VİZONTELE TUUBA (2003)
Senaryo ve Yönetmen: Yılmaz Erdoğan, Müzik: Rahman Altın, Kardeş Türküler, Görüntü Yönetmeni: Uğur İçbak, Yapım: BKM/Necati Akpınar Kurgu: Egin Öztürk, Sanat Yönetmeni: Yaşar Ziya Kartoğlu, Dekor Tasarım: Yavuz Çelenk, Yapım Koordinatörü: Serpil Güler, Yapım Asistanı: Serkan Akkoyun, Neslihan Ateş, Yardımcı Yönetmen: Ali Taner Baltacı, Yönetmen yardımcısı: İlknur Oğuz, Doğan Ümüt Karaca, Kamera Asistanı: Mehmet Eren Nayır, Bünyamin Durgut, Steadycam Operatörü: Ercan Yılmaz, Post Prodüksiyo Sorumlusu: Ali Taner Baltacı, Işık Asistanı: Ersin Aldemir, Kostüm Uygulama: Suzan Kardeş, Ayçin Tar, Ses Kayıt: Alan O Duffy, Final Miks: Serdar Öngören, Cast Sorumlusu: Rezzan Çankır, Mekân Sorumlusu: Bora Kambay
Oyuncular: Yılmaz Erdoğan
(Deli Emin), Demet Akbağ (Siti Ana), Altan Erkekli (Başkan Nazmi), Bican
Günalan (Sezgin), İclal Aydın (Reyhan), Tuba Ünsal (Tuba Sernikli) Yaşar Ak,
Şener Kökkaya (Basri), Mesut Çakarlı, Tolga Çevik (Nafiz), İdil Fırat (Aysel
Sernikli), İdil Fırat (Aysel Sernikli), Şener Kökaya (Basri), Salih
Kalyon(Casım), Tuncer Salman (Ahmet), Erdal Tosun (Manav Şehmuz), Bülent İnal
(Mahmut Duran), Celal tak (Panayırcı), Nuri Gökaşan (Jan. Kom.), Zerrin Sümer
(Vildan Hanım), Caner Alkaya (İso), Cezmi Baskın (Latif), Zeynep Tokuş (Asiye),
Selim Erdoğan (Servet), Volkan Demirok (Kino), Bahr, Beyat (Türkçe Öğretmeni),
Nejat Uygur (Hacı Zübeyir), Deniz Akkaya (Deniz Kızı), Bahtiyar Engin (Civciv
Satıcısı), Ata Demirer (Telekutucu), Selahattin Taşdöğen (Simo), Meral
Çetinkaya (Felek), Şenol Ballı (Yılmaz), Şahin yaylı (Musto), Sinan Kılıç
(Akut), Nusret Karakuş (Veysi), Deniz Erdoğan (Cevdet), Cahit Taş (Rüstem),
Tuna Orhan (Cahit), Derya Oyanay (Fadile), Elif İnci (Fazilet), Yasemin Ergene
(Aynur), Atzu Tan Bayraktutan (Zehra), Cengiz Özkan (Bağlamacı), Metin Yıldız
(Cazgır)
Konu: Şehre bir güzellik gelir!
Türkiye'nin Güneydoğusu'nda, herkesin ve her şeyin "uzağında" küçük
bir masal şehrinde geçer hikaye. 1980 yılının yaz ayları... Tüm ülke siyasi bir
kaosun içindedir. Siyasi şiddet ülkeye egemendir. Sağda ve solda onlarca
değişik fraksiyon türemiştir. Bu anlaşılmaz saçma, acıklı ve komik
"anarşik" atmosfer "Vizontele" şehrine çok başka ve kendine
özgü biçimde yansımıştır. Bu şehirde hiç sağcı yoktur. Bunun yerine tam hangi
konuda anlaşamadığı bilinmeyen iki dernek vardır; DEKD ve DFKD! (Bu isimde iki
dernek gerçekte hiçbir zaman olmamıştır. Bu filmdeki kişi ve kurum isimlerinin
tümü uydurmadır. Tıpkı orijinalleri gibi..!) Güner Sernikli bu uzak şehre
sürgün edilmiş bir devlet memurudur. Her şeyin saçma bir rota izlediği günlerde
Sernikli ailesi uzun ve çileli bir yolculuğun sonunda "Vizontele"
şehrine gelirler. Kızı Tuba ise belki de o şehre "dışarıdan" gelmiş
en güzel "şey"dir... Şehre gelen tüm aykırı şeylerin tanışacağı bir
başka "şey" ise Deli Emin'dir elbette…
Şehrimize hoş geldiniz. Ben Emin.. Bazısı
"Deli Emin" diyor, bazısı "Vizontele Emin"..
