Powered By Blogger

11 Aralık 2022 Pazar

 

MEKTUP (1996) 

Senaryo ve Yönetmen: Ali Özgentürk, Kamera Mirsad Herovic, Müzik: Hasan Cihat Örter, Anouar Brahem, Yapım: Asya Film /Ali Özgentürk Filma Cass’ın işbirliği ile Ortak Yapımcılar Etamp Film (Çek Cumhuriyeti) Zebra Film (Polonya) Montaj: Andrija Zafranovic, Türkçe Şarkılar: Erkan Oğur, Seslendirenler: Tilbe Saran, Cüneyt Türel, Levent Dönmez, Senaryo yardımcısı: Sadık karlı, Yapım Genel Koordinatörü: Leyla Özalp, Yapım müdürü: Sabahattin Gündüz, Yapım asistanı: Rüya Arabacı, Montaj yardımcısı: Mustafa Preşova, Ses Tasarım: Ender Akay, Laboratuar: Yusuf Z. Özbek, Ses Mühendisi: Nail Yılmaz, Miksaj: Yaylan Oğuz, Jenerik: Hilmi Güver, Yönetmen Yardımcısı: Özkan Tekin, 1. Kamera Ast.: Albercht Siberberger, 2. Kamera Ast.: Alper Deril, Yapım Görevlileri: Esi Gülce, Burak Bakkalbaşıoğlu, Yolunay Türköz, Kostüm Sorumlusu: Sevil Nursan, Kostüm çalışanları: İ. Hakkı Başlan, Elif Traşçıoğlu, Işık Şefi: A. Haydar Tuna, Işık Teknisyeni: Derya Bal, Uğur Kaplan, Temel kaynak, Set Teknsiyenleri: Hikmet Palabıyık, İsmail Keskin, İbrahim Gülen, Set Asistanı: Haldun Çıvgıner, Set Fotoğrafçısı: Gül Süzgen, Makyöz: Belgin Ömürbağ, Eurimages, Kültür Bakanlığı ve Efes Pilsen Katkılarıyla)

Oyuncular: Tarık Akan, Zişan Uğurlu, Ahmet Mekin, Nail Çakırhan, Necdet Mahri Ayral, Alev Emre, Suna Selen, Erol Demiröz, Güler Ökten, Arif Keskiner, Aytaç Yörükaslan, Köklükaya, Aslı Bülbül, İhsan Bilsev, Jessica Chambell, Mazlum Kiper, Hakan Güneri, Şebnem Köstemi, Aslı Kaspoğlu, Naci Taşdöğen, Arif Keskiner, Olga Aykın Bekova, Maria Kalyuk,, Selahattin Duman, Konuk Oyuncu : Cüneyt Gökçer

Konu: Ragıp (Tarık Akan) küçük yaşta ülkesinden ayrılmış, annesiyle birlikte Amerika'ya yerleşmiştir. Orada iyi bir eğitim alır, evlenir nükleer fizik alanında kısa sürede önemli bir yere gelir. Görünürde her şeyi elde etmiştir, ama yaşamında bir şeylerin eksikliğini hisseder. Yılların ardından Türkiye'ye döner ve ölü olduğunu sandığı babasının hayatına ait izleri genç bir rehber kızla Zişan Uğurlu) birlikte aramaya başlar. Öğrendiği tüm bilgiler, önceleri ona eğlendirici gibi gözükür. Hiç tanımadığı ülkesinde yaşadığı serüvenler onun için çok ilgi çekicidir. Ragıp, yaşadığı bu kaosun içinde, kendisine rehberlik yapan genç kıza aşık olur. Öte yandan babasının sahte bir cenaze töreni düzenlettirip ortadan kaybolduğunu, gerçekte hala yaşamakta olduğunu öğrenir. Babasının görkemli hayatını keşfederken kendi yaşamının anlamsızlığını fark eder ve bu da onu kendisini ve yaşamını sorgulamaya yöneltir. Babasını arama yolculuğu giderek kendi kimliğini bulma serüvenine dönüşür.


Ceylan, bu filmde öykünün, mekanın, kahramanların sahiciliğiliğiyle ve kendi mikrokozosunu oluşturmada gösterdiği ustalıkla Türkiye' için sıradışı ve özgün bir çıkış yaptı. Ayrıca, tamamen bağımsız üretim koşullarını yaratmadaki becerisi, sinema sanatının teknik aşamalarına hakimiyetiyle mükemmel görüntüler yaratma yeteneği de, bu ilk filmde, Ceylan'ın başarısının temel koşulları olarak hemen göze çarpıyordu. (Necla Algan “Antrakt Sinema Dergisi Aralık 2003Ocak 2004 Sayı: 7576)


4 Belgesel tadında bir sinema, doğanın yakından gözlerni, bir ailenin bireylerinin özellikle doğayla ilişkileri çerçevesine oturtulmuş ve özenli bir senaryoyla pekiştirilmiş canlandırıllma çabası. ..

Bu aksiyon, şiddet, cinsellik ve özel efekt çağında, filmlerini yazan, yöneten, çeken ve de aile bireylerinin katkısıyla gerçekleştiren Nuri Bilge Ceylan, tam anlamıyla zanatsal bir iş yapıyor, amatörlüğü en iyi anlamında sürdürüyor. Ama bu, onun sinemasının görüntü kaalitesi, çerçeveleme özellikleri, ödünsüz bir belgesel tavır gibi konularda olduğu kadar, oyuncu yönetimi, müzik kullanımı, seslendirme alanlarında da oldukça profesyonel olmasını engellemiyor.

Peki ama, Kasaba'dan geriye ne kalıyor? Film, özellikle doğayla ilişki bölümlerinde çok başarılı. Çocukların orman gezisi, kuşlarla veya bir kaplumbağayla kurdukları ilişkiler çok etkileyici. Asılmış ıslak çoraplardan kızgın demir soba üzerine düşen damlacıkların görüntüsü de ...

Ama iş insan tasvirine, aile bireylerinin konuşmalarına gelince, film biraz duraklıyor. Kuşak farklılıklarını veya kültür farklılıklarını, kasabalı veya kentli olmanın uyuşmazlığını yansıtan uzun konuşmalar, seyırcı ıçın, gerçek bir ilginçik taşımıyor: Yine de Kasaba kendıne ozgu bır sınemayı ınatla gerçekleştiren, tanıdığı insanları ve insandoğa ilişkisini yansıtmayı amaç bellemiş bir sinernacının, kalabalık içinde bir yalnız şövalye olmayı seçen bir sanatçının serüveni olarak, has sinemaseverlerce görülmeli. “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf,105”

 * Evet, bir mektup geldi. Ali Özgentürk'ün beklenen ve iddialı gözüken Mektup'u Türk seyircisine ulaştı. Ama bunun güzel bir sürpriz olduğunu söylemek çok zor. Daha doğrusu ortada bir zarf var da içinde pek mektup filan yok ...

 Evet, ortada bir hikaye, daha doğrusu bir hikaye taslağı var. Çok kabaca özetlemek gerekirse, bu hikaye bence şu: Türk toplumunun o yasakçı ve sansürcü yapısı içinde uzun yıllar devletimizin peşine adam taktığı bir "eski tüfek" ve peşin    deki adam arasındaki ilişki bu... Ömrünü o komünisti izlemeye adamış ve' tek görevi bu olagelmiş bir adamın sonunda avına bağlanması, onunla inanılmaz bir dostluk kurması ve iki yaşlı adamın ömürlerini birlikte tamamlamaya karar vermeleri ... Bu aslında ilginç ve güzel hikayeyi anlatmaya sıvanıyor film. Ama dolaylı biçimde... Hikayedeki "avın" oğlu, yıllar önce ABD'ye yerleşmiş olan mühendis Ragıp, babasının yaşamından izler bulmak için yurda dönüyor. Genç bir rehber kızla birlikte İstanbul'un gündüz ve gece hayatına dalıyor ve babasından kalan bir şeyler arıyor. Bu arada, onun sağ olduğunu öğreniyor, ona adım adım yaklaşıyor. Rehber kızla da işi pişirmeyi ihmal etmeksizin ...

Mektup, daha senaryo aşamasında kendisini başarısızlığa mahkum etmiş. Asıl hikayeyi adeta saklayarak, onda yatan dramı en alt ölçülere indirerek, onun yerine hiçbir biçimde ilgimizi çekmeyen bir sürü saçma sapan şeyi art arda dizerek ... Bu filmi sinema öğrencileri için "bir hikaye sinemada nasıl anlatılamaz?" temalı bir derse konu etmek mümkün! ...

