Powered By Blogger

19 Aralık 2022 Pazartesi

 

VİZONTELE TUUBA (2003) 

Senaryo ve Yönetmen: Yılmaz Erdoğan, Müzik: Rahman Altın, Kardeş Türküler, Görüntü Yönetmeni: Uğur İçbak, Yapım: BKM/Necati Akpınar Kurgu: Egin Öztürk, Sanat Yönetmeni: Yaşar Ziya Kartoğlu, Dekor Tasarım: Yavuz Çelenk, Yapım Koordinatörü: Serpil Güler, Yapım Asistanı: Serkan Akkoyun, Neslihan Ateş, Yardımcı Yönetmen: Ali Taner Baltacı, Yönetmen yardımcısı: İlknur Oğuz, Doğan Ümüt Karaca, Kamera Asistanı: Mehmet Eren Nayır, Bünyamin Durgut, Steadycam Operatörü: Ercan Yılmaz, Post Prodüksiyo Sorumlusu: Ali Taner Baltacı, Işık Asistanı: Ersin Aldemir, Kostüm Uygulama: Suzan Kardeş, Ayçin Tar, Ses Kayıt: Alan O Duffy, Final Miks: Serdar Öngören, Cast Sorumlusu: Rezzan Çankır, Mekân Sorumlusu: Bora Kambay

Oyuncular: Yılmaz Erdoğan (Deli Emin), Demet Akbağ (Siti Ana), Altan Erkekli (Başkan Nazmi), Bican Günalan (Sezgin), İclal Aydın (Reyhan), Tuba Ünsal (Tuba Sernikli) Yaşar Ak, Şener Kökkaya (Basri), Mesut Çakarlı, Tolga Çevik (Nafiz), İdil Fırat (Aysel Sernikli), İdil Fırat (Aysel Sernikli), Şener Kökaya (Basri), Salih Kalyon(Casım), Tuncer Salman (Ahmet), Erdal Tosun (Manav Şehmuz), Bülent İnal (Mahmut Duran), Celal tak (Panayırcı), Nuri Gökaşan (Jan. Kom.), Zerrin Sümer (Vildan Hanım), Caner Alkaya (İso), Cezmi Baskın (Latif), Zeynep Tokuş (Asiye), Selim Erdoğan (Servet), Volkan Demirok (Kino), Bahr, Beyat (Türkçe Öğretmeni), Nejat Uygur (Hacı Zübeyir), Deniz Akkaya (Deniz Kızı), Bahtiyar Engin (Civciv Satıcısı), Ata Demirer (Telekutucu), Selahattin Taşdöğen (Simo), Meral Çetinkaya (Felek), Şenol Ballı (Yılmaz), Şahin yaylı (Musto), Sinan Kılıç (Akut), Nusret Karakuş (Veysi), Deniz Erdoğan (Cevdet), Cahit Taş (Rüstem), Tuna Orhan (Cahit), Derya Oyanay (Fadile), Elif İnci (Fazilet), Yasemin Ergene (Aynur), Atzu Tan Bayraktutan (Zehra), Cengiz Özkan (Bağlamacı), Metin Yıldız (Cazgır)

Konu: Şehre bir güzellik gelir! Türkiye'nin Güneydoğusu'nda, herkesin ve her şeyin "uzağında" küçük bir masal şehrinde geçer hikaye. 1980 yılının yaz ayları... Tüm ülke siyasi bir kaosun içindedir. Siyasi şiddet ülkeye egemendir. Sağda ve solda onlarca değişik fraksiyon türemiştir. Bu anlaşılmaz saçma, acıklı ve komik "anarşik" atmosfer "Vizontele" şehrine çok başka ve kendine özgü biçimde yansımıştır. Bu şehirde hiç sağcı yoktur. Bunun yerine tam hangi konuda anlaşamadığı bilinmeyen iki dernek vardır; DEKD ve DFKD! (Bu isimde iki dernek gerçekte hiçbir zaman olmamıştır. Bu filmdeki kişi ve kurum isimlerinin tümü uydurmadır. Tıpkı orijinalleri gibi..!) Güner Sernikli bu uzak şehre sürgün edilmiş bir devlet memurudur. Her şeyin saçma bir rota izlediği günlerde Sernikli ailesi uzun ve çileli bir yolculuğun sonunda "Vizontele" şehrine gelirler. Kızı Tuba ise belki de o şehre "dışarıdan" gelmiş en güzel "şey"dir... Şehre gelen tüm aykırı şeylerin tanışacağı bir başka "şey" ise Deli Emin'dir elbette…

 Şehrimize hoş geldiniz. Ben Emin.. Bazısı "Deli Emin" diyor, bazısı "Vizontele Emin"..