Sernikli
Ailesi, o yaz şehre sanki bir hediye paketi gibi gelir. Güner bilgiyi, Tuba
güzelliği, safiyeti ve bizzat aşk'ı getirir... Başkan Nazmi Doğan ve Deli Emin
bu "güzel" şeylerin kıymetini bilenlerin safındadır elbette. Ama
azınlıktadırlar. Dönem karışıktır.
Her
acıklı şey bir komik hadiseye yol açmaktadır; ya da her komik hadise acıklı
sonuçlar doğurmaktadır. Zaten "Vizontele" sözünün tam karşılığı da
budur; "kesin galiba yani herhalde!!"
Evet o
yaz şehre çok güzel şeyler geldi... Ama uzun süre kalamadılar…
& İlk
Vizontele, Kıbrıs çıkarması ve televizyonun hayatımıza girmesi gibi iki büyük
olayın çerçevesine oturmuştu. Bu yeni film, çorak Anadolu topraklarının
kenarındaki bu sevimli, ama unutulmuş kasabanın bu kez 12 Eylül olayıyla
tanışması zaman diliminde geçer.
Genç
Yılmaz, artık 'çocukluğunun son yılında' dır. Bu yoksul, ama kesinlikle sefalet
içinde olmayan ve her olaydan, her mahrumiyetten hınzır bir sonuç çıkarmayı
bilen yerde, okul ve sinema gibi iki ortak mekanın yanına bir yenisi eklenir:
kütüphane. Çünkü günün birinde karısı ve sakat kızıyla çıkıp gelen sözünü
sakınmaz, bu yüzden de yönetimin hışmına uğramış bir er kişi, oraya 'kütüphane
müdürü' olarak atanmıştır, ama kasabada kütüphane yoktur ki ...
O gergin 12 Eylül günlerinde,
kasaba sanki Türkiye gibidir: siyasal kutuplaşmalar, Stalin posterli odalarda
devrimi tartışan hızlı gençler, eyyamcı başkan, şaşkın bürokrasi, korkak eşraf,
kararlı asker ... Hangi ideolojiden oldukları koltuklarının altındaki
Cumhuriyet ya da Tercüman gazetesinden belli olanlar ... Kütüphaneye 'müşteri
bulmak' için, yıllar önce verilen Kıbrıs şehidinin mezarına gömülmüş olan
televizyon bulup çıkarılır ve yine Emin'in katkısıyla hizmete konur!. ..
Yılmaz
Erdoğan'ın zekası, ortalama Türk zekasından üstündür. Yüreği de bizim ortalama
yüreğimizden daha büyük ... O Anadolu bozkırında geçmiş çocukluğunu hatırlar,
sanırım daha da hatırlayacaktır. Ve böylece ortaya oyunlar, filmler çıkar.
Vizontele Tuuba, belki her anı
insanı güldüren, kahkahalarla izlenen bir film değildir. Ama tıpkı oyunlarında
olduğu gibi ve üstelik bu kez sinemanın katkısıyla daha da etkili biçimde, bir
büyük ve alaycı Türkiye panoramasıdır bu ... Sanki küçük fırça darbeleriyle
oluşturulmuş bir büyük 12 Eylül dönemi tablosu, yer yer güldüren, sürekli
gülümseten, oldukça düşündüren, çeşitli inceliklerle donanmış bir film.
Erdoğan işin sinema yanına da asılmıştır.