Ali Özgentürk, hikayenin asıl dramatik yapısını hiçe sayarak, daha doğrusu yok ederek, onun yerine varoluşçu bir kadınerkek ilişkisini ve sinemada çok görüle gelmiş, kayıp birini aramanın içerdiği psikolojik gerilimi getirmeyi denemiş. Ne var ki bunu da başaramamış. Filmdeki iki kadın erkek ilişkisi, yani Ragıp'ın rehber kızla ve de ABD' den gelen karısıyla olan ilişkileri, tam anlamıyla yapay ve iğreti duruyor, hiçbir anlarında belli bir içtenlik ve inandırıcılık kazanamıyor. Hele Cüneyt Türel'in sesiyle okul İngilizcesiyle konuşan bir Tarık Akan (yıllardır Amerika'da olan bir Türk, daha inandırıcı bir İngilizce, daha doğrusu Amerikanca konuşmalıydı) ve filme sadece baldırlarını sergilemesi için konduğu izlenimini veren o yabancı hatun arasındaki ilişkiler, yine sinema derslerinde yapaylık örneği olarak gösterilebilecek düzeyde ...

Ali Özgentürk, filmin yok edilen dramatik yapısının yerine bir de bol bol şiirsel sözler getirmeyi denemiş. Onun filmlerinde hep var olagelmiştir bu ...

Ama daha organik biçimde, öyküye yedirilerek, dramatik yapının önüne sanki bir engel gibi çıkarılmadan... Sinemada şiir ayrı bir konudur, ayrı bir beceridir; şiirsel sözler etmekle sağlanmaz, kendine özgü bir görsellikle elde edilir. Sinema şiir ilişkilerine örnek gösterilen birçok klasik filmde böyledir.

Oysa Mektup'ta sürekli edilen (ve filmin gazete ilanlarına da yansıyan) o şiirsel sözler, burada neredeyse dramatik yapıyı zedeliyor. Yok edilen veya yok sayılan asıl hikayenin yerine konmaya çalışılan bu sözler, sinemanın hiç affetmediği bir şeyi, gereksiz ve boş laf kalabalığını çağrıştırıyor. O güzelim entrika, o sonsuz olasılıklara açık hikaye, sanki acemi bir şairin şiir yazıp söyleme tutkusuna feda ediliyor.

Mektup, benim için ciddi ve acı bir düş kırıklığı oldu. Belki en iyi filmlerini Hazal ve At’la işin başında veren Ali Özgentürk, belli bocalamalardan sonra Çıplak’la hiç olmazsa düşsel ve gerçeküstücü bir dünya kurmayı başarmıştı. Bu filmle bence tüm yapıtının gerisine düşüyor ve başta da dediğim gibi, bir hikayeyi anlatamamanın tüm sıkıntısını yaşıyor, bize da yaşatıyor. Yazık ... “Atilla Dorsay, “Sinemamızda çöküş ve Rönesans yılları”, syf, 117”

 4 Mektup, yıllar önce İtalya'da gördüğüm. Bernardo Bertolucci'nin efsanevi bir devrim kahramanı olan solcu babasının peşine düşmüş bir gencin sancılı arayış sürecini işleyen, güzelim 'Örümceğin Stratejisi' adlı 1980 yapımı filmini anımsattı bana. Babasını arayışının, kendisiyle ve ülkesiyle yakınlaşıp yoğunlaşan bir ilişkiye dönüştüğü Ragıp'ın öyküsü aracılığıyla, ülkemizin yakın tarihinin 1940'lı yıllardan günümüze kadar süregelen dönemlerinin fonunu oluşturduğu bir arayış serüvenini hikaye ederken genelde ele aldığı zengin malzemeyi yeterince değerlendirip işlemekte yaya kalıyor 'Mektup'. Bir dizi yeniden canlandırılan geriye dönüş, anı ve tanıklıklarla kurulmuş filmde, duygularını, düşüncelerini, kaygılarını, umutlarını, beklentilerini yansıtamayan karakterlerinin seçiminden olayların işlenişine, 'Nükleer enerjiye karşı mısın?' 'Dondurulmuş yiyecekler gibi yaşıyoruz', 'Her insan bir ormandır' v.b. gibisinden kitabi diyaloglarından mekan seçimine ve teknik (özellikle ses) yetersizliklerine kadar hep bir olmamışlık duygusu seyircinin yakasını hiç bırakmıyor. 193040'lar döneminde, ülkemizde çoğu yaşanmış, acı gerçekIere dayanan deneyim ve gözlemler üzerine oturtulmuş, sağlam bir malzemeden yola çıkan yönetmen Ali Özgentürk'ün afralı tafralı mizansen oyunlarına yüz vermeyip yer yer ölçülü, kişisel ama ağır aksak, tutuk bir uslup tutturduğu 'Mektup', sonuçta gitgide tekdüzeleşerek bir takım kalıp tipler ve olayların bir araya getirildiği, başlangıçta vaat ettiklerini sonunda yerine getiremeyen, ağır aksak tempolu, tutuk ve özenti bir film olmaktan öteye geçemiyor. .. Ali Özgentürk'ün' At'dan beri lokomotif olarak filmlerinde kullandığı Güler Ökten'in acılı kadını ya da çenesi düşük taksi şoförü gibi yan tiplerle renklendirdiği 'Mektup'un, Emir Kustirica'mn kameramanlarından Mirsad Herovic tarafından çekilmiş başarılı görüntülerine ise diyecek yok... 'Mektup', 1980'den bu yana sinemamıza 'Hazal' ve 'At' gibi ödül rekortmeni, başarılı filmler armağan etmiş olan yönetmen Ali Özgentürk'ün filmografisinde, derdini pek anlatamayan, havada kalmış, özenti bir çalışma olmaktan ileriye gidemeyen bir film izlenimi bıraktı bizde" (Çapan, Cumhuriyet, 03.10.1997),

 4Yönetmenin, 'Su da Yanar'la ortaya çıkıp 'Çıplak'ta iyice belirginleşen, 10 Yönetmen 10 Film'in 'Sır' bölümünde doruğa çıkan 'ifade edememe', ekonomik ve yalın olamama zaafı, 'Mektup'a da baştan sona damga vuruyor. Neler anlatmaya çalışmıyor ki Özgentürk... 27 Mayıs, cuntacıdarbeci girişimler, DoğuBatı kültürlerinin çelişkisi, bir dönemin komünistleri, 'büyük kirlenme' aşk öyküleri, yeraltı dünyası, çocuğunu yitiren çıldırmış anne, garip bir komando, cinsel maceralar ve hatta, belki duymayan kalmıştır diye Simurg efsanesi bile sığdırılmış filme ... 'Aranılan Adam' Beşir Sedat karakterinin de 'Üçüncü Adam'ın Harry'si ya da 'Olağan Şüphelilerin Keyser Soze motifi gibi, büyük bir belirsizlik, dahası tehlikelilik içinde peygambervari biçimde çizildiği düşünülürse karmaşa daha da artıyor" (Arslan, Radikal, 07.10.1977). “Ayrıca bknz: Gül Erçetin, "Mektup Adrese Ulaşamazsa Kabahat Benim", Cumhuriyet, 15.10.1976; Esin Küçüktepepınar, Gazete Pazar, 12 Ekim 1977; Necla AIgan, Antrakt, Kasım 1977. “



 

LEŞ KARGALARI (1996) 


Senaryo ve Yönetmen: Yavuz Yalınkılıç, Görüntü Yönetmeni: Dinçer Önal, Yapım: A.F./Ali Şakar

Oyuncular: Yılmaz Köksal, Ali Şakar, Gamze Tunar, Ünsal Emre, Nusret Özkaya, Hasan Yıldız, Enver Dönmez, Sami Hazinses, Hasan Demircon, Cesur Yılmaz

Konu: İki kardeşin topraklarına el koymak isteyen bir ağaya karşı mücadelesi konu alınıyor.

