Powered By Blogger

19 Aralık 2022 Pazartesi

 

VİZONTELE TUUBA (2003) 

Senaryo ve Yönetmen: Yılmaz Erdoğan, Müzik: Rahman Altın, Kardeş Türküler, Görüntü Yönetmeni: Uğur İçbak, Yapım: BKM/Necati Akpınar Kurgu: Egin Öztürk, Sanat Yönetmeni: Yaşar Ziya Kartoğlu, Dekor Tasarım: Yavuz Çelenk, Yapım Koordinatörü: Serpil Güler, Yapım Asistanı: Serkan Akkoyun, Neslihan Ateş, Yardımcı Yönetmen: Ali Taner Baltacı, Yönetmen yardımcısı: İlknur Oğuz, Doğan Ümüt Karaca, Kamera Asistanı: Mehmet Eren Nayır, Bünyamin Durgut, Steadycam Operatörü: Ercan Yılmaz, Post Prodüksiyo Sorumlusu: Ali Taner Baltacı, Işık Asistanı: Ersin Aldemir, Kostüm Uygulama: Suzan Kardeş, Ayçin Tar, Ses Kayıt: Alan O Duffy, Final Miks: Serdar Öngören, Cast Sorumlusu: Rezzan Çankır, Mekân Sorumlusu: Bora Kambay

Oyuncular: Yılmaz Erdoğan (Deli Emin), Demet Akbağ (Siti Ana), Altan Erkekli (Başkan Nazmi), Bican Günalan (Sezgin), İclal Aydın (Reyhan), Tuba Ünsal (Tuba Sernikli) Yaşar Ak, Şener Kökkaya (Basri), Mesut Çakarlı, Tolga Çevik (Nafiz), İdil Fırat (Aysel Sernikli), İdil Fırat (Aysel Sernikli), Şener Kökaya (Basri), Salih Kalyon(Casım), Tuncer Salman (Ahmet), Erdal Tosun (Manav Şehmuz), Bülent İnal (Mahmut Duran), Celal tak (Panayırcı), Nuri Gökaşan (Jan. Kom.), Zerrin Sümer (Vildan Hanım), Caner Alkaya (İso), Cezmi Baskın (Latif), Zeynep Tokuş (Asiye), Selim Erdoğan (Servet), Volkan Demirok (Kino), Bahr, Beyat (Türkçe Öğretmeni), Nejat Uygur (Hacı Zübeyir), Deniz Akkaya (Deniz Kızı), Bahtiyar Engin (Civciv Satıcısı), Ata Demirer (Telekutucu), Selahattin Taşdöğen (Simo), Meral Çetinkaya (Felek), Şenol Ballı (Yılmaz), Şahin yaylı (Musto), Sinan Kılıç (Akut), Nusret Karakuş (Veysi), Deniz Erdoğan (Cevdet), Cahit Taş (Rüstem), Tuna Orhan (Cahit), Derya Oyanay (Fadile), Elif İnci (Fazilet), Yasemin Ergene (Aynur), Atzu Tan Bayraktutan (Zehra), Cengiz Özkan (Bağlamacı), Metin Yıldız (Cazgır)

Konu: Şehre bir güzellik gelir! Türkiye'nin Güneydoğusu'nda, herkesin ve her şeyin "uzağında" küçük bir masal şehrinde geçer hikaye. 1980 yılının yaz ayları... Tüm ülke siyasi bir kaosun içindedir. Siyasi şiddet ülkeye egemendir. Sağda ve solda onlarca değişik fraksiyon türemiştir. Bu anlaşılmaz saçma, acıklı ve komik "anarşik" atmosfer "Vizontele" şehrine çok başka ve kendine özgü biçimde yansımıştır. Bu şehirde hiç sağcı yoktur. Bunun yerine tam hangi konuda anlaşamadığı bilinmeyen iki dernek vardır; DEKD ve DFKD! (Bu isimde iki dernek gerçekte hiçbir zaman olmamıştır. Bu filmdeki kişi ve kurum isimlerinin tümü uydurmadır. Tıpkı orijinalleri gibi..!) Güner Sernikli bu uzak şehre sürgün edilmiş bir devlet memurudur. Her şeyin saçma bir rota izlediği günlerde Sernikli ailesi uzun ve çileli bir yolculuğun sonunda "Vizontele" şehrine gelirler. Kızı Tuba ise belki de o şehre "dışarıdan" gelmiş en güzel "şey"dir... Şehre gelen tüm aykırı şeylerin tanışacağı bir başka "şey" ise Deli Emin'dir elbette…

 Şehrimize hoş geldiniz. Ben Emin.. Bazısı "Deli Emin" diyor, bazısı "Vizontele Emin"..

Sernikli Ailesi, o yaz şehre sanki bir hediye paketi gibi gelir. Güner bilgiyi, Tuba güzelliği, safiyeti ve bizzat aşk'ı getirir... Başkan Nazmi Doğan ve Deli Emin bu "güzel" şeylerin kıymetini bilenlerin safındadır elbette. Ama azınlıktadırlar. Dönem karışıktır.

Her acıklı şey bir komik hadiseye yol açmaktadır; ya da her komik hadise acıklı sonuçlar doğurmaktadır. Zaten "Vizontele" sözünün tam karşılığı da budur; "kesin galiba yani herhalde!!"

Evet o yaz şehre çok güzel şeyler geldi... Ama uzun süre kalamadılar…

& İlk Vizontele, Kıbrıs çıkarması ve televizyonun hayatımıza girmesi gibi iki büyük olayın çerçevesine oturmuştu. Bu yeni film, çorak Anadolu topraklarının kenarındaki bu sevimli, ama unutulmuş kasabanın bu kez 12 Eylül olayıyla tanışması zaman diliminde geçer.


Genç Yılmaz, artık 'çocukluğunun son yılında' dır. Bu yoksul, ama kesinlikle sefalet içinde olmayan ve her olaydan, her mahrumiyetten hınzır bir sonuç çıkarmayı bilen yerde, okul ve sinema gibi iki ortak mekanın yanına bir yenisi eklenir: kütüphane. Çünkü günün birinde karısı ve sakat kızıyla çıkıp gelen sözünü sakınmaz, bu yüzden de yönetimin hışmına uğramış bir er kişi, oraya 'kütüphane müdürü' olarak atanmıştır, ama kasabada kütüphane yoktur ki ...

 Böylece kütüphane hiç yoktan yaratılır. Bunda da 'köyün delisi', ama galiba aslında en akıllısı olan, eli her işe yatkın Deli Emin başı çeker. "Hiç sevgilisi olmamış" Emin, tüm sevgilisi olmayanların panayırdan rüzgar gibi gelip geçen 'deniz kızına aklını taktığı bu ortamda, kütüphane müdürünün bir kaza sonucu tekerlekli koltuğa mahkum olmuş kızına ilgi duyar: "yumuşak g' siz Tuba", yani Tuuba ... Ve genç kızın ısrarla istediği eliyle birlikte, kalbini de ona kaptırır.

O gergin 12 Eylül günlerinde, kasaba sanki Türkiye gibidir: siyasal kutuplaşmalar, Stalin posterli odalarda devrimi tartışan hızlı gençler, eyyamcı başkan, şaşkın bürokrasi, korkak eşraf, kararlı asker ... Hangi ideolojiden oldukları koltuklarının altındaki Cumhuriyet ya da Tercüman gazetesinden belli olanlar ... Kütüphaneye 'müşteri bulmak' için, yıllar önce verilen Kıbrıs şehidinin mezarına gömülmüş olan televizyon bulup çıkarılır ve yine Emin'in katkısıyla hizmete konur!. ..

 

Yılmaz Erdoğan'ın zekası, ortalama Türk zekasından üstündür. Yüreği de bizim ortalama yüreğimizden daha büyük ... O Anadolu bozkırında geçmiş çocukluğunu hatırlar, sanırım daha da hatırlayacaktır. Ve böylece ortaya oyunlar, filmler çıkar.

Vizontele Tuuba, belki her anı insanı güldüren, kahkahalarla izlenen bir film değildir. Ama tıpkı oyunlarında olduğu gibi ve üstelik bu kez sinemanın katkısıyla daha da etkili biçimde, bir büyük ve alaycı Türkiye panoramasıdır bu ... Sanki küçük fırça darbeleriyle oluşturulmuş bir büyük 12 Eylül dönemi tablosu, yer yer güldüren, sürekli gülümseten, oldukça düşündüren, çeşitli inceliklerle donanmış bir film.

Erdoğan işin sinema yanına da asılmıştır. Çekimler hep en düşünülmüş biçimdedir: örneğin başlarda, binanın içindeki hareketi, iniş çıkışları uzaktan tarayan plan ya da oturan dört kişiyi önce yukardan alıp sonra onların hizasına inerek yüzlere dönen kamera hareketi ...

Kısacası, tiyatro adamı Erdoğan, artık bir sinema adamıdır da ... Ve Vizontele Tuuba, onun dünyaya, ülkeye ve bir döneme acıtatlı bakışının olgun bir sinemayla anlatılmış biçimidir. “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 148”

 

& Vizontele Tuuba'yla ilgili bir yazıya, filmin 1999 yapımı Vizontele'ye göre nasıl bir gişe başarısı elde edebileceğine değinen bir paragrafta başlamak gerekiyor; çünkü Yılmaz Erdoğan, çeşitli yerlerde verdiği söyleşilerde, kabul edilir bir yaklaşımla, ikinci filmin Vizontele'yi henüz tamamladığı sırada aklında hazır bulunan öyküsünü ilk filmin başarısı sayesinde filmleştirdiğini; Vizontele Tuuba'nın gişede ilk film gibi başarılı olması durumunda, yeni devam filmleri çekebileceğini söylüyor. Vizontele Tuuba'nın içeriği ve anlatım yapısı da büyük ölçüde Erdoğan'ın bu yaklaşımı tarafından belirlenmiş gibi: Aynı mekanda geçen, karakterlerin büyük çoğunluğunun aynen korunduğu, sadece zamanın beşaltı yıl ileri sarıldığı ve birkaç yeni karakterin eklendiği hikaye, yine daha çok 'anın' içindeki komiklikleri yakalamaya dayanan, fonda dönemin ruhunu yansıtan ayrıntıların da olduğu episodik bir anlatımla perdeye taşınmış. Durum böyle olunca, Vizontele Tuuba’dan ilk filmden aldığınıza çok benzer bir tatla çıkıyor ve ister istemez ikinci filmin size sunduğu bir yenilik olup olmadığını düşünmeye başlıyorsunuz.

Bu noktada, Vizontele Tuuba'nın, öyküsündeki bazı detaylar ve çok iyi hazırlanmış jeneriği dışında pek bir yenilik sunmadığını söylememiz gerekiyor. Üstelik filmde 'yeni' olduğu söylenebilecek şeyler Vizontele Tuuba'nın ilkine göre daha zayıf bir film olmasına yol açan unsurlar olarak göze çarpıyor. 80'lere taşınan ve bu dönemin ruhunu yansıtabilmek için, Hakkari'de bir kasabaya sürülen bir kütüphane memuru ve ailesinin öyküsünü ana izlek olarak takip etmeyi seçen filmde bu izleğin, ilk Vizontele'deki televizyonun kasabaya geliş öyküsü kadar bağlayıcı olduğunu söylemek zor. İlk filmde Erdoğan, 'televizyon'un tıpkı kasabadaki açık hava sineması gibi yaşlısından gencine, politikacısından delisine kadar o kasabada yaşayan herkesin yaşamını değiştiren etkisini çok iyi tespit etmişti. Bu da filmin anlatımına oldukça olumlu bir şekilde yansımış ve tee1evizyonun öyküsü, hem bir renk skalası şeklinde sunulmuş birbirinden oldukça farklı karakterleri bağlayıcı unsur olarak, hem de dönemin ruhunun kristalize olduğu bir öğe olarak işlevsel hale gelmişti. Ancak, benzer bir işleve (bağlayıcı ve kristalize edici) sahip olması amacıyla ikinci filme dahil edilmiş 'kütüphane'nin öyküsü, bu işlevleri yeterince yerine getiremiyor. Kütüphanesi olmayan kasabaya bir kütüphane kurmak ve insanlara kitap sevgisi aşılamak için çabalayan Güner Sernikli karakterinin yer aldığı sahneler böyle bir bağlayıcılığa sahip olmak için filmde nicelik ve nitelik olarak yeterince yer bulmuyor. Bu da, o dönemde yörede yaşayan insanların yaşamlarını, beşon yıl önce tanıştıkları televizyon kadar çok etkileyen 'kütüphane'nin bu etkisinin filme hakkıyla yansıyamamasına, filmin farklı karakterlerini bir arada tutan bir anlatım öğesi olamamasına yol açıyor. Hal böyle olunca, izleyici yine 'televizyon'un filmdeki varlığından medet ummaya çalışıyor; ancak Erdoğan, doğal olarak televizyonun ilk filmdekiyle birebir aynı işlevi yerine getirmesini düşünmediğinden, televizyonu ancak Dallas dizisi, bazı eğlence ve haber programları gibi, dönemin atmosferini yansıtan detayları vermek için kullanmış. Bu noktada, Güner Sernikli'nin kitaplarla pek ilgilenmeyen kasaba halkını kütüphaneye çekmek için çareyi kütüphaneye bir televizyon koymakta bulmasıyla; öyküsünü kütüphane üzerinden toparlayamayan Yılmaz Erdoğan'ın filme televizyonun yer aldığı sahneleri yerleştirmesi arasında bir paralellik olduğunu söylemek mümkün. Sernikli televizyon sayesinde onca karakteri kütüphaneye doldurmayı başarıyor belki, ancak Erdoğan'ın televizyonlu sahnelerle onca karakteri bir arada tutmayı başarabildiğini söylemek çok zor. Filmdeki diğer yeni karakterlerden, Sernikli ailesinin iki üyesinin filmdeki varlığı, kütüphanenin öyküsünün merkezinde yer alan Güner Sernikli 'ninkinden daha da sorunlu; çünkü Erdoğan bu karakterlere birkaç yüzeysel sahneyle, kaldırabileceklerinden çok fazla anlam yüklemeye kalkışıyor. Örneğin, yöredeki kadınlara göre oldukça modern olduğunu söyleyebileceğimiz; eşi sürekli olarak farklı yerlere sürüldüğü için yeterince oturmuş bir hayat kuramamaktan, çocuklarına güvenli bir hayat verememekten muzdarip Aysel sağcılarla sürekli Sernikli'nin, gözyaşlarına boğulduğu sahne dışında bu mutsuzluğunu yansıtacak bir sahneyi filmde bulmak oldukça zor. Hal böyle olunca, bahsettiğimiz bu sahne de anlamsız bir hale geliyor; taşıması düşünülen duyguyu izleyiciye geçiremediği gibi, filmde de bir yere oturmuyor. Aynı durumun filme adını veren Tuuba karakteri için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Tuuba ile Deli Emin arasındaki yakınlaşma da benzer bir şekilde, Erdoğan başka başka şeylerden de bahsetmek istediği için, oldukça yüzeysel bir şekilde geçiştirilmek zorunda kalmış; üstelik bu rolde izlediğimiz, filmin tamamını kapanış jeneriğinde kendisine şarkı adanan o şirin gülümsemesiyle kotarmaya çalışan Tuba Ünsal, hem performansıyla bizi filmden uzaklaştırıyor hem de filmin ağdalı bir mesaj bombardımanıyla bitmesine yol açııyor. Erdoğan, kasabada çatışma halindeki sol grubun örgüt isimlerini bir tepeye yazan Deli Eminin, Tuuba kasabadan ayrılırken ona hoş bir sürpriz için aynı tepeye yazdığı adını, oldukça ağdalı bir kaydırmayla gözümüze soktuğunda, 80'lerde o karamsar dünyaya rağmen hala mutlu olabilen karakterlerin var olabildiğini de zihnimize kazımış oluyor; Tuuba'nın, yani aşkın adının büyüklüğü karşısında dönemin en büyük gücü askerlerin ne yapacaklarını bilemeyen karıncalar gibi kalmalarını hoş bir sahneyle perdeye taşıyan Erdoğan'ın, filmin son bölümüne sıkıştırdığı bu alt metinde de sesi yeterince güçlü çıkmıyor ve ne dediği tam olarak anlaşılamıyor. Yazının şu ana kadar olan bölümünde yalnızca Vizontele Tuuba'ya yeni eklenen karakterlerin ve bu karakterlerin filme dahil olduğu eksen konumundaki kütüphanenin öyküsünün filmde yeterince iyi işlenemediğinden bahsettik. Dikkatimizi bu denli filmin 'yeni' olarak sunduğu noktalara yöneltmemizde, ikinci filmin ilk filmdeki anlatım biçimini birebir tekrar etmesinin etkili olduğunu söylemiştik. Ancak işi yalnızca anlatım biçimiyle sınırlı olmaktan çıkaran, Vizontele Tuuba’yı ilk film Vizontele'yle neredeyse tıpatıp aynı duygularla izlememize yol açan önemli bir unsur da, ilk filmden bu filme taşınan karakterlerle ilgili bu filmde yeni hiçbir şey keşfedemememiz. Siti Ana ve Ceyhan gibi, bu kez öykünün daha geri planında yer alan ilk karakterlere dair böyle bir beklentimiz yok zaten, ancak yükselen AP ruhunun vücut bulduğu Latif ve yardımcısı sezgin karakterlerinin filmde yer aldıkları sahnelerin artmasıyla birlikte bu karakterleri daha iyi tanımak, keşfetmediğimiz yönleri olduğunu görmek gibi bir beklenti içine giriyoruz. Ancak, bu beklentimiz karşılanmadığı gibi, bu karakterlerin yer aldığı, komik olmaktan çok uzak skeçvari sahneler, ilk filmdeki az ama daha öz varlıklarını aramamıza yol açıyor. Bu, filmdeki ağırlığı oldukça abartılmış Deli Emin karakteri için iyice böyle. Deli Emin'in birkaçı dışında gülümsememize bile yol açmayan komikliklerinden sıkıldıkça, eski filmdeki sahneleri zihnimize çağırmaya, onları hatırlayıp gülümsemeye çabalıyoruz. Bu durum, madalyonun bambaşka bir yönünden, Vizontele Tuuba'nın izleyiciyle, genelgeçer devam filmlerinden daha farklı, izleyicinin film izleme sürecinde filmin nostaljisini yapabildiği bir ilişki kurmasını sağlıyor. Örneğin siti Ana'nın gömdüğü televizyonun toprak altından çıkarılıp kütüphaneye konduğu sahnede ilk filmi hatırlamak ve vizontele'nin yeni kötü haberlere gebe olabileceğini düşünmemek içten bile değil (bu anlamda televizyonun topraktan çıkarılışı ilk filmi hatırlatmasıyla 'flashback', olacakları haber vermesiyle 'foreshadowing' etkisi taşıyor.) Ancak, filmin bu 'farklı' nostaljik duruşunda bile ikircikli bir yan var sanki: Bu duygunun film izleme sürecinde izleyiciyi farklı bir noktadan filme bağlayacağını sezen Erdoğan nostalji uğruna ilk filmde tamamlanmış öyküleri boşlukta bırakmıyor:

Oğlunun bedeni yerine koyup mezarına gömdüğü televizyon topraktan çıkarılıyor belki, ama yerine hemen Siti Ana'nın büyük bir özlem duyduğu, onu daha mutlu edeceği aşikar olan bir kavak ağacı yerleştiriliyor. Öte yandan böyle bir ilk film nostaljisinin, Vizontele Tuuba'nın en büyük rakibi olduğunun farkında olan Erdoğan'ın, filmde bu tarz sahneleri mümkün olduğu kadar az tutmaya çalıştığı da hissediliyor. Hatta, filmin hemen başında, inşaatta çalışan işçilerin Deli Emin'in ilk filminde tanıştığımız 'komik' tikinin (karşısında oynanınca oynama tiki) üzerine gittiklerinde, Emin önce oynamaya başlıyor filmin hemen başındaki bu sahnede biz de ilk filmle bir bağ kurup gülümsüyoruz; ardından da hemen toparlanıp işçilerden kurtuluyor ilk filmde Deli Emin'in oynamasını uzun uzun izlediğimiz için, bu sahne adeta ağzımızda yarım kalmış bir tat bırakıyor. Adeta Erdoğan bize, 'yaşayacağınız nostalji bununla sınırlı, daha fazlası için heveslenmeyin' diyor gibi.

Vizontele Tuuba'nın öyküsünde ve karakterlerindeki sorunları bir kenara bırakıp dönem filmi olma iddiasına baktığımızda, filmin basında genelde 80'ler Türkiye'sinin ruhunu taşıyan ilk filmmiş gibi yansıtılmasını anlamak da biraz zor. Yılmaz Erdoğan, bir okul anısıyla başlayan ve o yılların aklımızda çok yer edinen küçük imajlarından oluşan bir kolaj la süren (Mutlu Akü, Sali na Tuz, vs.), oldukça başarılı giriş jeneriğinde, adeta Vizontele Tuuba'nın tam bir 80'ler filmi olacağını vadediyor. Ancak, film, dönemin ruhunu yalnızca havada kalan bir sürgün öyküsü ve televizyona yansıyan birkaç görüntü üzerinden kotarmaya çalışınca, vadettiği tarihselliğin altını dolduramıyor. Dönemin farklı renklerini taşıması düşünülmüş karakterlerin neredeyse tamamı, karikatürize bir bakışla çizilmiş, boş şeyler peşinde koşan, olsa olsa kütüphanede sigara içilmesi gerektiği konusunda anlaşabilen tipler olarak yansıyor filme. Karakterler böyle muğlak bir zeminde bir araya getirilince, ordudaki subayla, sürgün kütüphaneciyi, politikacıyla deliyi ayırmakta güçlük çektiğimiz her . tür farklılığın naiflik zemininde buluşabildiği muğlak bir dönem portresi çıkıyor karşımıza. Bu noktada filmin masalsı anlatısını işaret edip, böyle net bir dönem portresi çizmek zorunda olmadığını iddia etmek mümkün, hatta bu muğlak dönem tasvirinin 1980'in kaotik ruhunu yansıtmak için daha yerinde olduğu söylenebilir. Ancak film son bölümündeki darbe görüntüleriyle bu masalsı anlatımdan oldukça uzaklaşıyor; aslında o yıllara dair ne kadar 'ciddi' şeyler söylemek istediğini ve bu dönemle ilgili ne kadar net bir tavrı olduğunu göstermeye çalışıyor Vizontele Tuuba, tüm bunlara karşın, özellikle teknik açıdan çıtayı yine oldukça yükseğe koyan bir film. Filmin hem görüntü hem de sanat yönetimi anlamında oldukça başarılı olduğunu belirtmek lazım. Her ne kadar gala gecesinde filmi yan salonlardan birinde izlediğimizden diyalogları anlamak için ekstra çaba sarf etmemiz gerektiyse de filmin ses kaydının da iyi olduğunu tahmin ediyoruz. Tüm bu özeni takdir etmekle birlikte, Yılmaz Erdoğan'ın televizyon ve tiyatroda daha başarılı olan skeçlere dayalı anlatım tarzının, tüm bu skeçleri izlenir kılacak espriler ve bağlayıcı temel bir öğe olmadan, sinemada her zaman tutmadığını bir kez daha söylememiz gerekiyor. Vizontele Tuuba, Erdoğan'ın, çocukluk günlerini geçirdiği Hakkari'nin küçük kasabasını farklı bir üslupla sinemalaştırabileceği malzemeyi ilk filmmde tükettiğini gösteren bir film oldu. Yeni projeleriyle Türk sinemasında farklı bir kulvar açma potansiyeli taşıyan Erdoğan'ın, Vizontele serisini sürdürmek yerine farklı hikayelere yönelmesi, kendini tekrar etmekten kurtulması açısından en doğru karar gibi gözüküyor. Vizontele'yi iyi anılarla hatırlamak için hala fırsat var. “Altyazı Aylık Sinema Dergisi sayı, 26”

 

 SEN HİÇ GÜNEŞTE ÜŞÜDÜN MÜ (2003) 

Yönetmen Mehmet Ali Gündoğdu Senaryo Banu Kaptanoğulları  Görüntü Yönetmeni Levent Pelit Yapım Ali Seven Yardımcı Yönetmen Banu Kaptanoğulları

Oyuncular:  İlyas Salman (Fakiro), Meral Zeren, Sırrı Elitaş (Muhtar), Elif Kaptanoğulları

Konu: Karısı ve kızıyla köyde kıt kanaat bir hayat yaşayan fakiro onlara daha iyi bir hayat yaşatmak için muhtardan borç para alır ama bu borcu ödeyemez bundan sonra başına gelmedik kalmaz

 

ÖMERÇİP (2003) 



Yönetmen Zeki Alasya Senaryo Kemal Kenan Ergen Görüntü Yönetmeni Kamil Çetin Yapım Erler Film/Türker İnanoğlu Teknik Sorumlu: Derda Dağlaroğlu, (Ulusal Film), Kurgu: Savaş İnan, Teknik Sorumlu Erkan Aktaş (Fono Film) Yardımcı Yönetmen: Edgü Göktuna Karaadam, Sanat Yönetmeni: Ceysu Koçak, Yapım Koordinatörü: Yılmaz Ekmekçi, Yapım Sorumlusu: Nurcan Kuran, Müzik: Özkan Turgay, Şarkılar: Müslüm Gürses, Aşkın Nur Yengi, Aydınlatma Yönetmeni: Ali Salim Yaşar, (Ulusal Film Stüdyolarında hazırlanmıştır.)

 OYUNCULAR: Mehmet Ali Erbil, Aşkın Nu Yengi, Onur Selimbeyoğlu, Zeki Alasya, Suızan Avcı, Kayhan Yıldizoğlu, Bekir Aksoy, Göksel Kortay, Aykut Oray, Erdal Tosun, Nuri Alço, Buket Dereoğlu, Erol Günaydın, Cengiz Küçükayvaz, Füsün Erbulak, Nezih Tuncay, Kemal Kuruçay, Coşkun Göğen, İlhan Daner, Aylin Kabasakal, Ali Cağaloğlu, Suat Sungur, Civan Canova, Kamil Güler, Barış Hayta, Crem Karakaya, Ali Güney, Handan Karaadam, Erdoğan Tuncel, Serap Gedik, Müslüm Gürses,

 

 

NE DE OLSA ÇOCUK (2003) 

Senaryo ve Yönetmen: Eriş Akman, Görüntü Yönetmeni: Naim Bahadır, Müzik: Aliye Mutlu Kameraman: Banu Demirci, Yapım: Eks Film/Eriş Akman

Oyuncular: Eriş Akman, Altan karındaş, Serap Ogan Eren, Arzu Vandemir, Zeynep Akman, Mehmet Akman, Aliye Mutlu, Ebru Şahin

&Mutlu bir aile tablosu: Büyükanne kazak örüyor, baba kitaba dalmış. Küçük kız fısıltıyla telefonda konuyor. Bu huzurlu tablonun tek eksiği anne! Kapı çalınıyor. Büyükanne kapıya yöneliyor. İşte o an küçük kız 'If you insist on your position, we'll lose the battle' (siz bu kafayla giderseniz biz bu savaşı çoktan kaybederiz') deyip telefonu kapatıyor. Akabinde salona rüküş bir kadın giriyor. Babayı 'Hi Tony' diyerek geçiştiriyor ve hedefine yönelip 'I come to take you' (Seni almaya geldim) diyor küçük kıza...

 Yukarıdaki sahne Türkiye'de çekilen bir filme ait. Ama yabancı bir yönetmenin ülkemizde film çektiği yanılgısına düşmeyin. Tanık olduğumuz sahne, Etiler'de müstakil bir evde çekimleri süren Eriş Akman'ın yönettiği 'Ne de Olsa Çocuk' filminden. Aynı sahne kısa bir süre önce Türkçe olarak çekildi. Akman hem dinlenmek hem de bizimle konuşmak için kısa bir ara veriyor çekimlere. 'İki dilde film çekmek zor olsa gerek' Akman da bize "Zor değil ama zamanımızı alıyor" cevabını veriyor.

Akman'ın çocukları Zeynep Akman ile  Memet Akman'ın dahil olduğu kalabalık  çocuk oyuncu kadrosu eşlik ediyor.

Kameranın önünde ve arkasında olan sadece Akman değil. Ayla karakterini canlandıran diğer başrol oyuncusu Arzu Vandemir de yönetmen yardımcısı görevini üstlenmiş. Vandemir bu durumdan memnun. Çünkü bu sayede işin ne kadar yoğun bir emek gerektirdiğini çok daha iyi anladığını söylüyor.


Vandemir'e göre canlandırdığı Ayla karakteri cesur bir kadın. Çünkü, kocasıyla sevişerek evlenmesine, üç çocuğuna rağmen onun sorumsuzluklarından bıktığı için boşanma kararı alabilmiş ve Engin'le ilişkiye girmeyi göze almış. Tabii çocukları bu durumdan memnun değil. Çocukların haleti ruhiyetini öğrenmek için Vandemir annesi babası ayrı olan birçok insanla konuşmuş. Sonuç çarpıcı. Vandemir "Çocuklar anne ve babaları ayrı olsa bile onları üçüncü kişilerle hayal edemiyorlar. Bir gün tekrar bir araya geleceklerini düşünüyorlar" diyor. Zaten Akman da filmde çocuk yapma kararının önemine dikkat çekiyor.

Çocukların varlığı sete neşe getiriyor. Bıcır bıcır dolaşıyorlar. Film çekmek bir oyun onlar için. Ekipteki herkes "bu bizim filmimiz" diyor. Bunun arkasında tabii ki Eriş Akman var. O filmin yönetmene ait olduğu düşüncesine inanmıyor. Akman'a göre film projeye emeği geçen herkesin yani tüm ekibin. Kendisi, ekibe sürekli bunu hatırlatmış 'bu sizin filminiz'.

Akman çocuklarla istediği iletişimi kurmuş. Onların olağanüstü performans sergilediklerini söylüyor. Ama filmin hem İngilizce hem Türkçe çekilmesi, çekimlerin uzamasına neden olduğu ve okulların açılma vakti yaklaştığı için biraz huzursuz olduğunu vurguluyor. ” O zaman çocuklarla sadece hafta sonu çalışmak zorunda kalacağım" diyen Akman bu ihtimali düşünmek bile istemediğini belirtiyor.

Filmi Altın Portakal'a yetiştirmek isteyen Akman bunun sebebini ekibin, özellikle çocukların festivali görmek, istemesine bağlıyor. Yoksa ödül o kadar önemli değil. “Olkan Özyurt , Radikal 8.9.2003



 

 

METROPOL KABUSU (2003) 


Senaryo ve Yönetmen: Ümit Cin Güven, Görüntü Yönetmeni: Bahadır Eren, Müzik: M. Kaan Ergün, Yapım: MGD Filmcilik Ümit Cin Güven, Murat Baran Kameraman: Vedat Aydın, Kurgu: Yakup Baysal, Sanat Yönetmeni: Halil Küreş, Yardımcı Yönetmen: Selin Kılıçarslan, Prodüksiyon Amiri: Güler Baybora, Yapım Sorumlusu: Murat Baran, Genel Koordinatör: Mesut Gülveren,

Oyuncular: Mine Çayıroğlu, Timur Ölkebaş, Murat Baran, Mustafa Uzunyılmaz, Hasan Mullaoğlu, Ayla Algan, Halil İbrahim Kuzucu, Murat Bayar, Aynur Diz, Mesut Gülveren, Banu Çiçek, Halil Küreş, Aziz İzzet, Döndü Deniz Yılmaz, Begüm Solmaz, Özlem Durmaz, Mustafa Üstündağ, Mesut Gülveren,

Konu: Mazlum, Eşkıya ve Şahin fakirlik içinde büyüyen ve yolları Kapkaççılıkla kesisen 3 arkadaştır. Çocuk yuvasında büyüyen Eşkıya'nın ailesi yoktur. Doğu'dan göç ederek İstanbul'a gelen Mazlum, babasını kaybetmiştir. Ailesini geçindirmek için hırsızlık yapan Mazlum, Kapkaççı çetesinin başı ve babasının hapisteyken yardım ettiği Şahin'le tanışır. Şahin'in babası kendisini aldattığı İçin karısını öldürmüştür. Annesini kaybeden Şahin, babasını da cezaevinde bırakmıştır. Annesi hasta olan Mazlum, onun iyileşmesini ister. Şahin de ona kol kanat gerer.

 ÖDÜL:

14. Orhan Arıburnu Ödülleri

►En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu “Hasan Mullaoğlu”

 &Sır Çocukları filmiyle sinemaya adım atan Ümit Cin Güven, bu kez tek başına yazıp yönettiği filmle, yine toplumun alt kesimlerinde yaşananlara, 'itilmişlerin' dünyasına eğiliyor. Ve de, gerçekten metropollerde bir kabus haline gelen kapkaççı çocukların dünyasına bizi götürüyor. Özellikle bir küçük gurubun beyni olan Şahin ve doğudan yeni göç etmiş bir ailenin çaresiz kalmış saf çocuğu olan Mazlum... Bu ikisi başta bir avuç kıstırılmış genç adamın, bu yolla büyük kentte yaşam mücadelesi verme çabaları

... 80 dakikalık küçük bir film olan Metropol Kabusu'nun iyi yanları var, eksik yanları var. Önce kendimce eksikleri sayayım. Konusuna temiz ve ödünsüz bir yaklaşımı gerçekleştirmekle birlikte, film çokluk yeterince vurucu olamıyor. O kapkaç sahneleri birbirine çok benziyor ve fazla mizansen kokuyor. Bu alt sınıf insanları, bu sokak çocukları, üstelik hiç küfretmiyor ve aşırı düzgün konuşuyorlar. Çok daha üst toplumsal sınıf gençlerini anlatan Okul'daki küfür düzeyine bakınca, bu tavır daha göze batıyor. Elbette Okul'daki küfürler de aşırı, hatta özenti olarak görülebilir. Ama bu film de tam zıt uçta bir örnek! ...

Öte yandan, Mine Çayıroğlu çok iyi oynamış olsa da, o uyuşturucu kuryesi silahlı genç ve güzel kız figürü bana biraz düşsel gözüktü. Sanki Kill Bill'den fırlamış bir Uma Thurman'ın alaturka çeşitlemesi!... Filmin genel gerçekliği içinde sırıtan bir motif ...

Buna karşılık, oyuncular iyi seçilmiş, iyi yönetilmiş. Karşımıza bir düşler İstanbul'u getiren görüntü çalışmasını ve iddiasız, sade, ama filme çok iyi uyan müziği de çok beğendim. Ümit Cin Güven, anlaşılan bildiği bu çevreyi anlatmaya devam edecek. Bu yanına saygı duyuyorum. Ondan elbette bir Türk Tarantino'su olma hevesi de beklemiyorum. Ama yine de sinemasına biraz daha şiddet, enerji ve deyim yerindeyse 'edepsizlik' gerekiyor. “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 120”


FİLMİ İZLE 


 

KIRMIZI ÇİZMELİ (2003) 

Yönetmen: Oğuz Gözen, Senaryo: Nadire Zeybel, Müzik: Bahadır Aklan, Görüntü Yönetmeni: Ferhat Bakır, Yapım: Anzer Film Sönmez Yıkılmaz

Oyuncular: Gamze Tunar, Bahadır Alkan, Songül Beyçe, Sönmez Yıkılmaz, Sevgi Kaya, İncilay Özdemir, Müjdat Saylav, Ömer Korkmaz, Oktay Yavuz, Ekrem Erkek, Hüseyin Kılıç, Nimet Karagöl, Yusuf Peker, Recep Yalçınkaya, Yaşar Ürkmez

 Konu: Barış Manço için yazılan “Beklenmeyen Misafir” adıyla çekilen senaryo. “Köye gelen kiralık katilden nedeniyle köylü halk korku içinde yaşamaktadır. Tam bu sırada ortaya çıkan halk aşığı bir genç duruma el koyar ve tüm yolsuzlukların önünü aldıktan sonra, sıra katil ile olan mücadeleye gelmiştir.

NOT: Film Bolu ilinin Seben ilçesinde çekilmiştir.

 

 

İNŞAAT  (2003) 


Yönetmen: Ömer Vargı, Senaryo: Serdar Tantekin, Ömer Vargı, Müzik: Ömer Özgür, Görüntü Yönetmeni: Frenc Pap, Yapım: Filma Cass/ Ömer Vargı, Mine Vargı Kurgu: Ömer Vargı, Burçin Çınar, Sanat Yönetmen: Zeynep Tercan, Ses: Janos Csaki, Yönetmen Yardımcıs: Tolgay Ziyal, Dağıtımcı Firma: Warner Bros,

Oyuncular: Emre Kınay (Ali), Suna Pekuysal (Yaşlı Kadın), Şevket Çoruh (Sudi), Yeşim Büber (Nazife), Binnur Kaya (Ayşe), Ahmet Mümtaz Taylan (Nizamettin), Nilgün Karababa (Genç Karı), Adnan Tönel (Deprem Mühendisi), Tuncay Beyazıt (Şevket), Resul Okan (Şevket`in Adamı), Hüseyin Baylan (Şevket`in Adamı), Şehsuvar Aktaş (Sedat), Murat Bavli (Koray), Şahin Sekman (Şeref), Ali Yaylı (Celal), Nail Kırmızıgül (Ayhan), Okay Şenol (Tarık), Günay Karacaoğlu (Televizyoncu Kız), Sinan Tuzcu (Cemal), Şeref Umut (Kemal), Yıldız Kaplan (Güzel Kadın), Ferhunde Hürol (Ayşe`nin Annesi), İlhan Kilimci (Sinirli Adam), İskender Bağcılar (Politikacı), Ahmet Demir (Orta Yaşlı Adam), Faruk Savun (Yaşlı Adam), Bahtiyar Engin, Ayşe Nil Şamlıoğlu (Çocuğun Annesi), Gökhan Bozkurt (Televizyoncu Adam), Hasan Gümen (Güzel Kadının Yanındaki Adam),Somer Karvan (İyi Giyimli Adam), Yıldırım Beyazıt (Kısa Boylu Bıyıklı Adam), Sercan Bal (Çocuk), Cihat Mağara (Konuşan Yaşlı Adam), Serkan Akdeniz (Genç Koca), Murat Keleş (Kekeme), Yılmaz Çebi (Pizzacı Çocuk), Ahmet Taşdemir (Bankacı), Kemal Kazandı (İş Adamı), Kaan Öztop (Taraftar), Kamil Atılan (Ceset Getiren), Nilgün Aksalih (Ceset Getiren), Abdürrezzak Elçi (Japon Mühendis), Aziz İzzet Biçici (Asayiş Polisi),

 Konu: Ali ve Sudi İstanbul’un gecekondu semtlerinden birindeki inşaatta çalışan, tek hayalleri yeterli parayı toplayıp, kaçak işçi olarak İtalya’ya gitmek olan amelelerdir. Bir akşam inşaatın sahibi olan , aynı zamanda bir mafya babasının şoförlüğünü yapan Nizamettin’in ceset gömmesi ile faili meçhul mezarlığına dönüşmeye başlayan inşaat , mahallenin güzel kızı Nazife, derdine çare arayan Ayşe, part time şeyhlik ve mahallenin yaşlı teyzesi arasında hedeflerinden sapan Ali ve Sudi, kendilerine bir çıkış yolu ararlar.

1993'teki Amerikalıdan başlayarak Türk sinemasının yeni bir seyirci yaratması olayındaki kilometre taşları olan Eşkıya, Her Şey Çok Güzel Olacak gibi filmlerin yapımcısı Mine Vargı ve bunlardan Her Şey Çok Güzel Olacak'ı yönetmiş olan reklamcı Ömer Vargı'nın yönetmenliğini yaptığı bir filmden umutlu olmamak için bir neden yok. Biz de İnşaat'a bu umutla gittik.

Ve ilk başta filme hayran olduk. Önce benim gibi bir mimar için harika bir açılış: kenti en lüks yerlerinden Boğaz kıyılarından başlayıp toplu konutlardan geçerek en kenar semtlere dek tarayan ve adeta kuşbakışı bir şehircilik yorumu sergileyen nefis bir açılış. O uzak ve üvey evlat konumundaki semtlerden birinde, yarısı bitmiş inşaat. Sonra, tam bir kara mizah konusu: inşaatın sahibi olan bir mafya şefinin adamı aracılığıyla getirilip inşaata gömülen bir ceset. Ve sonra, ardından başka cesetlerin akın etmesi ve iki saf işçimizin bu duruma alışıp giderek yollarını bulmaya başlamaları ...

Bu ilginç konu, uygun bir oyuncu kadrosu ve işlek bir çekimle anlatılıyor. Hemen hepsi sinemayı ilk kez deneyen Emre KınayŞevket Çoruh ikilisi, Yeşim Büber ve Binnur Kaya'yla temsil edilen 'kadınlar cephesi', tüm diğer yardımcı oyuncular. .. Ve elbette, uzun süredir sinemadan uzak kalmış çok değerli Suna Pekuysal .. Hepsi de çok iyiler.

Ne var ki işler aynı parlaklıkta gitmiyor. Yarıya doğru film sanki birden duruyor ve ilk baştaki tüm espriler ve komedi unsurları, anlamsız biçimde birbirini izleyen sahnelerde, hiç yeni bir şeyler getirmeksizin tekrar ediliyor. Gerçi çok hoş bir final, filmi biraz toparlıyor, ama neredeyse çok geç ...

Bir kez daha, sınırlı imkanlardan fışkıran aslında iyi ve canlı bir proje, yeterince çalışılmamış ve sürekli espri, komik durum ve şaka üretmek açısından yeterince işlenmemiş bir senaryoya kurban oluyor. Ön çalışma eksikliğine verilmiş bu kaçıncı kurban, tam başarı yolunda bu kaçıncı tökezleme? Ben de bilmiyorum ... “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 95”

FİLMİ İZLE 


 

 

İNAT HİKAYELERİ (2003)


Senaryo ve Yönetmen: Reis Çelik, Kamera: Reis Çelik, Yapım: Rh Politik Uluslarası Yapımcılık Ltd – Filmvelcih Inter Forum Adil Kaya “Almanya Ses: Robert F. Kollner, Yönetmen Yardımcısı: Volkan Şirin, Kurgu: Ogün Aydonat, Ekrem Çelik, Robert F. Kollner, Yapım Koordinasyon: Lucy Wood – Frank Becher, Yapım Grubu: Ercan Şirin, Kemal Gültekin, Ümit Kılıç, Gülcemal Fidan, Atalay Uzunkaya, Kurgu: Ogün Aydonat, Ekrem Çelik, Robert F. Kellner, Prodüksiyon Amiri: Kemal Gültekin, Genel Koordinatör: Lucy Wood, Kamera Asistanı: Volkan Şirin, Set Fotoğrafları: Ümit Kılıç, Ön Miksaj: Robert F. Kellers, Ses Montaj: Wofgang Meyer, Robert F. Keller, Montaj: Ogün Aydonat, Ekrem Çelik, Robert F. Keller, Teknik Danışman: Murat Bakır, Müzik düzenleme: Reis Çelik,

Oyuncular: Tuncel Kurtiz (anlatıcı,meselci, Latif Şah, Şamil Bey, Canbaz Şaho), Sabri Tutal (Kızakçı Daşo, Koça Ağa), Kemal Gültekin (Malakan Kayser), Aslı Sulan (Şahsanem), Ali Başkan Banka Müdürü), Volkan Şirin (Oğul Mirza), Reyhan Ulu (Koço’nun karısı), Volkan Şirin (Oğuz Mirza), İsrafil Uzunkaya (Kızakta Aşık), Nezaket Kılıç (Kızakçının karısı), Hedik Kılıç (Minibüsçünün karısı), Katip Amca (Piro Ağa), Meclis Emmi (Kızak Yolcusu), Halay Uzunkaya (Kore Gazisi), Famil Aras (Cezo Ağa), Turgut Korkmaz Muhtar), Bahar Kılıç (Urbeyi’nin Kızı), Aşık Memet, Selda Ok (Şahsenem’in Kızkardeşi), İsminaz Durak, Faize Durak (ypolcu kadınlar), Gürkan Arpaçay (Koço’nun oğlu), Diğer rol alan Bölge İnsanları: Ercan Şirin, Gülcemal Fidan, Mülayim Karaçay, Atalay Uzunkaya, Ümit Kılıç, Sevilay Kılıç, Osman Aras, Paşa Arpaçay, Yılmaz Karaça, Mehmet Arpaçay, Niyazi Ak, Mustafa Kılıç, Salman Uzunkaya, Kirman Aydemir, Seyitali Suları, Baykal Suları, Aşık Bayram

Konu: Kış aylarında köyün şehirle ulaşımını sağlayan at kızağına bir rakip çıkmıştır. Kızakçı Daşo’nun rakibi kırmızı minibüstür. Ama kızakçı kışın buz tutan Çıldır gölü üzerinden kestirme gittiğinden minibüsün göle giremeyeceğini ve yeni rakibinin kendisinden hızlı olamayacağını iddia etmektedir. Oysa minibüsçünün bu inatlaşmadan galip gelmek için başka bir planı vardır. Bu ikilinin arasında yarış devam ederken kızak ve minibüsün yolcularından tanınmış aşıklar ve hikaye anlatıcıları da bu kıyasıya yarışa katılmışlar ve İNAT üzerine birbirinden güzel öyküler anlatmaktadırlar.

Anlatılan öykülerden ”Lades”, ”5 Kırık Çöp Bir Kırık Kalp” Ve “Cambaz Şaho” Canlandırılmaktadır. Gülmeyi ve ağlamayı iç içe sunan İnat Hikayeleri, Anadolu Halk Edebiyatının, ”Aşıklama” “Doğaçlama” yöntemini sinemaya taşıyan ilk film örneğidir. Film oldukça farklı bir yöntemle çekildi. Deneyimli oyuncu Tunçel Kurtiz ve yönetmen Reis Çelik’ten oluşan iki kişi dışında hiç kimse olmadan bölgeye gidildi. Filmin senaryosu tek sözcüktür. ”İNAT”. Bu sözcükten doğaçlama yapılarak film ortaya çıkarıldı.

 İnat Hikayeleri (Lades)'in öyküsü:

Reis Çelik: Filmin yapısı alışılmış bir tarzın çok dışında. Bu yeni bit sinema akımı falan demek istemiyorum. Bu farklılık şundan kaynaklanıyor. Ben Ardahanlıyım. Bizim oralarda aşıklık, doğaçlama tiyatro o kadar yaygındır ki.. Oralarda yedi ay kış olunca yapacak bir şey de pek olmaz. Bu Anadolu da binlerce yıldır oluşturulmuş bir kültür biçimi. Benim dedem de, diğer başka dedeler de çok iyi hikayeler anlatır. Kışın herkes evde oturur, çevre köylerden anlatıcılar, aşıklar gelir; hikayeler anlatılır. Ya bilinen bir hikaye anlatılır ya da bir ipucu verilir. Mesela bardaktan yola çıkılarak bir hikaye anlatılır. O iki  üç ay sürer. Bir roman yazar aslında, sözlü bir roman. Bu roman anlatılırken, aşık arada bir devreye girer türkü söyler. Ben de böyle büyüdüğüm için, bir kamerayla dedem gibi doğaçlama bir hikaye yaratabilir miyim diye düşündüm. Yıllardır aklımdaydı. Yanıma Tuncel Kurtiz'i de alarak gittim. O doğaçlamaları yapabileceğini düşündüğüm tek insan olduğu için Tuncel Kurtiz. Onun da kafasına yattı. Zaten o doğaçlamaya çok yakın ve yatkın biri. Bindik arabaya iki kişilik film ekibi (gülüyor), kış aylarını orada geçirdik. ipucumuz inattı, inattan yola çıktık. Bunun benim için sinemasal anlamda karşılığı neydi derseniz, siyasi bir bakışı var. Bir diğeri bunca kültürü, bunca rengi, müziği, deseni yaratan Anadolu insanları coğrafyası, ne yazık ki bugün Türkiye'nin sanatını, gündemini oluşturan kesimde sanki yokmuş gibi davranılıyor. Sanat deyince aklımıza manken geliyor, halk diye sundukları tanımadığım bir halk. Dizilerde izlediğimiz ağalık, çok güzel birşeymiş gibi sunuluyor. Bu coğrafyada yaşayan insanların yüzleri, renkleri, sesleri bu diye sunulacak. Son derece yalın ve doğaçlama hikayelerden oluşan bir film.

 Sanırım altı tane ayn öyküden oluşuyor...

Reis Çelik: Bir ana hikaye var. inatlaşan insanlar. inatlaşma üzerine kurulu ana hikayede, kızaklarla göle gidilir. Günün birinde köye bir minibüs alınır. Kızak ve minibüsün inatlaşması başlar. Yolculuklarda hikayeler anlatılır, biz o hikayeleri dramatize edip, canlandırıp oynuyoruz. Belli bir iskeleti var filmin.

 

Filmle ilgili bir yerde inatlaşmanın sonucunda yaşlı adam ölür gibi bir ibare var. inatlaşmamn, direnmenin sonucu kaybetmek mi yani…

Reis Çelik: Hikayelerin biri 'Lades'. Ladese tutuşan iki adam öyle bir inatlaşmaya girerler ki, ve sonunda iki tarafta kazanamaz ve birisi hayatını kaybeder. Başka bir inatlaşma hikayesinde bir bey, başka bir beyin kızını oğluna almak ister.

Oğlan bir köylü kızını sevmiştir. Bey, oğluna o köylü kızını almamak için bir soru sorar ki, kimsenin bilmesi imkansız. Ama Kız kırk günün sonunda o soruyu, inatla çözer. Ama sevdiği çocuğu da istemez artık.

Üçüncü hikayemiz, bütün bahisleri her zaman kazanan bir adamı anlatıyor. Bu da dünyada savaşlar olur ama birileri hep kazanır mantığın. dan yola çıkıyor. Filmin anlatıcısı konumundaki Tuncel Kurtiz, her anlattığı hikayede başka bir role dönüşüyor. Dört ayrı karakteri canlandırıyor aynı zamanda.

 

Tuncel Kurtiz dışında başka profesyonel oyuncu düşünmemenizin nedeni?

Reis Çelik: Aslını sorarsanız, ilk başta tamamen köylüler diye düşündüm. Ama bazı oyunların çok ağır olması, temel insanın olması gerektiğini düşündürttü bana. Yazılmış bir senaryo da yok, ben sadece taslağını oluşturmuştum. Ben de köylü kılığındayım zaten. Kasketli falan dolaşıyorum.

 Siz de mi oynuyorsunuz yani?

Reis Çelik: Hayır, sadece kamera paltomun altında saklı. Köylülerin doğal ortamını bozmamak için önce onlara hikayelere anlattık, ben saz çalıp, türkü söyledim, aşıklarla atıştım. Sonra yavaş yavaş kamerayı çıkarıp çekmeye başladım. Gittiğimde delikanlının birisi dolaşıyordu sokakta, ona sen prodüksiyon amirisin dedim diğerine sen 'boom'cusun dedim. 'Abi ben nereyi bombalayacağım' dedi (Gülüşüyoruz) 'Yok, bombalamayacaksın, mikrofonu tutacaksın' dedim. Böyle bir kadro oldu. Ardahan Çıldır, Kars seferber oldular film için. Çok kalabalık olduk. Oyunlar gelişmeye başladıkça ben durduruyorum, şimdi şu tonda konuşmaya başlayın diyorum onlar öyle konuşmaya başlı. yor. Böyle aktı gitti yani…

 

'Işıklar Sönmesin' ve 'Hoşçakal Yarın' politik içeriği yoğun filmlerdi, 'inat Öyküleri sizin için nasıl bir duygu ve duruma denk düştü.

Reis Çelik: Filmi izlediğiniz zaman aslında politikanın 'P' si geçmez. Ama bana sorarsanız en ağır politik filmimi çektim diyebilirim. Çünkü başrole halkı koyuyorsanız, onların bakışını, duruşunu ve bugün yok sayılmalarına karşın inatla onların kültürünü insanların karşısına getiriyorsanız bence bu iyi bir politikadır. Diğer iki filmimden daha sert bir politika diyebilirim. Ben şöyle bir görüntüyü kabul etmiyor, böyle bir görüntüyü koyuyorum dediğiniz andan itibaren zaten politika vardır. O insanlara hep inandım, o yüzden oyuncu olarak da onları oynattım.

 

Sizin oyunculardan yana rahat olduğun belli. Peki filmin tek profesyoneli Tuncel Kurtiz'in tavrı nasıldı bu seçim konusunda?

Reis Çelik: Çok keyifli, isteyerek geldi Yeni kalp ameliyatı olup gelmişti. Beş tane damarı by pass olmuş. 2500 3000 metre yükseklikte, eksi 30'larda bir soğuklukta çalışmaya geldi. Bir şey görmese gelmezdi zaten. Sadece köylüler nasıl olacak acaba diye merak ediyordu, gelip gördü ve 'ben bu kadar beklemiyordum' dedi.

Çünkü zaman zaman Tuncel Kurtiz'i bastırıyorlardı. Onlar konuşuyordu, o duruyordu, ben karşılığında ne söyleyeceğim diye. Ben metin yazmadım zaten. O havada yazmak ya da söylemek istedim. Üç sayfalık bir şey söylemesi gerekiyordu. Hiç olmazsa bunu yaz da, ben gidene kadar ezberleyeyim dedi. Ben de orada yazacağım dedim. Dağın tepesine çıkıp, zirveden çekeceğim çünkü bu kısmını. Kavga gürültü gittik. Çıktım dağın zirvesine, on dakika ver bana dedim. Yazdım ve hayatta söyleseler de inanamayacağım bir şey gördüm. Kurtiz, benim elle yazdığım üç sayfalık yazıyı bir kere okudu, kağıdı katlayıp cebine koydu ve bir kelime bile atlamadan eksiksiz doğaçladı. Ona güvenmesem zaten böyle bir çılgınlığa kalkışmazdım. Bence Türkiye'de değeri anlaşılamamış, mükemmel bir oyuncu Tuncel Kurtiz. (Banu Özdemir Antrakt Sinema Dergisi Eylül 2003 Syf: 46)

& Reis çelik'in son filmini Antalya'dan sonra ikinci kez burada izlerken, şunu fark ettim: bu kendine özgü filmin tuhaf bir çekiciliği var. Ve kitlelere tavsiye etmek kolay olmasa da, sonuç olarak sinemayı birazcık olsun ciddiye alan herkesin görmesinde yarar var.

Çelik, sırtına dijital kamerasını ve yanına da Tuncel Kurtiz'i alarak, sadece iki kişilik bir ekiple, Kars'la Ardahan arasında 2500 metre filan yükseklerde duran Çıldır gölüne ve gölgesi göle vuran Ilgar dağına doğru yola çıkmış. Orada, Ardahan'da geçen çocukluğundan beri kulağına çalınan çeşitli halk destanlarına, söylencelere ve fıkralara dayalı iç içe geçmiş üç hikayeyi, bir tür doğaçla yöntemiyle çekmiş. Tuncel'den başta tüm oyuncuları gerçek yöre halkından, gerçek köylülerden seçerek... Onlara sadece konu başlıklarını verip çok az araya girerek, konuşmalarını, söyleşmelerini en doğal biçimiyle peliküle saptayarak ...

Ve ortaya, sonradan çeşitli ve karmaşık işlemlerle 35 mm'lik bir film haline dönüştürülen ilginç bir ham malzeme çıkmış. Bir tür etnik belgesel, bir kültürel araştırma, bir halkın içine dalıp ondaki cevheri saptamaya yönelik heyecan verici bir yolculuk... Ne derseniz deyin ... Tek kesin olan, bunun klasik anlamda bir film olmadığı. Bu nedenle zaten, yönetmen, filmin başına, 'Bir Reis Çelik Anlatısı' deyişini koymuş ...

Ortaya çıkan, tek sözcükle büyüleyici bir film. Anadolu'nun muazzam kültürel birikiminden, halkın içinde hala sözlü kültür biçiminde yaşayan diri, canlı bir geleneksel anlatılar toplamından süzülüp gelen ve sinema aracılığıyla saptanan bir zenginlik... Kendine özgü bir doğayla kıymeti bilinmemiş bir kırsal kesim kültürü arasında oluşan görkemli bir diyalog ve de Çelik'in kendi kökenlerine adadığı bir yarı sanatsal, yarı sosyolojik çalışma. İnat Hikayeleri, 'inat' teması üzerine üç hikayesi ve bunların çevresindeki gözlemleriyle, halk denen ve ancak seçimden seçime hatırlanan geniş kitleden bir büyük yansıma getiriyor. Filmin en şaşırtıcı yanlarından biri, bugün (yani 2004 yılında) 67 yaşında olan büyük oyuncu Tuncel Kurtiz'in, adeta etrafındaki halkla, gerçek köylülerle olmadık biçimde kaynaşan sıra dışı oyunu. Bu filmi aynı zamanda Kurtiz'in büyük yeteneğine yapılmış bir saygı duruşu gibi algılamak da mümkün ve gerekli. Başta söylediğim gibi, sinemayı ciddiye alan ve de özellikle folklor halk kültürü denen şeye ilgi duyan herkesin görmesi gerek ... “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 94

& Reis Çelik sinemamızın bilinen ve de alışagelen ilişkilerinden kendini olabildiğince soyutlamış kımı zaman sansasyonel, kimi zaman da oldukça naif yapıt/arla kendi küçük dünyasmı ören, oradan da belirli bir dünya görüşü ile kitlelerin ilgisini çekmeyi kısmen de olsa başaran sessiz bir yönetmen. Kendi sinemasal kozasını bildiğince, ödün vermeden işlemeye devam ediyor. "Işıklar Sönmesin" ile naif ve tarafsız bir duyarlılıkla Güneydoğu sorununu ele alip işlemişti. Sonra, bir dizi tartışmaları da beraberinde getiren, yakm dönemin bilinen bir olaymı ve kişisini "Hoşçakal Yarın"da anlatmayı yeğledi. Bir dizi tutarsızIıkları da içeren film, sonuçta siyasal sinemamızın sözü edilecek yapıtları arasına girmeyi başardı.


Reis Çelik'in tüm filmlerinde gerçi topu topu üç filmi var ama politik bir tavır kimi zaman kaba ve sert, kimi zaman ise sessiz ve ince çizgileri göze çarpıyor. Safım saklamaktan çekinmiyor. Ama insancıl bir tavrı da elden hiç bırakmıyor. Konularındaki naif yaklaşım, filmlerinin mesajına da siniyor. Olan bitenden çok, olması gerekenin üzerinde duruyor. Ve tüm filmlerinde iyi niyetini sıcak bir sevecentikle örtüştürüp izleyene aktarmayı yeğliyor.

"inat Hikayeleri" her açıdan yapılışı, işlenişi, oyuncuları, mekanı, kurgusu vs.  değişik bir film. Belki de yalnızca bizim sinemamızda değil, dünya sinemasında da örneği az bulunur bir tarzda gerçekleştirilmiş. Bir düşünce, bir yönetmen bir de oyuncuyla yola çıkılmış. Gerisi ise neredeyse tümüyle rastIantı, tümüyle bir doğaçlama ... Sanki yönetmen filmi yönetmek isterken, yönetilenler filmi yönetmeye başlamış da, yönetmen de onların havasına girip kamerasıyla izlemiş gibi bir şey ..

Anlaşılıyor ki Reis Çelik, baştan tümüyle bir belgeselci mantığı ile işe koyulmuş. Ama önceden tasarlanmış, ayrıntılar düşünülmüş, mizansenleri kurulmuş bir mantık değil bu. Adeta olaylann ve beklenmedik sürprizlerin peşinde koşan bir yönetmen, bir oyuncunun, kendi içlerindeki çılgın serüvenleri Bu filmde rastlantı ya da doğaçlama olmayan tek ise doğa Konunun da, masalın da, inadın da baş kişisi o. Alabildiğine uzanan kalıcı ve uzun bir beyazlığın; her şeyin üstünü örterek, gerçeği toprağın renginde saklamaya çalışan, kimi zaman gereğinden fazla şiddeti, kimi zaman ise unutulmaz bir doğa şiirini sunduğu o yöreye özgü görünmeyen, ama her zaman var olan, her şeyi betimleyen ve etkileyen yanı ... Bir kar şiiri ya da daha geniş anlamda bir kış masalı gibi ... Yöre Ardahan. Kan ve soğuğun bir giysi gibi aylar boyu insanların yaşamıyla örtüştüğü Türkiye'nin bir ucu. Çıldır gölü bile buna tutsak olmuş durumda. Üzerini kaplayan buzdan göllüğünü bile doya doya yaşayamıyor mevsimler boyu. Günler kısa ve zor, geceler ise alabildiğince uzun. Bitmek bilmiyor. insanları da en az doğa kadar sert ve inatçı. Doğanın şiddeti de inat eder gibi ...

Uzun ve soğuk gecelerin tek tesellisi ise efsaneler, masalar, muammalar, atışmalar, maniler, kısacası hoyratça ama neşeli ve heyecanlı geçirebilecek her bir şey insanların yeteneklerini ortaya koyduğu tek alan, doğa ile yarışmak, yarışabilmek, ya da doğanın gereğinden fazla uzattığı ve tekdüzeliğe düşürdüğü geceleri sesiyle, sazıyla, sözüyle, inadıyla ve de kurnazlığıyla neşelendirip, yaşamın tekdüzeliğine kendilerince, gelenekleriyle ufak, zararsı bir çelme takmak ...

İnat Hikayeleri, gelişi güzel gelmiş bir film değil dedik. Doğru ... Bence bir belgesel. Öykü bütünlüğünden çok, yöre insanlarının yaşamından kesitler veren bir kıssalar, anlatılar dizilemesi. Bugün ile dünün harmanlandığı, gerçek ile düşün karıştığı, zamanın doğal akışı gibi öykülerin, anlatılan da kendi başlarına buyruk olup, birbirleriyle koşut olarak mesafe aldığı, kahramanlarından gayrı her bir şeyin birbirlerinden bağımsız, yoğun bir folklorik kültür geleneği ile donatıldığı çok anlatımlı ve çok okunurlu bir masal gibi ... Bu geleneksel yaşam kültüründe ya da eğlence biçiminde, dramatik halk sanatlarımızdan; meddah, ortaoyunu, atışmalar, muammalar gibi ölü geleneğe dayalı her bir şeyi görmek olası.

Bu gelgitlerde, yönetmenin folklorik öğelere ya da geleneksel sözlü kültüre dayalı bir belgesel yapma isteği ile konulu bir film yapma isteğinin çatıştığı ortaya çıkıyor. Ama sonuçta her ikisinin de gereği gibi tadına varılmıyor. Belgesel tavır da, bu tavırdan yola çıkılarak yapılmak istenen film de birbirine karışıp, birbirinin etkisini yok edip gidiyor. filmde tek oyuncu olmanın avantajını biraz abartılı bir biçimde kullanan Tuncer Kurtiz'in oyunu gibi, yöre halkından seçilmiş kişilerin oyunculuk performanslarının da pek inandırıcı daha doğrusu etkileyici olduğunu söylemek ise çok zor. Aynı oyuncuların ve öyküleri alıp, aynı mizansenle bir tiyatro sahnesine taşırsanız ne fark eder ki? Doğanın yokluğundan gayrı ...

Sanıyorum iyi niyetli belgesel bir tavrı kalkış noktası almak, doğadan ve o yöre insanından olabildiğince yaralanmak ama tüm bunların ötesinde sinemanın o bilinen dilini kullanmamak, ortaya belki farklı bir gösteri koyabiliyor ama, sonuçta bilinen sinemanın tadınıdilini vermeye yetmiyor. Tüm bunlara rağmen, Reis Çelik'in kendine özgü naif sinemasının bir gün karştlığını alacağına inanıyorum. Çünkü o deniyor, araştırıyor, sessiz ve derinden kendi sinemasının ağını bir bir inatla ve sabırla örüyar. Ama yine de, bir kış masalının naif duyarlılıklarla örtüşmüş insanlarının öyküsünü dinlemek isterseniz, inat Hikayeleri sizi düş kırıklığına uğratmaz. Burçak EVREN, Finansal Forum, 2003 (Aktör Tuncel Kurtiz, Burçak Evren )

FİLMİ İZLE