Film, Jîn’in bilmediğimiz bir nedenle,
dağdaki silahlı bir örgütten kaçmasıyla başlar. Hem kaçtığı örgüt
elemanlarından, hem de kolluk kuvvetlerinden gizlenerek, dağlarda, ormanlarda
yapayalnız günler ve geceler geçirir. Amacı bir büyük şehre, hayata, belki de
hiç görüp bilmediği büyük dünyaların hayallerine ulaşmaktır.
Küçük ama dayanıklı vücudu, taze ama güçlü
iradesiyle kendine doğanın ürkütücü karanlığı ve vahşiliğinde yer açmayı
başarır. Çatışmaların ortasında kalır, üzerine açılan ateşlerden cesurca
korunmayı bilir, korkar, üşür, karnını doyurur. Ona en büyük gücü ve teselliyi,
belki benzer tehditler altında beraber saf tuttuğu hayvanlar verir. Bir
bombardımandan korunmak için bir ayıyla bir ini paylaşır, bir geyikle
dayanışır, yaralı bir eşeği tedavi eder, yumurtasını yediği bir vahşi kuşla
anlaşır, bir vaşak tarafından teselli edilir, bir yılan tarafından uyarılır,
bir at tarafından korunmaya çalışılır... Sonunda elde ettiği sivil giysilerle
dağdan iner.
Ancak onun için ova dağdan daha tehlikeli,
daha tehditkar ve daha can yakıcıdır. Ne kadar uğraşsa ve çırpınsa da gittikçe
daralan çemberden çıkıp hayalini kurduğu yere(?) bir türlü varamaz. Küçük narin
vücudu gibi kalbi de ağır yaralar almaya devam eder.
Büyük bir hayal kırıklığıyla dağlara,
yalnızlığına geri döner. Doğanın içine, melankolik, uzanır. Yine bombaların ve
kurşunların altında, devrilen ağaçların, parçalanan hayvanların arasına
sıkışır. Artık isyanı çaresizliğe dönüşmüştür. Bu çıkışsız yolda, yaralı
bedenini ve kalbini kucaklayacak, ağaçlar ve hayvanlardan başka kimsesi yoktur.
Son olarak Kosmos‘da belirsiz bir yerden
belirsiz bir zamanda belirsiz bir şeyden veya kimseden kaçarak şehre giren ve
aynı şekilde şehirden kaçan meczup karakter Kosmos üzerinden aşk, isyan,
hümanizm ve din keşmekeşini; üzerinden onca zaman geçmesine rağmen hâlâ
hafızalarda tazeliğini koruyacak şekilde, enfes bir dille anlatan Reha Erdem, “sürecin”
tam ortasına denk gelecek şekilde Jinn ile çıkageldi.
“Her
şeyden ve herkesten kaçmak zorunda olan” Jinn‘in sevmek, görmek, duymak,
öğrenmek.. kısaca yaşamak için vahşi doğada geçirdiği yalnız gün ve geceleri,
doğaya ve kendi yalnızlığına dönüşünü, hayata tutunmak için aradığı çıkış
yollarını ve kaçış hayallerini TürkKürt çatışması ekseninde masalsı bir
dokunuşla anlatmayı hedefleyen Erdem, gerçeklikten ayrıksı olduğu kadar gerçeğe
ve hali hazırdaki bu “vahim” duruma bir o kadar da değen hikayesiyle,
kendi filmografisinin belki de en sivri ama en kafası karışık yapımına imza
atmış durumda.
