Powered By Blogger

15 Aralık 2022 Perşembe

 

O DA BENİ SEVİYOR (2001) 



Yönetmen: Barış Pirhasan, Senaryo: Gül Dirican, Barış Pirhasan, Görüntü Yönetmeni: Jürgen Jurges Müzik: Mare Nostrum, Ulaş Özdemir, Yapım: Filma Cass/Mine Vargı  Objektif Fim Studio (TürkMacar Ortak Yapımı) Sanat Yönetmeni: Mustafa Ziya Ülkenciler, Montaj: Adnan Elial, Işık Şefi: Hakkı Yazıcı, Montaj: Adnan Elial, Yardımcı Yapımcı: Yavuz Bayraktaroğlu, Ortak Yapımcı: Janos Rozsa, (Efes Pilsen Eurimages ve Kültür Bakanlığı Katkılarıyla )

Oyuncular: Lale Mansur (Saliha), Ece Ekşi (Esma), Luk Piyes (Hüseyin), Ayla Algan (Kerime), Ali Ökçelik (Şahin), Ayşe Nil Şamlıoğlu (Rabia), Cezmi Baskın (Rıza), Elif Can, Esin Aslan, Serra Yılmaz (Şefika), Şerif Sezer (Sabrina), Taner Birsel (Doğan), Esme Madra (Zeynep), Hale Akınlı (Fatma), Kemal İnci (Kemal), Uğur Polat (İbrahim), Tomris İncer (Arpin), Burak Sergen (Necmettin), Tuncel Kurtiz (Çeribaşı), Meri Israel (Asiye), Yunus Şirinsoy (Yunus), Meri İsrael, Yunus Şirinsoy, Özden Karabağ (Refika), Esin Aslan (Şirin), Tuncel Kurtiz (çeribaşı), Deniz Serin (Sedat), İsmet Aslan (Şakir), Hatice Yakar (Melek), Seher Barlak (Emine), Mine Vargı,