Sernikli Ailesi, o yaz şehre sanki bir hediye paketi gibi gelir. Güner bilgiyi, Tuba güzelliği, safiyeti ve bizzat aşk'ı getirir... Başkan Nazmi Doğan ve Deli Emin bu "güzel" şeylerin kıymetini bilenlerin safındadır elbette. Ama azınlıktadırlar. Dönem karışıktır.

Her acıklı şey bir komik hadiseye yol açmaktadır; ya da her komik hadise acıklı sonuçlar doğurmaktadır. Zaten "Vizontele" sözünün tam karşılığı da budur; "kesin galiba yani herhalde!!"

Evet o yaz şehre çok güzel şeyler geldi... Ama uzun süre kalamadılar…

& İlk Vizontele, Kıbrıs çıkarması ve televizyonun hayatımıza girmesi gibi iki büyük olayın çerçevesine oturmuştu. Bu yeni film, çorak Anadolu topraklarının kenarındaki bu sevimli, ama unutulmuş kasabanın bu kez 12 Eylül olayıyla tanışması zaman diliminde geçer.


Genç Yılmaz, artık 'çocukluğunun son yılında' dır. Bu yoksul, ama kesinlikle sefalet içinde olmayan ve her olaydan, her mahrumiyetten hınzır bir sonuç çıkarmayı bilen yerde, okul ve sinema gibi iki ortak mekanın yanına bir yenisi eklenir: kütüphane. Çünkü günün birinde karısı ve sakat kızıyla çıkıp gelen sözünü sakınmaz, bu yüzden de yönetimin hışmına uğramış bir er kişi, oraya 'kütüphane müdürü' olarak atanmıştır, ama kasabada kütüphane yoktur ki ...

 Böylece kütüphane hiç yoktan yaratılır. Bunda da 'köyün delisi', ama galiba aslında en akıllısı olan, eli her işe yatkın Deli Emin başı çeker. "Hiç sevgilisi olmamış" Emin, tüm sevgilisi olmayanların panayırdan rüzgar gibi gelip geçen 'deniz kızına aklını taktığı bu ortamda, kütüphane müdürünün bir kaza sonucu tekerlekli koltuğa mahkum olmuş kızına ilgi duyar: "yumuşak g' siz Tuba", yani Tuuba ... Ve genç kızın ısrarla istediği eliyle birlikte, kalbini de ona kaptırır.

O gergin 12 Eylül günlerinde, kasaba sanki Türkiye gibidir: siyasal kutuplaşmalar, Stalin posterli odalarda devrimi tartışan hızlı gençler, eyyamcı başkan, şaşkın bürokrasi, korkak eşraf, kararlı asker ... Hangi ideolojiden oldukları koltuklarının altındaki Cumhuriyet ya da Tercüman gazetesinden belli olanlar ... Kütüphaneye 'müşteri bulmak' için, yıllar önce verilen Kıbrıs şehidinin mezarına gömülmüş olan televizyon bulup çıkarılır ve yine Emin'in katkısıyla hizmete konur!. ..

 

Yılmaz Erdoğan'ın zekası, ortalama Türk zekasından üstündür. Yüreği de bizim ortalama yüreğimizden daha büyük ... O Anadolu bozkırında geçmiş çocukluğunu hatırlar, sanırım daha da hatırlayacaktır. Ve böylece ortaya oyunlar, filmler çıkar.