 

KÖPEKLER ADASI (1996) 


Senaryo ve Yönetmen: Halit Refiğ, Görüntü Yönetmeni: Çetin Tunca, Sanat Yönetmeni: Yudum Yontan, Müzik: Melih Kibar, Yapım: Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı

Oyuncular: Tanju Gürsu, Perihan Savaş, Ekrem Dümer, Mürşit Bağ

Konu: Film, insanın doğayla ilişkisi, yalnızlık, ölüm korkusu temaları çevresinde gelişir. Eşref, yaşlı, alkolik, işsiz bir gazetecidir. Mesleğindeki eski parlak günlerine dönebilmek için tek çareyi, ıssız bir adada köpeklerle birlikte yaşayan gizemli bir kadınla röportaj yapmakta bulur. Bir yolunu bulup adaya gitmeyi başardığında önce kadının düşmanca tavırlarıyla karşılaşır. Ancak Eşref'in çaresizliğinden etkilenen kadın onun adada kalıp köpeklerin bakımında kendisine yardımcı olmasına izin verir. Eşref, çok geçmeden, gündüzlerini köpeklerin doyurulması ve bakımıyla geçiren bu esrarengiz kadının geceleri ışıltılı kıyafetler içinde eşsiz bir sesle şarkı söylediğine tanık olur ve onun kim olduğunu anlar. Bir zamanlar hayran olduğu, sahnelerin unutulmaz yıldızı Şükran Akay'dır o; yıllar önce izini kaybettirmiş, çevresindeki insanların iki yüzlülüğünden kaçarak yaşamını köpeklere adadığı bu adaya sığınmıştır. Giderek kadının büyüsüne kapılan Eşref, bu arada sağlığını yitirmeye ve geceleri kabuslar görmeye başlar. Sonunda onun kendisini öldüreceği korkusuyla adadan kaçar. Ne var ki, köpeklerin havlama sesleri sürekli beyninin içinde yankılanmakta ve onu ölüme çağırmaktadır. (Türsak Sinema Yıllığı, 97/98)

ÖDÜL:

34. Antalya Altın Portakal Film Festivali

►Tanju Gürsu “En iyi erkek oyuncu”

4 Sekiz yıllık bir aradan ve televizyon çalışmalarından sonra, Refiğ 1997'de 'içinde gerilim de var, ancak herhangi bir türe girmiyor... Benim sevdiğim, kendi dünya görüşüm ve sinema anlayışım çerçevesinde bana göre yapmaktan gurur duyduğum' dediği Köpekler Adası'nı çekti. Film köpeklerle dolu ‘benlik kavgasının olmadığı' bir adaya inzivaya çekilen eski starlardan Şükran Akay ve alkolik, çaptan düşmüş gazeteci Eşref'i anlatıyordu.

Yalnız ve toplumdan kopmuş iki kişinin karşılaşması etrafında yönetmenin, başka ana motifleri yer alır: Ölüm ve ölüm korkusu, insan (ve hayvan) sevgisi, insanın yalnızlığı, sanatç medya ilişkisi, kişilik çatışması vb. Refiğ 'Köpekler Adası'nın mikro kozmosuna bir makro kozmosu sıkıştırmaya çalışmışsa da, film gösterimde olduğu kısa süre boyunca ilgisizlikle karşılaşır" (Scognomillo, Türk Sinema Tarihi, 1998: 440). “Prof. Dr.Alim Şerif Onaran/Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Türk Sineması” syf, 107”

4 Film, popüler kültür hayatına da incelikli bir gönderme içeriyor. Kadının bütün o parlak ve alayişli yaşantısı içinde bir türlü kendi olamaması, basının, yardakçıların sürekli özel hayatını kuşatması onu insanlar arasında ulaşılmaz bir adaya mahkum etmiştir. Buna karşılık o bu hayat içinde kendi iç dünyasıyla barışık değildir. Belki de filmin tasavvufi zeminini en iyi ifade eden imgelerden birisi de soru sormama kuralıdır. Çünkü sırra vakıf olmak akıl işi değil, tamamen bir teslimiyet ve gönül işidir... Film, Refiğ'in ulusalcılıkla başlayan düşünce serüveninin hangi boyutlara evrildiğinin de göstergesi. Oyunculuk olarak Perihan Savaş ve Tanju Gürsu'nun hiç de küçümsenmeyecek bir oyun performansı gösterdiklerini gözardı etmemek gerekir. 'Köpekler Adası' ulusal ve yerel değerleri çağrıştıran, mistik esintilerle örülü belki Ayşe Şasa'mn ve Sadık Yalsızuçanlar'ın sık sık vurguladıkları 'Rüya Sineması' kavramına yaklaşan, bir anlam derinliği barındıran geleneksel kültürle yoğurulmuş bir sinema örneği" ( Şerif Onaran/Bülent Vardar,.”

 4Halit Refiğ uzunca bir sessizlikten sonra dönüyor. Bu dönüşe ilke olarak sevindik elbette ... Ama Köpekler Adası'nın bu dönüşe değip değmeyeceği ve belli bir seyirciye ulaşıp ulaşma şansına sahip olup olmadığı çok tartışmalı gözüküyor.

Bir küçük adaya kapanmış, orada beslediği köpeklerle birlikte "münzevi" yaşayan bir kadını ve onunla bir söyleşi yapmak için gelip adada kalan eski ve işsiz bir gazetecinin öyküsünü anlatıyor. Adam, bu garip kadına yaklaşmaya ve onun gerçeğini bulmaya çalışıyor ve onun, bir zamanlar (2530 yıl önce) çok ünlü olan, kendisinin de hayran, biraz da aşık olduğu sanatçı Şükran Açay olduğunu anlaması gecikmiyor.

Şükran Hanım, insanların yalancılığından, iki yüzlülüğünden bıkmış, çok daha iyi dostlar olduğuna inandığı köpeklere adamıştır kendisini... Ama eski yaşamını da tümüyle unutabilmiş değildir: gecelerini, o eski parlak kılıklarını giyip eski plaklarını dinleyerek geçirir. Eski hayatını geride bırakmıştır, ama özlemiyor da değildir anlaşılan ... Bu arada, alkolik gazetecimiz daha sağlıklı bir yaşama başlar ve kadından da yok ettiğimiz doğa, tükettiğimiz balıklar vb. üzerine nutuklar dinlemeye koyulur. Peki sonra? Sonrası yok gibi ... Filmin, başı sonundan belli finali, hiçbir çözüm, hiçbir öneri, hiçbir ders getirmiyor. Aslında belki de filmin erdemi bu: beklendiğinin tersine, temel bir bildiri, yaşamsal bir mesaj getirmemesi, bir tez ileri sürüp onu kanıtlamaya sıvanmaması. ..

Ama bu bir erdem olarak alınsa bile, filmin varlığını doğrulamaya yeterli değil. Sahi, Refiğ bu filmle ne anlatmak istiyor? İnsanların ikiyüzlülüğü, şöhretin geçiciliği, doğayı yok ettiğimiz gibi saptamalar, o denli çok işlene gelmiş ki!... Sırf bunları yeniden söylemek için bir film yapmaya değer mi? Velhasıl kuşkusuz rahat ve temiz bir sinemayla anlatılmış, orta karar biçimmde de oynanmış olan film, sonuç olarak seyirci ilgisini hak etmiyor ve bu ilgiye ulaşma şansı da yok gibi ... “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 109”

4 Film baştan sona alegori ve imgelerle örülmüş. Biçimsellikten ziyade içerikte yoğunlaşılmış. Oyuncu kadrosunun sadeliği yanı sıra sinema dili. olarak da yalınlık ve sadelik tercih edilmiş. Filmin temasıyla bütünlük arz eden bu sadelik ada, köpekler, çevre ve mekandaki kodlarıyla film çözümlendiğinde filmin derinliği ve evrensel içeriği daha fazla anlam kazanıyor. Kadının kendisini bir kazayla öldürmesinin ardından adaya (yalnızlığa, uzlete, düşsel bir dünyaya) çekilmesi tasavvufun 'ölmeden ölme' düsturunu ayrıca, hiçlikteki varlığı hatırlatıyor. Ada zaten başlı başına protest ve varoluşçu tavırların irdelendiği sinema ve edebiyat örneklerindeki gibi alegorik bir anlam kazanıyor. Bu adanın biçimsel olarak da bir ada olarak seçilmesi bu anlamı değiştirmiyor. Kadının insanların ikiyüzlülüğü, yapmacıklığı, sahteciliği, yalancılığı, sadakatsizliği ve çıkarcılığı gibi yozlaşmış değerlerine karşılık yalnızlığı ve hayvanları seçmesi de modern dünyaya karşı protest bir tavır. Bu da hayatın ve ölümün anlamını içselleştirme ameliyesinde bir şart ve aşama. Hayvanlarla kurduğu gözsel iletişim ise onun iç boyutundaki derinliğin işareti. İnsanın bu çeşit evrensel sorunsallarla baş edebileceği yegane yer doğa ve yalnızlık olsa gerek. Zaten ada tercihi de bu yüzden. Film popüler kültür hayatına da incelikli bir gönderme içeriyor. Kadının bütün o parlak ve alayişli yaşantısı içinde bir türlü kendi olamaması, basının, yardakçıların sürekli özel hayatını kuşatması onu insanlar arasında ulaşılmaz bir adaya mahkum etmiştir. Buna karşılık o bu hayat içinde kendi iç dünyasıyla barışık değildir. Belki de filmin tasavvufi zeminini en iyi ifade eden imgelerden birisi de soru sormama kuralıdır. Çünkü sırra vakıf olmak akıl işi değil, tamamen bir teslimiyet ve gönül işidir. Akıl çoğu zaman olayları bulandırır ve gerçeği perdeler çünkü. Kadın da hal diliyle onun sorularını cevaplar aslında ama, onun soru sormasına izin vermez. Adada kurduğu düşsel, akıl ve şuur ötesi dünya Eşref'i kendiyle hesaplaşmaya, ontolojik varoluş sorunsalını düşünmeye, beninin anlamını, varlığının anlamını düşünmeye iter. Asıl sır budur. Kadının kim olduğunu keşfetmesi ise sadece bu sırrın görünen yüzüdür. Kasabalıların filmdeki tavrı da tezimiz olan mistik yaklaşımı çözümlemeyi destekler mahiyettedir. Ada/dadakiler mistik tavır ve düşünce ile hemhal olan, varlığın sırrını çözmüş, varlığın anlam dünyasını aralamış ve orayla hem dem olanlar, kasabalılar ise genel halk kitlesini, avamı simgeler. Avam ise havasın bu türlü düşünce ve yaşayışlarına karşılık her zaman temkinli ve tedirgin olmuşlardır. Hallaç'ın engin düşünce dünyası içinde büyük anlamlar ifade eden 'Ene'l Hakk' tabirini yanlış yorumlamalarında gösterdikleri tepki gibi. Sına vakıf olanların bunu naehillerin elinde faş etmemeleri gerekir. Eşref bu kuralı çiğner. Sırrın verdiği coşkuyla onu faş eder ve ölür. Köpekler Adası teknik ve görsel yönlerinin ötesinde, hatta çevreci ve doğacı mesajlarının ötesinde senaryodaki bu derinlik ve incelikleri ile gerçekten Halit Refiğ'in hayatının filmi. Film, Refiğ'in ulusalcılıkla başlayan düşünce serüveninin hangi boyutlara evrildiğinin de göstergesi. Oyunculuk olarak Perihan Savaş ve Tanju Gürsu'nun hiç de küçümsenmeyecek bir oyun performansı gösterdiklerini göz ardı etmemek gerekir. Köpekler Adası ulusal ve yerel değerleri çağrıştıran, mistik esintilerle örülü belki Ayşe Şasa'nın ve Sadık Yalsızuçanlar'ın sık sık vurguladıkları 'Rüya Sineması' kavramına yaklaşan bir anlam derinliği barındıran geleneksel kültürle yoğrulmuş bir sinema örneği. (Ercüment Dursun Zaman, 31 Aralık 1996 - 97/98 Türsak Sinema Yıllığı)