Konu: Esma'nın babası İbrahim, Kemal ve Doğan askerlik yıllarında ortak toprak almışlardır. Kemal ve Doğan toprağın olduğu bölgede yaşamaktadırlar Esma’yı Fatma ana karşılamıştır. Fatma ana Esma’yı kırda çalışmakta olan kadınların yanına götürür. Hepsi onu çok büyümüş bulur. Esma'nın çok sevdiği Kemal'in kız kardeşi Saliha da Malatya'ya gelmiştir. Saliha, kocasını terk etmiş ve üzgündür. Esma'nın annesi Selma, Kemal'in karısı Rabia'ya hediye olarak tencere göndermiştir. Başına buyruk geziyor diye Rabia'dan azar işiten Esma, Doğan'ın yeğeni Hüseyin ile karşılaşır. Hüseyin'in babası Cafer ölmüştür. Esra'nın tek dostu Saliha'nın yeğeni küçük Şahin'dir. Esma, Şahin'le birlikte Doğan'ın dükkanına gider. Oradan dönerken daha önce karşılaştığı Yunus başlarına tebelleş olur. Saliha, Hüseyin'in yazdığı mektup üzerine ortağı olduğu tarlaları satmak için Malatya'ya gelmiştir. Esma, Saliha'yı çok sevmektedir. Onun dik başlılığı ve cesareti kızı etkilemektedir. Saliha kaldığı odadaki çeyiz sandığından çıkardığı eşyaları Esma'ya giydirir. Esma'ya kocasıyla çekilmiş fotoğraflarını gösterip tanışma öykülerini anlatır. Aslında Saliha, Şefika'nın kocası Rıza'yla sözlüyken kocası Necmettin'e aşık olmuştur. Saliha ve Esma birbirlerine sırlarını anlatmaya başlamıştır. Aslında Necmettin ölmemiştir ve nerede olduğu belli değildir. Hüseyin, Esma ve Şahin'i hayvan pazarına götürür. Hüseyin, daha sonra Esma'yı Doğan'ın annesi Kerime Ana'nın evine götürür. Bir gece yaşlı bir adamın anlattığı masalları dinledikten sonra eve dönerlerken Esma'ya kızlar Alevililikle ilgili bilgiler verirler. Esma'nın kafasında ise Alevilik kızılbaşlığa eşittir. Doğan ve ailesi Alevidir. Esma bir gece Doğan ve Kerime Ana ile Cemevine gider. Orada Alevilerin ibadetini ve semah yapmalarını izler. Esma rüyasında sık sık sulara kapıldığını ve Hüseyin'in kendisini kurtardığını görmektedir. Uyku tutmayan kız dışarı çıktığında yakın bir yerde devrilmiş traktörüyle sarhoş olan Hüseyin'i bulur. Esma, Hüseyin'e yardım ederek onu evine götürür. Giderken mahçup bir tavırla Hüseyin'i öper ve kaçarak oradan uzaklaşır. Ertesi gün Saliha ve Esma, Fatma ananın evine giderler. Esma bir ara gizlice içeriye giderek Saliha'nın sandığındaki mektupları okurken Saliha odaya gelir. Saliha ona mektubu okutur. Mektubu Hüseyin yazmıştır ve Saliha' dan Ankara'ya okumaya gelmek istediğini ve yardım etmesini rica etmiştir. Saliha ve Hüseyin gizlice Ankara' da buluşmuştur. Bir süre sonra hep birlikte kırda buluşarak piknik yapar, yer, içer söylerler. Esma piknik sırasında Hüseyin'in Saliha'dan hoşlandığını anlamıştır. Bu arada Saliha'nın kocası Necmetttin gelmiştir. Necmettin, Saliha'nın yetkisi olmadığından toprağın satılması için Saliha'nın ağabeyi Kemal'le konuşmaya gelmiştir. Kocasına hınç dolu olan Saliha, adamla konuşurken onu bıçaklar. Bu arada Hüseyin'de Necmettin'e saldırmıştır. Saliha geri dönmeden önce Esma'ya haber gönderir ve onu son bir kez daha öper. Saliha gittikten sonra Hüseyin'in Saliha'nın resmini koyması için verdiği kalp şeklindeki kolyeyi Refika, Saliha'nın ona bıraktığını söyleyerek Esma'ya verir. Ailesini çağırtan Esma, kendisi için büyük değişimlere sahne olan Malatya yazını geride bırakarak evine döner . “Prof.Dr.Alim Şerif Onaran/Doç.Dr.Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 322

ÖDÜL:

13. Ankara Uluslararası Film Festivali'nde (2001)

► Adnan Elial "en iyi kurgu"

34. SİYAD (Sinema Yazarları Derneği'nin seçiminde (2002)

► Ece Ekşi "umut veren yeni sanatçı"

9. ÇASOD (Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği)nin seçiminde (2002)

► Ece Ekşi "umut veren yeni sanatçı"

Sadri Alışık Oyuncu ve Onur Ödülleri'nde (2002)

► Lale Mansur "en iyi kadın oyuncu"

. Şile Büyülü Fener Film Festivali'nde (2002)

► Ece Ekşi "en iyi kadın oyuncu"

5. Gökçeada Film Festivali'nde (2002)

► Ece Ekşi "en iyi kadın oyuncu"

Orhon M. Arıburnu ödüllerinde (2002)

► Lale Mansur "en iyi kadın oyuncu".

 & O da Beni Seviyor"da birlikte akan fazlasıyla öykü var. Film bir yandan Esma adlı bir kızın büyümesinin, genç kızlığa adım atmasının hikayesi. Bir yandan, bir "toprak satma" meselesi var. Alevilik, aile içindeki çekişmeler, bir akrabanın ani ölümü, bir kadının gizemli geçmişi... Hepsi, filmin bir şekilde temas ettiği öyküler. Ancak "O da Beni Seviyor" bir yandan da sanki bunların hiçbirinin filmi değil. Çünkü bu hikâyelerin hiçbiri diğerlerinden daha ön plana çıkmıyor ve (bu nedenle) herhangi biri tam anlamıyla "İşlenmiyor". (Uygar Şirin, Sinema d. sy. 79, Kasım 2001)