Vizontele Tuuba, belki her anı insanı güldüren, kahkahalarla izlenen bir film değildir. Ama tıpkı oyunlarında olduğu gibi ve üstelik bu kez sinemanın katkısıyla daha da etkili biçimde, bir büyük ve alaycı Türkiye panoramasıdır bu ... Sanki küçük fırça darbeleriyle oluşturulmuş bir büyük 12 Eylül dönemi tablosu, yer yer güldüren, sürekli gülümseten, oldukça düşündüren, çeşitli inceliklerle donanmış bir film.

Erdoğan işin sinema yanına da asılmıştır. Çekimler hep en düşünülmüş biçimdedir: örneğin başlarda, binanın içindeki hareketi, iniş çıkışları uzaktan tarayan plan ya da oturan dört kişiyi önce yukardan alıp sonra onların hizasına inerek yüzlere dönen kamera hareketi ...

Kısacası, tiyatro adamı Erdoğan, artık bir sinema adamıdır da ... Ve Vizontele Tuuba, onun dünyaya, ülkeye ve bir döneme acıtatlı bakışının olgun bir sinemayla anlatılmış biçimidir. “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 148”

 

& Vizontele Tuuba'yla ilgili bir yazıya, filmin 1999 yapımı Vizontele'ye göre nasıl bir gişe başarısı elde edebileceğine değinen bir paragrafta başlamak gerekiyor; çünkü Yılmaz Erdoğan, çeşitli yerlerde verdiği söyleşilerde, kabul edilir bir yaklaşımla, ikinci filmin Vizontele'yi henüz tamamladığı sırada aklında hazır bulunan öyküsünü ilk filmin başarısı sayesinde filmleştirdiğini; Vizontele Tuuba'nın gişede ilk film gibi başarılı olması durumunda, yeni devam filmleri çekebileceğini söylüyor. Vizontele Tuuba'nın içeriği ve anlatım yapısı da büyük ölçüde Erdoğan'ın bu yaklaşımı tarafından belirlenmiş gibi: Aynı mekanda geçen, karakterlerin büyük çoğunluğunun aynen korunduğu, sadece zamanın beşaltı yıl ileri sarıldığı ve birkaç yeni karakterin eklendiği hikaye, yine daha çok 'anın' içindeki komiklikleri yakalamaya dayanan, fonda dönemin ruhunu yansıtan ayrıntıların da olduğu episodik bir anlatımla perdeye taşınmış. Durum böyle olunca, Vizontele Tuuba’dan ilk filmden aldığınıza çok benzer bir tatla çıkıyor ve ister istemez ikinci filmin size sunduğu bir yenilik olup olmadığını düşünmeye başlıyorsunuz.