Çekimler hep en düşünülmüş biçimdedir: örneğin başlarda, binanın içindeki
hareketi, iniş çıkışları uzaktan tarayan plan ya da oturan dört kişiyi önce
yukardan alıp sonra onların hizasına inerek yüzlere dönen kamera hareketi ...
Kısacası, tiyatro adamı
Erdoğan, artık bir sinema adamıdır da ... Ve Vizontele Tuuba, onun dünyaya,
ülkeye ve bir döneme acıtatlı bakışının olgun bir sinemayla anlatılmış
biçimidir. “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 148”
& Vizontele Tuuba'yla ilgili bir yazıya, filmin 1999 yapımı Vizontele'ye göre nasıl bir gişe başarısı elde edebileceğine değinen bir paragrafta başlamak gerekiyor; çünkü Yılmaz Erdoğan, çeşitli yerlerde verdiği söyleşilerde, kabul edilir bir yaklaşımla, ikinci filmin Vizontele'yi henüz tamamladığı sırada aklında hazır bulunan öyküsünü ilk filmin başarısı sayesinde filmleştirdiğini; Vizontele Tuuba'nın gişede ilk film gibi başarılı olması durumunda, yeni devam filmleri çekebileceğini söylüyor. Vizontele Tuuba'nın içeriği ve anlatım yapısı da büyük ölçüde Erdoğan'ın bu yaklaşımı tarafından belirlenmiş gibi: Aynı mekanda geçen, karakterlerin büyük çoğunluğunun aynen korunduğu, sadece zamanın beşaltı yıl ileri sarıldığı ve birkaç yeni karakterin eklendiği hikaye, yine daha çok 'anın' içindeki komiklikleri yakalamaya dayanan, fonda dönemin ruhunu yansıtan ayrıntıların da olduğu episodik bir anlatımla perdeye taşınmış. Durum böyle olunca, Vizontele Tuuba’dan ilk filmden aldığınıza çok benzer bir tatla çıkıyor ve ister istemez ikinci filmin size sunduğu bir yenilik olup olmadığını düşünmeye başlıyorsunuz.
Bu noktada, Vizontele Tuuba'nın, öyküsündeki
bazı detaylar ve çok iyi hazırlanmış jeneriği dışında pek bir yenilik
sunmadığını söylememiz gerekiyor. Üstelik filmde 'yeni' olduğu söylenebilecek
şeyler Vizontele Tuuba'nın ilkine göre daha zayıf bir film olmasına yol açan
unsurlar olarak göze çarpıyor. 80'lere taşınan ve bu dönemin ruhunu
yansıtabilmek için, Hakkari'de bir kasabaya sürülen bir kütüphane memuru ve
ailesinin öyküsünü ana izlek olarak takip etmeyi seçen filmde bu izleğin, ilk
Vizontele'deki televizyonun kasabaya geliş öyküsü kadar bağlayıcı olduğunu
söylemek zor. İlk filmde Erdoğan, 'televizyon'un tıpkı kasabadaki açık hava
sineması gibi yaşlısından gencine, politikacısından delisine kadar o kasabada
yaşayan herkesin yaşamını değiştiren etkisini çok iyi tespit etmişti. Bu da
filmin anlatımına oldukça olumlu bir şekilde yansımış ve tee1evizyonun öyküsü,
hem bir renk skalası şeklinde sunulmuş birbirinden oldukça farklı karakterleri
bağlayıcı unsur olarak, hem de dönemin ruhunun kristalize olduğu bir öğe olarak
işlevsel hale gelmişti. Ancak, benzer bir işleve (bağlayıcı ve kristalize
edici) sahip olması amacıyla ikinci filme dahil edilmiş 'kütüphane'nin öyküsü,
bu işlevleri yeterince yerine getiremiyor. Kütüphanesi olmayan kasabaya bir
kütüphane kurmak ve insanlara kitap sevgisi aşılamak için çabalayan Güner
Sernikli karakterinin yer aldığı sahneler böyle bir bağlayıcılığa sahip olmak
için filmde nicelik ve nitelik olarak yeterince yer bulmuyor. Bu da, o dönemde
yörede yaşayan insanların yaşamlarını, beşon yıl önce tanıştıkları televizyon
kadar çok etkileyen 'kütüphane'nin bu etkisinin filme hakkıyla yansıyamamasına,
filmin farklı karakterlerini bir arada tutan bir anlatım öğesi olamamasına yol
açıyor. Hal böyle olunca, izleyici yine 'televizyon'un filmdeki varlığından
medet ummaya çalışıyor; ancak Erdoğan, doğal olarak televizyonun ilk
filmdekiyle birebir aynı işlevi yerine getirmesini düşünmediğinden, televizyonu
ancak Dallas dizisi, bazı eğlence ve haber programları gibi, dönemin
atmosferini yansıtan detayları vermek için kullanmış. Bu noktada, Güner
Sernikli'nin kitaplarla pek ilgilenmeyen kasaba halkını kütüphaneye çekmek için
çareyi kütüphaneye bir televizyon koymakta bulmasıyla; öyküsünü kütüphane
üzerinden toparlayamayan Yılmaz Erdoğan'ın filme televizyonun yer aldığı
sahneleri yerleştirmesi arasında bir paralellik olduğunu söylemek mümkün.
Sernikli televizyon sayesinde onca karakteri kütüphaneye doldurmayı başarıyor
belki, ancak Erdoğan'ın televizyonlu sahnelerle onca karakteri bir arada
tutmayı başarabildiğini söylemek çok zor. Filmdeki diğer yeni karakterlerden,
Sernikli ailesinin iki üyesinin filmdeki varlığı, kütüphanenin öyküsünün
merkezinde yer alan Güner Sernikli 'ninkinden daha da sorunlu; çünkü Erdoğan bu
karakterlere birkaç yüzeysel sahneyle, kaldırabileceklerinden çok fazla anlam
yüklemeye kalkışıyor. Örneğin, yöredeki kadınlara göre oldukça modern olduğunu
söyleyebileceğimiz; eşi sürekli olarak farklı yerlere sürüldüğü için yeterince
oturmuş bir hayat kuramamaktan, çocuklarına güvenli bir hayat verememekten
muzdarip Aysel sağcılarla sürekli Sernikli'nin, gözyaşlarına boğulduğu sahne
dışında bu mutsuzluğunu yansıtacak bir sahneyi filmde bulmak oldukça zor. Hal
böyle olunca, bahsettiğimiz bu sahne de anlamsız bir hale geliyor; taşıması
düşünülen duyguyu izleyiciye geçiremediği gibi, filmde de bir yere oturmuyor.
Aynı durumun filme adını veren Tuuba karakteri için de geçerli olduğunu
söyleyebiliriz. Tuuba ile Deli Emin arasındaki yakınlaşma da benzer bir
şekilde, Erdoğan başka başka şeylerden de bahsetmek istediği için, oldukça yüzeysel
bir şekilde geçiştirilmek zorunda kalmış; üstelik bu rolde izlediğimiz, filmin
tamamını kapanış jeneriğinde kendisine şarkı adanan o şirin gülümsemesiyle
kotarmaya çalışan Tuba Ünsal, hem performansıyla bizi filmden uzaklaştırıyor
hem de filmin ağdalı bir mesaj bombardımanıyla bitmesine yol açııyor. Erdoğan,
kasabada çatışma halindeki sol grubun örgüt isimlerini bir tepeye yazan Deli
Eminin, Tuuba kasabadan ayrılırken ona hoş bir sürpriz için aynı tepeye yazdığı
adını, oldukça ağdalı bir kaydırmayla gözümüze soktuğunda, 80'lerde o karamsar
dünyaya rağmen hala mutlu olabilen karakterlerin var olabildiğini de zihnimize
kazımış oluyor; Tuuba'nın, yani aşkın adının büyüklüğü karşısında dönemin en
büyük gücü askerlerin ne yapacaklarını bilemeyen karıncalar gibi kalmalarını
hoş bir sahneyle perdeye taşıyan Erdoğan'ın, filmin son bölümüne sıkıştırdığı
bu alt metinde de sesi yeterince güçlü çıkmıyor ve ne dediği tam olarak
anlaşılamıyor. Yazının şu ana kadar olan bölümünde yalnızca Vizontele Tuuba'ya
yeni eklenen karakterlerin ve bu karakterlerin filme dahil olduğu eksen
konumundaki kütüphanenin öyküsünün filmde yeterince iyi işlenemediğinden
bahsettik. Dikkatimizi bu denli filmin 'yeni' olarak sunduğu noktalara
yöneltmemizde, ikinci filmin ilk filmdeki anlatım biçimini birebir tekrar
etmesinin etkili olduğunu söylemiştik. Ancak işi yalnızca anlatım biçimiyle
sınırlı olmaktan çıkaran, Vizontele Tuuba’yı ilk film Vizontele'yle neredeyse
tıpatıp aynı duygularla izlememize yol açan önemli bir unsur da, ilk filmden bu
filme taşınan karakterlerle ilgili bu filmde yeni hiçbir şey keşfedemememiz.
Siti Ana ve Ceyhan gibi, bu kez öykünün daha geri planında yer alan ilk
karakterlere dair böyle bir beklentimiz yok zaten, ancak yükselen AP ruhunun
vücut bulduğu Latif ve yardımcısı sezgin karakterlerinin filmde yer aldıkları
sahnelerin artmasıyla birlikte bu karakterleri daha iyi tanımak,
keşfetmediğimiz yönleri olduğunu görmek gibi bir beklenti içine giriyoruz.
Ancak, bu beklentimiz karşılanmadığı gibi, bu karakterlerin yer aldığı, komik
olmaktan çok uzak skeçvari sahneler, ilk filmdeki az ama daha öz varlıklarını
aramamıza yol açıyor. Bu, filmdeki ağırlığı oldukça abartılmış Deli Emin
karakteri için iyice böyle. Deli Emin'in birkaçı dışında gülümsememize bile yol
açmayan komikliklerinden sıkıldıkça, eski filmdeki sahneleri zihnimize
çağırmaya, onları hatırlayıp gülümsemeye çabalıyoruz. Bu durum, madalyonun
bambaşka bir yönünden, Vizontele Tuuba'nın izleyiciyle, genelgeçer devam
filmlerinden daha farklı, izleyicinin film izleme sürecinde filmin nostaljisini
yapabildiği bir ilişki kurmasını sağlıyor. Örneğin siti Ana'nın gömdüğü
televizyonun toprak altından çıkarılıp kütüphaneye konduğu sahnede ilk filmi
hatırlamak ve vizontele'nin yeni kötü haberlere gebe olabileceğini düşünmemek içten
bile değil (bu anlamda televizyonun topraktan çıkarılışı ilk filmi
hatırlatmasıyla 'flashback', olacakları haber vermesiyle 'foreshadowing' etkisi
taşıyor.) Ancak, filmin bu 'farklı' nostaljik duruşunda bile ikircikli bir yan
var sanki: Bu duygunun film izleme sürecinde izleyiciyi farklı bir noktadan
filme bağlayacağını sezen Erdoğan nostalji uğruna ilk filmde tamamlanmış
öyküleri boşlukta bırakmıyor:
Oğlunun bedeni yerine koyup mezarına
gömdüğü televizyon topraktan çıkarılıyor belki, ama yerine hemen Siti Ana'nın
büyük bir özlem duyduğu, onu daha mutlu edeceği aşikar olan bir kavak ağacı
yerleştiriliyor. Öte yandan böyle bir ilk film nostaljisinin, Vizontele
Tuuba'nın en büyük rakibi olduğunun farkında olan Erdoğan'ın, filmde bu tarz
sahneleri mümkün olduğu kadar az tutmaya çalıştığı da hissediliyor. Hatta,
filmin hemen başında, inşaatta çalışan işçilerin Deli Emin'in ilk filminde
tanıştığımız 'komik' tikinin (karşısında oynanınca oynama tiki) üzerine
gittiklerinde, Emin önce oynamaya başlıyor filmin hemen başındaki bu sahnede
biz de ilk filmle bir bağ kurup gülümsüyoruz; ardından da hemen toparlanıp
işçilerden kurtuluyor ilk filmde Deli Emin'in oynamasını uzun uzun izlediğimiz
için, bu sahne adeta ağzımızda yarım kalmış bir tat bırakıyor. Adeta Erdoğan bize,
'yaşayacağınız nostalji bununla sınırlı, daha fazlası için heveslenmeyin' diyor
gibi.
Vizontele Tuuba'nın öyküsünde ve
karakterlerindeki sorunları bir kenara bırakıp dönem filmi olma iddiasına
baktığımızda, filmin basında genelde 80'ler Türkiye'sinin ruhunu taşıyan ilk
filmmiş gibi yansıtılmasını anlamak da biraz zor. Yılmaz Erdoğan, bir okul
anısıyla başlayan ve o yılların aklımızda çok yer edinen küçük imajlarından
oluşan bir kolaj la süren (Mutlu Akü, Sali na Tuz, vs.), oldukça başarılı giriş
jeneriğinde, adeta Vizontele Tuuba'nın tam bir 80'ler filmi olacağını
vadediyor. Ancak, film, dönemin ruhunu yalnızca havada kalan bir sürgün öyküsü
ve televizyona yansıyan birkaç görüntü üzerinden kotarmaya çalışınca, vadettiği
tarihselliğin altını dolduramıyor. Dönemin farklı renklerini taşıması
düşünülmüş karakterlerin neredeyse tamamı, karikatürize bir bakışla çizilmiş,
boş şeyler peşinde koşan, olsa olsa kütüphanede sigara içilmesi gerektiği
konusunda anlaşabilen tipler olarak yansıyor filme. Karakterler böyle muğlak
bir zeminde bir araya getirilince, ordudaki subayla, sürgün kütüphaneciyi,
politikacıyla deliyi ayırmakta güçlük çektiğimiz her . tür farklılığın naiflik
zemininde buluşabildiği muğlak bir dönem portresi çıkıyor karşımıza. Bu noktada
filmin masalsı anlatısını işaret edip, böyle net bir dönem portresi çizmek
zorunda olmadığını iddia etmek mümkün, hatta bu muğlak dönem tasvirinin 1980'in
kaotik ruhunu yansıtmak için daha yerinde olduğu söylenebilir. Ancak film son
bölümündeki darbe görüntüleriyle bu masalsı anlatımdan oldukça uzaklaşıyor;
aslında o yıllara dair ne kadar 'ciddi' şeyler söylemek istediğini ve bu
dönemle ilgili ne kadar net bir tavrı olduğunu göstermeye çalışıyor Vizontele
Tuuba, tüm bunlara karşın, özellikle teknik açıdan çıtayı yine oldukça yükseğe
koyan bir film. Filmin hem görüntü hem de sanat yönetimi anlamında oldukça
başarılı olduğunu belirtmek lazım. Her ne kadar gala gecesinde filmi yan
salonlardan birinde izlediğimizden diyalogları anlamak için ekstra çaba sarf
etmemiz gerektiyse de filmin ses kaydının da iyi olduğunu tahmin ediyoruz. Tüm
bu özeni takdir etmekle birlikte, Yılmaz Erdoğan'ın televizyon ve tiyatroda
daha başarılı olan skeçlere dayalı anlatım tarzının, tüm bu skeçleri izlenir
kılacak espriler ve bağlayıcı temel bir öğe olmadan, sinemada her zaman
tutmadığını bir kez daha söylememiz gerekiyor. Vizontele Tuuba, Erdoğan'ın,
çocukluk günlerini geçirdiği Hakkari'nin küçük kasabasını farklı bir üslupla
sinemalaştırabileceği malzemeyi ilk filmmde tükettiğini gösteren bir film oldu.
Yeni projeleriyle Türk sinemasında farklı bir kulvar açma potansiyeli taşıyan
Erdoğan'ın, Vizontele serisini sürdürmek yerine farklı hikayelere yönelmesi,
kendini tekrar etmekten kurtulması açısından en doğru karar gibi gözüküyor.
Vizontele'yi iyi anılarla hatırlamak için hala fırsat var. “Altyazı Aylık
Sinema Dergisi sayı, 26”