Dağa/dağdan kaçış serüveni ve şehre gitme
hayalleri ile iki ateş arasında sıkışıp kalan Jinn; şüphesiz, Reha Erdem‘in A
Ay‘dan bu yana kafa karışıklığı ile beslediği, düşünsel ve eylemsel bakımdan
sürekli olarak arafta bıraktığı karakterlerinin bir uzantısı. Fakat bu noktada,
Reha Erdem‘in anlatı biçiminin alameti farikalarından biri olarak hikayesinin
esas ve ayrıntılarını karakterleri üzerinden (yönetmenin bakış açısı, aynı
zamanda karakterin de bakış açısıymışcasına) izleyiciye nakşetme ustalığı
amacına ulaşmış hissi vermiyor. Zira Jinn karakteri sahneler ilerledikçe asıl
noktadan uzakta isyanını göstermekte zayıf kalıyor. Sanki Jinn, iki ateş
arasında kalmaktan ziyade bir yere ait olmaktansa hiçbir yere ait olmama
fikrine ulaşamamanın hezeyanını duyuyor. Ve bu; filmin gerçeğe dokunan tarafına
değinmek yerine sadece bakış atmayı tetikliyor. Burada “Kosmos – Sermet Yeşil”
bağıntısını vurgulamak Jinn’in izleyiciye ulaşamamasındaki sıkıntıyı anlatmakta
referans olacaktır. Nitekim Reha Erdem; Kosmos karakteri için istediği gibi bir
oyuncu, daha doğrusu kendisi ile izleyici arasındaki köprüyü kurabilecek
oyuncuyu bulamamış olsaydı filmi çekmeyeceğini dile getirmişti.
İkinci yarısıyla birlikte yer yer Reha Erdem düsturuna bürünmeye
başlayan Jinn, karakterin dağa
çıkış ve dağdan kaçış sebepleriyle ilgilenmeyerek burada izleyiciyi de arafta
bırakıyor. Bu sebeplerin ardında Jinn, dağdaki diğer Jinn‘lerin
timsali olmaktan çok geçmişi münasebetiyle bu kaçışlara bulandığı izlenimi
bırakıyor. Belki de filmin sürece dair katkı yapacak en önemli noktası olarak
bu durum merak ediliyordu. Pekala bu Reha Erdem’in tarafgir olmak istememesi
ile açıklanabilir. Tıpkı acıyı resmetmek istemeyişi ve gerçekten soyut bir
şekilde modern bir kırmızı başlıklı kız metaforuna başvurmak isteyişi ile
açıklanabileceği gibi. Ancak unutulmamalı ki; film, gerçeğe değen bunca
metaforu bünyesinde barındırıyor, ve bunca gerçek öğe hikayeye yön veriyor. Burada
Reha Erdem‘in silleyi gösterip vurmaması, haliyle filmin gösterimine dek
oluşan beklenti ile ters düştü.
Hikayenin bu noktadaki kara deliğinin
aksine “Kötü kurt” askerin gelişi ile beraber bozulan naturalliği ve
gerilla kimliğini ardında bırakıp bir tarafı ait olma yolundan çıkıp önce
“nefes alma” ve kadın olabilme yoluna indiği vakitlerde karşılaştığımız dünya
tasviri ise filmin en değerli yanlarından biriydi. Zira, film bu anlarda en
önemli sorusunu soruyordu.
“İki ateş arasında sıkışıp kaldığı
dağlar (yukarısı) mı, yoksa hayallerine ulaşmak için indiği yer (aşağısı) mi
daha tehlikeli?“.
Öyle ki bu; herhangi bir kimliğe ve ırka
sahip olmanın ötesinde, daha büyük ve önemli bir nokta. Fakat bu önemli
noktaları devam ettirecek, amiyane tabirle filmi rahatlatacak sertliğin bir
türlü nihayete ermemesi, üstüne filmin son çeyrek yarısına girilirken birkaç
kez bitmişlik hissi yaratıp bitmemesi ve fabl’a dek uzanan son; Jinn‘in,
gerçekten de Şarkı Söyleyen Kadınlar‘ın hemen öncesine yerleştirilmiş
(sıkıştırılmış) olduğunu fazlasıyla hissettiriyor.
Jinn; Reha Erdem‘in
önceki işlerine nazaran daha belirgin ve göz önünde bir dünya üzerinden şekil
almasına rağmen fazla “dijital” kalarak, izleyicisini bu belirginlikten
uzaklaştırıp flu bir dünyaya yönlendiriyor ve sürece yönelik Reha Erdem keskinliğinde
bir derinlik ve diş sızlatacak bir olgu/kurgu bütünlüğü beklentisi karşısında
yetersiz kalıyor. Diğer bir deyişle Jinn; “ölümü gösterip sıtmaya razı”
ediyor.