 

KIŞ ÇİÇEĞİ (1996) 


Senaryo ve Yönetmen: Kadir Sözen, Görüntü Yönetmeni : Franz Rath Müzik: Orhan Temur, Yapım: Film Fabrik/ Kadir Sözen Sanat Yönetmeni: Deniz Özen, Kurgu: Mevlut Koçak,

Oyuncular: Menderes Samancılar, Meral Yüzgüleç, Uğur Çavuşoğlu, Gandi Mukli, Ali Tutal, Cengiz Sezici, Ani İpekkaya

Konu: Almanya'nın Köln şehrinde, ailesiyle birlikte 17 yıl yaşamış olan işçi Mehmet, bir sabah göz altına alınır ve yabancılar bürosu tarafından sınır dışı edilir. Küçük oğlu ile karısı Gülsüm'ü ardında çaresiz bir halde bırakarak Türkiye'ye dönmek zorunda kalır. Mehmet, İstanbul'da inşaat işçiliğinden garsonluğa kadar bir dizi ufak tefek işte çalışarak para biriktirmeye uğraşır. Vize başvurusu Almanlar tarafından neden gösterilmeksizin geri çevrilince, çaresizlik içinde yasa dışı yollardan Almanya'ya gitmeyi planlar ve ülke dışına kaçak işçi götüren bir çeteyle anlaşır. O yolculuğa hazırlanırken, karısı da ihraç kararını iptal ettirmek için Köln'de her çareye başvurmaktadır.

Ödül:

33. Antalya Altın Portakal Film Festivalinde (1996)

►Cengiz Sezici “en iyi yardımcı erkek oyuncu”



 

KASABA (1996) 

Senaryo ve Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan Görüntü Yönetmeni: Nuri Bilge Ceylan, Müzik: Ali Kayacı Yapım: NBC Film/Nuri Bilge Ceylan Kurgu: Ayhan Ergürsel, Nur. Bilge Ceylan, Yapım koordinatörü: Sadık İncesu, Ses Miks: Taylan Oğuz,

Oyuncular: Fatma Ceylan (Nine), Mehmet Emin Ceylan (Dede), Mehmet Emin Toprak (Saffet), Havva Sağlam (Asiye), Sercihan Alevoğlu (Baba), Sema Yılmaz (Anne), Muzaffer Özdemir (deli Ahmet), Cihat Bütün (Ali), Latif Altıntaş (öğretmen)

Konu: Kasaba, sessiz ve sakin bir kasabada geçen bir öyküdür. Çocukların sokakta oynadıkları bir sahne ile başlamaktadır. Deli Ahmet diye çağırdıkları bir adamın kardan düşmesine gülerler. Deli Ahmet çocuklarla birlikte gülerken gülümsemesi yavaş yavaş yüzünde donar. Onlara uzaktan hüzünlü gözlerle bakan Saffet'in yüzünü görürüz. Filmin jeneriği başlar. Çocuklar okulun önünde Andımızı okuduktan sonra sınıfa girerler. Sınıfın içinde uçan bir kuş tüyüyle oynarlarken öğretmen gelir. Sınıf ta bir koku vardır. Öğretmen yoklama yapar. Koku çok ağırlaşınca öğretmen herkesten beslenmesini sıraların üzerine koymasını ister. Tek tek hepsini koklar. Asiye'nin beslenmesi kokmaktadır. Ona annesinin bu yemeği yanına nasıl koyduğunu söyleyerek, yemeği atmasını ister. Asiye bu durumdan utandığı için sessizce ağlar. Derse geç kalan İsmail, sınıfa girer. Üstü başı ıslanmıştır. Sobanın yanına bir sandalye çekerek oturur. Islanan çoraplarını sobanın üstüne asar. Bu olaylar meydana gelirken, bir yandan da sınıf ta öğretmenin ve diğer çocukların davranışlarını izleriz. Çoraplardan akan su, dışarıda ara sıra geçen insanlar, Uyuyan çocuklar, penceredeki kedi ve en sonunda öğretmenin kucağına kadar uçan kuş tüyü ... Hayat çok yavaş akmaktadır. Bu arada kasabadaki tek düzelikten sıkılmış olan Saffet'in sıkıntılı hallerine tanık oluruz. Kasabadaki lunapark alanında gezer.

Mevsim değişmiş, ilkbahar gelmiştir. Havva, okuldan çıkmıştır. Kardeşi Ali ile ailelerinin onları bekledikleri mısır tarlasına doğru yola çıkarlar. Bu bölümde bu yolculuk sırasında yaşadıklarını izleriz. Kasabada hayat çok yavaş akmaktadır.

Burada erik toplayıp yerler, gördükleri bir eşeğe bakarlar. Bir kaplumbağa ile Ali çok ilgilenir. Yola devam edecekleri zaman kaplumbağayı ters çevirip bırakır. Çocuklar sonunda anne, baba, dede, babaanne ve kuzen Saffet'in onları bekledikleri mısır tarlasına varırlar. Bir ateşin etrafında bir araya gelerek mısır pişiren ailenin sohbeti başlar. Dedeleri savaş sırasında İngilizler tarafından nasıl Hindistan'a gönderildiğini anlatmaya başlar. Pahalılıktan yakınır. Kaderden kaçılmayacağına inanmaktadır. Babaanne ölen oğlu için hala acı çekmektedir. Baba, yurtdışında okumuştur ancak yine de kasabaya geri dönmüştür. Tarih üzerine sohbet etmekten hoşlanmaktadır. Büyük İskender'in öyküsünü anlatır. Eğitiminin getirmiş olduğu daha bilimsel düşünce yapısı Saffet'i çileden çıkarmaktadır. Saffet, askerden sonra düzenli bir iş sahibi olamamıştır. Kasabanın sıkıcılığından kurtulmak istemektedir. Hayatın boş ve anlamsız olduğu fikrini taşımaktadır. Dede bir iş ve eş sahibi olması gerektiğini düşünmektedir. Davranışları ölen babasına benzetilen Saffet, babası yüzünden kendisinin suçlanmasına isyan etmektedir. Gece yavaş yavaş çökerken çocukların uykuları gelmeye başlar. Ali, rüyasında ters çevirdiği kaplumbağayı görür. Saffet'te kendisini kısılmış hissettiği kasabadan askere gitmek için ayrılırken hissettiklerinden bahsederken; geriye dönüşle yolda uzun yürüyüşünü izleriz.