& "O da Beni Seviyor", sinemada bilmem kaç kez izlediğimiz ergenlik çağına adım atan kızın yaz tatili aşkı hikâyesini, turistik görüntülerle ama 'ruh' katamadan yinelemekte: Malatya yöresinin anlaşılamayan konuşmaları için altyazı bastırmak kimsenin aklına gelmedi mi acaba. (Ali Ulvi Uyanık, Haftalık Antrakt Sinema D, 26 Ekim1 Kasım 2001)

 

& O da Beni Seviyor", daha çok senaryo yazarlığıyla tanınan Barış Pirhasan'ın üçüncü filmi. Filmin senaryosunu Gül Dirican, Barış Pirhasan ile birlikte yazmış. Film, Gül Dirican'ın çocukluğundan izler taşıyan "Doğusunda Dut Ağacı" adlı öyküsünden uyarlanmış. Film, özellikle yalın sinema dili, estetik görüntüleri ve başarılı oyunculuklarıyla öne çıkıyor. Barış Pirhasan'ın, buluğ çağına girmekte olan, çocukluktan genç kızlığa geçen Esma'nın öyküsünü anlattığı filmin fonunda ise gerçekçi bir atmosfer betimlemesi ve 1970'lerin başarılı bir dönem yansıtması dikkati çekiyor.

Barış Pirhasan, filmini bir çocuğun gelişim aşamalarının ve tanıklıklarının üstüne inşa ederek seyirciyle bir empati kurmayı deniyor. Aslında filmin küçük Esma'nın bakış açısından anlatılması oldukça sancılı bir süreç sonunda gerçekleşmiş. Gül Dirican ve Barış Pirhasan, Mediterannean Film Institute'ün 2000 yılında düzenlediği workshop 'una katılmışlar. Dirican "o da Beni Seviyor 'un yalnızca küçük kızın bakış açısından anlatılmasına o süreçte karar verildi. Oradaki hocam bir gün herkesi bir kenara çekip 'Hepinizin öyküsü çalınabilir, ama bu kızınkini asla çalamazlar" diyerek bu sürece ışık tutuyor. Filmde çok başarılı bir oyunculuk sergileyen Ece Ekşi "12 yaşın duyarlığını, kırılganlığını inanılmaz bir sadelik ve içtenlikle aktarıyor" (Sayar, Cumhuriyet, 03.10.2002: 14).