Bu noktada, Vizontele Tuuba'nın, öyküsündeki bazı detaylar ve çok iyi hazırlanmış jeneriği dışında pek bir yenilik sunmadığını söylememiz gerekiyor. Üstelik filmde 'yeni' olduğu söylenebilecek şeyler Vizontele Tuuba'nın ilkine göre daha zayıf bir film olmasına yol açan unsurlar olarak göze çarpıyor. 80'lere taşınan ve bu dönemin ruhunu yansıtabilmek için, Hakkari'de bir kasabaya sürülen bir kütüphane memuru ve ailesinin öyküsünü ana izlek olarak takip etmeyi seçen filmde bu izleğin, ilk Vizontele'deki televizyonun kasabaya geliş öyküsü kadar bağlayıcı olduğunu söylemek zor. İlk filmde Erdoğan, 'televizyon'un tıpkı kasabadaki açık hava sineması gibi yaşlısından gencine, politikacısından delisine kadar o kasabada yaşayan herkesin yaşamını değiştiren etkisini çok iyi tespit etmişti. Bu da filmin anlatımına oldukça olumlu bir şekilde yansımış ve tee1evizyonun öyküsü, hem bir renk skalası şeklinde sunulmuş birbirinden oldukça farklı karakterleri bağlayıcı unsur olarak, hem de dönemin ruhunun kristalize olduğu bir öğe olarak işlevsel hale gelmişti. Ancak, benzer bir işleve (bağlayıcı ve kristalize edici) sahip olması amacıyla ikinci filme dahil edilmiş 'kütüphane'nin öyküsü, bu işlevleri yeterince yerine getiremiyor. Kütüphanesi olmayan kasabaya bir kütüphane kurmak ve insanlara kitap sevgisi aşılamak için çabalayan Güner Sernikli karakterinin yer aldığı sahneler böyle bir bağlayıcılığa sahip olmak için filmde nicelik ve nitelik olarak yeterince yer bulmuyor. Bu da, o dönemde yörede yaşayan insanların yaşamlarını, beşon yıl önce tanıştıkları televizyon kadar çok etkileyen 'kütüphane'nin bu etkisinin filme hakkıyla yansıyamamasına, filmin farklı karakterlerini bir arada tutan bir anlatım öğesi olamamasına yol açıyor. Hal böyle olunca, izleyici yine 'televizyon'un filmdeki varlığından medet ummaya çalışıyor; ancak Erdoğan, doğal olarak televizyonun ilk filmdekiyle birebir aynı işlevi yerine getirmesini düşünmediğinden, televizyonu ancak Dallas dizisi, bazı eğlence ve haber programları gibi, dönemin atmosferini yansıtan detayları vermek için kullanmış. Bu noktada, Güner Sernikli'nin kitaplarla pek ilgilenmeyen kasaba halkını kütüphaneye çekmek için çareyi kütüphaneye bir televizyon koymakta bulmasıyla; öyküsünü kütüphane üzerinden toparlayamayan Yılmaz Erdoğan'ın filme televizyonun yer aldığı sahneleri yerleştirmesi arasında bir paralellik olduğunu söylemek mümkün. Sernikli televizyon sayesinde onca karakteri kütüphaneye doldurmayı başarıyor belki, ancak Erdoğan'ın televizyonlu sahnelerle onca karakteri bir arada tutmayı başarabildiğini söylemek çok zor. Filmdeki diğer yeni karakterlerden, Sernikli ailesinin iki üyesinin filmdeki varlığı, kütüphanenin öyküsünün merkezinde yer alan Güner Sernikli 'ninkinden daha da sorunlu; çünkü Erdoğan bu karakterlere birkaç yüzeysel sahneyle, kaldırabileceklerinden çok fazla anlam yüklemeye kalkışıyor. Örneğin, yöredeki kadınlara göre oldukça modern olduğunu söyleyebileceğimiz; eşi sürekli olarak farklı yerlere sürüldüğü için yeterince oturmuş bir hayat kuramamaktan, çocuklarına güvenli bir hayat verememekten muzdarip Aysel sağcılarla sürekli Sernikli'nin, gözyaşlarına boğulduğu sahne dışında bu mutsuzluğunu yansıtacak bir sahneyi filmde bulmak oldukça zor. Hal böyle olunca, bahsettiğimiz bu sahne de anlamsız bir hale geliyor; taşıması düşünülen duyguyu izleyiciye geçiremediği gibi, filmde de bir yere oturmuyor. Aynı durumun filme adını veren Tuuba karakteri için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Tuuba ile Deli Emin arasındaki yakınlaşma da benzer bir şekilde, Erdoğan başka başka şeylerden de bahsetmek istediği için, oldukça yüzeysel bir şekilde geçiştirilmek zorunda kalmış; üstelik bu rolde izlediğimiz, filmin tamamını kapanış jeneriğinde kendisine şarkı adanan o şirin gülümsemesiyle kotarmaya çalışan Tuba Ünsal, hem performansıyla bizi filmden uzaklaştırıyor hem de filmin ağdalı bir mesaj bombardımanıyla bitmesine yol açııyor. Erdoğan, kasabada çatışma halindeki sol grubun örgüt isimlerini bir tepeye yazan Deli Eminin, Tuuba kasabadan ayrılırken ona hoş bir sürpriz için aynı tepeye yazdığı adını, oldukça ağdalı bir kaydırmayla gözümüze soktuğunda, 80'lerde o karamsar dünyaya rağmen hala mutlu olabilen karakterlerin var olabildiğini de zihnimize kazımış oluyor; Tuuba'nın, yani aşkın adının büyüklüğü karşısında dönemin en büyük gücü askerlerin ne yapacaklarını bilemeyen karıncalar gibi kalmalarını hoş bir sahneyle perdeye taşıyan Erdoğan'ın, filmin son bölümüne sıkıştırdığı bu alt metinde de sesi yeterince güçlü çıkmıyor ve ne dediği tam olarak anlaşılamıyor. Yazının şu ana kadar olan bölümünde yalnızca Vizontele Tuuba'ya yeni eklenen karakterlerin ve bu karakterlerin filme dahil olduğu eksen konumundaki kütüphanenin öyküsünün filmde yeterince iyi işlenemediğinden bahsettik. Dikkatimizi bu denli filmin 'yeni' olarak sunduğu noktalara yöneltmemizde, ikinci filmin ilk filmdeki anlatım biçimini birebir tekrar etmesinin etkili olduğunu söylemiştik. Ancak işi yalnızca anlatım biçimiyle sınırlı olmaktan çıkaran, Vizontele Tuuba’yı ilk film Vizontele'yle neredeyse tıpatıp aynı duygularla izlememize yol açan önemli bir unsur da, ilk filmden bu filme taşınan karakterlerle ilgili bu filmde yeni hiçbir şey keşfedemememiz. Siti Ana ve Ceyhan gibi, bu kez öykünün daha geri planında yer alan ilk karakterlere dair böyle bir beklentimiz yok zaten, ancak yükselen AP ruhunun vücut bulduğu Latif ve yardımcısı sezgin karakterlerinin filmde yer aldıkları sahnelerin artmasıyla birlikte bu karakterleri daha iyi tanımak, keşfetmediğimiz yönleri olduğunu görmek gibi bir beklenti içine giriyoruz. Ancak, bu beklentimiz karşılanmadığı gibi, bu karakterlerin yer aldığı, komik olmaktan çok uzak skeçvari sahneler, ilk filmdeki az ama daha öz varlıklarını aramamıza yol açıyor. Bu, filmdeki ağırlığı oldukça abartılmış Deli Emin karakteri için iyice böyle. Deli Emin'in birkaçı dışında gülümsememize bile yol açmayan komikliklerinden sıkıldıkça, eski filmdeki sahneleri zihnimize çağırmaya, onları hatırlayıp gülümsemeye çabalıyoruz. Bu durum, madalyonun bambaşka bir yönünden, Vizontele Tuuba'nın izleyiciyle, genelgeçer devam filmlerinden daha farklı, izleyicinin film izleme sürecinde filmin nostaljisini yapabildiği bir ilişki kurmasını sağlıyor. Örneğin siti Ana'nın gömdüğü televizyonun toprak altından çıkarılıp kütüphaneye konduğu sahnede ilk filmi hatırlamak ve vizontele'nin yeni kötü haberlere gebe olabileceğini düşünmemek içten bile değil (bu anlamda televizyonun topraktan çıkarılışı ilk filmi hatırlatmasıyla 'flashback', olacakları haber vermesiyle 'foreshadowing' etkisi taşıyor.) Ancak, filmin bu 'farklı' nostaljik duruşunda bile ikircikli bir yan var sanki: Bu duygunun film izleme sürecinde izleyiciyi farklı bir noktadan filme bağlayacağını sezen Erdoğan nostalji uğruna ilk filmde tamamlanmış öyküleri boşlukta bırakmıyor:

Oğlunun bedeni yerine koyup mezarına gömdüğü televizyon topraktan çıkarılıyor belki, ama yerine hemen Siti Ana'nın büyük bir özlem duyduğu, onu daha mutlu edeceği aşikar olan bir kavak ağacı yerleştiriliyor. Öte yandan böyle bir ilk film nostaljisinin, Vizontele Tuuba'nın en büyük rakibi olduğunun farkında olan Erdoğan'ın, filmde bu tarz sahneleri mümkün olduğu kadar az tutmaya çalıştığı da hissediliyor. Hatta, filmin hemen başında, inşaatta çalışan işçilerin Deli Emin'in ilk filminde tanıştığımız 'komik' tikinin (karşısında oynanınca oynama tiki) üzerine gittiklerinde, Emin önce oynamaya başlıyor filmin hemen başındaki bu sahnede biz de ilk filmle bir bağ kurup gülümsüyoruz; ardından da hemen toparlanıp işçilerden kurtuluyor ilk filmde Deli Emin'in oynamasını uzun uzun izlediğimiz için, bu sahne adeta ağzımızda yarım kalmış bir tat bırakıyor. Adeta Erdoğan bize, 'yaşayacağınız nostalji bununla sınırlı, daha fazlası için heveslenmeyin' diyor gibi.

