O DA BENİ SEVİYOR (2001)
Yönetmen: Barış
Pirhasan, Senaryo: Gül Dirican, Barış Pirhasan, Görüntü Yönetmeni: Jürgen
Jurges Müzik: Mare Nostrum, Ulaş Özdemir, Yapım: Filma Cass/Mine
Vargı Objektif Fim Studio (TürkMacar
Ortak Yapımı) Sanat Yönetmeni: Mustafa Ziya Ülkenciler, Montaj: Adnan
Elial, Işık Şefi: Hakkı Yazıcı, Montaj: Adnan Elial, Yardımcı
Yapımcı: Yavuz Bayraktaroğlu, Ortak Yapımcı: Janos Rozsa, (Efes
Pilsen Eurimages ve Kültür Bakanlığı Katkılarıyla )
Oyuncular: Lale Mansur (Saliha),
Ece Ekşi (Esma), Luk Piyes (Hüseyin), Ayla Algan (Kerime),
Ali Ökçelik (Şahin), Ayşe Nil Şamlıoğlu (Rabia), Cezmi Baskın
(Rıza), Elif Can, Esin Aslan, Serra Yılmaz (Şefika), Şerif Sezer
(Sabrina), Taner Birsel (Doğan), Esme Madra (Zeynep), Hale Akınlı
(Fatma), Kemal İnci (Kemal), Uğur Polat (İbrahim), Tomris
İncer (Arpin), Burak Sergen (Necmettin), Tuncel Kurtiz (Çeribaşı),
Meri Israel (Asiye), Yunus Şirinsoy (Yunus), Meri İsrael, Yunus Şirinsoy,
Özden Karabağ (Refika), Esin Aslan (Şirin), Tuncel Kurtiz (çeribaşı), Deniz
Serin (Sedat), İsmet Aslan (Şakir), Hatice Yakar (Melek), Seher Barlak (Emine),
Mine Vargı,
Konu: Esma'nın babası İbrahim, Kemal ve
Doğan askerlik yıllarında ortak toprak almışlardır. Kemal ve Doğan toprağın
olduğu bölgede yaşamaktadırlar Esma’yı Fatma ana karşılamıştır. Fatma ana
Esma’yı kırda çalışmakta olan kadınların yanına götürür. Hepsi onu çok büyümüş
bulur. Esma'nın çok sevdiği Kemal'in kız kardeşi Saliha da Malatya'ya
gelmiştir. Saliha, kocasını terk etmiş ve üzgündür. Esma'nın annesi Selma,
Kemal'in karısı Rabia'ya hediye olarak tencere göndermiştir. Başına buyruk
geziyor diye Rabia'dan azar işiten Esma, Doğan'ın yeğeni Hüseyin ile
karşılaşır. Hüseyin'in babası Cafer ölmüştür. Esra'nın tek dostu Saliha'nın
yeğeni küçük Şahin'dir. Esma, Şahin'le birlikte Doğan'ın dükkanına gider.
Oradan dönerken daha önce karşılaştığı Yunus başlarına tebelleş olur. Saliha,
Hüseyin'in yazdığı mektup üzerine ortağı olduğu tarlaları satmak için
Malatya'ya gelmiştir. Esma, Saliha'yı çok sevmektedir. Onun dik başlılığı ve
cesareti kızı etkilemektedir. Saliha kaldığı odadaki çeyiz sandığından
çıkardığı eşyaları Esma'ya giydirir. Esma'ya kocasıyla çekilmiş fotoğraflarını gösterip
tanışma öykülerini anlatır. Aslında Saliha, Şefika'nın kocası Rıza'yla
sözlüyken kocası Necmettin'e aşık olmuştur. Saliha ve Esma birbirlerine
sırlarını anlatmaya başlamıştır. Aslında Necmettin ölmemiştir ve nerede olduğu
belli değildir. Hüseyin, Esma ve Şahin'i hayvan pazarına götürür. Hüseyin, daha
sonra Esma'yı Doğan'ın annesi Kerime Ana'nın evine götürür. Bir gece yaşlı bir
adamın anlattığı masalları dinledikten sonra eve dönerlerken Esma'ya kızlar
Alevililikle ilgili bilgiler verirler. Esma'nın kafasında ise Alevilik
kızılbaşlığa eşittir. Doğan ve ailesi Alevidir. Esma bir gece Doğan ve Kerime
Ana ile Cemevine gider. Orada Alevilerin ibadetini ve semah yapmalarını izler.
Esma rüyasında sık sık sulara kapıldığını ve Hüseyin'in kendisini kurtardığını
görmektedir. Uyku tutmayan kız dışarı çıktığında yakın bir yerde devrilmiş
traktörüyle sarhoş olan Hüseyin'i bulur. Esma, Hüseyin'e yardım ederek onu
evine götürür. Giderken mahçup bir tavırla Hüseyin'i öper ve kaçarak oradan
uzaklaşır. Ertesi gün Saliha ve Esma, Fatma ananın evine giderler. Esma bir ara
gizlice içeriye giderek Saliha'nın sandığındaki mektupları okurken Saliha odaya
gelir. Saliha ona mektubu okutur. Mektubu Hüseyin yazmıştır ve Saliha' dan
Ankara'ya okumaya gelmek istediğini ve yardım etmesini rica etmiştir. Saliha ve
Hüseyin gizlice Ankara' da buluşmuştur. Bir süre sonra hep birlikte kırda
buluşarak piknik yapar, yer, içer söylerler. Esma piknik sırasında Hüseyin'in
Saliha'dan hoşlandığını anlamıştır. Bu arada Saliha'nın kocası Necmetttin
gelmiştir. Necmettin, Saliha'nın yetkisi olmadığından toprağın satılması için
Saliha'nın ağabeyi Kemal'le konuşmaya gelmiştir. Kocasına hınç dolu olan
Saliha, adamla konuşurken onu bıçaklar. Bu arada Hüseyin'de Necmettin'e
saldırmıştır. Saliha geri dönmeden önce Esma'ya haber gönderir ve onu son bir
kez daha öper. Saliha gittikten sonra Hüseyin'in Saliha'nın resmini koyması
için verdiği kalp şeklindeki kolyeyi Refika, Saliha'nın ona bıraktığını
söyleyerek Esma'ya verir. Ailesini çağırtan Esma, kendisi için büyük
değişimlere sahne olan Malatya yazını geride bırakarak evine döner .
“Prof.Dr.Alim Şerif Onaran/Doç.Dr.Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında
Türk Sineması” syf, 322
ÖDÜL:
13.
Ankara Uluslararası Film Festivali'nde (2001)
►
Adnan Elial "en iyi kurgu"
34.
SİYAD (Sinema Yazarları Derneği'nin seçiminde (2002)
► Ece
Ekşi "umut veren yeni sanatçı"
9.
ÇASOD (Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneği)nin seçiminde (2002)
► Ece
Ekşi "umut veren yeni sanatçı"
Sadri
Alışık Oyuncu ve Onur Ödülleri'nde (2002)
► Lale
Mansur "en iyi kadın oyuncu"
. Şile
Büyülü Fener Film Festivali'nde (2002)
► Ece
Ekşi "en iyi kadın oyuncu"
5.
Gökçeada Film Festivali'nde (2002)
► Ece
Ekşi "en iyi kadın oyuncu"
Orhon
M. Arıburnu ödüllerinde (2002)
► Lale
Mansur "en iyi kadın oyuncu".
& "O
da Beni Seviyor", sinemada bilmem kaç kez izlediğimiz ergenlik çağına adım
atan kızın yaz tatili aşkı hikâyesini, turistik görüntülerle ama 'ruh'
katamadan yinelemekte: Malatya yöresinin anlaşılamayan konuşmaları için altyazı
bastırmak kimsenin aklına gelmedi mi acaba. (Ali Ulvi Uyanık, Haftalık Antrakt
Sinema D, 26 Ekim1 Kasım 2001)
& O da Beni Seviyor", daha çok senaryo yazarlığıyla tanınan Barış Pirhasan'ın üçüncü filmi. Filmin senaryosunu Gül Dirican, Barış Pirhasan ile birlikte yazmış. Film, Gül Dirican'ın çocukluğundan izler taşıyan "Doğusunda Dut Ağacı" adlı öyküsünden uyarlanmış. Film, özellikle yalın sinema dili, estetik görüntüleri ve başarılı oyunculuklarıyla öne çıkıyor. Barış Pirhasan'ın, buluğ çağına girmekte olan, çocukluktan genç kızlığa geçen Esma'nın öyküsünü anlattığı filmin fonunda ise gerçekçi bir atmosfer betimlemesi ve 1970'lerin başarılı bir dönem yansıtması dikkati çekiyor.
Barış Pirhasan, filmini bir çocuğun
gelişim aşamalarının ve tanıklıklarının üstüne inşa ederek seyirciyle bir
empati kurmayı deniyor. Aslında filmin küçük Esma'nın bakış açısından
anlatılması oldukça sancılı bir süreç sonunda gerçekleşmiş. Gül Dirican ve
Barış Pirhasan, Mediterannean Film Institute'ün 2000 yılında düzenlediği
workshop 'una katılmışlar. Dirican "o da Beni Seviyor 'un yalnızca küçük
kızın bakış açısından anlatılmasına o süreçte karar verildi. Oradaki hocam bir
gün herkesi bir kenara çekip 'Hepinizin öyküsü çalınabilir, ama bu kızınkini
asla çalamazlar" diyerek bu sürece ışık tutuyor. Filmde çok başarılı bir
oyunculuk sergileyen Ece Ekşi "12 yaşın duyarlığını, kırılganlığını
inanılmaz bir sadelik ve içtenlikle aktarıyor" (Sayar, Cumhuriyet,
03.10.2002: 14).
&
Pirhasan, üç arkadaşın dostluğunun yamacına yerleştirdiği bir öykü aracılığıyla
ustaca, yaşadığı toplumun nabzını tutmaya, kollektif bilinçaltının ön
yargılarını deşifre etmeye, yansıtmaya ve eleştirmeye soyunuyor. Bu bağlamda
kadının yazgısı ve erkeğin kaypaklığı motifi, ülkemizin insanının baskın inanç
kesimi Sünni mezhebiyle müslümanlığın diğer mezhebini temsil edilen Aleviliğin
ayrımı, inançları ve ibadet şekilleriyle karşımıza getiriliyor. "Kadınlar
ve erkeklerin yan yana dua ettiklerini, ilahileri hep bir ağızdan okuyup, hep
bir ağızdan türküler söylediklerini, dans ettiklerini görmek, ferahlatabilir
içinizi. Belki Türkiye'nin, bunca şeriat yatırımlarına, bunca bağnazlık ve cehalet
okullarına, tarikatların ve Kuran kurslarının hipnoz seanslarında yıkanan beyin
ordularına rağmen, niçin halil irticanın kucağına düşmediğini de
anlayabilirsiniz" (Mine Kırıkkanat Radikal, 28.10.2001). Temelde daha açık
görüşlü izlenimi veren bir ailenin çocuğunun bilinçaltında bile Aleviliğin
"kızılbaşlıkla" özdeş olması ve bu önyargılı yaklaşımların
yansıtılması filmin artılarını oluşturuyor. Bu artıları hakettiren öge ise
sinemanın bir görüntü dili olduğu gerçeğini unutmadan, didaktizme kaçmadan naif
bir öykünün yörüngesinde işlenmesi başarısını göstermesinde yatıyor. Bu yanıyla
'O da Beni Seviyor', başarılı bir sinema yapıtına dönüşüyor ve izleyicisine
farklı yörelerin, yerel kültürel ilişkilerin esintilerini paylaşma fırsatını
vermekle yetinmeyip, filmin ele aldığı öykü, tema hakkında düşünme paratiği de
oluşturuyor. Barış Pirhasan filminde ele aldığı farklı kültürel ilişkiler ve
filminin amacı hakkında şunları söylüyor: "Ayrı kültürlerin olduğu yerde
çatışma da olur bunda şaşılacak bir şey yok. Eğer kaynaştırıp tek bir isim
altında toplamazsanız bu zenginlik olur. Eğer bir Ermeni ezgi si duyup da ona
'yok canım bu Anadolu mozaiği' derseniz orada bir aldatmaca, bir yutturmaca
vardır. Bu filmde herkesin kültürünün adının konması benim için zenginliği
işaret ediyor. Bu kültürlerin dostluğunu görüp 'ne güzel' demek mümkün ama
Anadolu'da bu güzel yaşamların yanı sıra aynı insanlar için acılar, sert
tutumlar da söz konusu. Film, AleviSünni insanlarının dostluğunu yansıtırken
yalan söylemiyor, ama tümüyle gerçeği de vermiyor. Gerçek yaşam son derece sert
koşullarda sürüyor. Ben bu filmi kötü giden yaşamların üstünü örtrmek için
değil tersine Sivas, Kahramanmaraş olayları gibi acıyla hatırladığımız olayları
daha da üzüntüyle hatırlamak için yaptım" (Koçoğlu, Cumhuriyet,
16.10.2001:15).
& Filmin oluşturduğu düşünme süreci bir dönüşümün oluşmasına, ön
yargıların yerini hoşgörüye bırakma sürecine de hizmet edebilir. Bu süreçte
insana daair küçük öykülerin, özlemlerin, zaafların ve insani ilişki
şekillerinin ortaya konulmasının payı olduğu kadar, aynı zamanda Barış
Pirhasan'ın aydın kimliğini duyarlığıyla birleştirerek yarattığı sinema dilinin
de etkili olduğunun altını çizmekte fayda var . “Prof. Dr. Alim Şerif
Onaran/Doç. Dr. Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Son Beş Yılında Türk Sineması” syf,
324”
&
Son Antalya Şenliği'nin bende en çok düş kırıklığı yaratan filmi... Düş
kırıklığı, çünkü gerçekten iyi bir film bekliyordum. Barış Pirhasan'ın bizde
bir türlü değeri anlaşılmamış bir yönetmen olduğunu, önceki filmleri Küçük
Balıklar Üzerine Bir Masal ve Usta Beni Öldürsene'nin yeterince
anlaşılmadığını, kısa filmi Gül ve Adem'in alanında bir başyapıt olduğunu
düşünüyordum.
O da Beni Seviyor, bu
beklentiler ışığında benim için bir şok oldu. Olumsuz anlamda bir şok ... Bu
film ne anlatıyor, niçin anlatıyor, nasıl anlatıyor sorularına da bir türlü
yanıt veremedim Gül Dirican'ın, 1970'lerin Malatya'sında 13 yaşlarındaki bir
genç kızın duygusal uyanışı ve hayatı, bu arada aşkı ve 'aşk ıstıraplarını'
tanıması üzerine metni, kendisi için çok özel ve önemli anılara dayanabilir.
Ama bu temanın sinemada, tıpkı edebiyatta olduğu gibi, ne kadar çok işlenmiş
olduğunu düşünün... Bu senaryo acaba 'genç kız kalbi" denebilecek alana
hangi yenilik getiriyor?
Yenilik
belki şurada hikaye belli bir döneme, coğrafya ve kültüre yerleştirilmiş. Bu
kültür de hikaye kahramanlarının mensup olduğu Aleviler çevresi. Pirhasan kimi
güzel ve etkileyici bölümlerde Alevi inançlarına, törenlerine, geleneklerine
değiniyor. Bu sahneler ilginç, öğretici, belgesel kıvamında...
Ne yazık ki dramatik yapı hiç
yürümüyor, adeta yok. Senaryo kısır, tekdüze, sinemaya uygun değil. Filmde
hemen hiçbir sinemasal kıvılcım ve canlılık yok. Bu bir "ağırlık"
sorunu değil. Festivalde veya beyazperdede kimi zaman çok daha ağır tempolu
filmler izliyor, ama merakla perdeye bağlanıyoruz. Bu filmdeyse hiç yürümeyen
bir şeyler var. Ayrıca müziği, film müziğinden başka her şeye benziyor. Ünlü ve
ödüllü Jurgen Jürges'in kamerası bile bu kez tam hedeften vuramamış.
Geriye oyuncular kalıyor. Kendi adıma
gerek perdedeki fiziğini, gerekse oyununu çok beğendiğim Lale Mansur'u sinemada
izlemek her zaman keyifli. Keşke onu daha çok filmde görebilsek... Antalya' da
bir 'özel ödül' alan Ece Ekşi ve Luk Piyes de sinemamızın yeni kazançları. Ama
işte o kadar... Antalya'daki ikinciliğine karşın, bu filmi, kendi adıma iyi
niyetli, kimi iyi şeyler barındıran, ama sonuç olarak hiç başarılamamış bir
film olarak görmeme izin verilsin ... “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve
Rönesans Yılları” syf, 124
&
İlk Adımlar: 'Sinemaya senaryo yazarlığıyla girdim. Senaryo yazarlığına da
garip bir şekilde aslında yine burada, Filmacas'ta başlamıştım. 1983 yılı,
asker dönüşü işsizdim ve Ömer Vargı aradı, bir senaryo yazmak isteyip istemeyeceğimi
sordu. Ben de yazarım dedim. 'Badi' diye bir film var, 'E.T.' adaptasyonu.
Zafer Par çekecekti. Onun senaryosunu yazdım; böylece fiilen başlamış oldum ama
emin değildim bu işte yürüyeceğime. Sonra o senaryo macerasından memnun
kaldılar ve Şerif Gören'le ortaklar o sıra benden yazmış olduğu bir senaryoyu
elden geçirmemi istedi. Tam senaristlik değil yani... 'Güneşin Tutulduğu Gün'
diye bir senaryoydu. Onda anlaşamadık bir türlü, o olmadı. Ondan sonra Atıf
Yılmaz, Ömer Kavur bizim yakınlarımızdaydı zaten. 'Hadi bizimle bir şey yap'
dedi Ömer. Sonra onunla birlikte oturduk, 'Körebe'yi yazdık. Daha sonra
'Amansız Yol' da birlikte çalıştık. Böylece senarist olarak buldum kendimi.
Ondan sonra Atıf Yılmaz'la 'Adı Vasfiye'yi yapınca iş iyice ciddiye bindi. Atıf
Yılmaz'la 'Adı Vasfiye'den sonra 'Ahhh! Belinda', 'Asiye Nasıl Kurtulur?',
'Değirmen', 'Kadının Adı Yok', 'Bekle Dedim Gölgeye'... Altı tane filmde
çalıştık birlikte. Sonra '88 yılı falandı. Atıf Yılmaz ve Müjde Ar kendin film
çekmek istemez misin, dediler. Onun üzerine 'Küçük Balıklar üzerine Bir Masal'ı
yazdım. Onun çekim süreci içinde de bu işi artık iyice ciddiye alıp bir sinema
okuluna gitmeye karar verdim. İngiltere'de National Film School'a girdim. O
süreç içinde bir senaryo, kısa filimler yazdım. ; O okulu bitirme filmi olarak
hazırladığım senaryoyu da daha sonra 'Usta Beni Öldürsene' adıyla çektim. O
filmi bitirdikten beş yıl sonra da 'O da Beni Seviyor'u yapmış oldum. üç yıldır
bu filmle uğraşıyorum.
"O da Beni Seviyor'un fikri ilk
olarak Viyana'da Gül Dirican'la 'Usta Beni Öldürsene'nin gösterildiği bir Türk
filmleri haftasındaki bir sohbet sırasında çıktı. Ve Gül'ün kendi yaşamıyla
ilgili söylediği bir şeyden... Bunun çok güzel film olacağını söyledim. Ondan
sonra o yoğunlaştı. Birlikte konuştuk, düşündük. O, öyküsünü oluşturdu. Gitgide
genişleyen, arkeolojik kazı gibi biraz geriye giderek gelişen, onun için de çok
ilginç olan bir süreçti. Hikaye oluştuktan sonra da tabii dörtbeş ayrı taslak
yazdık birlikte. Çok ilginç bir macera oldu. Çünkü )en ona bir parça teknik
olarak yardımcı oldum. Teknik olarak yardımcı olmak önemli; çünkü teknik olarak
bazı sorunların çözülmesi insanın belleğini harekete geçiren bir şey ki Gül'ün
de ona ihtiyacı 'ardı. Bir tür kendi dünyasına girme çabasıydı. Yani, kendi
kopmuş olduğu bir dünyaya... Gül, Malatyalı. Liseyi orada bitirmiş: bütün
anıları, çocukluğu orada gizli. Ondan sonra da büyük bir kopuşla İstanbul'a
gelmiş. Ondan sonra da bir kısa ziyaret dışında hiç Malatya'ya gitmemiş bunca
yıl. Onun için çok garip bir süreçti. Kendi çok eskide bıraktığı bir dünyaya
saldırdı neredeyse. Şimdi bu hem çok acılı hem le teknik zorlukları olan bir
süreç. çünkü o süreci Türkiye'de yaşayan ok kişi var ve bunun nasıl
kilitlenmiş, gizlenmiş bir şey olduğunu çok iyi bilirler. O dünyayı yazıyla
yeniden ele geçirmek için teknik bir takım araçlar lazım. Sanıyorum o teknik
araçları sağlayabildim ona. Ve gitgide kendi olan hikayesine kendi dönüp sahip
çıktı. Önce kendi hikayesi bir cümleden çıktı ve onu ben sahiplendim, bir şeylere
doğru ekledim onu. Sonra o teknik araçları benim elimden aldıktan sonra ok
rahat etmedim. bir şekilde o dünyaya yeniden sahip çıktı ve onu kurdu. 'O a
Beni Seviyor'un senaryosu böyle oluştu Sinema ticari bir iş. Ticari başarı
tabii önemli. Ama bir projeyi oluşurken, yazarken onu gözetmenin bir yararı
yok. Çünkü, biliyorsunuz, herkes o niyetle çıkıyor yola. Şu kadar seyirci
olacak, bu kadar serci olacak... Böyle yola çıkan 100 projeden bir tanesi şu ya
da bu nedenle bir ticari başarıya kavuşuyor. Bunun formülü Hollywood'da bile
yok. Hollywood o blockbuster'ları yapmak için her yıl yüzlerce film yapıyor,
arasından bir tane çıkıyor. Zaten o sürüklüyor öbürlerini de. ticari başarıya
ulaşması kendi iç değerleriyle birebir ağlantılı değil tabii. Düşünsenize hiç
ilgisiz, birbirini tanımayan 1 milyon, 2 milyon kişiyi evlerinden çıkarıp,
bilet aldırıp sinemaya sokacaksınız. Bunun öyle kestirme bir yolu,
kestirilebilir bir yolu yok. Benim açımdan sinema sadece büyük bir sabır ve
inatla sürdürülecek bir iş. Ve çok da zevkli bir iş. İşin duygusal yoğunluk
yanı beni ilgilendiren bir şey. Seyirciyi ilgilendiren de bunun ne kadarının
onlara geçip geçmediği. Böyle kapalı, seyirciye adeta sırt dönmüş, küs bir iş
yaptığımı sanmıyorum. Niyetim bu değil en azından. 'Küçük Balıklar...'da,
özellikle 'Usta Beni Öldürsene'de çok daha geniş seyirci kitlesine ulaşmamanın
başka nedenleri de var, filmle ilgili nedenleri de var. 'O da Beni Seviyor'da
ben bu çizgiyi değiştirmeye karar ver bu film sadece değişik oldu. Çok daha
farklı ve çok insanın paylaşabileceği bir konusu, duygusu var. Sanıyorum
başarılı da oldu. O açıdan ticari başarısının da olabileceğine dair bir duygu
var açıkçası.
'''Usta Beni Öldürsene' benim çok sevdiğim
bir projeydi. Hem Bilge'nin (Karasu) öyküsünü çok seviyordum hem de ona katmaya
çalıştığım dünya, ondan yola çıkarak kurmaya çalıştığım dünya beni çok
ilgilendiriyordu. Eğer prodüksiyonda daha az sorun yaşasaydım daha gönlüme göre
bir film olacaktı. Epey zorluklarla çektik onu. Ama işin özü, kalbi bana çok
yakın oldu. Yaptığım için çok çok mutluyum. Bitirdiğimde de hayata dair
kazanılmış bir alan gibi hissediyorum. Şu ana kadar bunu hissetmediğim bir
filmim olmadı. 'Oh, bütün istediğimi yaptım, ölsem de gam yemem' olmuyor. 'Usta
Beni Öldürsene' beni çok mutlu etti. Oyuncularla, yarattığı dünyayla, söylediği
sözle, yarattığı duyarlılıkla... Bunlar da benim kurtarılmış bölgelerim.
Herhalde onu benimle paylaşanlar da var.
"Türk Sineması'nda şu anda sadece
bireysel sinemalar var. Yeşilçam'a bir anlamda bir ekol denebilirdi. çünkü bir
üretim yordamı vardı eski Yeşilçam'da. Filmleri belli biçimde yapıyordu
insanlar. Senaryolar belli biçimde yazılıyordu. Setler ona göre kuruluyordu.
Laboratuvarlar ona göreydi. Bu anlamda bir ses, doku benzerliği vardı. Güzeldi,
kötüydü ama böyle birşey vardı. Ve bunun içinde de buna aykırı olmaya çalışan
ya da bundan yararlanıp başka bir yere çıkmaya çalışan bireyler olabiliyordu.
Bu sağlıklı bir durum. Yeşilçam hem bir eğlence endüstrisi olarak görevini
yerine getirdi hem de içinden başta Yılmaz Güney olmak üzere derdi farklı
birçok insan yetiştirdi. Yılmaz Güney, Erden Kıral, Ali Özgentürk, Yavuz Özkan,
Zeki Ökten... Bir sürü insan yetiştirdi. Bir de Yeşilçam'ın mainstream'inde
olan Atıf Yılmaz gibi isimler de o mainstream içinde çok özel, önemli işler
yaptılar. Sonra bu, biliyorsunuz, parçalandı. Ama bugün bir ekoIden söz etmek
zor. Burada bireysel arayışlar, çabalar var. Zeki'nin (Demirkubuz) film
dünyası, çalışma yordamı ile Nuri Bilge'nin (Ceylan), benim, Kutluğ'un
(Ataman), Ferzan'ın (Özpetek) hiç ilgisi yok ki. Başka başka şeyler bunlar.
"Dünya sinemasında son yıllarda benim büyük bir hayranlık duyduğum
Kieslowski vardı. O bile son dönem olmaktan Çıktı. Ken Loach var. Mike Leigh
var. İngiliz Sineması'nın birtakım adamları var. Onun dışında genelde dünya
sineması içerisinde bir ülkeden çok müthiş filmler çıkıyor. Çin Sineması
çıkıyor ortaya. Şu anda ah bir filmi gelse ve kaçırmasam diyebileceğim bir adam
yok. Belki fazla kendi içime kapanmışlığımdan, kendi işimle uğraşmaktan; ama
çok zevkle izlediğim filmler oluyor. Stephen Frears'ın bir filmi geldiği zaman
da ilgiyle izliyorum. Amerika'da zaman zaman çok ilginç filmler yapılıyor. Ama
genelde dünya sinemasında çok ciddi bir sığlaşma var. Onun da çeşitli nedenleri
var. Açıkçası bende kendi yapacağımız işlerin heyecanı ağır basıyor…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder