Powered By Blogger

19 Ekim 2024 Cumartesi

JİNN (2013)

 

  Konu: Jînn, 17 yaşlarında, hayata katılmak için çıkışları zorlayan ve bu yolda karanlık ormanları cesurca aşmaya çalışan, sanki bir ‘Kırmızı Başlıklı Kız’dır.

Film, Jîn’in bilmediğimiz bir nedenle, dağdaki silahlı bir örgütten kaçmasıyla başlar. Hem kaçtığı örgüt elemanlarından, hem de kolluk kuvvetlerinden gizlenerek, dağlarda, ormanlarda yapayalnız günler ve geceler geçirir. Amacı bir büyük şehre, hayata, belki de hiç görüp bilmediği büyük dünyaların hayallerine ulaşmaktır.

Küçük ama dayanıklı vücudu, taze ama güçlü iradesiyle kendine doğanın ürkütücü karanlığı ve vahşiliğinde yer açmayı başarır. Çatışmaların ortasında kalır, üzerine açılan ateşlerden cesurca korunmayı bilir, korkar, üşür, karnını doyurur. Ona en büyük gücü ve teselliyi, belki benzer tehditler altında beraber saf tuttuğu hayvanlar verir. Bir bombardımandan korunmak için bir ayıyla bir ini paylaşır, bir geyikle dayanışır, yaralı bir eşeği tedavi eder, yumurtasını yediği bir vahşi kuşla anlaşır, bir vaşak tarafından teselli edilir, bir yılan tarafından uyarılır, bir at tarafından korunmaya çalışılır... Sonunda elde ettiği sivil giysilerle dağdan iner.

Ancak onun için ova dağdan daha tehlikeli, daha tehditkar ve daha can yakıcıdır. Ne kadar uğraşsa ve çırpınsa da gittikçe daralan çemberden çıkıp hayalini kurduğu yere(?) bir türlü varamaz. Küçük narin vücudu gibi kalbi de ağır yaralar almaya devam eder.

Büyük bir hayal kırıklığıyla dağlara, yalnızlığına geri döner. Doğanın içine, melankolik, uzanır. Yine bombaların ve kurşunların altında, devrilen ağaçların, parçalanan hayvanların arasına sıkışır. Artık isyanı çaresizliğe dönüşmüştür. Bu çıkışsız yolda, yaralı bedenini ve kalbini kucaklayacak, ağaçlar ve hayvanlardan başka kimsesi yoktur.

 
Jinn: Gerçeğe Değemeyen… Fatih Yazici 14 Mart 2013

Son olarak Kosmos‘da belirsiz bir yerden belirsiz bir zamanda belirsiz bir şeyden veya kimseden kaçarak şehre giren ve aynı şekilde şehirden kaçan meczup karakter Kosmos üzerinden aşk, isyan, hümanizm ve din keşmekeşini; üzerinden onca zaman geçmesine rağmen hâlâ hafızalarda tazeliğini koruyacak şekilde, enfes bir dille anlatan Reha Erdem, “sürecin” tam ortasına denk gelecek şekilde Jinn ile çıkageldi.

Her şeyden ve herkesten kaçmak zorunda olan” Jinn‘in sevmek, görmek, duymak, öğrenmek.. kısaca yaşamak için vahşi doğada geçirdiği yalnız gün ve geceleri, doğaya ve kendi yalnızlığına dönüşünü, hayata tutunmak için aradığı çıkış yollarını ve kaçış hayallerini TürkKürt çatışması ekseninde masalsı bir dokunuşla anlatmayı hedefleyen Erdem, gerçeklikten ayrıksı olduğu kadar gerçeğe ve hali hazırdaki bu “vahim” duruma bir o kadar da değen hikayesiyle, kendi filmografisinin belki de en sivri ama en kafası karışık yapımına imza atmış durumda.

Dağa/dağdan kaçış serüveni ve şehre gitme hayalleri ile iki ateş arasında sıkışıp kalan Jinn; şüphesiz, Reha Erdem‘in A Ay‘dan bu yana kafa karışıklığı ile beslediği, düşünsel ve eylemsel bakımdan sürekli olarak arafta bıraktığı karakterlerinin bir uzantısı. Fakat bu noktada, Reha Erdem‘in anlatı biçiminin alameti farikalarından biri olarak hikayesinin esas ve ayrıntılarını karakterleri üzerinden (yönetmenin bakış açısı, aynı zamanda karakterin de bakış açısıymışcasına) izleyiciye nakşetme ustalığı amacına ulaşmış hissi vermiyor. Zira Jinn karakteri sahneler ilerledikçe asıl noktadan uzakta isyanını göstermekte zayıf kalıyor. Sanki Jinn, iki ateş arasında kalmaktan ziyade bir yere ait olmaktansa hiçbir yere ait olmama fikrine ulaşamamanın hezeyanını duyuyor. Ve bu; filmin gerçeğe dokunan tarafına değinmek yerine sadece bakış atmayı tetikliyor.  Burada “Kosmos – Sermet Yeşil” bağıntısını vurgulamak Jinn’in izleyiciye ulaşamamasındaki sıkıntıyı anlatmakta referans olacaktır. Nitekim Reha Erdem; Kosmos karakteri için istediği gibi bir oyuncu, daha doğrusu kendisi ile izleyici arasındaki köprüyü kurabilecek oyuncuyu bulamamış olsaydı filmi çekmeyeceğini dile getirmişti.

İkinci yarısıyla birlikte yer yer Reha Erdem düsturuna bürünmeye başlayan Jinn, karakterin dağa çıkış ve dağdan kaçış sebepleriyle ilgilenmeyerek burada izleyiciyi de arafta bırakıyor. Bu sebeplerin ardında Jinn, dağdaki diğer Jinn‘lerin timsali olmaktan çok geçmişi münasebetiyle bu kaçışlara bulandığı izlenimi bırakıyor. Belki de filmin sürece dair katkı yapacak en önemli noktası olarak bu durum merak ediliyordu. Pekala bu Reha Erdem’in tarafgir olmak istememesi ile açıklanabilir. Tıpkı acıyı resmetmek istemeyişi ve gerçekten soyut bir şekilde modern bir kırmızı başlıklı kız metaforuna başvurmak isteyişi ile açıklanabileceği gibi. Ancak unutulmamalı ki; film, gerçeğe değen bunca metaforu bünyesinde barındırıyor, ve bunca gerçek öğe hikayeye yön veriyor. Burada Reha Erdem‘in silleyi gösterip vurmaması, haliyle filmin gösterimine dek oluşan beklenti ile ters düştü.

Hikayenin bu noktadaki kara deliğinin aksine “Kötü kurt” askerin gelişi ile beraber bozulan naturalliği ve gerilla kimliğini ardında bırakıp bir tarafı ait olma yolundan çıkıp önce “nefes alma” ve kadın olabilme yoluna indiği vakitlerde karşılaştığımız dünya tasviri ise filmin en değerli yanlarından biriydi. Zira, film bu anlarda en önemli sorusunu soruyordu.

İki ateş arasında sıkışıp kaldığı dağlar (yukarısı) mı, yoksa hayallerine ulaşmak için indiği yer (aşağısı) mi daha tehlikeli?“.

Öyle ki bu; herhangi bir kimliğe ve ırka sahip olmanın ötesinde, daha büyük ve önemli bir nokta. Fakat bu önemli noktaları devam ettirecek, amiyane tabirle filmi rahatlatacak sertliğin bir türlü nihayete ermemesi, üstüne filmin son çeyrek yarısına girilirken birkaç kez bitmişlik hissi yaratıp bitmemesi ve fabl’a dek uzanan son; Jinn‘in, gerçekten de Şarkı Söyleyen Kadınlar‘ın hemen öncesine yerleştirilmiş (sıkıştırılmış) olduğunu fazlasıyla hissettiriyor.

Jinn; Reha Erdem‘in önceki işlerine nazaran daha belirgin ve göz önünde bir dünya üzerinden şekil almasına rağmen fazla “dijital” kalarak, izleyicisini bu belirginlikten uzaklaştırıp flu bir dünyaya yönlendiriyor ve sürece yönelik Reha Erdem keskinliğinde bir derinlik ve diş sızlatacak bir olgu/kurgu bütünlüğü beklentisi karşısında yetersiz kalıyor. Diğer bir deyişle Jinn; “ölümü gösterip sıtmaya razı” ediyor.

İKİ KAFADAR CHİNESE CONNECTİON (2013)

         


Yönetmen Ömer Gökhan Erkut Senaryo Kaan Ertem Görüntü Yönetmeni Mehmet Başbaran Yapım Fida Film/ Zuma Film Genel Koordinatör: Emrehan Seyhan, Koray Somay, Kurgu: Aziz İmamoğlu, Yardımcı Yönetmen: Süleyman Mert Özdemir, Boom Operatörü: Şahin Atılkan

Oyuncular: İlker Aksum, Sinan Engin, Gökçe Özyol. Murat Akkoyunlu, Öykü Çelik, Settar Tanrıöğen, Ahmet Dursun, Pelin Öztekin, Orhan Aydın, Özlem Savaş, Bahadır Hakim,

Konu: Mahmutpaşa Pasajı’nda girdikleri her işi batıran iki kafadar son çare olarak tefeciden borç alırlar ve tablet işine girerler.

Fakat bu tabletler büyük dolandırıcıların GDO’lu mal sevkiyatlarında kullanılmaktadır. İki kafadar bu gerçeği öğrendiklerinde her şey için çok geç olacaktır. Gerçek bir kovalamacanın içine düşen ikilinin komik ve sürekli aksiyon dolu hikâyesi, aşkdostluk ve mafya üçgeninde birçok isimle kesişecektir.

 

İki Kafadar: Chinese Connection : Çek Bi’ Guy Ritchie! Salihcan Sezer 11 Ekim 2013

Büyük televizyon kanallarının gece yarısı kuşaklarından başlayıp, kendi adlarına kanal kuran dev kampanyalar, akıl almaz fiyatlara elektronik tabletler, mucize ilaçlar, cinsel performansı tavana vurduran özel mi özel karışımlar, 5 kavanozu 100 tl bal dereleri bir yanda; beri yanda Alex ‘elinde tweet’ olduğu için başkandan azar yiyor, janjanlı sosyal medyacılar dolgun maaşlara şirketleri halkla ilişkilendiriyor. Hafta boyunca sabahlara kadar tartışan futbol yorumcuları öyle popüler ki reytingi yüksek yarışma programları sunuyor, gişe filmlerine konuk olarak hasılatı bir tık arttırıyor. Boğazımıza kadar Çin malının ucuzuna ve kalitesizine boğulmuşuz. Mafyözler, yiyiciler, kenar mahalle bitirimleri, açıkgöz para babalarının pastayı paylaştığı işte bu acayip ortamdan doğmuş bir ilk film

İki Kafadar: Chinese Connection. Popüler kültürden üretilen, güncelden beslenen, ancak sıkça tekrarlandığından bayatlamış iyikötü karşıtlığı çizgisinden iz süren bir yerli suç komedisi.

Şov dünyasına taşıdıkları satış işinde yırtmaya, en azından ayakta kalmaya çalışan; görece saf ve özünde iyi iki ortağın giriştikleri tablet işi, televizyon ekranlarından gözüktüğü kadar kıyak değildir. Hong Kong’taki ucuzcu imalathanelerden ithal edildiğinden kolay bozulabilen bu çakma ipad’ler; iç piyasada pek tutmaz, tüketildiğinde ise müşterinin sinirlerini zıplatır. Müşteriler, ellerinde patlayan malların pazarlayıcıları Altan (İlker Aksum) ve Şükrü’yü (Gökçe Özyol) iade için sıkıştırır. İki arkadaşın başı, ticari atılımları için borçlandıkları Cabbar (Sinan Engin) nedeniyle de derttedir. Bir hafta mühlet verilen ikili borçlarını ödemezse, Cabbar’ın gazabıyla karşılaşacaktır. Yetmezmiş gibi tabletlerden birinin içerisine saklanan çok gizli ve değerli tohumlar üzerinden ikilinin farkında olmadığı bir takım tehlikeli ve alengirli pazarlıklar dönmektedir. Bu konuda da ihale yine ikiliye kalacaktır.

 

İzlerken kahramanlarını karmaşanın ve kötü adamların içine sokup, sağ salim çıkaracağı hissi uyandıran film bu açıdan basit çizgi filmlerin temel kurallarına riayet ediyor. Ayrıntılara takılmamızı ve derinlemesine düşünmemizi isterken, vaadi ise bir ‘suç ve ceza’ hikayesi içerisine yedirerek kotarmaya çalıştığı yoğun bir slapstick komedi. Peki elinden geleni yapıyor mu? Kesin bir kanaatte bulunmak doğru olmaz ama bazı gözlemleri paylaşmakta da yarar var. Sözgelimi Cabbar’ın yanında çalıştırdığı adamlarla ilgili fiziksel veya görsel/işitsel bir mizah denemesine girişilmesi pek anlaşılır değil. Komik olmaktansa tuhaf, hatta kötü hissettiren bu tercihin filme yarardan çok, zararı var. Hakeza 2013 yılında hala eşcinsellik üzerinden espri yapılmaya çalışılması hayrete ve özellikle yergiye değer. Ayrıca ille de aşk olsun diye ekleştirilmiş yersiz ve zorlama hikayenin ‘iler tutar yanı yok’. Altyapısı kurulmadığından inandırıcı olamayan; hızla başlayan, çabuk geçiştirilen ve küçük karelerle/sahnelerle adı konan ilişki ‘olmasa da olur’. Bitti mi, bitmedi elbet! Filmin aşırıya kaçan küfürlerinin rahatsız ediciliği yahut karakterlerin niteliğini afişe eden adsoy ad kombinasyonlarındaki vurgunun basitliğinden bahsedilebilir. Ancak ‘vur deyince öldürmeden’ güzel yahut olumlu şeylerin de altı çizilebilir. Filmin senaristi, yılların karikatüristi Kaan Ertem; Kolpaçino ve Kutsal Damacana serileri başta olmak üzere bir çok filmin yazım aşamasında yer aldığından, toplumsal davranışları baz alan anlık tespitler veya ince diyaloglarda fark yaratabiliyor. Mimarın(Murat Akkoyunlu), havuz yaptırılması için ağaçların kestirilmemesini istemesiyle de güncel siyasete üstü örtük bir dokundurma yapan Ertem; performans olarak aynı formülü izlediği eski senaryolarının biraz altında kalmış. Oyuncularda aksayan neredeyse hiç yok, hemen hepsi üzerlerine düşeni yapmışlar. Hatta samimiyetle belirtmeli ki; Sinan Engin filmin en dikkat çekici ve heyecan verici performansını sergilemiş.

Mahallede top oynarken, nasıl ki kendimizi zaman zaman Ronaldo’yla, Del Piero’yla özdeşleştiriyorsak, bu tarz filmleri (tahminen) çekenlerin ve (muhtemelen) izleyenlerin de Guy Ritchie yahut belki Tarantino özdeşleşmelerinden kaçınması daha uygun kanımca. Hatta haksızlık, vicdansızlık ve izansızlık olur hem sokaklardaki oyunumuza; hem de bu filmleri çekenler için ‘ama yine de’… Elinden gelebileceğinin en iyisini yapmadığını düşündüren İki Kafadar: Chinese Connection filminde maalesef tamamlanacak daha çok cümle, alınacak çok yol var.

 (www.eksisinema.com)

 

*İBLİSİN OĞLU 13. VAHŞET (2013)

 Yönetmen Emre Kaya Senaryo Fevzi Altunbulak , Zafer Kaya Müzik Vehbi Can Uyaroğlu Görüntü Yönetmeni Gökalp Yamen Yapım HFK Yapım/ Zafer Kaya Yetkili Yapımcı: Zafer Kaya, Ses Tasarım: Soner Koç,

Oyuncular: Fevzi Altunbulak (Wild), Burakhan Keyif (Berk), Merve Uçar Cangöz (Pelin), Erkan Karadeniz (Mahir), Yiğit Dören, Mehmet Topbaş, Emrah Elden (Selim), Çoşkun Kemer, Ömer Faruk Yıldırım , Kemal Özyakut (Sinan), Mustafa Kılınç Gazetecilik bölümünde son sınıfta okuyan bir arkadaş grubu, bitirme tezlerine k
onu olması amacıyla ilginç haberlere göz atmaktadırlar. Tam da aradıkları haberi bulurlar; sekiz dağcının esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolduğu olayı ve bu olayın arkasında yer aldığını düşündükleri, bir dağ evinde tek başına yaşayan Wild'ın hikayesini ele alacaklardır. Kameralar kayıda girdiğindeyse 13 sayısının laneti kendilerini bulacaktır.

Yönetmenliğin Emre Kaya'nın üstlendiği, senaryosunu ise Fevzi Altunbulak ve Zafer Kaya'nın yazdığı filmin çekimlerinin tamamı Ege bölgesinde gerçekleştirildi.

18 Ekim 2024 Cuma

HÜKÜMET KADIN (2013)

 

 Senaryo ve Yönetmen Sermiyan Midyat Müzik Cem Yıldız Görüntü Yönetmeni Hayk Kirakosyan Yapımcı Necati Akpınar Sanat Yönetmeni: Kaan Kaşıkır Dekor Tasarım : Kurtuluş Turgay, 2. Yönetmen Yardımcısı: Silva Delioğlu, Steadicam Operatörü: Akın Çakır

Oyuncular: Demet Akbağ, Sermiyan Midyat, Ercan Kesal, Bülent Çolak, Cezmi Baskın ;Mahir İpek, Rıza Akın, Haki Biçici, Ahmet Sarsılmaz, Doğukan Polat, Bahadır Efe, Ayberk Atilla, İpek Bilgin, Aziz Sarvan, Olgun Toker, Burcu Gönder, Gülhan Tekin, Renan Bilek, Kemal Uçar, Resul Kenru, Orçun Kaptan, Sarp Aydınoğlu, Nazmi Kirik, İpek Elban, Dilek Yorulmaz, Muhittin Oymakçıer

 Konu: 8 Çocuklu Midyatlı sıradan bir kadın olan Xate'nin komşularından tek farkı, kocasının Midyat Belediye Başkanı olmasıydı. Birgün, başına gelenler onun da Midyatlılar'ın da hayatını değiştirdi! Okuma yazması olmayan Xate Midyat Belediye Başkanı oldu! Mutfak işlerine girişir gibi giriştiği devlet işlerinde çocuklarının kendi aralarındaki çocukça rekabeti Midyat halkına kahkahalar attıran maceralara neden oldu. Ama hiçbir şey Xate'yi yolundan döndürmedi.

Hükümet gibi kadın Xate, işleri elinin hamuru ile çözmenin yolunu her seferinde buldu. Midyat'ta henüz kimse farkında olmasa da sadece onun için değil tüm ülke için hayat eskisi gibi değildi aslında. Ama en azından Midyat’ın değişimine giden yol, kahkahalarla doluydu!.

 
Bir Koltukta Kırk Karpuz  (Güzin Tekeş 01 Şubat 2013)

Türkiye’de 12 Eylül sonrası yetişen her çocuk “sakın politikaya bulaşma”, “aman siyasetten uzak dur” cümleleri zihnine kazınarak büyüdüğünden olsa gerek, politik mizah dendiğinde akla fazla suya sabuna bulaşmadan, derdini şakayla karışık anlatmaya çalışan ve pek de sivri dilli olmayan bir mizah anlayışı gelir oldu. Genç kuşak sinema izleyicisinin ülkede olup bitenlerden pek fazla haberi olmadan büyüdüğü bir iklimde, işini siyasi iktidarla fazla çatışmaya girmeden yapmak tabii sinemacıların da işine geldi. Hal böyle olunca da birkaç yılda bir beyazperdede BKM yapımı eğlencelik filmler izler olduk. Ancak bu tutmuş formül ne yazık ki her zaman başarılı sonuç vermiyor. Hele de önümüzde hafızalarına yer etmiş, söylemeye çalıştıkları kadar mizahı ve görselliğiyle de yaptığı işin hakkını veren bir “Vizontele” örneği olunca, ardıllarının işi zorlaşıyor. İşte yönetmenliğini Sermiyan Midyat’ın yaptığı “Hükümet Kadın” bu zincirin “Ay Lav Yu” ile beraber en zayıf halkası.

Yönetmenin, babaannesinin hikayesinden esinlenerek yazdığı film, halk tarafından sevilen ve tek derdi beldeye su getirmek olan sekiz çocuklu Midyat Belediye Reisi Aziz Veysel’in talihsiz bir kaza ile hayatını kaybetmesinin ardından, onun misyonunu üstlenen karısının, yani Midyat’ın ilk kadın belediye başkanı Xate’nin hikayesini anlatıyor. Okuması yazması bile olmayan, kendi halinde bir ev kadını olan Xate, gerektiğinde hem çocuklarını hem de belde halkını karşısına alarak kolları sıvıyor ve beldeye su getirmek için amansız bir mücadeleye girişiyor. Tabii bu arada kendi çıkarlarının peşinde olan ahali de boş durmuyor.

Sermiyan Midyat, “Hükümet Kadın”da, “Ay Lav Yu”daki gibi gene hem yazıyor, hem yönetiyor, hem de oynuyor. Yönetmenin bu bir koltuğa kırk karpuz sığdırma sevdası filmin söylemine de aynen yansıyor. Hazır film çekiyoruz ne derdimiz varsa bir avazda anlatalım mantığı yapılan işin son sürat duvara toslamasına yol açıyor. Filmde baştan sona bir kakafoni hüküm sürerken, inanç özgürlüğünden dem vurarak başlayan didaktik anlatım, 67 Eylül olaylarına da hafifçe dokunan, “siyah olmazsa beyazın ne kıymeti var” söyleviyle devam ediyor. Yönetmen hızını almışken hem çocuk gelinlerden bahsediyor hem anadil probleminden… Gel gelelim doğru kurulamamış dramatik yapı, verilmek istenen bütün mesajları kenar süsü gibi boynu bükük bırakıyor. Dramatik yapının zayıflığı, üzerine bir de kötü mizah eklenince, iyice göze batıyor. Israrla tekrarlanan boru döşeme esprisi, anlatıla anlatıla eskimiş Karl Marx fıkrası, kapitalizmsosyalizm kıyaslamasının yanı sıra anca çocukları güldüren kelime oyunları izleyicinin damağında paslı bir tat bırakıyor. O kadar ki, Demet Akbağ’ın “Vizontele”nin Siti Ana’sından aşina olduğumuz performansı bile filmi kurtarmaya yetmiyor.

Diğer yandan tüm olumsuzluklara rağmen film belli bir dinamiği korumayı başarıyor ve sonuna kadar sıkmadan kendini izletiyor. Bu noktada Sermiyan Midyat’ın oyuncu olarak hakkını vermek gerek. Her ne kadar olan bitene pek müdahale etmeden, kenardan sırasının gelmesini bekleyen kötü adam karakteri filmin bütünü içinde yetersiz kalıyorsa da Midyat üstüne aldığı filmin kötü adamı rolünün altından ustalıkla kalkıyor. Hal böyle olunca da filmden geriye acaba Sermiyan Midyat kendine bu kadar yüklenmeyip, senaristliği ve yönetmenliği ehil ellere bıraksa olamaz mıymış sorusu kalıyor… (www.eksisinema.com)

 

HİTİTYA: MADALYONUN SIRRI (2013)

 

 Yönetmen Cengiz Deveci, Ulaş Cihan Şimşek Görüntü Yönetmeni Mirsat Herovic Yapım Berkan Zincidi, Cengiz Deveci Sanat Yönetmeni: Koray Fındıkçıoğlu, Nilüfer Deveci, Dekor Tasarım: Koray Fındıkçıoğlu, Yapım Ekibi: Erkan Gültekin, Erkan Gültekin, Uygulayıcı Yapımcı: Aydoğan Gündoğdu, Yapım Asistanı: Arzu Oran, Yönetmen Yardımcısı: Engin Denizhan, Set Fotoğrafları: Yasemin Yiğit, Dekor Şefi: Yalçın Alagöz, Cast Direktörü: Aslı Deniz, Yaprak Bayraktar, Prodüksiyon Amiri: Şevket Pamir, Süpervizör: İbrahim Asutay

Oyuncular: Bruno Eyron, Emir Berke Zincidi (Alaz), Uğurkan Erez, Avni Yalçın, Gürkan Uygun (Zebab), Serra Yılmaz, Nehir Çağla (Nehir), Egemen Zincidi (Yaman), Ebru Cündübeyoğlu, Mustafa Büyükçolak (Asker), Araz Alem (Famian), Türkiye'nin ilk fantastik çocuk filmi Hititya: Madalyonun Sırrı, Şubat ayında vizyona girecek. Başrollerini Emir Berke Zincidi, Nehir Çağla ve Egemen Zincidi gibi çocuk oyuncuların paylaştığı filmde, arkeolog bir babanın ve özel güçlere sahip bir annenin çocukları olan Alaz, Nehir ve Yaman'ın; paralel bir evren olan Hititya'ya geçerek özel güçlere sahip olmaları ve annelerine kavuşmak için kötülükler dünyasının efendisiyle savaşmaları anlatılıyor.

HİLE YOLU (2013)

 

 Senaryo ve Yönetmen Ersin Kana Müzik Murat Başaran Görüntü Yönetmeni Mehmet Zengin Yapım Pancard Film/ Hakan Alak, Hüseyin Türkan Kurgu: Umut Şen, Sanat Yönetmeni : Özlem Baş, Uygulayıcı Yapımcı: Ömer Tunar, Yapım Sorumlusu: Birten Kılıç, Zafer Aykaç, Yardımcı Yönetmen: Yasemin Çağan Boğalıoğlu, Negatif Kayıt: Çağlar Özlek, Işık Şefi: Ersin Aldemir, Ses Tasarım: Tayfun Çolakoğlu


Oyuncular: Ozan Bilen (Korhan), Serkan Yakan (Murat), Halil İbrahim Aras (Kofik), Özgül Koşar (Ceren), Mazlum Kiper (Paşa), Ali Savaşçı (Şeyhmuz), Serap Matyaş, Murat Şen, İsmail Yıldız, İsmail Yıldız, Ersin Umut Güler, Yeşim Dalgıçer


Yapımcılığını Hakan Alak'ın üstlendiği film, Agos Gazetesi kurucusu Hrant Dink'in cinayetine (19 Ocak 2007) odaklanıyor. Asıl katil/katillerin yer aldığı ama silindiği söylenen güvenlik kamerası kayıtlarında ne olduğu fikrinden yola çıkıyor, .cinayetin 2 yıl sonrasından başlattığı hikayeyi katillerin ağzından anlatıyor.

 

KUKLALARIN EFENDİSİ (Kaan Karsan 23 Nisan 2013)

Türkiye Sineması’nda ‘yakın tarih’in genelde uzaklaşması beklenir ki üzerine rahatça film çekilebilsin… Mevcut politik sıkıntılar, otoriter bir tavırla gizliden gizliye baskılanır ve su yüzüne çıkarılmaz. Bu nedenle ulu orta vuku bulan sürü psikolojisi terörü bile gündemden dışlanabilir. Zaten bu sebeple halen ‘Sivas Katliamı’ üzerine çekilmiş cesur bir filmimiz yoktur. Derin devlet pencerelerden el sallarken, algılarımız bunu görmezden gelmek ya da ileri bir tarihe ötelemek durumunda kalır. Çünkü biliriz ki, çatlak sesler düzene güdümlenen toplumlarda pek sevilmezler. Bu hafta vizyonda boy gösteren Hile Yolu, pek yapılmayan bir şey yapıyor ve altı boş bırakılan Hrant Dink suikastına bir fon çiziyor. Bu acı bu kadar tazeyken de mutlaka mercek altına alınmayı hak ediyor.

Hile Yolu, Hrant Dink’in katline sebebiyet veren organize, beyni yıkanmış ve hedefe kilitli öldürme güdüsünün peşine takılıyor temelde. Odağına ise tam olarak ne için ve kim için çalıştığını bilmeyen, toplumu kuş bakışı kontrol eden bir sistem tarafından kuklalaştırılan ve ‘The Manchurian Candidate’ misali insani duygularından arındırılan birkaç tetikçiyi alıyor. Bu kişiler ve yaşamak üzere oldukları tecrübeler üzerinden gerilimli bir çatı kurarak pragmatist ve faşist düzeni sabitlemeye çalışan derin sistematiği deşiyor; Hrant Dink’in ölümüne sebebiyet veren dünya görüşünün hangi çarkın içerisinde savrulduğundan bahsediyor. Tam anlamıyla Türk olmanın beş ya da daha çok gayrıresmi şartı var gibi. Bu şartlar, köhnemiş bir eğitim sisteminin ve kültürlerarası bir dehlizde ayyuka çıkan aidiyet sorunlarının bir mahsulü. Hile Yolu’nda aidiyet problemleri nedeniyle büsbütün ait olmayı arzulayan birkaç adam var. ‘Kafatasçı zihniyet’ olarak tabir edilen ve bir anlamda Türkiye gerçeklerini görselleyen bu algı yaşanmış ve yaşanması olası birçok sosyal katliamın müstakbel doğurganı. Mevzubahis filmimiz de bu olguyu irdelemek amacıyla yola koyuluyor.

Filmin sorduğu soru aslında oldukça basit: “Hrant Dink öldürüldükten sonra basından saklanan, silinen görüntülerde ne vardı?”. Filmin gerçeğe dirsek temasındaki öyküsel kurgusu da bu soruya muhtemel bir cevap vermenin derdinde. İç içe geçmiş onlarca kavramdan mafya, devlet, din ve milliyetçilik başta olmak üzere birçoğunu hiyerarşik bir piramit düzeninde konumlandıran Hile Yolu, asıl amacının ne olduğunu samimi bir şekilde hissettiriyor. Lakin eli mecbur bir şekilde duygusal olarak derinleştirdiği karakterlerle ve bu karakterlerle ‘duygudaşlık’ kurdurma yöntemleriyle hedefinden saptığını söylemek de çok yanlış olmayacaktır.

Hile Yolu, filmin tamamında odakta olacak başkarakterlerini dakikadan dakikaya zavallılaştırıyor. İşin bu yönünde bir sıkıntı yok. Zira bu karakterler, ‘politik olarak doğru’ nitelemesinin yanına yaklaşamıyor olsalar dahi zavallılar. O kadar zavallılar ki, tüm bu olan bitenin içerisinde gözlemlediklerinden ders çıkarma yetileri bile yok. O zavallılar, yalnızca bir üst kata ulaşmak için kullanılan bir basamak hüviyetindeler. Sıkıntı ise ‘zavallı’ hallerinin film tarafından son derece vasat hamlelerle duygusal hale getirilmesi… Hiç şüphe yok ki karakterlere uzantılanan ailevi bağlar başta olmak üzere buna benzer birçok hamle, aslında karakteri derinleştirilmek için kullanılan ve klasik film gramerinin çok kullanımlık bir ürünü olan bir metot. Bu metot, Hile Yolu’nun baştan sona çürük olan bir merdivenin ilk basamaklarını doğru tahlil edememesine ve ele aldığı problemi hiyerarşik düzenin en tepesine yerleştirmesine sebebiyet veriyor. Hâlbuki bu büyük sorun, parça parça değil; daha bütüncül bir şekilde incelenmeyi hak ediyor.

Tüm bu metinsel sıkıntıların yanında filmin ‘ajan formülü’ mayasının da tutmadığı aşikâr. Aslında ortada sarkmalarına rağmen fena yazılmamış bir senaryo var; ancak bu senaryonun perdeye taşınması aşamasında büyük problemler ortaya çıkmış gibi görünüyor. Hile Yolu, süresi boyunca ‘gerilimli’ bir filmmiş gibi yapıyor. Gelin görün ki teorik olarak sahip olduğu gerilimi bir türlü pratiğe dökemiyor ve bu da filmin teknik yönünün, duygusal yönünü zedelemesine yol açıyor.

Hile Yolu, katiyen iyi bir film değil. İyi bir film olmamasının çok fazla sebebi var. Bu sebepler de teknik ve öyküsel olarak ikiye ayrılıp uzun uzadıya incelenebilir. Öte yandan film, yakın tarihe kafa yoruyor oluşuyla belli ölçüde saygıyı hak ediyor. Her ne kadar ‘kafa yorarken’ yanlış sularda yüzmenin eşiğine geliyor olsa da…(www.eksisinema.com)

HAYAT BOYU (2013)

 

Senaryo ve Yönetmen Aslı Özge Görüntü Yönetmeni Emre Erkmen Yapımcı Nadir Öperli Ortak Yapımcı : Bero Beyer, Mete Gümürhan, Soysal Demir, Enis Köstepen, Töre Karahan, Kurgu: Aslı Özge

Oyuncular: Defne Halman (Eda), Hakan Çimenser (Can), Defne Halman Gizem Akman (Nil), Onur Dikmen (Tan), Süreyya Güzel (Ahu), Haktan Pak (Efe), Sinem Öcalır (Ani), Canan Öztürk (Gül), Cuneyt Cebenoyan (Ali),

Konu: İlk filmi Köprüdekiler ile İstanbul, Adana ve Ankara Film Festivalleri´nde en iyi film ödüllerini alan Aslı Özge´nin yeni filmi Hayatboyu, dünya prömiyerini 63. Berlin Film Festivali´nde yaptı. Film, sorunlarının çözümü ayrılık olabilecekken birbirlerinden kopamamanın duygusal sıkışıklığını yaşayan evli bir çiftin hikâyesini anlatıyor. Filmin izlediği Ela saygın bir sanatçı, Can ise başarılı bir mimar. İstanbul´un en seçkin semtlerinden birinde, mimari tasarımını Can´ın yaptığı, bir evi paylaşmaktalar. İlişkilerindeki tutku çoklukla sönmüş olsa da karşılıklı saygı ve ilgi, beraberliklerinin sürmesini sağlıyor. Ta ki Ela bir gün Can´ın bir telefon konuşmasına kulak misafiri oluncaya dek... "İnsanlar mutsuzluklarına rağmen yaşamlarının mevcut halinin o kadar da kötü olmadığına kendilerini inan

 Ödüller 32. İstanbul Film Festivali2013

►En İyi yönetmen “Aslı Özge”

►En iyi görüntü yönetmeni “Emre Erkmen”

Evlilik – Çökerse Altındaki İnsanı Ezecek Kadar Ağır Bir Şey!

Aslı Özge ilk filmi “Köprüdekiler”de, taşınma, tayin olma, hayatının aşkını bulma, karnını doyurma gibi beklentileri ile çaresizlik ve umutsuzluk arasında sıkışıp kalmış kişilerin gerçek hikayelerini anlatıyordu bize. Neredeyse her kare, onların çıkışsızlıklarını hissettirmek üzere tasarlanmıştı. Kapı aralıklarında, dar yolların veya koridorların ortasında konumlandırılan karakterler, hep bir değişim ve hareket peşinde olmalarına rağmen, sanki bu mekanların, şehrin, ülkenin görünmeyen ipleri onların elini kolunu bağlamaktaydı.

“Köprüdekiler”den farklı olarak, üst sınıftan, orta yaşlı karakterleri ele alsa da “Hayatboyu” da aynı şekilde bu sıkışma hissiyatına odaklanıyor. Ela ve Can, kızlarını büyütmüş, ilk sahnedeki sevişmenin niteliğinden anladığımız kadarıyla ilişkileri rutine teslim olmuş bir çift. İzleyici olarak bizler onların kusursuzca tasarlanmış evlerini dışardan izlerken, bir kafesin içine hapsolmuş iki ruhun hallerine tanıklık ediyor gibiyiz. Tam da bir güncel sanatçı ve mimarın birlikteliğine uygun bir ev bu; bilenmiş zevkleri yansıtan her ayrıntısının üzerinde durulmuş, özgün bir tasarıma sahip. O kadar kusursuz ve hesaplı ki, adeta yaşamıyor. Ece ve Can’ın ilişkisi gibi, spontanlığa yer bırakmayan, dönüşme ihtimali olmayan, ölü bir yapı. Çiftin birliktelikleri de aynı evleri gibi iyi sunulmuş bir proje, ancak içinde bir yaşam belirtisi yok. Daha çok dışarıya karşı bir mükemmellik tablosu çizme motivasyonuyla sürdürülen, alışkanlıkların bir sonraki anı belirlediği bir hayata sahipler. Sonra beklenmedik bir şey oluyor ve Ela, Can’ın aralarındaki anlaşmayı bozduğunu, kendisini aldattığını öğreniyor.

“Hayatboyu” evliliği içinden çıkılması zor bir kurum olarak ele alırken esas olarak Ela’nın bakış açısına, onun ruhsal hallerine yoğunlaşıyor. Belki biraz entelektüelliğin ve öğrenilmiş medeni olma baskısının getirdiği ketumlukla, bu ilişkide tüm hissedilenler bastırılmakta. Kocasının ihanetini öğrendiğinde ona bağırıp çağırmak, onunla bu konuda yüzleşmek ya da bu üzüntüsünü bir arkadaşıyla paylaşmak yerine, bir şey olmamış gibi davranmayı tercih ediyor Ela. Tabii duyguları yok etmek mümkün değil; küçük sakarlıklar, yükselen tansiyonlar, huzursuz kıkırdamalar olarak çıkıyor bunlar Ela’nın vücudundan.

Filmin atmosferine de baştan sona bu gerginlik, pusuda bekleyen, her an patlamaya hazır bir halin varlığı hakim. Seyirciyi duygusal olarak manipüle etmeyen, hatta en ufak bir duygusal kıpırtı uyandırmayan, mesafeli bir anlatım tercih edilse de, boğulma hissi illa ki izleyene eşlik ediyor film boyu. En geniş, beyaz, ferah mekanlardaki sahnelerde bile kadraj içindeki kolonlar, pervazlar, tırabzanlar karakterleri sıkıştırıyor.

Pasif agresif bir tavırla içinde biriktirdiği hıncı, yarattığı eserle ortaya koyuyor Ela: Bir vincin ucunda asılı, dev bir kaya parçası. Bunun korkutucu bulunmasından müthiş bir zevk alıyor. Düşerse altındaki insanı ezecek kadar “ağır bir şey olmalı” derken, değiştiremediği hayatı için kendine, hissiz ve tepkisiz bir robot gibi hayatına devam ettiği için de kocasına duyduğu kızgınlığı gözlemlemek mümkün. “Aşk”ta karısının yüzüne yastık bastıran Haneke karakteri Ela’ya çok da uzak değil. Yeniden yaşadığını hissedebilmek için kara çıplak ayakla basması gereken, yalnızlık hissini yenebilmek için kocasından bir tepki kırıntısı bekleyen Ela’nın yaşadığı çalkantıları, duygu dalgalanmalarını minimum diyalogla yansıtması gereken Defne Halman’a ciddi bir iş düşüyor. En büyük yardımcısı ise steril atmosferleriyle Ela’nın iç yolculuğuna ayna olan mekanlar. Çiftin hayatlarında yaşadığı depremi, gerçek bir deprem teste tabi tuttuğunda kısa süreliğine Can’a odaklanıyor film. Fakat o noktaya kadar sadece suskunluğu ve mesafeliliğine tanık olduğumuz, yalnızca Ela’nın gözünden tanıdığımız bu karakterin içine bu denli kısa sürede girmek ve derinlerde yaşadıklarını idrak etmek çok da mümkün olmuyor.

Çalıştığı galeriyle ilgili memnuniyetsizliğini sinirle anlatan Ela’ya kızı rahatlıkla, “Çık o zaman o galeriden” diyor. “Çok mu alternatif var” diye cevap veriyor Ela da. O güne dek tuğlaları tek tek üst üste koyarak inşa ettiği hayatını yıkıp, yeniden inşa etme ihtimali ona fazlasıyla korkutucu geliyor. Arabayla, uçakla çıkılan onca yolculuğa, otogarda, havalanında geçen onca sahneye rağmen, bu filmin karakterleri henüz hiçbir yere gidemiyorlar. Daha doğrusu, Ela taşınma fikriyle ev aradığında bile gidebildiği en uzak yer, Can’la evlerinin mutfak ışığının açık olduğunu görebildiği mesafede. İnsanların bir toz bulutu içinde el yordamıyla yol adıkları bir atmosfer yarattığı son eserinde anlatmaya çalıştığı gibi, nereye gittiğini bilemeden, yalnızlık ve kaybolmuşluk hissiyle ilerlemeye çalışıyor Ela. Burcu Aykar (www.eksisinema.com)

 

GÜZELLİĞİN ON PAR' ETMEZ (2013)

 

 Senaryo ve Yönetmen Hüseyin Tabak Kurgu: Chrıstoph Loıdl, Negatif Kayıt: Çağlar Özlek,

Oyuncular: Abdulkadir Tuncer (Veysel), Nazmi Kirik, Lale Yavaş, Magdalena Kronschläger, Susi Stach, Branko Samarovski, Yüşa Durak

Konu: 12 yaşındaki Veysel ve ailesi ülkelerini terk etmek zorunda kalırlar. Yeni bir hayata başlayacakları Avusturya’ya göç eden aile buradaki yaşam dinamiklerine ayak uydurmakta bir hayli zorlanırlar. Bu yeni ülke, yeni dil ve yeni kültür özellikle küçük Veysel için büyük sıkıntılar doğurur. Veysel’in hayattaki tek umudu ve hayali sınıfındaki Ana’ya aşkını ilan edip ondan da aynı karşılığı görebilmektir. Sürekli Ana’nın hayalleriyle yaşan genç çocuk Cem isimli orta yaşlı komşusuyla tanışınca harekete geçecek, hayallerinin gerçek sonuçlarını en saf haliyle tecrübe edecektir.

ÖDÜL

49. Antalya Film Şenliği (2012)

►En İyi Film “Hüseyin Tabak”

►En İyi Senaryo “Hüseyin Tabak”

►En İyi Erkek Oyuncu “Abdulkadir Tuncer”

►En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu “ Lale Yavaş”

►En İyi Kurgu “Chrıstoph Loıdl

►Behlül Dal Jüri Özel Ödülü “Yüşa Durak

 Gönülden Gelen Çorba

(Kaan Karsan 15 Mayıs 2013)

Altın Portakal’ın ödül şampiyonu Güzelliğin On Par’ Etmez, çoğu şey üzerine ‘kafa yoran’ bir film. Kürt meselesine, aşka, zamanında yurtdışına göç etmiş olan Türkiyelilerin yaşadığı uyumsuzluk problemlerine, genç ve ‘küçük’ bir insan olmanın beraberinde getirdiği çaresizliğe ve bunun dışında birçok şeye temas etmenin derdinde… Buradan oraya ve oradan buraya kurulan bir göz temasının iyi niyetli ve pasifist filmi… Ya da daha kesin bir tabirle iyi niyetli ve pasif’ diyebiliriz Güzelliğin On Par’ Etmez için.

Filmin yönetmeni Hüseyin Tabak, bir nokta seçip etrafı gözlemlemek için en tarafsız bölgeyi seçiyor. Bu bölge elbette ki sıradan bir çocuğa ait: Veysel’e… Veysel göçün getirdiği aidiyet problemlerini en derinden ve en acı verici şekilde yaşayan bir çocuk… Ne babasının ne ailesinin ne de bizzat kendisinin akıbeti belli. Sınıfta aşık olduğu kızla bir iletişim kurabilmek adına kullanması gereken kelimeleri bile bilmiyor. Çok beklendik bir şekilde, kısır bir sürecin içerisinde ne ‘o’ tarafa ait olabiliyor ne de bu tarafta kalabiliyor. Bu mecburi göçün yıllardır anlatılagelen ve kemikleşen sorunlarından elbette ki. Bir tarafta Avrupa, bir tarafta Türkiye var. Acı çekenler ise bu ikisinin arasındaki çizgide dengede durmaya çalışanlar. Bir kanıksamışlığın içerisinde Veysel’in bir ayrıcalığı var: inadı ve kararlılığı… Veysel bir kimlik kazanmak ve üzerindeki ‘kimliksizleştirme’ emellerini bertaraf etmek adına yeni bir dil öğrenmeye, yeni bir kültürü özümsemeye ve her şeyden önemlisi ‘biri’ olmaya hazır. Güzelliğin On Par’ Etmez de Veysel’in arzuhali üzerinden yol alarak üslupsal olarak tutan bir formül izliyor. Bu sayede Veysel etrafını izlerken seyirci Veysel’i izliyor. Film en azıdan karakterler alanında daldan dala savrulmayarak risk almıyor. Ancak filmin daldan dala savrulduğu nokta ‘içeriksel’ deryada cereyan ediyor.

Hüseyin Tabak daha sık anlatılması gereken, milyonların yaşadığı bir sorunu anlatmaya soyunuyor, evet. Ancak Güzelliğin On Par’ Etmez, en çok ihtiyacı olan şeyi, berraklığı bir türlü bulamıyor. Filmin odağına giren problemler bir slayt şov edasıyla yer değiştirirken, Tabak bir türlü asıl anlatmak istediği meseleyi seçemiyor. Filme öyle ya da böyle dâhil edilen onca meselenin her biri ayrı ayrı mühim ve ayrı ayrı derin Bir filmin tüm bu meseleler silsilesini yekpare ve tutarlı bir bütüne vardırması oldukça zor. Güzelliğin On Par’ Etmez de hepsine aynı mesafede konumlanmaya çalışırken inceliğinden ödün veriyor ve sığlığından bir türlü arınamıyor. Onlarca kısa cümle, tek bir uzun cümlenin yokluğunu maalesef unutturamıyor.

Hüseyin Tabak’ın tertemiz yönetmenliği ve oyuncularının filmi ısıtan performansları ise ilerisi için umut veriyor. Bu da teknik tercihlerin öykü anlatmak için gayet yeterli olduğuna işaret ediyor. Lakin bilindiği üzere bir senaryo, bir filmin her şeyi olmasa da çoğu şeyi… Güzelliğin On Par Etmez de özenli cilasına rağmen hatalar, eksikler ve fazlalıklarla dolu olan bir senaryo olarak zihinlerde yer edinecekmiş gibi görünüyor. Tabii bütün bu falsolara rağmen göç meselesinin hızlandırılmış bir özetini seyretmek isteyen ve filmine değer veren bir yönetmenle tanışma emelinde olan seyircilerin tatmin olma ihtimali cepte.(www.eksisinema.com)

 

GÜNCE (2013)

 

 Yönetmen Kemal Uzun, G. Mete Şener Senaryo Namık Üstünel Görüntü Yönetmeni Gökhan Tanış, Onur Özşeker Müzik Cahit Berkay Yapım Akademi Prodüksiyon / Namık Üstünel, G. Mete Şener Sanat Yönetmeni: Selda Çiçek, Uygulayıcı Yapımcı: Korhan Günay, Negatif Kayıt: Çağlar Özlek

Oyuncular: Cemal Hünal, Leyla Lidya Tuğutlu, Nisa Melis Telli, Levent Sülün, Gürkan Uygun, Ayça Varlıer, Ferdi Akarnur
, Erdal Küçükkömürcü, Pamir Pekin, Yeliz Başlangıç, Haluk Levent, Pekcan Türkeş, Mustafa Vural, Alperen Khamis, Çağdaş Tekelioğlu ,

Konu: Radyo programcısı olan Cengiz’in tüm yaşamı, iş dışındaki zamanlarda karısı ve kızıyla geçer. Fakat mutlu bir pazar günü tüm yaşamını alt üst edecek olayların ilki ile karşı karşıya kalır. Bu olayın ardından daha mütevazı bir yaşam sürmeyi planlayan Cengiz’in tüm hayatının anlamı kızı Günce olur. Yıllar geçtikçe Günce'yle birlikte Cengiz de büyür. Ta ki 5 yaşındaki Günce'yi de kaybetme riskiyle yüzleşene kadar.

GÖZÜMÜN NURU (2013)

 

 Senaryo ve Yönetmen Melik Saraçoğlu, Hakkı Kurtuluş Kurgu Ali Aga

Oyuncular: Melik Saraçoğlu (Melik), Bilgin Saraçoğlu (Anne), İsmail Saraçoğlu (Baba), Öykü Altuntaş (Öykü), Orhan Saraçoğlu (Büyükbaba), Hakkı Kurtuluş ( Hakkı), Ahmet Saraçoğlu ( Erkek Kardeş),

Konu: Lyon ve Viyana üniversitelerinde aldığı sinema eğitiminin ardından arkadaşı Hakkı Kurtuluş ile sinema dünyasına atılan Melik Saraçoğlu, Bergmanya’ya Yolculuk’un ardından bu sefer sıra dışı bir konu ve çekim planlarına sahip filmi ‘Gözümün Nuru’ ile seyirci karşısına çıktı. Genç yönetmen, Hakkı Kurtuluş ile birlikte yazıp yönettiği sinema filminde, çocukluğundan itibaren başlayan ve ailesinde de genetik bir hastalık olarak göze çarpan ‘retina dekolmanı’ hastalığını ve tedavi günlerini komik bir dille anlattı.

Üniversite yıllarında ardı ardına geçirdiği iki retina dekolmanının ardından kör olmanın kıyısından dönen ve kırk gün boyunca gözleri bandajlı bir şekilde yüzükoyun yatmak zorunda kalan Saraçoğlu, bu süreci tiye alan filminde, annesini, babasını ve abisini de kamera karşısına ge çirdi. Saraçoğlu’nun tedavi günlerinin geçtiği kendi evinde çekilen ve senaryodaki özgünlüğü ile sıra dışı kurgusuyla dikkat çeken yapımın galası, 20. Altın Koza Film Festivali’nde gerçekleştirildi. Ulusal Uzun Metrajlı Film Yarışması’nın en güçlü adaylarından birisi olan film, Cinemaximum Adana’daki gösteriminde ayakta alkışlandı. Gösterimin ardından, teknik ekip ve aralarında anne, babası ve abisinin de olduğu oyuncu kadrosu ile sahneye çıkan Saraçoğlu, Hakkı Kurtuluş ile seyircilerin sorularını yanıtladı.

Ödüller

20. Adana Altın Koza Film Şenliği2013

► En iyi film

► SİYAD en iyi film ödülü 

► En iyi senaryo

► En iyi kurgu

 
O KADAR İÇTEN Kİ ‘DEĞİL’ (Kaan Karsan 18 Ekim 2013)

Yerli sinemamız dâhilinde yeni bir damara ihtiyaç duyduğumuz ortada. Zira minimalist yönelimin ödül bazında ‘her şey’e dönüştüğü bir kısır döngüde ‘yaratıcılık’ beklemek ikinci ya da üçüncü plana atılmış gibi görünüyor. Oysaki sıklıkla mizahıyla övünen ve sıradan bir insanın yaşamını sürdürebilmesi adına bile ‘yaratıcılık’ talep eden bu topraklardan tazeleyici bir sinema beklemek ‘tuhaf’ olarak addedilemeyecektir. Melik Saraçoğlu ve Hakkı Kurtuluş’un ikinci uzun metrajlı filmi Gözümün Nuru, ‘yaratıcı’ fikirlerle yola çıkan ve yaşamın satır arasındaki kimi mevzulara temas eden, tespitçi ve otobiyografik bir deneme… Ne kadar iyi yahut kötü olduğu tartışılır ancak en azından sinemamız dâhilinde yeni bir şeyler vadettiği tartışılmaz.

Gözümün Nuru, filmin iki yönetmeninden biri olan Melik Saraçoğlu’nun hayat kesitine odaklanıyor; Saraçoğlu’nun gözüyle/görme duyusuyla ilgili yaşadığı kimi sıkıntılar üzerinden bir sinemacının kâbusunu mesele ediyor. Bu sıkıntılı hal, filme hem ‘görme’ duyusunun sağladığı geniş bir alan tanıyor hem de meseleyi hem absürt hem de duygusal bir şekilde ele alabilmesi adına fırsat tanıyor. Melik’in yaşadığı depresif süreç, iki yönetmenin öğrencilik hayatından başlayarak ailevi dünyasına kadar varan bir yeniden canlandırmanın fitilini ateşliyor ve izleyeni yeniden yorumlanan bir gerçekliğe/absürtlüğe şahit ediyor.

Melik Saraçoğlu ve Hakkı Kurtuluş’un işin içine kendilerini de katarak bina ettikleri dünyanın, kaba tabirle, kafası oldukça rahat. Kendileriyle ve temas ettikleriyle dalga geçerek ellerindeki malzemenin içeriğinde bolca bulunan dramayı hafifleştiren ikili, sinemamızda pek de rastlamadığımız türden bir lezzetin peşine düşüyorlar. Bunun fikirsel aşamada oldukça takdire şayan olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Zira kesinlikle ‘herkese göre’ olmayan mizah bir bölüm seyirci nezdinde işliyor ve bu sayede yönetmenlerin amacı belirgin hale geliyor. İkiye bölünen seyirci farklı kulvarlarda seyahat ediyor. Zira tam bu aşamada bir soru, kendi kendine ortalıkta gezinmeye başlıyor. Aynı filmden ‘otobiyografik’ tınıları attığımızda; gerçeklik bir an için yok farz edildiğinde geriye ne kalıyor?

Gözümün Nuru, kalkıştığı işin içerdiği riskin farkında olduğu için ilk anından itibaren kendini samimi kılmak adına çabalıyor. Gözünü kaybetmek üzere olan yönetmenin ‘sömürü’ potansiyeli taşıyan hikâyesi, türlü ‘şebeklikler’ ile ‘ciddi’ olmaktan kaçınıyor. Bu esnada da sürekli olarak filmin ‘amatör’ ruhunu destekler hamlelerde bulunuyor; görselliğini sınırlıyor ve küçük kalmayı yeğliyor. ‘Sinema sevgisi’ ve ‘sinema yapmanın sevgisi’ filmin her izleyene cazip gelebilecek damarını oluşturuyorlar. Uzun lafın kısası, film kendini sevdirebilmek adına çok fazla gülümsüyor ve samimi olduğunu vurgulama arzusu, asıl peşinde olduğu kavramı, yani, ‘samimiyetini’ zedeliyor.

Sinema sevgisi mevzusu, uzaktan bir ‘sinefil filmi’ olarak yansıyan Gözümün Nuru’nun itici kuvveti şüphesiz. Lakin filmin bu derin deryadan da dikkat çekici bir yaratıcılıkla çıktığını söylemek zor. Lumiere’den Pelin Esmer’e değin varan referanslar bir türlü doygunluğa ulaşamıyor; hep sığ sularda kalıyorlar. Bütün bu sorunlara ek olarak, filmin kendine güvenini sesli bir şekilde ifade eden ‘dış ses’ hem dramatik hem de mizahi yapıyı anbean zedeliyor. Kısa sürede filmin ‘doğal’ komikliğinin frenleyeni haline gelen dış ses kullanımı, sinemayla ifade edilmesi gereken duyguların özetleyeni niteliğinde…

Ne kadar iyi yahut kötü olduğu, bir yazı üzerinden değil; filmle kurulan bağ üzerinden değerlendirilebilecek Gözümün Nuru’nun tüm eksiklerine rağmen belli ölçülerde ilgiyi hak eden bir çaba olduğunu da görünür kılmak gerek. Zira Melik Saraçoğlu, Hakkı Kurtuluş ikilisinin bu eforunun sinemamızda bir emsali yok. Sadece bu açıdan bile Gözümün Nuru’nu umudun kendisi haline gelmese de umut veren bir iş olarak niteleyebiliriz. Sinemamızın kendisiyle dalga geçen, izleyiciyle arasına duvarlar örmeyen, ‘açık’ yönetmenlere ihtiyacı var.

 

GİTME BABA (2013)

 

 


Yönetmen Ahmet Sönmez Senaryo Çiğdem Suyolcu Yapım Filmekibi/Çiğdem Suyolcu Renk Düzenleme: Çağlar Özlek, Negatif Kayıt: Çağlar Özlek

Oyuncular: Murat Karasu (Lütfi Suyolcu), Çiğdem Suyolcu ,(Çiğdem Suyolcu), Şenay Gürler (Hülya Suyolcu), Payidar Tüfekçioğlu (Erdal), Mustafa Uğurlu (Kadri), Mehmet Esen (Gürhan), Mesut Akusta (Harun), Gökhan Mete (Naci), Volkan Cal (Çağrı Suyolcu), Zafer Erdaş (Talat), Ali Çelik (Sıtkı), Yener Gürsoy (Fahrettin), Ragıp Yavuz (Remzi), Tayfun Erten (Çamuroğlu), Yaren Altun (Küçük Çiğdem), Emirhan Balcı (Küçük Çağrı),

Konu: 1980 Kuşadası. Çiğdem babası Lütfi'ye, Çağrı annesi Hülya'ya sarılmış ailecek uyumaktadırlar. Lütfi uyanır, kalkar, çalışma odasına geçer ve çalışmaya başlar. Bu arada Çiğdem ve Çağrı uyanmış televizyon seyretmektedirler. İzledikleri filmdeki adamın ölmesiyle tedirgin olan Çiğdem babasının yanına gidip "Sen ölürsen ben ne yapacağım?" diye sorar, babası "Hiç gitmemişim gibi beni sevmeye devam edeceksin, ben de seni" der. Bununla tatmin olmayan Çiğdem hala babasının gözlerinin içine bakmaktadır. Lütfi "Bir insan bir insandan ne zaman gider biliyor musun?" diye sorar, Çiğdem "Ölünce değil mi babiş?" diye sorar, babası "Hayır unutunca" der. Bu cümleleri duyan Çiğdem rahatlar ve "Ben seni hiç unutmam" der, sarılırlar.

Ertesi gün Lütfi, Kuşadası Belediyesi'ndeki makam odasında aile büyüğü Naci ile görüşme yaparken tehdit telefonu alır fakat önemsemez. Bu arada Naci'nin uyarısıyla yakın arkadaşı ve yardımcısı olan Erdal'ın bir takım kanun dışı işlerini tespit eder ve bu durum onda büyük bir hayal kırıklığı yaratır. Yanına çağırıp konuştuğu Erdal'la yollarını ayırır. O gün annesiyle pazara çıkan Çiğdem kaybolur Lüfi bunu aldığı tehdide bağlar. Hemen diğer yakın arkadaşları Talat ve Harun ile olay yerine gelir. Bir süre sonra Çiğdem pazar yerinde bulunur. 2 ay sonra Lütfi caddede bir arkadaşıyla yürümektedir. "Başkanım" diyerek yaklaşan adama Lütfi esprili bir şekilde "Ben başkan değilim artık, sade vatandaşım, darbe oldu" der. Adam "Sen her şartta bizim başkanımızsın mutlaka bir gün yine oturursun o koltuğa" der. Ertesi akşam kapı çalınır, Lütfi kapıyı açar, arama emriyle gelen polisler evi ararlar. Çiğdem kapının önünde "Gitme baba" dese de Lütfi'yi tutuklayıp götürürler. Çiğdem babasının olmadığı süre boyunca çok mutsuz olur.

 

GELMEYEN BAHAR (2013)

Yönetmen Emrah Senaryo Emrah, Tarkan Ateşmen Görüntü Yönetmeni Doğan Sarıgüzel Müzik Caner Tepecik, Emrah Yapım Yağmur Film/Esin Yağmurdereli, Çağrı Bingüller Danışman: Nedim Hazar, Kurgu: Emre Aş, Kamera Ekibi: Ahmet Açıkkol,

Oyuncular: Orhan Alkaya (Davut), Ayten Uncuoğlu (Feriha), Hasan Küçükçetin (Mirza), Beyza Şekerci (Bahar), Gürkan Tavukçuoğlu (Özgür), Duygu Keser (Songül), Ayşe Kökçü (Neslihan), Turgay Tanülkü (Sinan), Kerem Kupacı, Volkan Bora, Cem Avnayim, Mert Öner, Caner Kadayıfçı, Emre Cilasın, Emre Büyükpınar, Meral Asiltürk ,Pelin Bölükbaş , Aylin Tunceli. Seher Terzi. Özgür Biber, Efe Karaman. Ceren Özben, Musa Pekdemir,

Konu: Kendi küçük dünyalarına sıkışan insanların, hür gün gazete haberlerinde rastladığımız öyküsüdür Gelmeyen Bahar. Bir fabrikada işçi olarak çalışan, 18 yaşına daha yeni girmiş Bahar’ın geleceğiyle ilgili bambaşka hayalleri varken, ailesi onun kaderini çoktan belirlemiştir. Suskun bir anne, evinde bulamadığı mutluluğu başka yerlerde arayan emekli bir baba ve işsiz bir ağabeyin arasında sıkışıp kalan Bahar, kurtuluşu çok iyi bilmediği bir dünyada aramaktadır. Amcası ise, kendi oğluna eş yapmak için, Bahar’ın kanunen reşit olmasını beklemektedir. Başına gelen üzücü bir olay sonrasında evden kaçmak zorunda kalan Bahar için hüküm çoktan verilmiştir bile.

Ailenin namusunu temizlemek ise, evin oğlu Mirza’ya düşmüştür. Mirza ise işsizlik ile mutsuz giden evliliğinin kıskacında her geçen gün biraz daha sıkışırken, eşi Songül’ün kendisinden habersiz bir şeyler çevirdiğini hisseder. Ancak bu küçük, sıkıntılı dünyada hiçbir şey göründüğü gibi değildir.

Gelmeyen Bahar: Oysa Hiç Acelesi Yoktu

(Gulcin Kaya 07 Mart 2013)

Sinema sanatının bizdeki kadar ezilip büzüldüğü, sıradışı deneylere alet edildiği zor görülür. En azından bizdeki hal ve gidişatın eşine az rastlanır ilginçlikte olduğu kesin. Kimden oyuncu olur, hangi komedyenin filmi daha komik tartışmalarının onbeşinci yılında popülerliğini yitirmesini, şarkıcılıktan yönetmenliğe geçen ünlülerimize borçluyuz mesela. Belirli bir akımdan gelen müzik insanları için müzik piyasasında yarışıp kendini ispatlamanın bir sonraki aşaması sinemada yarışmak oldu gibi. Seyirci diğer meslektaşlarının sinema kabiliyetlerini tartışmayı bitirememişken; sahne adıyla Emrah, yönetmen ismiyle Emrah Erdoğan, kendi yönettiği ilk filmiyle vizyonda arzı endam ediyor. Hangisinin filmi daha az kötü tartışmalarına yeni bir soluk getiren bu filmle birlikte, bu bir yarışsa eğer, ruh sağlığınız için içerisinde yer almamayı kolaylıkla tercih edebileceğiniz bir yarışa dönüşüyor.

Hayatımız boyunca izlediğiniz tüm iyi filmleri unuttuğumuz bir distopya hayal edelim. Öyle başyapıt olmalarına da gerek yok, sadece ortalama filmler olsun. Böyle bir birikimle Emrah Erdoğan’ın filmine girdiğiniz takdirde bile, henüz filmin açılış sekansını izlediğinizde ilk şaşkınlığınızı yaşamanız muhtemel. Ardından takip eden yüzlerce dakika boyunca ise kendisinin neden illa bir film çekmek zorunda olduğunu açıklayabilecek zaruri bir gerekçe bulamayabilirsiniz. Zira Gelmeyen Bahar, gerçekten de herhangi bir anının anlamlandırılmasına olanak sağlayan bir film değil. Anlatabileceği her şeyi tastamam anlattığını düşünürken, çizdiği talihsiz dünyaya talihsiz bir cesaretle kefil oluyor. Ortaya çıkan iş ise seyirci için zorlu bir sabır testine dönüşüyor. Uzun yıllar önce sinemanın belirli bir türünde aktif olarak yer almış ve sinemayı orada bırakmış bir birikimin ürünü gibi görünen film, ilk yanlışını 2013 yılında vizyona girerek yapıyor. Yeşilçam döneminin popüler dram anlayışını benimserken güncel anlamda bünyesine dahil ettiği tek şey ‘töre cinayetli drama dizileri’ oluyor. Karakterleri, olay örgüsü ya da müzik seçimleriyle ‘bir dram nasıl olmamalı’ sorusunun cevaplarından onlarcasını bünyesinde barındıran bir deneme olarak kabul edilebilecek olan ve sinema disiplinine bu denli yabancı kalabilen bir yapıtın, sinemanın temel prensiplerine göre incelenmesi bir hayli güç. En az filmin kendisini izlemek kadar da yıpratıcı bir deneyim.

Senaryo, oyunculuk, teknik arka plan gibi temel dallarda hiçbir faktörü önemsemeyen ve bu haliyle barışık olan film, verdiği mesajlar ile ciddiye alınmak istiyor. Kadına şiddeti karşı dikkat çekmek amacıyla çıktığı bu yolda 8 Mart tarihinde vizyona girerek belirli bir farkındalık yaratmak istiyor belli ki. Ancak tutarsızlık anlamında rekor kırabilecek olan senaryosu buna bile izin vermiyor. Çünkü deneyimlediğimiz şey, bir asır uzunluğunda hissedilen süresi boyunca, ‘farkında olmadan’ kendi mesaJinnı yalanlamak için didinen bir yapım. Filmin trajik olabildiği tek nokta da burası. Kadına karşı şiddet konusunda farkındalık yaratmaya çalışan film, senaryosu ve karakter çizimleriyle bu şiddeti nedenselleştiriyor. Bunu da senaryo ve karakter yazımını ciddiye almadan bildiğini okuyan tavrına ve bilinçli bir tercihle meydana gelmediği her halinden belli olsa da filmi esareti altına almış olan cinsiyetçi bakış açısına borçlu. Bunu tartışmak ise en az bu bilinçsiz tercihler kadar önemsiz ve de talihsiz.

Beyaz perdede bolca dizi, bazen standup gösterisi, kimi zaman da uzun video klipleri izleme şansına eriştiğimiz şu günlerde ortaya çıkmasının pek de şaşırtıcı olmadığı bir film Gelmeyen Bahar. Arz ve talep arasındaki kusursuz ilişki devam ettiği sürece son da olmayacağını iyi biliyoruz. Belki de bu sebeple, özelinde ateş püskürmek yerine genel tabloya bakıp daha uzun çıkarımlar yapmak en iyisi olacaktır.

G.D.O. KARAKEDİ (2013)

 

Yönetmen Murat Aslan Senaryo Şafak Sezer Görüntü Yönetmeni Ercan Özcan Yapım Setra Film /İlker Özcan Kurgu: Erkan Özekan, Sanat Yönetmeni: Rıza Doğan, Kostüm Tasarım: Özge Öztürk, Genel Koordinatör: Uğur Atukman, Uygulayıcı Yapımcı: Aslı Çökük, İdari Yapımcı: Süha Kılıç, Tamer Güven, Yardımcı Yönetmen: Serhat Çakılcıoğlu, PostProdüksiyon Sorumlusu: Nejla Tiryaki, Ses Tasarım: Levent İntepe, Afiş: Rodin Alper Bingöl, Dublör  Süpervizorü: Serkan Döner

Oyuncular: Şafak Sezer Gürkan), Volkan Başaran (Duran), Serkan Şengül (Orhan), Melisa Aslı Pamuk (Elmas), Demet Bölükbaşı, Durul Bazan (Psikopat), Erdem Akakçe ( Cengiz), Şener Kökkaya, Hamdi Kahraman (Hamdi), Seda Yıldız (Aybars), Server Mutlu, Cenk Kangöz (Cemal), Emel Müftüoğlu (Konuk Oyuncu), Erdoğan Tuncel, Halil Kumova, Serkan Döner, Musa Pekdemir,

Konu: Gürkan Güler, Balat’ın yerlisidir. Anne ve babası rahmetli olmuş olan Gürkan’ın, kardeşleri Duran ve Orhan’dan başka kimsesi yoktur. Üç kardeş babalarından kalan Balat’taki evlerinde bekar hayatı yaşamaktadırlar. Gürkan, erken yaşta kardeşlerinin sorumluluğunu üstlendiği için evlenememiştir. Gürkan ve Duran baba yadigarı ticari taksi ile dönüşümlü olarak taksicilik yapmakta, en küçük kardeşleri Orhan ise tezgahta pilav satarak eve katkı sağlamaktadır. Üç kardeş, zor yaşam şartlarında ayakta kalmak için mücadele etmektedir.

Duran, Elmas adında güzel bir kıza delicesine aşık olmuştur ve bu aşkı karşılıklıdır. Elmas’ın ailesi ise kızı zengin biri ile baş göz etme derdindedir. Duran, abisi Gürkan’a durumu anlatıp, Elmas ile evlenmek istediğini söyler. Gürkan, maddi durumlardan mütevellit D uran’ın isteğini rededer. Duran, mahalleden arkadaşı olan korsan taksici Hamdi’yi de yanına alarak, sevdiği kızı düğün günü kaçırır.

Orhan, her zamanki gibi tezgahını açmış, pilavını satmaktadır. Müşterilerine siparişi götürdüğü sırada mafyanın kuryeliğini yapan Cengiz ile çarpışır. Cengiz, yeraltı dünyasının önemli ismi Aybars’ın adamıdır ve üzerinde Aybars’a ait değeri paha ölçülemez elmas koleksiyonu vardır. Üzerindeki emanet yüzünden peşindeki sivil polislerden kaçmakta olan Cengiz, Orhan ile çarpıştığı sırada Orhan’ın önlüğünün içine, içinde elmasların olduğu babedi bırakır, geri geleceğini söyleyerek uzaklaşır. Sürekli zengin olma hayalleri kuran Orhan, ayağına gelen bu fırsatı değerlendirmenin yollarını aramaya başlar.

 

EVE DÖNÜŞ: SARIKAMIŞ 1915 (2013)

 

 Yönetmen Alphan Eşeli Senaryo Alphan Eşeli, Serdar Tanketin Görüntü Yönetmeni Hayk Kirakosyan Yapım Mars Entertainment Group/

Böcek Yapım/Ömer Faruk Sorak, Oğuz Peri Kurgu: Ömer Özyılmazer, Müzik Emre Dünda, Murat Uncuoğlu, Sanat Yönetmeni: Tural Polat, Kostüm Tasarım: Gülümser Gürtunca, Genel Koordinatör: Pelin Kaya, Uygulayıcı Yapımcı: Emrah Gamsızoğlu, Yapım Sorumlusu: Onur Çakır, Yardımcı Yönetmen: Simin Sinkil, Makyaj: Ahsen Gülkaya, Ses Tasarım: Burak Topalakçı, Ses Kayıt: Okan Selçuk,

Oyuncular: Uğur Polat (Saci Bey), Nergis Öztürk (Gül Hanım), Serdar Orçin (Onbaşı Sami), Muharrem Bayrak (Çoban Ali), Şevket Süha Tezel (Er Mahmut), Sıla Çetindağ (Zeynep), Myraslava Kostyeva Akay (Nihan), Şebnem Hassanisoughi, Miray Akay


Konu: I. Dünya savaşı sırasında Ruslara karşı yapılan, 109.274 askerin şehit düştüğü “Sarıkamış Harekatı” Osmanlı İmparatorluğu’nun mağlubiyeti ile sonuçlandı. Doğu Anadolu Bölgesi Ocak 1915 tarihiyle artık hiç kimseye ait olmayan, belirsizliğin ve karmaşanın hüküm sürdüğü bir yere dönüştü.

 

Ne Rusların, ne de Osmanlı’nın tam olarak sahip olamadığı, yönetim ve otoriteden yoksun bu bölgede kaderlerine terk edilen insanlar, kendilerini daha önce karşılaşmadıkları bir hayatta kalma mücadelesi içinde bulurlar.

Bakü’de görevli Hariciye Nazırlığı Kalem Müdürü’nün eşi Gül Hanım ve kızı Nihan, onlara Erzurum yolunda eşlik eden Hariciye Nazırlığı mensubu Saci Efendi, zorlu ve sert kış koşullarının hakim olduğu bu kimsesiz topraklarda yol alırken savaşın ortasında kalmış, harabeye dönmüş ve terk edilmiş bir köye ulaşırlar. Issızlığın ortasında ki bu köyde geçirdikleri ilk akşamlarında yalnız olmadıklarını öğrenirler. Birbirlerinden farklı, toplumunun değişik sınıf ve kültüründen gelen 8 insan, vahşi doğanın ve koşulların ortasında kalmış bu ıssız köyde dayanılmaz bir açlıkla baş ederken hayatta kalmanın peşinde ve eve dönüş mücadelesi ile karşı karşıyadır artık…