Vizontele Tuuba'nın öyküsünde ve karakterlerindeki sorunları bir kenara bırakıp dönem filmi olma iddiasına baktığımızda, filmin basında genelde 80'ler Türkiye'sinin ruhunu taşıyan ilk filmmiş gibi yansıtılmasını anlamak da biraz zor. Yılmaz Erdoğan, bir okul anısıyla başlayan ve o yılların aklımızda çok yer edinen küçük imajlarından oluşan bir kolaj la süren (Mutlu Akü, Sali na Tuz, vs.), oldukça başarılı giriş jeneriğinde, adeta Vizontele Tuuba'nın tam bir 80'ler filmi olacağını vadediyor. Ancak, film, dönemin ruhunu yalnızca havada kalan bir sürgün öyküsü ve televizyona yansıyan birkaç görüntü üzerinden kotarmaya çalışınca, vadettiği tarihselliğin altını dolduramıyor. Dönemin farklı renklerini taşıması düşünülmüş karakterlerin neredeyse tamamı, karikatürize bir bakışla çizilmiş, boş şeyler peşinde koşan, olsa olsa kütüphanede sigara içilmesi gerektiği konusunda anlaşabilen tipler olarak yansıyor filme. Karakterler böyle muğlak bir zeminde bir araya getirilince, ordudaki subayla, sürgün kütüphaneciyi, politikacıyla deliyi ayırmakta güçlük çektiğimiz her . tür farklılığın naiflik zemininde buluşabildiği muğlak bir dönem portresi çıkıyor karşımıza. Bu noktada filmin masalsı anlatısını işaret edip, böyle net bir dönem portresi çizmek zorunda olmadığını iddia etmek mümkün, hatta bu muğlak dönem tasvirinin 1980'in kaotik ruhunu yansıtmak için daha yerinde olduğu söylenebilir. Ancak film son bölümündeki darbe görüntüleriyle bu masalsı anlatımdan oldukça uzaklaşıyor; aslında o yıllara dair ne kadar 'ciddi' şeyler söylemek istediğini ve bu dönemle ilgili ne kadar net bir tavrı olduğunu göstermeye çalışıyor Vizontele Tuuba, tüm bunlara karşın, özellikle teknik açıdan çıtayı yine oldukça yükseğe koyan bir film. Filmin hem görüntü hem de sanat yönetimi anlamında oldukça başarılı olduğunu belirtmek lazım. Her ne kadar gala gecesinde filmi yan salonlardan birinde izlediğimizden diyalogları anlamak için ekstra çaba sarf etmemiz gerektiyse de filmin ses kaydının da iyi olduğunu tahmin ediyoruz. Tüm bu özeni takdir etmekle birlikte, Yılmaz Erdoğan'ın televizyon ve tiyatroda daha başarılı olan skeçlere dayalı anlatım tarzının, tüm bu skeçleri izlenir kılacak espriler ve bağlayıcı temel bir öğe olmadan, sinemada her zaman tutmadığını bir kez daha söylememiz gerekiyor. Vizontele Tuuba, Erdoğan'ın, çocukluk günlerini geçirdiği Hakkari'nin küçük kasabasını farklı bir üslupla sinemalaştırabileceği malzemeyi ilk filmmde tükettiğini gösteren bir film oldu. Yeni projeleriyle Türk sinemasında farklı bir kulvar açma potansiyeli taşıyan Erdoğan'ın, Vizontele serisini sürdürmek yerine farklı hikayelere yönelmesi, kendini tekrar etmekten kurtulması açısından en doğru karar gibi gözüküyor. Vizontele'yi iyi anılarla hatırlamak için hala fırsat var. “Altyazı Aylık Sinema Dergisi sayı, 26”

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder