği, film müziğinden başka her şeye benziyor. Ünlü ve ödüllü Jurgen Jürges'in kamerası bile bu kez tam hedeften vuramamış.

Geriye oyuncular kalıyor. Kendi adıma gerek perdedeki fiziğini, gerekse oyununu çok beğendiğim Lale Mansur'u sinemada izlemek her zaman keyifli. Keşke onu daha çok filmde görebilsek... Antalya' da bir 'özel ödül' alan Ece Ekşi ve Luk Piyes de sinemamızın yeni kazançları. Ama işte o kadar... Antalya'daki ikinciliğine karşın, bu filmi, kendi adıma iyi niyetli, kimi iyi şeyler barındıran, ama sonuç olarak hiç başarılamamış bir film olarak görmeme izin verilsin ... “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 124

& İlk Adımlar: 'Sinemaya senaryo yazarlığıyla girdim. Senaryo yazarlığına da garip bir şekilde aslında yine burada, Filmacas'ta başlamıştım. 1983 yılı, asker dönüşü işsizdim ve Ömer Vargı aradı, bir senaryo yazmak isteyip istemeyeceğimi sordu. Ben de yazarım dedim. 'Badi' diye bir film var, 'E.T.' adaptasyonu. Zafer Par çekecekti. Onun senaryosunu yazdım; böylece fiilen başlamış oldum ama emin değildim bu işte yürüyeceğime. Sonra o senaryo macerasından memnun kaldılar ve Şerif Gören'le ortaklar o sıra benden yazmış olduğu bir senaryoyu elden geçirmemi istedi. Tam senaristlik değil yani... 'Güneşin Tutulduğu Gün' diye bir senaryoydu. Onda anlaşamadık bir türlü, o olmadı. Ondan sonra Atıf Yılmaz, Ömer Kavur bizim yakınlarımızdaydı zaten. 'Hadi bizimle bir şey yap' dedi Ömer. Sonra onunla birlikte oturduk, 'Körebe'yi yazdık. Daha sonra 'Amansız Yol' da birlikte çalıştık. Böylece senarist olarak buldum kendimi. Ondan sonra Atıf Yılmaz'la 'Adı Vasfiye'yi yapınca iş iyice ciddiye bindi. Atıf Yılmaz'la 'Adı Vasfiye'den sonra 'Ahhh! Belinda', 'Asiye Nasıl Kurtulur?', 'Değirmen', 'Kadının Adı Yok', 'Bekle Dedim Gölgeye'... Altı tane filmde çalıştık birlikte. Sonra '88 yılı falandı. Atıf Yılmaz ve Müjde Ar kendin film çekmek istemez misin, dediler. Onun üzerine 'Küçük Balıklar üzerine Bir Masal'ı yazdım. Onun çekim süreci içinde de bu işi artık iyice ciddiye alıp bir sinema okuluna gitmeye karar verdim. İngiltere'de National Film School'a girdim. O süreç içinde bir senaryo, kısa filimler yazdım. ; O okulu bitirme filmi olarak hazırladığım senaryoyu da daha sonra 'Usta Beni Öldürsene' adıyla çektim. O filmi bitirdikten beş yıl sonra da 'O da Beni Seviyor'u yapmış oldum. üç yıldır bu filmle uğraşıyorum.

"O da Beni Seviyor'un fikri ilk olarak Viyana'da Gül Dirican'la 'Usta Beni Öldürsene'nin gösterildiği bir Türk filmleri haftasındaki bir sohbet sırasında çıktı. Ve Gül'ün kendi yaşamıyla ilgili söylediği bir şeyden... Bunun çok güzel film olacağını söyledim. Ondan sonra o yoğunlaştı. Birlikte konuştuk, düşündük. O, öyküsünü oluşturdu. Gitgide genişleyen, arkeolojik kazı gibi biraz geriye giderek gelişen, onun için de çok ilginç olan bir süreçti. Hikaye oluştuktan sonra da tabii dörtbeş ayrı taslak yazdık birlikte. Çok ilginç bir macera oldu. Çünkü )en ona bir parça teknik olarak yardımcı oldum. Teknik olarak yardımcı olmak önemli; çünkü teknik olarak bazı sorunların çözülmesi insanın belleğini harekete geçiren bir şey ki Gül'ün de ona ihtiyacı 'ardı. Bir tür kendi dünyasına girme çabasıydı. Yani, kendi kopmuş olduğu bir dünyaya... Gül, Malatyalı. Liseyi orada bitirmiş: bütün anıları, çocukluğu orada gizli. Ondan sonra da büyük bir kopuşla İstanbul'a gelmiş. Ondan sonra da bir kısa ziyaret dışında hiç Malatya'ya gitmemiş bunca yıl. Onun için çok garip bir süreçti. Kendi çok eskide bıraktığı bir dünyaya saldırdı neredeyse. Şimdi bu hem çok acılı hem le teknik zorlukları olan bir süreç. çünkü o süreci Türkiye'de yaşayan ok kişi var ve bunun nasıl kilitlenmiş, gizlenmiş bir şey olduğunu çok iyi bilirler. O dünyayı yazıyla yeniden ele geçirmek için teknik bir takım araçlar lazım. Sanıyorum o teknik araçları sağlayabildim ona. Ve gitgide kendi olan hikayesine kendi dönüp sahip çıktı. Önce kendi hikayesi bir cümleden çıktı ve onu ben sahiplendim, bir şeylere doğru ekledim onu. Sonra o teknik araçları benim elimden aldıktan sonra ok rahat etmedim. bir şekilde o dünyaya yeniden sahip çıktı ve onu kurdu. 'O a Beni Seviyor'un senaryosu böyle oluştu Sinema ticari bir iş. Ticari başarı tabii önemli. Ama bir projeyi oluşurken, yazarken onu gözetmenin bir yararı yok. Çünkü, biliyorsunuz, herkes o niyetle çıkıyor yola. Şu kadar seyirci olacak, bu kadar serci olacak... Böyle yola çıkan 100 projeden bir tanesi şu ya da bu nedenle bir ticari başarıya kavuşuyor. Bunun formülü Hollywood'da bile yok. Hollywood o blockbuster'ları yapmak için her yıl yüzlerce film yapıyor, arasından bir tane çıkıyor. Zaten o sürüklüyor öbürlerini de. ticari başarıya ulaşması kendi iç değerleriyle birebir ağlantılı değil tabii. Düşünsenize hiç ilgisiz, birbirini tanımayan 1 milyon, 2 milyon kişiyi evlerinden çıkarıp, bilet aldırıp sinemaya sokacaksınız. Bunun öyle kestirme bir yolu, kestirilebilir bir yolu yok. Benim açımdan sinema sadece büyük bir sabır ve inatla sürdürülecek bir iş. Ve çok da zevkli bir iş. İşin duygusal yoğunluk yanı beni ilgilendiren bir şey. Seyirciyi ilgilendiren de bunun ne kadarının onlara geçip geçmediği. Böyle kapalı, seyirciye adeta sırt dönmüş, küs bir iş yaptığımı sanmıyorum. Niyetim bu değil en azından. 'Küçük Balıklar...'da, özellikle 'Usta Beni Öldürsene'de çok daha geniş seyirci kitlesine ulaşmamanın başka nedenleri de var, filmle ilgili nedenleri de var. 'O da Beni Seviyor'da ben bu çizgiyi değiştirmeye karar ver bu film sadece değişik oldu. Çok daha farklı ve çok insanın paylaşabileceği bir konusu, duygusu var. Sanıyorum başarılı da oldu. O açıdan ticari başarısının da olabileceğine dair bir duygu var açıkçası.