& Pirhasan, üç arkadaşın dostluğunun yamacına yerleştirdiği bir öykü aracılığıyla ustaca, yaşadığı toplumun nabzını tutmaya, kollektif bilinçaltının ön yargılarını deşifre etmeye, yansıtmaya ve eleştirmeye soyunuyor. Bu bağlamda kadının yazgısı ve erkeğin kaypaklığı motifi, ülkemizin insanının baskın inanç kesimi Sünni mezhebiyle müslümanlığın diğer mezhebini temsil edilen Aleviliğin ayrımı, inançları ve ibadet şekilleriyle karşımıza getiriliyor. "Kadınlar ve erkeklerin yan yana dua ettiklerini, ilahileri hep bir ağızdan okuyup, hep bir ağızdan türküler söylediklerini, dans ettiklerini görmek, ferahlatabilir içinizi. Belki Türkiye'nin, bunca şeriat yatırımlarına, bunca bağnazlık ve cehalet okullarına, tarikatların ve Kuran kurslarının hipnoz seanslarında yıkanan beyin ordularına rağmen, niçin halil irticanın kucağına düşmediğini de anlayabilirsiniz" (Mine Kırıkkanat Radikal, 28.10.2001). Temelde daha açık görüşlü izlenimi veren bir ailenin çocuğunun bilinçaltında bile Aleviliğin "kızılbaşlıkla" özdeş olması ve bu önyargılı yaklaşımların yansıtılması filmin artılarını oluşturuyor. Bu artıları hakettiren öge ise sinemanın bir görüntü dili olduğu gerçeğini unutmadan, didaktizme kaçmadan naif bir öykünün yörüngesinde işlenmesi başarısını göstermesinde yatıyor. Bu yanıyla 'O da Beni Seviyor', başarılı bir sinema yapıtına dönüşüyor ve izleyicisine farklı yörelerin, yerel kültürel ilişkilerin esintilerini paylaşma fırsatını vermekle yetinmeyip, filmin ele aldığı öykü, tema hakkında düşünme paratiği de oluşturuyor. Barış Pirhasan filminde ele aldığı farklı kültürel ilişkiler ve filminin amacı hakkında şunları söylüyor: "Ayrı kültürlerin olduğu yerde çatışma da olur bunda şaşılacak bir şey yok. Eğer kaynaştırıp tek bir isim altında toplamazsanız bu zenginlik olur. Eğer bir Ermeni ezgi si duyup da ona 'yok canım bu Anadolu mozaiği' derseniz orada bir aldatmaca, bir yutturmaca vardır. Bu filmde herkesin kültürünün adının konması benim için zenginliği işaret ediyor. Bu kültürlerin dostluğunu görüp 'ne güzel' demek mümkün ama Anadolu'da bu güzel yaşamların yanı sıra aynı insanlar için acılar, sert tutumlar da söz konusu. Film, AleviSünni insanlarının dostluğunu yansıtırken yalan söylemiyor, ama tümüyle gerçeği de vermiyor. Gerçek yaşam son derece sert koşullarda sürüyor. Ben bu filmi kötü giden yaşamların üstünü örtrmek için değil tersine Sivas, Kahramanmaraş olayları gibi acıyla hatırladığımız olayları daha da üzüntüyle hatırlamak için yaptım" (Koçoğlu, Cumhuriyet, 16.10.2001:15).

& Filmin oluşturduğu düşünme süreci bir dönüşümün oluşmasına, ön yargıların yerini hoşgörüye bırakma sürecine de hizmet edebilir. Bu süreçte insana daair küçük öykülerin, özlemlerin, zaafların ve insani ilişki şekillerinin ortaya konulmasının payı olduğu kadar, aynı zamanda Barış Pirhasan'ın aydın kimliğini duyarlığıyla birleştirerek yarattığı sinema dilinin de etkili olduğunun altını çizmekte fayda var . “Prof. Dr. Alim Şerif Onaran/Doç. Dr. Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf, 324”

& Son Antalya Şenliği'nin bende en çok düş kırıklığı yaratan filmi... Düş kırıklığı, çünkü gerçekten iyi bir film bekliyordum. Barış Pirhasan'ın bizde bir türlü değeri anlaşılmamış bir yönetmen olduğunu, önceki filmleri Küçük Balıklar Üzerine Bir Masal ve Usta Beni Öldürsene'nin yeterince anlaşılmadığını, kısa filmi Gül ve Adem'in alanında bir başyapıt olduğunu düşünüyordum.

O da Beni Seviyor, bu beklentiler ışığında benim için bir şok oldu. Olumsuz anlamda bir şok ... Bu film ne anlatıyor, niçin anlatıyor, nasıl anlatıyor sorularına da bir türlü yanıt veremedim Gül Dirican'ın, 1970'lerin Malatya'sında 13 yaşlarındaki bir genç kızın duygusal uyanışı ve hayatı, bu arada aşkı ve 'aşk ıstıraplarını' tanıması üzerine metni, kendisi için çok özel ve önemli anılara dayanabilir. Ama bu temanın sinemada, tıpkı edebiyatta olduğu gibi, ne kadar çok işlenmiş olduğunu düşünün... Bu senaryo acaba 'genç kız kalbi" denebilecek alana hangi yenilik getiriyor?


Yenilik belki şurada hikaye belli bir döneme, coğrafya ve kültüre yerleştirilmiş. Bu kültür de hikaye kahramanlarının mensup olduğu Aleviler çevresi. Pirhasan kimi güzel ve etkileyici bölümlerde Alevi inançlarına, törenlerine, geleneklerine değiniyor. Bu sahneler ilginç, öğretici, belgesel kıvamında...