Filmin dördüncü bölümü evde geçmektedir. Babaanne, eşi öldüğünde ortada kalmaktan korkmaktadır. Ev halkının gürültüsü içerisinde Asiye yavaş yavaş uykuya dalar. Mısır tarlasındadır. Dedesini yerde uzanmış görür. Saffet'te gömleğini çıkarmıştır. Kız derenin yanında çömelir ve yavaşça elini suya uzatır. “” Nigar Pösteki, “Yönetmen Sineması” syf, 116”

Ödül:

34. Antalya Altın Portakal Film Festivali:

►"En İyi Yönetmen" Mansiyonu;
    11. Adana Altın Koza Film Festivali:
    ► "Yılmaz Güney Özel Ödülü"
    17. İstanbul Film Festivali:

►"Ulusal Yarışma Jüri Özel Ödülü";

FIPRESCI "Onat Kutlar Ödülü";

Efes Pillsen Ödülü .

 & Kasaba, Nuri Bilge Ceylan'ın doğacı, sessiz sinemasının ilk dikkati çeken örneğidir. Karlı bir kış gününde başlayan film, yaz görüntüleri ile devam etmektedir. Kış ve yaz olarak iki ana bölüme ayrılmıştır. Buna bağlı olarak öykü de dört ana bölümde takip edilmektedir: Okul, eve dönüş, ateş başındaki aile toplantısı ve ev. Film, çocukların gözüyle kasaba hayatını beyaz perdeye taşırken; zamansız ve sessiz kır yaşamını da gözler önüne sermektedir. Küçük bir kasabadaki insanlar ve aile üyeleri arasındaki ilişki anlatılmaktadır. Yönetmenin doğa ve sıradan yaşamı anlatırken kullandığı şiirsel dil, görüntü düzenlemesindeki başarısı, sakin ve yavaş akan film kurgusu farklı bir film ortaya koymuştur. Türk Sineması içerisinde üretilmiş bir filmden ziyade Tarkovski, Bresson gibi yönetmenlerin filmlerini andıran bir Avrupa sanat sineması örneğine benzemektedir. Özellikle mevsimlerin döngüsü, zaman, karlı yollar, rüzgar ve kuş sesleri tüm doğallığı ile yansıtılmıştır. Film, jenerik öncesinde çocukların karda oyun oynamaları ile başlamaktadır. Deli Ahmet ile dalga geçmeleri çocukların acımasız dünyasının habercisidir. Jenerik sonrasında okula girmeye hazırlanan çocukların "Andımız"ı okuduklarını görürüz. Bir kasaba okulundaki sobalı sınıfta çocukların dünyasına tanık oluruz. Bu durum filmin kalanını da çocukların gözünden izlememizi sağlayacak bir bakış kazandırmaktadır. Fakirlik, zor şartlar, parasızlık, utanç ve vicdansızlık küçücük sınıfın içerisinde yaşanır. Okulun penceresinden sokaklarında sadece köpeklerin gezdiği karlar altındaki kasabanın sessiz hayatı görülmektedir. Sınıf içerisinde ise yine aynı durağan hayatın sessizliği vardır. Okula giriş merasimi, beslenmesi kokan Asiye'nin utancı, geç kalan İsmail'in ıslak çoraplarını astığı sobadan gelen ve sessizliği bozan su damlaması sesi, sosyal yaşamla ilgili bir metni kitaptan okuyan öğrenciier, pencereden içeri bakan kedi gibi ayrıntılar okul sekansının gerçekliğini oluşturmaktadır. Çocukların oynadıkları ve sınıfta uçup duran kuş tüyü ise hayal gücüdür. Bu sekansa şiirsel bir hava katmakta ve bir anlamda düzene karşı gelişi de temsil etmektedir. Çocuklar için bir oyun kaynağı olan tüy, öğretmenin masasına uçtuğunda hayatın gerçeğinin bir parçası olacaktır.

Asiye'nin okuldan çıkışı ve kardeşi Ali ile buluşmasıyla başlayan ikinci sekans, çocukların eve dönüşlerinin öyküsüdür. Ara sıra Saffet’i görürüz. Çocukların amcasının oğlu olan Saffet, kasabanın içinde aylak aylak dolaşır. Bu kendi içinde sıkıcı bir düzene sahip olan, heyecansız hayat onu sıkmıştır. Asiye ve Ali'nin yürüyüşleri ile Saffet'in kasaba içindeki aylak dolaşması koşut anlatımlı olarak iç içe verilmektedir. Doğanın sakin akışı içinde kendilerine oyunlar yaratan ancak hep doğaya müdahaleyi içeren oyunlardır bunlar çocuklar ile sıkıcı kasaba hayatında takılı kalmış Saffet'in hayatı arasındaki zıtlık vurgulanmaktadır. Çocukların doğa ile etkileşimlerini anlatan bölümde mevsim değişmiştir. Yazın ilk günleri yaşanmaktadır. Ali, haylazlığı ile çocuk acımasızlığını temsil etmektedir. Yolda gördüğü yaşlı bir dedeye taş atar, mezarlıkta mezarların üzerine oturur, gördükleri bir eşeğe yediği eriğin çekirdeğini atar, bir kaplumbağayı ters çevirerek bırakır. Ali'yi yani insanı eşeğin ve kaplumbağanın gözünden görürüz. Doğal hayatları içerisinde insanlar tarafından rahatsız edilen hayvanların çaresizlikleri acımasız bir yaşamı temsil etmektedir.

Üçüncü bölümde büyüklerin dünyasına giriş yapılmaktadır. Akşam olmaktadır ve çocuklar sonunda eve dönmüşlerdir. Dede, nine, anne, baba (Emin), çocuklar ve Saffet mısır pişirilen ateşin başında bir araya gelmişlerdir. Dedenin sürekli anlattığı için aile üyeleri tarafından ezberlenen askerlik anıları ve inançlı biri oluşu, ninenin ölen oğlunun acısını hala taşıması, işsiz Saffet'in kasabadan kurtulma isteği ve her şeye karşı olan hiçliği ve sorumsuz babasının izinden gittiği için suçlanışına isyanı, çocuklarının acımasız hayatla karşılaştıklarında ne yapacaklarından endişe duyan anne ve yurtdışında okuduktan sonra kasabaya dönerek çiftçiliği seçen baba bu bölümün daha dramatik olmasını sağlamaktadır ancak uzun sohbetler bölümün takibini zorlaştırmaktadır. Aile üyelerinin her birinin kendilerine göre endişeleri ve hayat görüşleri vardır. Bu nedenle birbirlerini pek dinlemezler. Baba, bilgisi ile otorite kurmaya çalışmaktadır. İskender'in öyküsünü anlatışı, tarih bilgisini ortaya koyan şeyler söylemesi, söylediği herşeyi bilimsel bilgi ile açıklamaya çalışması Saffet’i çileden çıkarmaktadır. Hem kasabadan kurtulmak istemekte hem de dış dünyanın bilinmezliğinden korkmaktadır. Askere giderken hissettiği ürkeklikten bahseder. Saffet anlatırken o günü görürüz. Uzun uzun kasaba yolu üzerindeki yürüyüşünü izleriz. Hem kurtulmak istediği hem de garip bir biçimde bağlı kaldığı hayat onu sıkmıştır. İşsiz gezmesi, çoluk çocuğa karışmaması nedeni ile aile tarafından hoş karşılanmaması isyan etmesine neden olmaktadır. Özellikle babası yüzünden suçlanması onu asi yapmıştır. Tilki misali kasabaya geri dönen baba, Saffet tarafından bilgisini kendi çıkarları doğrultusunda kullanmakla suçlanır. Kasabadan kurtulmak için okumuş, yine de kasabaya dönmüştür. Geçmişleri ile muhasebe yapan erkekler, dönüp dolaşıp kasabaya geri dönmüşlerdir. Üçünün de hikayelerinin sonunda kasabadaki köklerini bırakamadıklarını görmekteyiz. Dede, Hindistan' a kadar gittiği askerlik macerasında hep kasabasını bir daha görüp göremeyeceğinin hayalini kurmuştur. Saffet, kendi askerlik anısında kasabadan ayrılırken zorluk çekmiştir. Baba ise Amerika'da okuduktan sonra kasabaya dönüş yapmıştır. Dışarıda yaşadıkları zorluklardan kaçış sonunda kendilerini kasabada bulmuşlardır. Büyüklerin dünyasını uykulu gözlerle takip eden çocuklardan Ali, rüyasında vicdanı ile karşılaşacaktır. Acımasızca ters çevirip bıraktığı kaplumbağayı görür. Suçluluk duygusu, ateşin başında, ailesinin güvenli sıcaklığının içerisinde rüyasında onu bırakmayacaktır.

Filmin son bölümü ateş başı sohbetinin devamı gibidir. Asiye'nin düşü ile bitecek olan bu bölümde nine eşinin ölümünden sonra ortada kalmak istemediğini söyler. Oğlu Emin ise okuduklarına dalmıştır. Onu dinlememektedir. Uykuya geçmek üzere olan Asiye, ev halkının seslerini yattığı yerden dinler. Asiye'nin düşünde elini dereye uzatması ile görüntü donar. Müzik ile birlikte film biter. “Nigar Pösteki, “Yönetmen Sineması” syf, 116”

4 Kasaba", "kış" ve "yaz" diye tanımlayabileceğimiz, uzunluğu ve sinema dili farklı olan iki ana bölümden oluşuyor... Jenerik öncesinde yer alan bi r sahne, kendi içinde bütünlüklü, filmin dili ve uslubuyla ilgili ipuçları taşıyan bir kısa film gibi.

Yönetmenin vazgeçilmez oyuncusu Muzaffer Özdemir'in oynadığı bu birkaç dakika süren sahnede, kasabanın delisi, buzda kayıp düşer. Alay eden çocukların arasında duran Asiye'nin yüzündeki ifade durağanlaşır. Filmin bir diğer kahramanı, genç, işsiz, kasaba bıkkını Saffet de olayı sıkıntıyla izler.

4 Çok sözü edilen kısa filmi 'Koza'yı bir türlü izleyemediğim Ceylan, lirik bir şiir gibi örmüş 'Kasaba'yı ve epik anlatımdan alabildiğine uzak durmuş. Öte yandan, en azından kendi seyir tarihim açısından söyleyecek olursam, bu güne kadar rastlamadığım bir tarz tutturarak, öykü anlatma mücadelesini de elden bıırakmamış. Düpedüz, açıkça değil; sezdirmeden, sessizce... Çamurlu yollarla karla kaplı dağlarla çevrili küçük bir kasabadan puslu manzaralar getiriyor karşımıza 'Kasaba'... Yılmaz Güney'in 'Umut'undan bu yana bu kadar 'gerçekçi' bir film izlediğimi anımsamıyorum. Çünkü herşey gerçek! Mekanlar, insanlar. davranışlar, konuşmalar, kaygılar, gülümsemeler... Bir şiir film dedim 'Kasaba için. Aynı zamanda da bir fotofilm. Dondurulduğunda, çekilip alındığında tek başına değer taşımayan, uzun uzun görmeyi, incelenmeyi hak etmeyen tek bir kare yok 'Kasaba' da" (Arslan, Radikal, 02.12.1997). “Prof. Dr.Alim Şerif Onaran/Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Türk Sineması” syf, 105”

4 Basiret sahiplerinin 34. Antalya Film Festivali'nde, Türk Sineması'nın tek sorununun hala' samimiyetsizlik' olduğu gerçeğini bir kez daha gördüklerini sanıyorum. Nuri Bilge Ceylan'ın 'Kasaba'sı, Antalya'daki iyi filmlerden biriydi. Elinizde bir büyüteç yoksa adını haritada kolayca bulamayacağınız bir kasabada çekilmişti. 'Kasaba'. Mütevazi bir bütçeyle, yaygara etmeden Oyuncularının adı Hülya değildi örneğin. Volkan, Tarkan, Tarık, ne bileyim Tanju filan da değil. örneğin Havva'ydı, Mehmet Emin'di. 60'larında bir ana, 70'lerinde bir babaydı. Teyze oğlu Saffet'ti. Bir okul müsameresi dahi görmemiş cıvıl cıvıl kasaba çocuklarıydı. İmaj çağında, 'imaj'ın kıçına tekıneyi vurmuştu filmin yönetmeni. Göz boyama, seyirci avlama adına alçalmıyordu 'Kasaba'... Bizim az gelişmiş ülkemizin çok gelişmiş sinemacıları yüksek fikirlerle, 'müthiş' zeka oyunlaryla ürettikleri 'paradokslarla' oynaya dursun, alçak gönüllü 'Kasaba', yeni bir damar yakalıyor, nerdeyse bir manifesto olup çıkıyordu.. Antalya Film Festivalinde kendini popülist değerlerden uzak tutan soylu bir sinema etiğine sahip olan 'Kasaba', ödüllendirilemezdi. Ödülsüz bırakılamazdı, görmezden gelinemezdi. Kategoriler dışında bir ödül verildi Kasaba'ya: En İyi Yönetmen dalında mansiyon. Namuslu bir jürinin elinden daha fazlası gelmiyordu çünkü. Bence 'Kasaba' aldı en büyük ödülü" (Ahmet Uluçay, Radikal, 03.12.1997).

4 İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının belli başlı özellikleri arasında yerinde çekim, amatör oyuncular, gerçek zaman kullanımı, öykünün gelişimi ile ilgisi olmayan görüntülerin sıkça kullanılması, epizodik anlatım ve filmin gelişi güzel bir anda sonlanması gelir. 'Kasaba' da bu belli başlı özellikleri kullanan bir film. "Nuri Bilge Ceylan'ın doğup büyüdüğü kasabada çekilen filmde, profesyonel oyuncu yok, sekanslar 'gerçek zaman' da geçercesine uzun, öykünün gelişimiyle ilgisi olmayan görüntüler ağırlıkta.... Görsel bir anlam, grafik bir anlatımdan ziyade estetik bir duyguların yaratmayı amaçlayan görüntüler, Yeni Gerçekçilik akımının filmlerinde olduğu gibi sinemasal bir tad bırakınıyor 'Kasaba'da. Nuri Bilge Ceylan'ın fotoğrafçılıktan geldiğini hemen belli eden durağan görüntüler bunlar. Nitekim kamera hareket ettiği anda 'amatörlük' tüm olası iyi anlamlarından boşanıp, düpedüz beceriksizce, baştan savma anlamlarını içeren bir boyut kazanıyor. Dahası Yeni Gerçekçilik, tepki olarak doğduğu 'telefon' filmleri yüzünden olsa gerek, diyaloglara, hele de monologlara prim vermeyip, sinemayı tümüyle görsel bir sanat olarak algılarken, 'Kasaba'nın bitmek bilmeyen ... diyaalog isvesine bürünmüş dizi dizi monologlardan oluşan bir bölümü var." (Erdem, Gazete Pazar, 21.12.1997). “Prof. Dr. Alim Şerif Onaran/Bülent Vardar )


 

KARANLIKTA GÖZLERİME BAK (1996) 

Senaryo ve Yönetmen: Avni Kütükoğlu, Görüntü Yönetmeni: Şener Işık, Yapım: Burç Film/Fedai Öztürk

Oyuncular: Murat Soydan, Sibel Gökçe, Salih Kırmızı, Tanyeli Erdinç Öz, Nilüfer Öz

Konu: Ünlü bir tekstilci işadamıyla sevgilisinin öyküsü... Burcu, aradığı erkeği bulduğunu sandığı anda, kaldığı otelin genel müdürü ile ilişkiye girer. Genç kadın bu olaydan sonra sevgilisiyle tartışırken kafasına vurulan bir cisimle yaşamını yitirir.

 

İNTİHARIN EL KİTABI (1996) 


Yönetmen: Erbil Altanay, Senaryo: Sashko Nasev, Erbil Altınay, Görüntü Yönetmeni: Sinan Güngör, Müzik: Vlatko, Stevanovski, Yapım: L Prodüksiyon/ Samim Meriç, Asuman Gök Sanat Yönetmeni: Robert Pashoski, Kurgu: Mevlut Koçak, Demir Keskin,

Oyuncular: Katherina, Kocevska, Jovica, Mihaljovski, Oliver Mitkovski, Jelena, Mijatoviç, Silvana Erats

Konu: Olay Makedonya'da geçer. Sistem değişmiş, demokrasiye geçilmiştir. insanlar sancılı bir geçiş dönemi yaşamaktadırlar. Filmin eksen kişisi Kumplung bir taksi şoförüdür. Kumplung'un tüm ilişkileri eski sisteme aittir. Karısı Stonya, bir fabrikada çalışır. Oğlu Sole ise henüz üniversiteye başlamıştır. Kumplung yalana ve kadınlara düşkündür. Ilişkileri kendi çıkarlarına göredir. Kumplung'un çevresi ve ilişkileri ve çelişkileri trajikomik bir anlatımla işlenmiştir. Kimseye tavsiye edilmeyen bir hayatı ele alan filmin iyiye ve doğruya en kötüyü göstererek ulaşma gibi zor bir görevi vardır. Ders vermez, gösterir. Film türü ahlaki bir komedidir. Uslup olarak sınırlı bir filmdir. Ya da incelmiş bir sanatsal anlayışla sergilenen ahlak şovudur. Bütün bunlar yeni bir sinema dili ve anlayışı olarak da kabul edilebilir

Kumplung, sık sık yalan söyleyen, kadınlara ve sekse düşkün, ahlaki değerlerden yoksun, küçük kişisel çıkarları uğruna her türlü çirkinliği yapmaya hazır tipik bir 'eski sistem' uyanığıdır. Ama aynı zamanda bir kaybedendir. Muhbirlik yapan, iftira etmeyi meslek haline getirmiş, insanlardan para sızdıran, oğlunun kız arkadaşına tecavüz etmeyi doğal hakkı sayan Kumplung'un yaşamı giderek düşüş gösteren bir eğri çizer. Etnik bir komedi olarak tanımlanabilecek film, Kumplung'un çevresiyle ilişkilerini, onlarla çatışmalarını trajikomik bir dille anlatır" (TÜRSAK Sinema Yıllıığı 97/98, 1998:30). “” Prof.Dr. Alim Şerif Onaran/Doç.Dr.Bülent Varol, “20 Yüzyılın Türk Sineması” syf, 102”

& .. 1997 Ankara Film Festivalinde, Sinan Güngör'ün özenli çalışmasıyla, Görüntü Yönetmeni dalında ödül kazanan 'İntiharın El Kitabı' tipik bir Balkan filmi. 1980 yılında Makedonya'ya yerleşen, Makedon Televizyonu için belgeseller çeken, ama bu arada Türkiye de diziler çekmeyi sürdüren Erbil Altanay. sinemaya da el atmakla çok isabetli bir karar vermiş. Para sızdırabileceği birilerine komplo kurma uzmanı, polis şefi kayınbiraderine muhbirlik yapıp yolunu bulan taksi şoförü Kumplung, ailesi ve sevgililerinin trajikomik öyküsü 'İntiharın El Kitabı'. Sözde demokrasinin insanlara hiç bir özgürlük tanımadığı gibi yaşamlarını iyice sıkıştırıp patlama noktasına getirdiği Makedonya' da, zorunlu olarak, bilinen tanımların dışına taşmış bir ahlakla aşk, evlilik, aile kavramlarını ele alan, melodram olsa çekilmeyecek bu film, sımsıcak ve capcanlı, bir o kadar da karanlık mizah anlayışıyla çok keyifli ve anlamlı bir 100 dakika geçirtiyor. Karısını döven, ama pavyon şarkıcısı sevgilisinin parmağının ucunda oynattığı, babalık iç güdüsü bir kedininkinden daha gelişkin olmayan, oğlunun körpe kız arkadaşına tecavüz etmeyi o çok kıymetli zürriyet hakkının bir maddesi sayan, yalan söylemeyi, iftira etmeyi bir meslek haline getirmiş, saldırgan, küfürbaz, alçak Kumplung filmimizin 'kahramanı'. Jovica Mihajlovski'nin kesinlile inandırıcı yorumu ve aşağılık kişiliğe bizi güldürebilecek insani bir sevimlilik katması gerçekten övgüye değer. Filmin tüm oyuncuları eşdeğerde bir başarıya ulaşıyor. Mekan ve kostüm tasarımından, altyazıdan izleyebildiğim kadarıyla diyaloglarına varıncaya dek herşeyiyle otantik bir film 'İntiharın El Kitabı'. demokratik hakların kot giyme, pop (müzik) dinleme, kola içme, hamburger yemeden ıbaret olmadığını vurgulanmadan, bir an önce sosyalizmi yıkıp kendine yeni pazarlar yaratma telaşına düşen iştahlı kapitalizmin bir yergisi bu film. Tüm Doğu Avrupa ve Balkan ülkelerinde birkaç versiyonu çekildi. Altınay'ınki de onlardan aşağı kalmıyor. Kumplung'un oğlunun bir BM görevlisinin 'nasıl bir ülke Makedonya?' biçimindeki abes sorusuna verdiği yanıt filmin tonunu ve atmosferini daha başından belirtiyor: 'Cennet gibi yer!' Herkesin hala yoksul ve özlem dolu olduğu bir cennet" (Alin Taşçıyan, Milliyet, 07.11.1997). TÜRSAK Sinema Yıllığı 97/98

 

 

IŞIKLAR SÖNMESİN (1996) 


Yönetmen:
Reis Çelik, Senaryo: Cemal Şan, Reis Çelik (Ferdi Eğilmez'in öyküsünden), Görüntü Yönetmeni : Aytekin Çakmakçı, Müzik : Mazlum Çimen, Yapım: Arzu Film/Ferdi Eğilmez Yardımcı Yönetmen: Muharrem Özabat, Sanat Yönetmeni: Lucky Wood, Kurgu: İsmail Kalkan, Speedcam: Ercan Yılmaz, Yusuf Güven, 1. Kamera Asistanı: Osman Evre Tolga, 2. Kamera Asistanı: Cüneyt Denizer, Fotoğrafçı: Ekrem Çelik, EfektSes: Tuncel Kurtiz, Mali Koordinatör: Ahmet Göç, Yapım Koordinatörü: Kazım Conker, Prodüksiyon Amiri: Selahattin Koca, Prodüksiyon Yardımcısı: Adnan Boğa, Set Amiri: Selahattin Geçgel, Özel Efektler: Ahmet Topal, Set yardımcıları: Hüseyin Ergüder, Çetin Gündoğdu, Işık Şefi: Selahattin İlhan, Işık Yardımcıları: Ali Yılmaz, Burçin Özsuna, Kostüm: Ali İnce, Mukadder Kırmızı, Dublaj Yönetmeni: Mustafa Aslan, Efekt: Ayhan Arlı, Çeviriler: Ali Tutal, Arslan Kaçar, Miksaj: Erkan Aktaş, Asistanı: Eyüp Yıldız, Labratuar Kontrol: Yusuf Özbek, Film Baskı: Mustafa Koç, Film Yıkama: Erhan Turgut, Jenerik: Özkan Sevinç, Grafik: Nurşen Öztürk

Oyuncular: Berhan Şimşek, Tarık Tarcan, Tuncel Kurtiz, Sermin Karaali, Yaman Tarcan, Erdoğan Seren, Meltem Şimşek, Öner Köybaşı, Bahadır Tok, Kazım Conker, Muharrem Özabat, Selahattin Geçgel, Yıldız Dinler, Remzi Mıncıkoğlu, Cemal Taşkın, Askerler: Ali Kılıç, Ahmet Cemadan, Ertuğrul Akagündüz, Yusuf Köse, Ersin Türk, Zarif Gönek, Rıdvan Yılmaz, İbrahim GülsünYüksel Kurt, Sıtkı Telli, Turbun Kurban

Konu : Türkiye'nin Güney Doğusunda geçer. Ayrılıkçı bir grup gerilla ve onları sert hava koşullarında takip eden komandalar arasında çatışma çıkar. Bu çatışmadaki silah ve bomba sesleri Çığ düşmesine neden olur. Ancak askerlerin komutanı Yüzbaşı Murat gerilla lideri Seydo ve onun kurtardığı yaralı bir kadın gerilla sağ kalmıştır. Sınırı geçmeye çalışan Seydo'nun izlerini takip etmekte olan Yüzbaşı Murat sonunda onları bir mağarada esir alır. Şimdi üçlü bir yolculuk başlamıştır. Bu maceralı ve gergin yolculukta kadın ölür. Düşman ikilinin zorunlu yolculuğu yeni bir boyut kazanmıştır. ikisi de birbirini kullanarak yolculuğu amaçlarına uygun noktalamak istemekte ve ona göre planlar hazırlamaktadırlar. Ama gelişmeler ikisinin de beklentilerinin dışındadır,

Çalışmaları yaklaşık 7 aydır süren "Işıklar Sönmesin"in çekimleri Bayburt, Erzincan, Erzurum'un 2 bin 3 bin metre yükseklikteki dağlarında gerçekleştirildi. Bütçesi 20 milyarı aşan filmin çekimleri bir ayda tamamlandı. Film 15 yıldır yaşanan güneydoğu olaylarını, güneyde ve doğura yaşanan Kürt sorunlarını anlatan, savaşın bitmesine yönelik bir katkı, barış filmi. Olay bir gerilla grubuyla askerler arasında geçiyor. Bu iki grup çatışma halindeyken çığ düşüyor ve hepsi altında kalıyor. İki grubun yaşadıkları insancıl ortaklık çerçevesinde gelip devam eden bir film Yüzbaşı Murat ile izini sürdüğü Seydo’nun Güneydoğu’nun karlı dağlarındaki mücadele öyküsü…

ÖDÜLLER

33. Antalya Altın Portakal Film Festivali 1996 Şermin Karaali

►Yılmaz Zafer Genç Yetenekler Onur Ödülü”

10. Adana Altın Koza Film Festivali 1996 Reis Çelik “Bilge Olgaç Özel Ödülü”

Magazin Gazeteciler Derneği 1996

► “En İyi Film,

► “En İyi Yönetmen”

► “En İyi Erkek Oyuncu” Berhan Şimşek

9 Ankara Film Festivali

►“En İyi Özgün Müzik” Mazlum Çimen

4 Ülkemizin üzerine bir kabus gibi çöken Güneydoğu sorunu üzerine yapılmış ilk dolaysız film, beyazperdede ... Gerçi zaafları var, gerçi tam anlamıyla başarılı bir sinema örneği değil ... Ama bir ilk olmanın ötesinde, içeriği ve özüyle savunulması gereken bir film ...

Orada, uzak ve karlı doruklarda hemen her gün yaşanan ve yansız ve heyecansız bir sesle haber bültenlerinden yansıyan bir olayla başlıyor film.,. Karlı tepeleri aşmakta olan bir otobüs durduruluyor, yolcuları indiren bir gurup terörist onları ve özellikle korucu olan birini sorguluyor ve gurup reisi Seydo'nun (Berhan Şimşek) ağzından mahkum ediyor. Paniğe kapılan korucu kaçmaya çalışınca da vuruluyor.

Sonra, yüzbaşı Murat komutasındaki bir komando birliği çeteyi takibe başlıyor, sıkıştırıyor, ateş altında bırakıyor. Ancak bu sırada düşen bir çığ, Seydo, yoldaşı Zozan ve yüzbaşı dışında herkesi yutuyor. Yüzbaşı sonra PKK'lıyı esir alıyor, can çekişen Zozan'la birlikte azılı doğada yolculuk başlıyor. Çeşitli durum değişmelerinden ve Zozan kadının kaçınılmaz ölümünden sonra, iki eylem adamı, yanmış, yıkılmış ve terk dilmiş bir köyün tek sakini yaşlı bir adam TunceI Kurtiz) ve torunuyla karşılaşıyorlar...

Işıklar Sönmesin, başta da söyledik, yüksek düzeyde bir sinema örneği değil. Yönetmenin belli bir tutukluğu var ve bu özellikle ilk kendini açık biçimde hissettiriyor. O vuruşma sahnelerinin çok daha canlı olması, o stres altında erken ateş açan erin hiç olmazsa birkaç sinemasal planla bize tanıtılması, o karlı dağ hüznünün daha iyi duyurulması gerekirdi. Ve de jandarma komutanından askeri birliğe, teröristlerden iki baş kişimizin karşılıklı sözlü hesaplaşmalarına, tüm konuşmaların onca kitabi olmaması, hayatta olduğu gibi kırıkdökük cümlelerle gelişmesi, hep klişelerden ve ilk akla gelecek yargılardan oluşmaması iyi olurdu.

Ama tüm bu kusurlar, belli bir noktadan sonra aşılıyor. O nokta da sanırım çığ sahneesi. Oldukça iyi başarılmış ve öncesi, sırası ve sonrasıyla sağlam bir dramatik tabana oturtulabilmiş bu bölümden sonra, film birden açılıyor. tki adamın ölümcül bir düşmanlıktan başlayıp yavaş yavaş diyalog kurmaları, en azından birbirlerini dinlemeleri ve belki kavramaya başlamaları, yeterli bir görsellikle de desteklenerek oldukça ilginç biçimde gelişiyor. Bunda iki oyuncunun, Berhan Şimşek ve Tarık Tarcan'ın düzeyli oyunlarının da bundaki katkısını belirtmek gerekir.

Ve tüm final bölümü, belki filmin en iyi yanı, Burada Kurtiz'in terk dilmiş köyün yalnız bekçisi rolü, gerçekten de iç burucu bir çizgiye yükseliyor. En azından terk edilmiş köyler olayındaki sorumluluğun paylaşılması gereğini ima eden bu final, günün koşulları içinde verilebilecek en yürekli ve akılcı mesajı veriyor. Ve filmin o çok başarılı son planı da, bu mesajı, sinemasal olarak unutulmayacak biçimde somutlaştırıyor.

Işıklar Sönmesin, yaşamsal bir konuda atılmış ilk küçük, ama önemli adım, utanılacak hiçbir yanı olmayan bir siyasal sinema örneği. Çağdaş sinemanın taşıması gereken sorumluluğu şiddetle duyuran bu filmi görmek gerekir. (Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları”)

4 Bir duyguyu/düşünceyi anlatmak için beIirli bir araç seçersiniz. Seçtiğiniz araç bir sanat dalıysa ya onun klasik anlamda yetkin bir yaratıcısı olmalı ya da ona bir yenilik getirmelisiniz. Sanatta biçim içerik tartışması sonsuza dek sürüp gideceğe benzer. Ancak; devir yaratan, çığır açan, en azından önemli bir yenilik getiren biçimsel gelişmeler 'içi boş' bır yapıtla da ortaya konsalar derin içerikli bir yapıtın daha iyi sunumu için kullanılabilirler.

Sanat yapıtının içeriğiyle öne çıkması zaman zaman kaçınılmaz olabilir, hatta belirli bir konuda yüksek bir istemi karşılayabilir. Ancak o zaman da savunduğu tez yeterince güçlü olmalı ki etkisi görülsün.

Sözü yuvarlayarak bir giriş taksimi yaptım; çünkü Işıklar Sönmesin'i hiç beğenmedim. Bununla birlikte sinemada Güney Doğu'da süre giden savaşı taraf tutmadan konu alan, bölge halkının mağdur olduğunu ve barış istediğini belirten, ilk konulu uzun metraj film olduğu için emeği geçen herkesi takdir ediyorum. Öte yandan filmin sinematografik açıdan hiçbir şekilde doyurucu olmadığını göz ardı edemem. Dağ başında kar al tında çekim yapmanın ne kadar güç bir iş olduğunu biliyorum. Ama benzer koşullarda çekilmiş bir çok filme bakarak daha iyi bir görüntü kalitesi tutturulabilirdi.

Oyunculuk ve müzik de doğrudan zülfü yare dokunmayan senaryoyu desteklemeyince ortaya etkili bir film çıkmıyor. (Zülfü yare dokunmamasını kesinlikle eleştirmiyorum Sanatçı militan değildir.) Filmin başında korucunun öldürülmesi sahnesi o kadar yavan, babanın acı dolu haykırışı o kadar yapay kil Murat Yüzbaşı derseniz sevimli, cana yakın, içinde ne kin ne öfke bulunmayan idealist bir askeri Kürt gerilla biraz daha gerçekçi. Romantik finali ise ne siz sorun ne ben söyleyeyim. İyi niyetle, güzel bir amaca hizmet için çekilmiş bir film Işıklar Sönmesin. Ama bu güne dek Güney Doğu sorunu üzerine konuşulan ve yazılanların yarısı kadar bile vurucu olmayan bir içerik ve vasat bir sinema diliyle "ilk" olma cesaretini göstermenin dışında bir özelliği yok. (Alin Taşçıyan, Milliyet 25 Ekim 1996)

4 Az sayıdaki kimi örneğin dışında, sinemamızın başını kumdan çıkarıp bir tür 'silkinme' gerçekleştirmesi, ilk uzun konulu filmini çeken genç bir yönetmenin eliyle gerçekleşti. Uzlaşma'daki küçük rolünden tanıdığımız Reis Çelik, Kürt sorununu beyazperdeye taşıyarak yıllardır süren sessizliği bozdu.

Yapım sürecıne ilişkin gündeme giren tartışmalar bir yana, başı sonu belli, kendi içinde tutarlı bir 'tez filmi' biçiminde işlenmiş Işıklar Sönmesin. Reis Çelık, genç korucunun öldürülmesi ve babasının yakarışlarından başlayarak gerçeklikten kopmamaya özen göstermiş Korucunun yakını, tanınmamak için baskın sırasında yüzünü kapatan, vicdan sızısı duyan gerilla ya da takipteki askerlerin ruh halleri de mümkün olduğunca abartıya kaçmadan, 'olabileceği gibi' aktarılmış. Filmin ana yükünü omuzlayan Berhan Şimşek ve Tarık Tarcan'ın oyuncuIşıklar Sönmesin lukları ıse açık söyleyelim tahminlerimızin çok ötesinde ... Her ikisi de yalın ve güçlu birer oyunculuk sergiliyor, 'sarkmaya' yol açmadan zoru başarıyorlar. Sermin Karaali de filmin tek kadın karakteri Zozan rolünde kendine düşeni başarıyla yerine getiriyor. Oldukça dengeli, ekonomik, filmı başka mecraya kaydırmayacak bir rol biçilmiş oyuncuya. Öyküden 'çıkma' zamanı oldukça Iyi hesaplanan lozan "ın, gömülme sahnesi filmin zirve noktalarından birini oluşturuyor. Ama değınmeden geçmeyelim; herhalde kaşları alınmış tek kadın gerılladır Zozan ..