'''Usta Beni Öldürsene' benim çok sevdiğim bir projeydi. Hem Bilge'nin (Karasu) öyküsünü çok seviyordum hem de ona katmaya çalıştığım dünya, ondan yola çıkarak kurmaya çalıştığım dünya beni çok ilgilendiriyordu. Eğer prodüksiyonda daha az sorun yaşasaydım daha gönlüme göre bir film olacaktı. Epey zorluklarla çektik onu. Ama işin özü, kalbi bana çok yakın oldu. Yaptığım için çok çok mutluyum. Bitirdiğimde de hayata dair kazanılmış bir alan gibi hissediyorum. Şu ana kadar bunu hissetmediğim bir filmim olmadı. 'Oh, bütün istediğimi yaptım, ölsem de gam yemem' olmuyor. 'Usta Beni Öldürsene' beni çok mutlu etti. Oyuncularla, yarattığı dünyayla, söylediği sözle, yarattığı duyarlılıkla... Bunlar da benim kurtarılmış bölgelerim. Herhalde onu benimle paylaşanlar da var.

"Türk Sineması'nda şu anda sadece bireysel sinemalar var. Yeşilçam'a bir anlamda bir ekol denebilirdi. çünkü bir üretim yordamı vardı eski Yeşilçam'da. Filmleri belli biçimde yapıyordu insanlar. Senaryolar belli biçimde yazılıyordu. Setler ona göre kuruluyordu. Laboratuvarlar ona göreydi. Bu anlamda bir ses, doku benzerliği vardı. Güzeldi, kötüydü ama böyle birşey vardı. Ve bunun içinde de buna aykırı olmaya çalışan ya da bundan yararlanıp başka bir yere çıkmaya çalışan bireyler olabiliyordu. Bu sağlıklı bir durum. Yeşilçam hem bir eğlence endüstrisi olarak görevini yerine getirdi hem de içinden başta Yılmaz Güney olmak üzere derdi farklı birçok insan yetiştirdi. Yılmaz Güney, Erden Kıral, Ali Özgentürk, Yavuz Özkan, Zeki Ökten... Bir sürü insan yetiştirdi. Bir de Yeşilçam'ın mainstream'inde olan Atıf Yılmaz gibi isimler de o mainstream içinde çok özel, önemli işler yaptılar. Sonra bu, biliyorsunuz, parçalandı. Ama bugün bir ekoIden söz etmek zor. Burada bireysel arayışlar, çabalar var. Zeki'nin (Demirkubuz) film dünyası, çalışma yordamı ile Nuri Bilge'nin (Ceylan), benim, Kutluğ'un (Ataman), Ferzan'ın (Özpetek) hiç ilgisi yok ki. Başka başka şeyler bunlar. "Dünya sinemasında son yıllarda benim büyük bir hayranlık duyduğum Kieslowski vardı. O bile son dönem olmaktan Çıktı. Ken Loach var. Mike Leigh var. İngiliz Sineması'nın birtakım adamları var. Onun dışında genelde dünya sineması içerisinde bir ülkeden çok müthiş filmler çıkıyor. Çin Sineması çıkıyor ortaya. Şu anda ah bir filmi gelse ve kaçırmasam diyebileceğim bir adam yok. Belki fazla kendi içime kapanmışlığımdan, kendi işimle uğraşmaktan; ama çok zevkle izlediğim filmler oluyor. Stephen Frears'ın bir filmi geldiği zaman da ilgiyle izliyorum. Amerika'da zaman zaman çok ilginç filmler yapılıyor. Ama genelde dünya sinemasında çok ciddi bir sığlaşma var. Onun da çeşitli nedenleri var. Açıkçası bende kendi yapacağımız işlerin heyecanı ağır basıyor…


FİLMİ İZLE