Ne yazık ki dramatik yapı hiç yürümüyor, adeta yok. Senaryo kısır, tekdüze, sinemaya uygun değil. Filmde hemen hiçbir sinemasal kıvılcım ve canlılık yok. Bu bir "ağırlık" sorunu değil. Festivalde veya beyazperdede kimi zaman çok daha ağır tempolu filmler izliyor, ama merakla perdeye bağlanıyoruz. Bu filmdeyse hiç yürümeyen bir şeyler var. Ayrıca müziği, film müziğinden başka her şeye benziyor. Ünlü ve ödüllü Jurgen Jürges'in kamerası bile bu kez tam hedeften vuramamış.

Geriye oyuncular kalıyor. Kendi adıma gerek perdedeki fiziğini, gerekse oyununu çok beğendiğim Lale Mansur'u sinemada izlemek her zaman keyifli. Keşke onu daha çok filmde görebilsek... Antalya' da bir 'özel ödül' alan Ece Ekşi ve Luk Piyes de sinemamızın yeni kazançları. Ama işte o kadar... Antalya'daki ikinciliğine karşın, bu filmi, kendi adıma iyi niyetli, kimi iyi şeyler barındıran, ama sonuç olarak hiç başarılamamış bir film olarak görmeme izin verilsin ... “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 124

& İlk Adımlar: 'Sinemaya senaryo yazarlığıyla girdim. Senaryo yazarlığına da garip bir şekilde aslında yine burada, Filmacas'ta başlamıştım. 1983 yılı, asker dönüşü işsizdim ve Ömer Vargı aradı, bir senaryo yazmak isteyip istemeyeceğimi sordu. Ben de yazarım dedim. 'Badi' diye bir film var, 'E.T.' adaptasyonu. Zafer Par çekecekti. Onun senaryosunu yazdım; böylece fiilen başlamış oldum ama emin değildim bu işte yürüyeceğime. Sonra o senaryo macerasından memnun kaldılar ve Şerif Gören'le ortaklar o sıra benden yazmış olduğu bir senaryoyu elden geçirmemi istedi. Tam senaristlik değil yani... 'Güneşin Tutulduğu Gün' diye bir senaryoydu. Onda anlaşamadık bir türlü, o olmadı. Ondan sonra Atıf Yılmaz, Ömer Kavur bizim yakınlarımızdaydı zaten. 'Hadi bizimle bir şey yap' dedi Ömer. Sonra onunla birlikte oturduk, 'Körebe'yi yazdık. Daha sonra 'Amansız Yol' da birlikte çalıştık. Böylece senarist olarak buldum kendimi. Ondan sonra Atıf Yılmaz'la 'Adı Vasfiye'yi yapınca iş iyice ciddiye bindi. Atıf Yılmaz'la 'Adı Vasfiye'den sonra 'Ahhh! Belinda', 'Asiye Nasıl Kurtulur?', 'Değirmen', 'Kadının Adı Yok', 'Bekle Dedim Gölgeye'... Altı tane filmde çalıştık birlikte. Sonra '88 yılı falandı. Atıf Yılmaz ve Müjde Ar kendin film çekmek istemez misin, dediler. Onun üzerine 'Küçük Balıklar üzerine Bir Masal'ı yazdım. Onun çekim süreci içinde de bu işi artık iyice ciddiye alıp bir sinema okuluna gitmeye karar verdim. İngiltere'de National Film School'a girdim. O süreç içinde bir senaryo, kısa filimler yazdım. ; O okulu bitirme filmi olarak hazırladığım senaryoyu da daha sonra 'Usta Beni Öldürsene' adıyla çektim. O filmi bitirdikten beş yıl sonra da 'O da Beni Seviyor'u yapmış oldum. üç yıldır bu filmle uğraşıyorum.

"O da Beni Seviyor'un fikri ilk olarak Viyana'da Gül Dirican'la 'Usta Beni Öldürsene'nin gösterildiği bir Türk filmleri haftasındaki bir sohbet sırasında çıktı. Ve Gül'ün kendi yaşamıyla ilgili söylediği bir şeyden... Bunun çok güzel film olacağını söyledim. Ondan sonra o yoğunlaştı. Birlikte konuştuk, düşündük. O, öyküsünü oluşturdu. Gitgide genişleyen, arkeolojik kazı gibi biraz geriye giderek gelişen, onun için de çok ilginç olan bir süreçti. Hikaye oluştuktan sonra da tabii dörtbeş ayrı taslak yazdık birlikte. Çok ilginç bir macera oldu. Çünkü )en ona bir parça teknik olarak yardımcı oldum. Teknik olarak yardımcı olmak önemli; çünkü teknik olarak bazı sorunların çözülmesi insanın belleğini harekete geçiren bir şey ki Gül'ün de ona ihtiyacı 'ardı. Bir tür kendi dünyasına girme çabasıydı. Yani, kendi kopmuş olduğu bir dünyaya... Gül, Malatyalı. Liseyi orada bitirmiş: bütün anıları, çocukluğu orada gizli. Ondan sonra da büyük bir kopuşla İstanbul'a gelmiş. Ondan sonra da bir kısa ziyaret dışında hiç Malatya'ya gitmemiş bunca yıl. Onun için çok garip bir süreçti. Kendi çok eskide bıraktığı bir dünyaya saldırdı neredeyse. Şimdi bu hem çok acılı hem le teknik zorlukları olan bir süreç. çünkü o süreci Türkiye'de yaşayan ok kişi var ve bunun nasıl kilitlenmiş, gizlenmiş bir şey olduğunu çok iyi bilirler. O dünyayı yazıyla yeniden ele geçirmek için teknik bir takım araçlar lazım. Sanıyorum o teknik araçları sağlayabildim ona. Ve gitgide kendi olan hikayesine kendi dönüp sahip çıktı. Önce kendi hikayesi bir cümleden çıktı ve onu ben sahiplendim, bir şeylere doğru ekledim onu. Sonra o teknik araçları benim elimden aldıktan sonra ok rahat etmedim. bir şekilde o dünyaya yeniden sahip çıktı ve onu kurdu. 'O a Beni Seviyor'un senaryosu böyle oluştu Sinema ticari bir iş. Ticari başarı tabii önemli. Ama bir projeyi oluşurken, yazarken onu gözetmenin bir yararı yok. Çünkü, biliyorsunuz, herkes o niyetle çıkıyor yola. Şu kadar seyirci olacak, bu kadar serci olacak... Böyle yola çıkan 100 projeden bir tanesi şu ya da bu nedenle bir ticari başarıya kavuşuyor. Bunun formülü Hollywood'da bile yok. Hollywood o blockbuster'ları yapmak için her yıl yüzlerce film yapıyor, arasından bir tane çıkıyor. Zaten o sürüklüyor öbürlerini de. ticari başarıya ulaşması kendi iç değerleriyle birebir ağlantılı değil tabii. Düşünsenize hiç ilgisiz, birbirini tanımayan 1 milyon, 2 milyon kişiyi evlerinden çıkarıp, bilet aldırıp sinemaya sokacaksınız. Bunun öyle kestirme bir yolu, kestirilebilir bir yolu yok. Benim açımdan sinema sadece büyük bir sabır ve inatla sürdürülecek bir iş. Ve çok da zevkli bir iş. İşin duygusal yoğunluk yanı beni ilgilendiren bir şey. Seyirciyi ilgilendiren de bunun ne kadarının onlara geçip geçmediği. Böyle kapalı, seyirciye adeta sırt dönmüş, küs bir iş yaptığımı sanmıyorum. Niyetim bu değil en azından. 'Küçük Balıklar...'da, özellikle 'Usta Beni Öldürsene'de çok daha geniş seyirci kitlesine ulaşmamanın başka nedenleri de var, filmle ilgili nedenleri de var. 'O da Beni Seviyor'da ben bu çizgiyi değiştirmeye karar ver bu film sadece değişik oldu. Çok daha farklı ve çok insanın paylaşabileceği bir konusu, duygusu var. Sanıyorum başarılı da oldu. O açıdan ticari başarısının da olabileceğine dair bir duygu var açıkçası.

'''Usta Beni Öldürsene' benim çok sevdiğim bir projeydi. Hem Bilge'nin (Karasu) öyküsünü çok seviyordum hem de ona katmaya çalıştığım dünya, ondan yola çıkarak kurmaya çalıştığım dünya beni çok ilgilendiriyordu. Eğer prodüksiyonda daha az sorun yaşasaydım daha gönlüme göre bir film olacaktı. Epey zorluklarla çektik onu. Ama işin özü, kalbi bana çok yakın oldu. Yaptığım için çok çok mutluyum. Bitirdiğimde de hayata dair kazanılmış bir alan gibi hissediyorum. Şu ana kadar bunu hissetmediğim bir filmim olmadı. 'Oh, bütün istediğimi yaptım, ölsem de gam yemem' olmuyor. 'Usta Beni Öldürsene' beni çok mutlu etti. Oyuncularla, yarattığı dünyayla, söylediği sözle, yarattığı duyarlılıkla... Bunlar da benim kurtarılmış bölgelerim. Herhalde onu benimle paylaşanlar da var.

"Türk Sineması'nda şu anda sadece bireysel sinemalar var. Yeşilçam'a bir anlamda bir ekol denebilirdi. çünkü bir üretim yordamı vardı eski Yeşilçam'da. Filmleri belli biçimde yapıyordu insanlar. Senaryolar belli biçimde yazılıyordu. Setler ona göre kuruluyordu. Laboratuvarlar ona göreydi. Bu anlamda bir ses, doku benzerliği vardı. Güzeldi, kötüydü ama böyle birşey vardı. Ve bunun içinde de buna aykırı olmaya çalışan ya da bundan yararlanıp başka bir yere çıkmaya çalışan bireyler olabiliyordu. Bu sağlıklı bir durum. Yeşilçam hem bir eğlence endüstrisi olarak görevini yerine getirdi hem de içinden başta Yılmaz Güney olmak üzere derdi farklı birçok insan yetiştirdi. Yılmaz Güney, Erden Kıral, Ali Özgentürk, Yavuz Özkan, Zeki Ökten... Bir sürü insan yetiştirdi. Bir de Yeşilçam'ın mainstream'inde olan Atıf Yılmaz gibi isimler de o mainstream içinde çok özel, önemli işler yaptılar. Sonra bu, biliyorsunuz, parçalandı. Ama bugün bir ekoIden söz etmek zor. Burada bireysel arayışlar, çabalar var. Zeki'nin (Demirkubuz) film dünyası, çalışma yordamı ile Nuri Bilge'nin (Ceylan), benim, Kutluğ'un (Ataman), Ferzan'ın (Özpetek) hiç ilgisi yok ki. Başka başka şeyler bunlar. "Dünya sinemasında son yıllarda benim büyük bir hayranlık duyduğum Kieslowski vardı. O bile son dönem olmaktan Çıktı. Ken Loach var. Mike Leigh var. İngiliz Sineması'nın birtakım adamları var. Onun dışında genelde dünya sineması içerisinde bir ülkeden çok müthiş filmler çıkıyor. Çin Sineması çıkıyor ortaya. Şu anda ah bir filmi gelse ve kaçırmasam diyebileceğim bir adam yok. Belki fazla kendi içime kapanmışlığımdan, kendi işimle uğraşmaktan; ama çok zevkle izlediğim filmler oluyor. Stephen Frears'ın bir filmi geldiği zaman da ilgiyle izliyorum. Amerika'da zaman zaman çok ilginç filmler yapılıyor. Ama genelde dünya sinemasında çok ciddi bir sığlaşma var. Onun da çeşitli nedenleri var. Açıkçası bende kendi yapacağımız işlerin heyecanı ağır basıyor…


FİLMİ İZLE 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder