Powered By Blogger

23 Aralık 2022 Cuma

 

 KELOĞLAN KARA PRENSE KARŞI (2006)

 Senaryo ve Yönetmen:  Tayfun Güneyer,   Görüntü Yönetmeni:  Tolga Kutlar,   Müzik:   Rahman Altın, Yapım:  Energy Medya  ve Prodüksyon/  Selay Tozkoparan,  Timur Savcı  Yapım Koordinatörü: Ali Erol , Yapım Koordinasyon: Başak Abacıgil, Sanat Yönetmeni: Huşper Akyürek, Teknik Yönetmen. Şener Onar, Yardımcı Yönetmen: Nalan Merter, Cem Tabak,Yönetmen Yrd: Deniz Ergun  2. Yönetmen Yrd: Başak Soysal, 3. Yönetmen Yrd.: Burcu Görün, Sanat Yönetmeni: Eda Tutuk, Dekor: Erhan Akgün, Yapım koordinatörleri: Başak Abacıgil, Arzu Ersan, Ali Erol, Diyalog Kurgu: Fatih Rağbet, Işık Şefi: Kenan Kolla, Kostüm Uygulama: Gamze Emiroğlu, Kostüm Asst.: İpek Savaş, Makyaj: Neriman Eröz, Ses Tasarım ve Final Mix: Orçun Kozluca, Prodüksiyon Amiri: Engin Acuner, Görsel Efektler: Digiflame Prodüksiyon, Yapım Asst.: Sanem Soner, Onur Yıldız,  

 Oyuncular: Mehmet Ali Erbil (Keloğlan), Petek Dinçöz (Can Kız), Ahu Türkpençe (Bal Kız), Özcan Deniz (Kara Prens), Gazanfer Özcan (Padişah), Bülent Polat (Cankuşoğlan), Nükhet Duru (Makarena), Hakan Bilgin (Kılbil), Ekin Türkmen (Külkedisi), Sinemis Candemir (Pamuk Prenses), Devrim Saltoğlu (Biricik Şefi), Tolgahan (Tolgahan), Zeyno Günenç (Devriye), Hasan Yalnızoğlu (Dev), Alp Kırşan (Robin Hood), Erdem Uygan (Hacivat), Cenk Durmazel (Karagöz), Osman Yağmurdereli (Nasrettin Hoca), Vatan Şaşmaz (Beyaz Atılı Prens), Akasya Asıltürkmen (Taşkız), Ergun Üğlü (Teoman), Necmi Yapıcı (Cin), Haluk Yüksel (Sadrazam). Ayşen Gruda (Sultan), Ergun Üğlü (Teoman), Necmi Yapıcı (Cin), Haluk Yüksel (Sadrazam), Murat Tayyar (Kurt), Ceren Şekercioğlu (çamaırcı), Gökhan Ünal, Bilgen Gökçen (Pamuk cadı), Serdar Kınacı (şef yrd.)Halil Kızbaş, Mervde Boluğur (Birgül) 

Konu: Hikâye, Keloğlan’ın (Mehmet Ali Erbil) “kel olduğu” gün başlar. Keloğlan, İyilikler Ülkesi’nin Prensesi Cankız’a (Petek Dinçöz) vurgundur. Cankız ise kötülerin yaşadığı komşu ülke Vandamlar Krallığı’nın Prensi Kara Prens (Özcan Deniz) ile ilgilenmektedir.   İyilikler Ülkesi’nin Padişahı (Gazanfer Özcan) ve Sultanı (Ayşen Gruda) biricik kızları Cankız’ın Keloğlanla evlenmesini istemekte ancak bu evliliğe yanaşmayan kızlarını da kıramamaktadırlar. Padişah, son bir yıl içinde Keloğlan ile yakın arkadaşı Cankuşoğlan’a, (Bülent Polat) göldeki dev yılanı yakalayıp derisini soymaktan tutun da, ormandaki on kaplanın tırnaklarını kesip getirmeye kadar çeşitli görevler vermiş; Keloğlan da Cankız aşkına bu görevleri başarıyla yerine getirmiştir.  Ancak, Cankız, her defasında mızıkçılık yapıp Keloğlan’la evlenmekten kurtulmuştur. Padişah, bu kez Keloğlan ve  Cankuşoğlan’dan acımasız devin belindeki altın kemeri alıp getirmesini ister.   Aşkı uğruna yeni bir maceraya daha atılan Keloğlan, Cankuşoğlan ve eşeği Katıroğlan’la yola koyulur. Keloğlan’a delicesine aşık olan ancak aşkına karşılık bulamayan komşu kızı Balkız, (Ahu Türkpençe) ise erkek kılığına girerek onların peşine takılır. Keloğlan, Cankuşoğlan ve Tüysüzoğlan (Ahu Türkpençe), masal dünyasının çeşitli kahramanlarıyla karşılaştıkları yolculuklarında maceradan maceraya atılırlar.  

Hayattaki en büyük isteği “sonunda kötülerin kazanacağı bir masalın bakötü karakterin adıyla anılması” olan Kara Prens ise muhafızı Kıl Bill (Hakan Bilgin) ile Keloğlan’ın başarılı olmasını engellemeye çalışır

Filmin özeti: Hikaye, Keloğlan’ın (Mehmet Ali Erbil) “kel olduğu” gün başlar. Keloğlan, İyilikler Ülkesi’nin Prensesi Cankız’a (Petek Dinçöz) vurgundur. Cankız ise kötülerin yaşadığı komşu ülke Vandamlar Krallığı’nın Prensi Kara Prens (Özcan Deniz) ile ilgilenmektedir.  İyilikler Ülkesi’nin Padişahı (Gazanfer Özcan) ve Sultanı (Ayşen Gruda) biricik kızları Cankız’ın Keloğlan'la evlenmesini atılırlar.  istemekte ancak bu evliliğe yanaşmayan kızlarını da kıramamaktadırlar. Padişah, son bir yıl içinde Keloğlan ile yakın arkadaşı Cankuşoğlan’a, (Bülent Polat) göldeki dev yılanı yakalayıp derisini soymaktan tutun da, ormandaki on kaplanın tırnaklarını kesip getirmeye kadar çeşitli görevler vermiş; Keloğlan da Cankız aşkına bu görevleri başarıyla yerine getirmiştir.  Ancak, Cankız, her defasında mızıkçılık yapıp Keloğlan’la evlenmekten kurtulmuştur. Padişah, bu kez Keloğlan ve Cankuşoğlan’dan acımasız devin belindeki altın kemeri alıp getirmesini ister.  Aşkı uğruna yeni bir maceraya daha atılan Keloğlan, Cankuşoğlan ve eşeği Katıroğlan’la yola koyulur. Keloğlan’a delicesine aşık olan ancak aşkına karşılık bulamayan komşu kızı Balkız, (Ahu Türkpençe) ise erkek kılığına girerek onların peşine takılır. Keloğlan, Cankuşoğlan ve Tüysüzoğlan (Ahu Türkpençe), masal dünyasının çeşitli kahramanlarıyla karşılaştıkları yolculuklarında maceradan maceraya Hayattaki en büyük isteği “sonunda kötülerin kazanacağı bir masalın başkahramanı olmak ve o masalın adının kötü karakterin adıyla anılması” olan Kara Prens ise muhafızı Kıl Bill (Hakan Bilgin) ile Keloğlan’ın başarılı olmasını engellemeye çalışır.  Kara Prens’in kötü kalpli ablası Prenses Makarena (Nükhet Duru) ise kâinatın en güzel kadını olabilmek için kardeşinin Cankız’la evlenip ona bir sürü çocuk doğurtturmasını, böylelikle Cankız’ın güzelliğini kaybetmesini istemektedir.  

Keloğlan Kara Prens’e Karşı, masal dünyasının iyi kötü tüm kahramanlarını bir araya getirirken iyi ve kötü arasındaki mücadeleyi de masalsı bir biçimde seyirciye aktarıyor.İzleyenleri büyülü bir dünyaya sürükleyecek olan film, oldukça keyifli bir aile eğlencesi 48 Yaşında Bir Keloğlan  Aslında hep iyi oyuncu olduğuna inandığım Mehmet Ali Erbil yanlış bir seçim. 48 yaşında Keloğlan mı olurmuş? Erbil ne yazık ki eski, ilkel, ama en azından daha içten Keloğlan'ların oyuncusu Rüştü Asyalı'yı unutturacak gibi değil. Artık TV show'arından ezbere bildiğimiz tüm mimik ve hareketlerini, iyi saptanamamış bir karakterde bıktırıcı biçimde yineliyor. Bu Keloğlan saf mı kurnaz mı, zeki mi aptal mı, etrafıyla dalga mı geçiyor, yoksa ciddi mi? Bunları anlamak mümkün değil. Erbil'in oyununda herhangi bir incelik, çiftyanlılık, bir derinlik yok. Beyazperdeye taşınan TV dizileri duyarlılığından sonra, şimdi de TV show ve komedi anlayışı tıpatıp kullanılarak sinema komedisi yapmaya sıvanılıyor. Ve elbette hiç olmuyor. Aslında yer yer kimi iyi espriler var ama bütün içinde güme gidiyor. Aynı şey o kadar emek ve para harcanmış özel efektler için de söylenebilir. Kimbilir, belki de filmi asıl şanssızlığı, bizlere yine bir masal dünyasını anlatmak için yola çıkan Terry Gilliam filmi "Çılgın Kardeşler"den sonra karşımıza gelmesi olmasın? “Atilla Dorsay, Radikal Gazetesi ” 

 

Halk masalı değil televizyon şovu Sabah Gazetesi 

Espiri yoksunluğu, karakterlerin oturmamış olması Keloğlan'ı anlatan filmin olumsuz özellikleri. Erbil ise Rüştü Asyalı'yı aratıyor. Son dönemin Türk usulü komedi filmlerine peşin ve olumsuz bir önyargıyla yaklaşmadığımı okurlarım bilirler. Komedi sonuç olarak sevdiğim bir türdür ve bence zekanın süzgecinden geçirilmiş bir hayata bakma biçimidir. Bu açıdan son dönemin kimi komedilerini de belli ölçüde tuttum, savundum. Ama bu son örnek, doğrusu tüm savunma mekanizmalarını iflas ettirecek gibi gözüküyor. Basın gösteriminde tek bir kişinin bir kez bile doya doya gülmediğini söylesem, bilmem durumu anlatabilir mi bu? Tarihe saygısız ve hınzır biçimde yaklaşmak, son dönemde özellikle "Kahpe Bizans"tan beri moda olmuştu. Bu kez, tarihten çok ünlü masallarımız ve masal/söylence kahramanlarımıza el atılmış. Böylece İyilikler Ülkesi'nin prensesi Cankız'la evlenmek isteyen 'halk çocuğu' Keloğlan'ın prensesin asıl sevdiği Kara Prens'e karşı savaşımı ve öte yandan padişahın kendisine verdiği çeşitli zor görevleri yerine getirilmesi anlatılıyor. Kahramanımız bu arada Nasrettin Hoca, Karagöz'le Hacivat gibi Türk kültür ve folklorunun ilginç kişiliklerine de rastlıyor. Tayfun Güneyer, senaryoyu tek başına yazmakla kendisine fazla güvenmiş. Ne yani, kendini mizah ustası filan mı sanıyor? Temelde ilginç olabilecek bir düşünce, espri yoksunluğu ve gerçek mizah eksikliğiyle iyice zedeleniyor. Bunun üzerine birbirinden kötü oyunculuklar da binince, filmin kurtarılacak yanı kalmıyor. 

'Bayramlık' bir film  Aslında kural basit: Böylesi bir tarihsel perspektif içinde 2006 dünyasına ait bir film yapıyorsanız, seyirci ya da eleştirmen olarak bizlerin de belli standartlardaki beklentilerini karşılamanız gerekiyor. 'Film artı' dergisinin ocak sayısına konuşan yönetmen Tayfun Güneyer, bence kaçak dövüşmüş ve filmi henüz piyasaya çıkmadan meseleyi kendince tanımlamış: "Amacım Türk sinemasını ileri götürmek değil, bu tamamen bir gişe filmi. Bu filmin sinema filmi ölçütlerinde eleştirilmesini ilk başta kendim kabul etmiyorum". Güneyer, ayrıca bir başka özel tanımlamaya daha girmiş: "Bu filmin yapılma nedeni ilk olarak bayram ve tatil sezonunda, çoluk çocuk sinemaya gitmeyen halkı sinemaya çekmek." 'Bayram filmi' tanımlamasını ben ilk kez duyuyorum. Olabilir, bu da kabul, ama ne yazık ki filmi biz eleştirmenler de gördük ve artık, yapım sadece 'halka ait bir sır' olmaktan çıktı. Bu noktada derdini i. bu denli dürüstçe ortaya koyan bir yönetmenden (ki doğrusu bu tür görüşlerin bir yönetmenden çok yapımcıya ait olduğunu sanırdım), şöyle bir dürüstlük daha bekleyebilir miyiz? Bayram tatili bitince, filmini vizyondan kaldırsın. (Doğrusu böylesi bir film, bence şu kötü bir espriyi hak ediyor: Yoksa Keloğlan'a her gün mü bayram?..)  Yönetmen Güneyer'in uzun metrajlı kariyeri 'Şans Kapıyı Kırınca'yla başlamıştı. Güldürmekte zorlanan ama yine de Ferhan Şensoy'un bence artık demodeleşen stiliyle bile zaman zaman belli bir standardı yakalayan bu film, kimi noktalardaki teknik ustalığıyla dikkat çekiyordu. Özellikle giriş sekansında, yönetmenin anlatım ustalığı övgüyü hak ediyordu. Güneyer'in ikinci adımı olan 'Keloğlan Kara Prens'e Karşı'da doğrusu övgüyü hak edecek pek bir şey yok. Son derece kötü senaryo, sakız olmuş esprilerle dolu metin, hedeflenen noktanın çok uzağına atmış filmHatırlayacaksınız, çok yakın zaman önce vizyona giren Terry Gilliam'ın 'Çılgın Kardeşler'inde, Avrupa kültürüne ait masallar, belli bir mantığın uzantısı olarak öyküyü sarıp sarmalıyordu. Güneyer, kendi kaleme aldığı senaryo

sunda Keloğlan'la birlikte Nasrettin Hoca ve HacivatKaragöz (yeri gelmişken, 'Cenk ve Erdem, sizlerin bu kadar kötü bir filmde işiniz ne?') gibi motifleri öyküye yedirmeye çalışmış (bu arada Robin Hood bir masal değildir). Ama bu harman o denli acemice ve sıradan olmuş ki, iş en temele, göle maya çalma fıkrasına kadar gitmiş.  

Seyircisini hafife almış  Oyunculuklara gelince, bazıları gerçekten çok kötü ama biliyoruz ki, mesela Mehmet Ali Erbil, yeri geldiğinde bir filmi tek başına götürebilecek bir potansiyele sahip. Ama ne yazık ki bu kez ne karaktere oturmuş, ne de kendi meziyetlerinisergileme fırsatı bulmuş. Filmin, her yerde medarı iftiharı olarak sahaya sürülen ejderha özel efekti ise çok uzun tutulmuş, dolayısıyla bir noktadan sonra sıkıyor. Yeri gelmişken film ayrıca, Rüştü Asyalı'nın mirasına ve hatırasına da ihanet ediyor. Güneyer'in bence asıl hatası, hedeflediği kitleyi hafife alması olmuş. Günümüzün çocukları sinema eğitimlerini 'Harry Potter'larla, 'Narnia Günlükleri'yle alıyor. Bu standartlarla yetişmiş bir seyirciyi, bayramda bile olsa kandırmanız çok zor.  

Prodüksiyon Notları: Energy Medya ve Prodüksiyon’un yapımcılığını üstlendiği Keloğlan Kara Prens’e Karşı geniş bir kadro tarafından hazırlandı. Filmin kamera arkasında 500 kişi çalıştı.  sahip olan filmde bine yakın figüran kullanıldı. Bunun yanı sıra bazı tehlikeli sahnelerde Mehmet Ali Erbil, Özcan Deniz ve Petek Dinçöz için dublör kullanıldı.  Dövüş sahnelerinde ise 30 kadar özel eğitimli dublör yer aldı. Filmin çekimleri, İstanbul’un çeşitli bölgelerinde, Aya İrini, Yedikule Zindanları, Belgrad Ormanı, Paşalanı, Ağaçlı Köyü ve İstanbul Üniversitesi Rektörlük Binası’nda yapıldı.   Filmin masal dokusunu koruyabilmek için özel olarak tasarlanan kostüm ve dekorlar yaklaşık 50 kişilik ekip tarafından hazırlandı.  Ekip, 535 kadar kostüm hazırlandı. Bu kostümler için 5000 metre kumaş kullanıldı. Filmde Petek Dinçöz’ün kullandığı takılar, Kapalıçarşı’da antika mücevherler satan bir kuyumcudan kiralandı.    Çekimler 40 gün sürdü ancak özel efektler nedeniyle filmin post prodüksiyon süreci ise 5 ay tuttu.  Filmde yer alan animasyonların hazırlanması için bir grafiker grubu 2 ay kadar sadece çizimler üzerinde çalıştı. Ardından 120.000 saat kadar süren bilgisayar çalışmalarıyla animasyonlar hazırlandı filmin en önemli sahnelerinden biri olan ejderha sahnesi için iki tasarımcı tarafından dev bir ejderha maketi hazırlandı ve oyuncular buna göre rollerini oynadılar. Daha sonra bu maketin olduğu bölümlere Digiflame tarafından üzerinde aylarca çalışılarak hazırlanan ejderha animasyonu yerleştirildi. Mehmet Ali Erbil ve Özcan Deniz’in Petek Dinçöz’ü alev saçan ejderhadan Kurtarmaya çalıştığı bu sahneler için 2 aylık bir ön çalışma yapıldı.        Uçan Halı sahnesi için ise helikopter kiralandı ve 2 gün boyunca özel kameralarla İstanbu’un belirli bölümlerinde havadan çekim yapıldı. Bu sahnede yer alan Mehmet Ali Erbil, Ahu Türkpençe ve Bülent Polat ise yine 2 gün boyunca bir stüdyoda “blue box” yöntemiyle halı üzerinde saatlerce çalıştılar.   Daha bir çok sahnesinde de özel efekt kullanılan Keloğlan Kara Prens’e Karşı’da özellikle Özcan Deniz’in kavga sahneleri dikkat çekiyor. Çelik tel mekanizmalarıyla bağlanarak havalara uçan Özcan Deniz’in uçan tekmeleri çok konuşulacak.       Mehmet Ali Erbil, Ahu Türkpençe ve Bülent Polat’ın kuma gömüldükleri ve bir yılanın onları sokmak üzere yakınlarına kadar geldiği sahnede gerçek yılan kullanıldı. Bu sahnede yılan dahil kimse zarar görmedi.  Yılanın yanı sıra, filmde köpek, at, eşek, koyun ve kurbağa gibi hayvanlar da kullanıldı. Filmde Katıroğlan rolünü oynayan 3 ayrı eşek, Energy Medya ve Prodüksiyon’un “kadrolu eşekleri” oldu.  Filmin hazırlık döneminde Özcan Deniz ve Hakan Bilgin, ata binme dersleri aldı. Filmde bir çok atlı sahneleri lan ikili, bu işten oldukça keyif aldı.  Özcan Deniz, Hakan Bilgin ve Bülent Polat, film öncesi özel kılıç dersleri de aldılar. Gerek ön çalışmalarda gerekse filmde gerçek ağırlıkta kılıçlar kullanıldı. Mehmet Ali Erbil ise, Tolga Han’dan Hint dansı dersleri aldı


FİLMİ İZLE 



 

  KARDAN  ADAMLAR (2006)  

Yönetmen:  M. Aytan Gönülşen,   Senaryo:  Osman Dikiciler, Onur Güven,  M. Aytan Gönülşen,   Müzik:  Sinan Zarakolu,  Onur Güven Görüntü Yönetmeni:  Levent Vural,   Yapım:  Şenol Gülbudak, M. Aytan Gönülşen, Levent Vural  Sanat Yönetmeni: Melih Boragan, Işık Şefi: Şenol Gülbudak, Efekt: Hasan Baran,  

Oyuncular: Hazım Körmükçü, Ogün Altıparmak 

Konu: İş ortağı olan Levent (Hazım Körmükçü) ve Can (Ogün Kaptanoğlu), kaybetmek üzere oldukları önemli bir müşterilerini tekrar kendileriyle çalışmaya ikna etmek amacıyla, soğuk bir kış günü, şehirlerarası bir yolculuğa çıkarlar. Yolculuğu küçük bir hafta sonu kaçamağına dönüştürmek isteyen Can, Levent’in uyuyakalmasını fırsat bilerek otoyoldan sapar ve dağ yoluna girer. Beyazın hakim olduğu muhteşem bir manzara eşliğinde dağ yollarında ilerleyen cip, bir süre sonra Can’ın eğlence tutkusuyla kara saplanır. Ortağının sorumsuzca davranışlar sergilediğini düşünen Levent, ona sinirlenip bulundukları yerden uzaklaşınca birbirilerini kaybederler. Tekrar bir araya geldiklerinde, aniden bastıran tipi nedeniyle bu kez yönlerini kaybettiklerinden, ev sahipliğini yemyeşil ağaçlarla bezenmiş karlı dağların yaptığı, hiç bilmedikleri bir dünyada bulurlar kendilerini. Levent ve Can, bir yandan şiddetini gittikçe artıran doğanın karşısında hayatta kalmaya çalışırken, diğer yandan da birbirilerini ve yaşamla ilişkilerini sorgulamaya başlarlar. Bu mücadele onlara, zamanın hüküm sürmediği bir dünyada kendileriyle yüzleşmenin kapılarını da aralayacaktır.  

& Bir bardak suda veya bir karış karda ölüm!..   Macera tutkusu nedeniyle karlı bir doğanın içinde kaybolan iki arkadaşınöyküsünü anlatan kar Adamları, inandırıcı olmaktan uzak olsa da oyunculuklar başarılı.... Levent ve Can, rüzgâr, kar, tipi, soğuk ve ıssızlığa karşı. Bir diğer deyişle, iki kafadar doğaya karşı!.. Bir müşterilerini bulmak için Anadolu'ya açılan iki genç ve ortak işadamı, Can'ın macara tutkusu nedeniyle yollarını kaybeder ve karlı bir doğanın içinde şaşkına dönerler. Herhalde daha önce hiç kar görmemişlerdir ve ülkemizde kilometreler boyu hiç eve ve insana rastlanmayan böyle 'bakir' yerler hâlâ vardır!.. İnsanoğlunun doğaya karşı verdiği savaşım üzerine tüm bir edebiyat ve gençlik anlatısı inşa etmiş Batı kültürüne karşı, gizemi, korkuyu ve yenilgiyi yeğleyen bir Doğu bakışı.. Uludağ, Abant veya Palandöken iklimindeki bu ölüm kalım mücadelesi hiç de inandırmıyor. Evet, her şey simgesel düzeyde elbette. Tüm bu sözüm ona macera, iki kahramanın birbirleriyle ve kendileriyle baş başa kalmak ve birçok şey üzerinde kafa yormak için yönetmen tarafından içine düşürüldükleri bir sembolik tuzak. Ama inandırmıyor, doyurmuyor. 'İki gün mahsur kalınca' ölüme yaklaşma düşüncesi, hele o yaşlarda hangi felsefeyi yansıtıyor? 'Bir bardak suda fırtına' ya da 'bir karış karda ölüm' temasını mı? Genelde eliyüzü düzgün bir yönetmenlik çabası ve iki başarılı oyunculuk gösterisi, bu temel sorunu ne yazı ki unutturmaya yetmiyor. (Atilla Dorsay, Sabah Gazetesi 15.10.2006) 

& Türk sinemasının 'mahsur kalma' hikayelerini pek beceremediğini biliriz. Yeşilçam'da karakterlerin iradeleri dışında gerçekleşen 'mekana kısılıp kalma' durumu genellikle sadomazoşist bir ruh haliyle geçiştirilirdi. Bu alanda unutulmaz iki örnek Metin Erksan'ın Kuyusu ve Şerif Gören'in Deprem'inde bile toplumsal kuralların dışına çıktığında 'yola girsin' diye boyunduruk altına vurulan karakterler, top yekün bir hesaplaşma sürecine giremezlerdi. Zira o zamanlar Türk filmlerinde 'hayatta kalabilmek' fiziki bir eylemden ibaretti. Derken 90'larla beraber sinemamızda geç kalmış bir muhasebe sürecine girildi. Artık hayatından duyduğu şikayeti yerli yersiz ifade eden, kentli ahlak anlayışının yozlaştırdığı, sadece günah çıkarma derdinde olan yeni bir insan vardı. Ama bu insanın derdini anlamak imkansızdı. Nitekim, Sezen Aksu ve Ferhan Şensoy'un fırsat bulsalar kariyerlerinden tamamen silecekleri Yavuz Özkan filmi Büyük Yalnızlk'ta, boşanma arifesinde yağmura yakalanmış ve bu yüzden de bir evde sıkışıp kalmış karı kocanın hesaplaşmasından tek satır bir şey anlayamadık. Mustafa Altıoklar'ın Asansöründe ise iş medya muhasebesinden başlayıp cinsel paradokslara nasıl döndü çözemedik. Aytan Gönülşen'In benzer virajlarda kayan ilk uzun metrajı Kardan Adamlar için de aynı değerlendirme yapılabilir. Film, nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan 'kişiisel hesaplaşmalar' arasında boğulup gidiyor. Oysa ki yönetmenin geçtiğimiz kış çok kısa sürede yazdığı senaryosu hiç de karmaşık değil. işleri pek de iyi gitmeyen Levent (Körmükçü) ve Can (Kaptanoğlu), kaybetmek üzere oldukları bir müşterilerini ikna etmek için şehirler arası bir yolculuğa çıkıyorlar. Daha yolun başında birbirilerine sataşmalarından aralarındaki meselenin zıt karakterlere sahip olmaktan ibaret olmadığını, aynı zamanda bacanak da olan bu iki adamın birbirlerinin hayatları üzerinde söz sahibi olduklarını anlıyoruz. ilk önce birinin eşi diğerinin ablası, ikisinin de hayatında olan bir kadın hakkında tartışıyorlar. Sonra da her boş buldukları anda birbirlerinin yaşam şekillerini tasvip etmediklerini dile getiriyorlar. Can'ın 'zıpırlığı' sonucunda arabaları kara saplanınca ne yapacaklarını bilemeyen veo kafa karışıklığında yollarını da kaybeden ikili, bu noktadan sonra yaşamları hakkında bitmek bilmeyen bir şikayet sürecine giriyorlar. Ancak bu serzeniş hallerinde ikisinin de meselin özüne indikleri söylenemez. Bazen birbirlerine haksızlık ettiklerini itiraf edip kendi benlikleriyle hesaplaşmaya çabalıyorlar ama o halleri de teatral replikler söylemekten ibaret. Donma tehlikesiyle karşı karşıya kaldıkları anda vasiyetlerini beyan etmek üzere ceplerinde 'kalıvermiş' video kameraya sarılıyorlar. O kadar yavan bir sahneden sonra da artık, senkronizasyon yoksunu etnik soundlara ve 'araf'ımsı dünyada çekilen monologlara gösterdiğiniz sabır tükeniveriyor. Artık yönetmen, ister filme tempo katmak amacıyla kurgu numaraları göstersin, İsterse tüm filmin özetini akıtsın nafile. Zaten "Kaybetmek bazen kendini bulmaktır" sloganlı filmdeki monologlu sahnelerin neye hizmet ettiği de açık değil. Yönetmen bu hesaplaşma halini mistik müzikler, süzme ışıklar, bonzailerle destekleyerek 'iki dünya arasında bir yere' yormuş gibi görünüyor. Zira karakterler kendilerini buldukları bu mekanda ilk önce kendilerinden vazgeçmiş olarak geliyorlar. Nihayetinde bu sahneler filmdeki o klostrofobik havayı daha da sıkıntılı bir ruh haline çevirmekten başka bir işe yaramıyor. Yoksa yönetmenin sağlamaya çalıştığı gibi bir içe dönüş ve idrak bizde de oluşmuş değil. 

Tüm bunlardan sonra karlı dağlardan kurtarılış sahnelerinin ayrıntılı gösterilmemesi doğru bir tercih olmuş. Filmin bu tip zaaflarının yanında, mektepli oyuncu Hazım Körmükçü ve alaylı taze kan Ogün Kaptanoğlu'nun soğuğa rağmen performanslarını sabit tutmaya gayret göstermeleri ve atıştıkları zamanlarda oldukça inandırıcı bir oyunculuk sergilemeleri takdir edilmeli. Yönetmenin bu iki karekter arasındaki zıtlığı iyi vurguladığı da söylenebilir.    Sonuç olarak, ilk uzun metraj denemesinde 'kendini bulmaya çalışan' şehir insanının sorunlarına eğilen Aytan Gönülşen, kısa sürede kotardığı filmiyle manasız bir arayışa girdiği gibi, Türk sinemasına da bir katkı sağlamıyor. (Film+ 2006/10)



 

KADER (2006) 

 Senaryo ve Yönetmen:  Zeki Demirkubuz Görüntü Yönetmeni Zeki Demirkubuz,  Müzik:  Edward Artemiev,  Yapım:  Mavi FilmInkas Film/  Zeki Demirkubuz,   Lilette Botassi (TürkYunan Ortak Yapımı)  Yönetmen Yardımcısı: Iraz Uzun,  1.Kamera Asistanı: Engin Özkaya, 2. Kamera Ast: Ceren Yıldızburçak, Ses: İsmail karadaş,  Prodüksiyon Amiri: Ahmet Derebaşı, Sanat Yönetmeni: Güneş Çoban, Kostüm: Özge Er, Set Ekibi: Apo Demirkubuz, Zafer Saka, Hikmet Demir, Boom Operatörü: Gürkan Özkaya, Ses Tasarım: Yorgos Mikroyannakis, Mix: George Mikroyannakis, Erimages Sorumlusu: Rüya Arabacı, Genel Koordinatör: Özkan Yılmaz, Kurgu: Zeki Demirkubuz, Müzik: “Meditatlons”, “Çat Kapı”, “Yalan Dünya”, Dido”, “Matika”, Tüm Aşiklar Birgün Bitecek”  

Oyuncular: Ufuk Bayraktar (Bekir), Vildan Atasever, (Uğur) Engin Akyürek, Müge Ulusoy, Ozan Bilen, Settar Tanrıöğen, Erkan Can, Mustafa Uzunyılmaz, Güzin Alkan, Hikmet Demir, Gönül Çalgan, Çağlar Çınar, Müfit Aytekin, Abdullah Demirkubuz,  Alper Kul, Zeki Demirkubuz, Mustafa Kardeniz, Merve Kalafat, Gürkan Özkaya, RTasih Yılmaz, Attila Can, Volga Sorgu, Özkan Yılmaz, Yıldıray İnan, Mahmut Köse, Nurhayat Kavrak Demirkubuz, Zafer  Çerl, Fatih Çerl,Buse Baysal, Buse Demiriz, Temel Şen, Gülden Çakır, Yılmaz Karaçanal, Emre Koç, Erdinç Yur5t, Hüseyin Amasyalı,  

Konu: Öykü İstanbullun kenar semtlerinin birinde başlar. Bekir (Ufuk Bayraktar) Uğur (Vildan Atasever)’a aşıktır. Uğur hapisteki Zagor (Ozan Bilen)’u sevmektedir, Zagor ise suç işlemeyi.... Uğurun güzel ve çekici annesi, genç ve zengin Cevat’a aşıktır. Cevat için için Uğur’u sevmektedir.       Durum bu haldeyken Zagor hapisten çıkar. Boğucu ve sıcak bir yaz gecesi aksilikler birbirini takip edince Cevat ile Zagor karşı karşıya gelir. Zagor Cevat’ı gözünü kırpmadan öldürüp kaçar. Aynı gece Uğur da kaybolur. Bu cinayet ve ardından Uğur’un Zagor’la birlikte kayboluşu, o güne kadar Cevat’ın koruması altında yaşayan genç anne, felçli koca ve küçük erkek kardeş için zor, karanlık günlerin habercisi olsa da, Uğur’a delicesine aşık olan Bekir’in kurtuluş umudu gibidir. Ailesinin bulduğu bir kızla evlenip, yeni bir yaşama başlar. Ama aylar sonra, Zagor’un İzmir’de iki polisi öldürüp yakalanmasıyla Uğur’a ulaşmak için yeni bir umut belirince, bu acımasız aşkın peşinde yıllar yılı sürecek amansız bir takip başlar. Taşra pavyonlarında, üçüncü sınıf otel odalarında, esrar alemlerinde Uğur’un izini sürmeye başlar. Vurulur geri dönmez. Kovulur gitmez. Aşağılanır, gururu kırılır aldırmaz. Uğur şehir şehir, hapishane hapishane Zagor’un ardından sürüklenmekte, Bekir de sadık, inatçı bir köpek gibi Uğur’un peşinde gitmektedir.  Bir çift göz, edalı bir yüz uğruna her şey tükenip yok olurken, aşk avuçlara basılan sigaraların ateşiyle, acı ile, yoksulluk, gözyaşları ve kötülükle büyür. Yuvalar yıkılır, çocuklar öksüz büyür ama masumiyet hiç yitirilmez. 

&Altın Portakal’ı da alıp evine götüren “Kader”, beni ayni ölçüde etkilemedi. Belki beklentilerim çok yüksek olduğu için...Ama ne olursa olsun, bu filmle gerçek bir gönül bağı kuramadım.  Doğrusu Zeki de bu “gönül bağının” kurulamaması için elinden geleni yapmış. Kültfilmi “Masumiyet”in bir monoluğundan yola çıkarak, o filmde 40’lı yaşlarını süren Bekir ve Uğur’un ilişkilerinin başlangıcını veriyor yönetmen...Film, bence tam anlamıyla çetin ceviz. Zeki’nin belki en sert kabuklu, en kişisel, ama ayni ölçüde seyirciye geçmesi zor filmi... İç içe örülmüş iki imkansız aşk hikayesi bu...Uğur’un nerdeyse doğuştan katil Zagor’a ve de Bekir’in Uğur’a olan, ikisi de karşılıksız, imkansız ve sadece keder veren aşkları, hatta tutkuları. Zeki’nin bir söyleşideki deyişleriyle, yine “akıl dışı olan karakterler”, yine “hep bir imkansızın peşinde koşma duygusu”, bir “kendi kendini yok etme, kendi zararına olduğu halde bir şeyi isteme” halleri...

Evet, doğrudur. Kimi aşklar nefretten, hakaretlerden, olanaksızlıklardan beslenir. Sevdiğimiz bizi ittikçe onu isteriz, uzaklaştırdıkça ona döneriz. Ama bir filmin bu duyguları anlatması yetmez, onları hissettirmesi gerekir. Oysa Uğur’un Zagor’a olan tutkusunu anlayamıyoruz, çünkü zaten gösterilmiyor. (Tek bir sahnede beraberler: o da çok kısa). Bekir’in Uğur’a olan mantığa, akla ve sağduyuya meydan okuyan ve de “Masumiyet”ten bildiğimiz üzere nerdeyse bir ömür boyu süren tutkusu ise, hemen hiç bir duygusal sahne, hiçbir aşka benzeyen ilişki anı içermiyor. Sürekli kaçan, küçümseyen, kin yağdıran bir kadın. Ve karşısında herşeyi, ailesini, eşi ve çocuğunu, mahallesini ve kentini terk edip kendisini yıllar boyu yollara vuran bir adam...Niçin, hangi tatmin, hangi ödül, hangi mutluluk anı için?     Evet, tümüyle akıl dışı bir ilişki bu. Ama nerdeyse artık Leyla’dam çok aşkın, tutkunun kendisine yönelen bu çağdaş Leyla ile Mecnun hikayesine neden inanalım ki? Zeki, böyle bir tutkuyu anlatmanın bilinen hemen tüm yollarını yadsıyor. Alevli bir melodramı itiyor, gerçekçi bir yaklaşımı reddediyor. Hatta hikayenin en dramatik anlarını bile, bir postmodern Brecht edasıyla bizden saklıyor. Böylece, kahvedeki ölümcül kavga (filmin belki en görkemli, en unutulmaz sahnesi), pavyondaki yaralama veya oteldeki intihar sahnelerinin ertesini göstermiyor, çok sonralara sıçrıyor. Ve böylece, temelde eski Türk filmlerinin duyarlılığını taşıyan bu görkemli melodram, hemen tüm etki gücünü yolda yitirip gidiyor, sürekli kopuk kopuk duruyor Bilmiyorum, ister yerli, ister yabancı sinemada melodramı çok seven bir sinemasever olarak mı bakıyorum? Ama, özellikle klasik Yeşilçam’ın yapay ve yoğun duygusallığını modern bir anlatım tarzı uğruna silmek için, bir öbür uca, böylesine aranmış bir duygusuzluğa sığınmak şart mıydı? Geçmişte Zeki’nin filmleri için “kristal kadar soğuk, ama kristal kadar güzel” deyişini kullandığımı hatırlıyorum. Burada artık kristalin sadece soğukluğu duyuluyor.

 & "Kader" nihayet tüm sinemalarda gösterime girdi. İzleyicisiyle buluşan film beklendiği gibi yönetmen sinemasının avangart – post modern sadık seyircilerinin yanı sıra popüler sinema seyircisinin de (gönülsüzce veya vakit geçsin şiarıyla da olsa) katılımıyla görücüye çıktı. Bilindiği gibi “kader” 43. Antalya Altın Portakal Film festivalinde “En iyi film” ödülüyle ödüllendirilmişti. Fragmanında belirtildiği gibi; Bekir Uğur’a aşıktır. Uğur Zagor’u sevmektedir. Zagor ise suç işlemeyi. Masumiyet filmindeki karakterlerin gençliklerinin anlatıldığı ve masumiyet ile olan göbek bağını yer yer kesen senaryosuyla, oyuncu yapısı, mekanlar, müzik ve anlatımıyla “Kader” klasik Zeki Demirkubuz sineması. Hatta film, genel hatlarıyla; kendi başınalığının zorlayıcı etkilerinin hissedildiği, masumiyet sarmalından kopup, arka planda şiddetin ve çaresizliğin iç içe girdiği çürümüş toplum yapısına yaslanışı bakımından Demirkubuz sinemasının değişim işaretleri olarak bile algılanabilir.

Kaderin Masumiyet ile bağlantılandırılması ya da ayrıştırılması bakımından organik bağını sorgulatan yapısı, ister istemez izleyenleri karşılaştırmalı psikolojik değerlendirmeye tabi tutuyor. Zeki Demirkubuz sinemasının bu tuzağı kaldırmayacağını düşünüyorum.  Demirkubuz sinemasının özgün, gerçekçi, toplumsal artalan kurcalayıcı anlatım tarzının salt seyir bakımından yeterli olmadığı diğer filmlerinden anlaşılabilir. Yani, filmlerinde şiirsel ve epik anlatımı gerçekçilik penceresinden veren, insana hiç de yabancı gelmeyen hikayeler anlatan yönetmen; oyuncu ve mekan seçimi ile yükselttiği çıtayı, çekim aşamasında ve sonrasındaki evrelerle son şeklini verirken çizdiği çizginin pek dışına çıkmayan, bütünlüklü yapısıyla oluşturduğu samimi havanın yarattığı iklimde sevilmişti.        Bireyden topluma ve toplumdan bireye gide gele yaşamın tüm acılarına verilen cevapların nesnel ve öznel gerçekliği karşısında izleyicinin anlatıcıyla olan gizil bağı Kader’de görece zayıf kalmış. Filmde genel olarak hissedilen kontrast bozukluğu ve belki ahenksizlik, masumiyetle olan bağının düşündürdüğü ricatla birlikte oyuncuların serbest bırakılmış performanslarına karışıyor.   Film seyir, mekan, hikaye ve sahneleriyle Demirkubuz sineması olmakla birlikte, müzik ve oyunculukların Demirkubuz sinemasından ayrıştığı bir mecraya hafifçe kaymış göründü bana. Oyunculuklara gelindiğinde; filmde en dikkat çekici ve başarılı oyunu Engin Akyürek’in çıkardığını düşünüyorum. Öyle ki Engin’nin Cevat karakterinde canlandırdığı işini bilir, zamane mahalle kabadayısı halleri zaman zaman gerçekliğin ötesine taşmış. Ufuk Bayraktar’ın Bekir rolü altında biraz ezildiğini hissetmekte pek tabii mümkün. Vildan Atasever ise Uğur rolünün gençliğini oynarken ileriki yaşlarını oynayan büyük oyuncu Derya Alabora’nın gölgesinde kalmaktan kendini kurtaramamış. Genel olarak başarılı bir oyunculuk sergilemiş olmasına karşın çocuksu şeytanlık gibi ağır bir rol karşısında yer yer zorlanmış. Anlatıcının dinleyiciye sunduğu hikaye herkesin kendince çıkarımlarında gizlidir haliyle. Demirkubuz İtiraf, yazgı ve masumiyet filmlerinde yakaladığı ahengin hikayeyle bağını izleyiciyle çok güçlü kurmuştu. Bunda oyuncuların payı çok büyüktü. Ayrıca tüm filmlerindeki oyuncu seçimlerinin sinemaya kazandırıcı ve didaktik sunumlarını Kader’de de denemiş. Zira diğer filmlerde filmleri kotaran, götüren deneyimli oyuncuların yanında yeni yeteneklere yer vermiş ve çok başarılı olmuştu. Örneğin Üçüncü sayfada Ruhi Sarı yada Yazgı’da Serdar Orçin. Bu filmde ise baş rollerde deneyimi az yada deneyimsiz oyuncularla işe koyulmuş. Bu ayrıntının da altını çizmekte fayda var. Sonuç olarak kamera çekim teknikleri ve seçilen mekanlar yine çok etkileyici ve güzel. Yine Demirkubuz tikleri bu filmde de nüksetmiş. Kapalı mekan kullanımı. Uzun ve sessiz yürüyüşler, otizm.  Demirkubuz bir röportajında yanılmıyorsam “film yapmak benim mecburiyetim değil, tırnak içinde özgürlüğüm. Bir gün ne pahasına olursa olsun film çekmek durumunda kalırsam film çekmem” demişti. Sanırım, vicdanın sesini dinlerken aklına gelen şeyler bir gün bir yerde birilerinin hayatında, birinin yüreğinde, birinin dükkanında hayat buluverir.      Kader buradan bana böyle görünüyor. Size ve başkalarına kim bilir nasıl görünür. Bence Zeki Demirkubuz sinema çekmeye devam etsin. Bizde seyredelim. Ne de olsa vicdanı var ve vicdanın sesine kulak veren izleyicileri.  

 

 

KABUSLAR EVİ  (2006) 

Çağan Irmak’ın televizyona dizi olarak çektiği, fakat kanallarla anlaşamayıp DVD olarak piyasaya sunduğu gerilim tarzındaki eseri. Toplam 11 bölümden oluşan dizinin  dört farklı yönetmeni var . Her bölümde farklı bir konu ve farklı oyuncular kullanılmış. Bölüm isimleri ise; şöyle :   

1) Takip, 
     2) Son Dans,
     3) Hayali Cihan,
     4) Tanıdık Yabancı,
     5) Kaçan Fırsatlar, 
     6) Karanlıktan Gelen,
     7) Çizgisiz Zamanlar,
     8) Çarşamba Karısı,
     9) Gece Gelen Arkadaşlar,
     10) Seni Beklerken,
     11) Onlara Dokunmak
 

 

 

İLK AŞK (2006) 

Yönetmen:  Nihat Durak,   Görüntü Yönetmeni:  Selahattin Sancaklı,   Senaryo:  Ada senaryo grubu  (Volkan Sümbül, Filiz Üstün  Durak, Emre Özdur),,  Yapım:  Tim’s Prodüksiyon/Timur Savcı Yardımcı Yönetmen: Emre Ozdur, Muharrem Özabat, Cem karcı, Serhat Çakıloğlu, Genel Sanat Yönetmeni: Ayla İncekol, Kostüm tasarım: Pelin Aksu, Kostüm Sorumlusu: Nildağ Kılıç, Kostüm Asistanları: Ayşen Antaş, Yeliz Buyruk,  Müzik: Fahir Atakoğlu, Genel Koordinatör: Başak Abacıgil, Sanat Yönetmeni Yardımcıları: Elif Sema Binay, Murat Battal, Hatice Özdem, Danışman: Şener Onar, Serdar Temizkan, Kurgu: Aytekin Birkan, Genel Koordinatör: Başak Abacıgil, Teknik Direktör: Murat Akbulut, 2. Kamera Ast: Tarıkhan Koç, 3. Kamera Ast: Argu Sağtürk, 2. Kameraman: Özgür Eken, Video Ast: Ilgın Aybar, Caner Şen, Panther Operatörü: Ersin Karaman, Set Fotoğrafları: Yavuz Sevimli, Göksel Ateş,   Negatif Kurgu: Eyüp Yıldız, Diyalog Kurgu: Murat Çelikol, Post Prodüksiyon Sorumlusu: Seda Ahu Barut, Laboratuar: Yahya Öztürk, Mustafa Şahin, Mustafa Oruç, Kopya Baskı: Osman Yıldız, Çağlar Özlek, Zekeriya Şahin, Stüdyo Koordinatörü: Turan Tokel, Renk Düzenleme: Erol şahin, Negatif Kayıt: Şafak Mıhlaç, Süleyman Derebaşı, Emrah Ergenç, Altyazı Eşleme: Dila Ulutaş, Altyazı: Taner Alioğlu, Mürsel Gülveren, Kerem Aktaş, İsmail Yeltek, Işık Şefi: Ulutaş Dileksiz, Işık Astanları: Bülent Sancaklı, Sercan Aydemir, Adem Başkurt, Mehmet Volkan Kutay, Telesine: Tuncay Koçtürk, Esra Çora, Yapım koordinatörleri: Engin Acuner, Esra Songün, Yapım Sorumlusu: Uzay Borga Çiçek, Yapım Asistanları: Harun Yiğit, Burçak Yeşim Hakgören, H. Volkan Güreş, Burcu Görün, Sezgin Acuner, Dilek Taşdemir, Mustafa Atak, Ceyhun Olaş 

Oyuncular; Çetin Tekindor (Asaf), Tarık Papuççuoğlu (Azmi), Vahide Gördüm (Nevin), Halit Ergenç (Kemal), Dolunay Soysert (Aysel), Rafael Cedolini (Genç Arif Ege), Neslihan Alagül (Genç Bahar, Şenay Gürler (Kısmet), Okan YalabıkRasim), Altan Gördüm (Zurnacı Ziya), Erdal Tosun (Fatih), Ali Uyandıran (Postacı), Ayşen Gruda (Hatice Teyze), Yücel Erten, Kemal İnci, Orhan Günşıray, Erol Aksoy, Türker Tekin, Zeki Dinçsoy, İbrahim Raci Öksüz (Fıçı Necmi), Emrah Eren (Çaycı Mesut), Erol Günaydın (Arif Arifoğlu), Azra Akın (Bahar), kaan Urgancıoğlu (Arif Ege), Orhan Kılıç, Özhan Sargın (Nazlı), Yağızcan Konyalı (Alp), Ulaş öz (Alp arkadaşı), Cengizhan Karluk (Alp Arkadaşı), Serap Kaya (Bahar’ın annesi), Birol Kocaman (Bahar’ın babası), Hüseyin Öcalan (Ege arkadaş), Önder Öcalan (Ege arkadaş), Mert Deniz Günaydın (Ege arkadaş), Irmak Murat (Bahar Arkadaş), Gülnur Deniz Günaydın (Ege Arkadaş), Irmak Murat (Bahar arkadaş), Gülnur Alize Gördüm (Bahar Arkadaş), Ada Dileksiz (Bahar Arkadaş), İbrahim Coşkun (Fatih’in adamı), Fati Paşalı (Fatih’in adamı), Sevgi Susuzlu (Mevlut okuyan kadın), Ferda Işıl (Mevlüttaki kadın), Aynur Kesecioğlu (Mevlüttaki kadın), Tuba Akare (Hemşire), Zeynel Korkut (dondurmacı), İsmail Çınar (Hamal), Hasan Zeybek (hamal), Elif Balın Turist Kız), Hatice Dural (Camdan bakan teyze), 

 Konu: Denize kıyısı olan bir Ege kasabasında (Eski Foça) 1990’ların başı... Kasabanın ileri gelenlerinden Arifoğulları ailesi eski ihtişamlı günlerinden çok uzaktadır. Tarlaların çoğu satılmış, çürümek üzere olan zeytinyağı fabrikasından başka bir şey kalmamıştır. Ailenin reisi Arif Arifoğlu (Erol Günaydın) 85 yaşına gelmiş, elini yıllar önce işten güçten çekmiş, aksi bir ihtiyardır. Oğlu Azmi’nin (Tarık Papuççuoğlu) tek derdi, eski karısı Nevin’in (Vahide Gördüm) gönlünü tekrar kazanmaktır. Oğulları Kemal (Halit Ergenç) ise kısa yoldan para kazanma hayalleri kurmaktadır. Ailenin ortanca oğlu Asaf (Çetin Tekindor) 40 yıl önce Kore Savaşı’na gitmiştir savaşta esirdüşüp bir daha izi bulunamayan Asaf, kasabadaki herkes tarafından ölü kabul edilmiş; Azmi kardeşinin nişanlısı Nevin ile evlenmiştir. Asaf’ın kasabaya dönüşüyle Azmi Asaf Nevin arasında büyük bir hesaplaşma yaşanacaktır.  

& Bu yılın yerli film furyası içinde anlaşılan bu tür filmler sık sık karşımıza gelecek. Yani, son dönemde TV dizilerinin gördüğü büyük ilgiyi perdeye taşımayı deneyen, temelde dizi havası, atmosferi ve duyarlılığında, kötü olmayan, ama en azından sinema sanatına da hiçbir şey katmayan filmler...  

   1990’ların başında bir Ege kasabasında geçen film, bir büyük aile hikayesi. Yaşlı ve haşin büyükbaba zaten filmin  başında ölüp gidiyor. İki oğuldan biri olan Azmi, karısı Nevin’i kendisinden uzaklaştırmış, oğluyla da geçinemeyen bir öfkeli adamdır. “İyi adam” sayılabilecek olan diğer kardeş Asaf ise yıllar önce çekip gitmiş, ölü haberi gelmiş ve kendisinden haber alınamamıştır.   Ve Asaf neden sonra geri döner. Bu da çeşitli sürtüşmelere yol açar: asıl kendi sevgilisi olan Nevin’le, Azmi’yle, çevreyle....Ve de tüm aile, üçüncü kuşaktan küçük torunlar dahil, kendisini bir büyük hesaplaşmanın içinde bulur.    Filmin tekmik düzeyi ve görüntüleri kusursuz. Oyunculuklar iyi: hele iki usta oyuncu,  Çetin Tekindor Tarık Pabuççuoğlu’nun karşılıklı döktürmeleri dayanılmaz. Müzik tek başına çok güzel, ama Fahir Atakoğlu, herhalde yönetmenin de onayıyla, filmi sinema için dayanılmaz biçimde müziğe boğmuş. TV dizisi atmosferi zaten biraz da ordan geliyor   Sonuç olarak, özellikle dizi film meraklılarını kolayca tavlayacak, ama sinemanın farklı birşey olduğunu bilenleri pek doyurmayacak bir çalışma. (Atilla Dorsay)


FİLMİ İZLE 


 

 

İKLİMLER (2006) 

 Senaryo ve Yönetmen:  Nuri Bilge Ceylan,  Görüntü Yönetmeni:  Gökhan Tiryaki,   Yapım:  NBC Film/Zeynep Özbatur  Yönetmen Yardımcısı: Feridun Koç, Kamera Ast: Cenk Bingöl, Ses Mühendisi: İsmail Karadaş, Ses Mixer: Oliver Do Huu, Ses Düzenleme: Thomas Robert, Erkut Görmez, Renk Düzenleme: Jacky Lefresne (Fransa), Kurgu: Ayhan Ergürsel, Nuri Bilge Ceylan, Yardımcı Yapımcı: Fabienne  Vonier, Cemal Noyan, Nuri Bilge Ceylan,  

Oyuncular: Ebru Ceylan (Bahar), Nuri Bilge Ceylan (İsa), Nazan Kesal (Serap),Mehmet Eryılmaz (Mehmet), Arif Aşçı (Arif), Can Özbatur (Güven), Ufuk Bayraktar (Taksi şoförü), Fatma Ceylan (İsa’nın annesi), M. Emin Ceylan (İsa’nın babası), Semra Yılmaz (Semra), Ceren Olcay (Tv Dizi oyuncusu), Zafer Saka

  Konu:  Nuri Bilge Ceylan'm sinemasını, şu ana kadar çekmiş olduğu filmler üzerinden, iki bölüme ayırmak mümkün olabilir: "Üç Maymun"dan öncesi ve sonrası... "Üç Maymun" ile beraber ağırlıklı olarak profesyonel oyuncularla çalışmaya başlamış ve önceki filmlerindeki 'ayrmtı'lara ve 'an'a yönelik takıntısını görece hikayeye kaydırmıştı Ceylan. "Üç Maymun" öncesindeyse daha kişisel, hatta yer yer otobiyografik filmlere imza atıyordu. Genellikle kendi ailesini veya akrabalarını kamera önüne geçirmesi de filmlerin otobiyografik bir boyutu olduğuna dair inancı kuvvetlendiriyordu. "İklimler"deyse Ceylan, başrolü gerçek hayattaki eşiyle birlikte üstlenmişti. Belki de bu yüzden "İklimler"in yönetmenin sinemasında belirli bir dönemi kapatıyor olması özellikle anlamlı. Film bir çiftin, TSA ve Bahar'ın ilişkisini üç mevsim boyunca takip eder. Yaz tatillerinin sonunda ayrılır, sonbaharı ayrı geçirir ve kışn tekrar bir araya gelmeyi denerler. Ceylan, bu süreci detaylarla zenginleşen uzun sekanslarla anlatır. Müthiş bir ses tasarımına sahip olan filmde gündelik hayattan objeleri veya doğanın kendisini duymak, hissetmek mümkündür. Böylece îsa ve Bahar'ın belli belirsiz ilişkisine daha çok çekilir, kendi kişisel deneyimlerimizden parçaları orada bulmaya başlarız. 

"İklimler"in belki en şaşırtıcı yönüyse, Ceylan'ın önceki filmlerinde görece geri planda kalan kimi mizahi unsurların burada öne çıkmasıdır. Özellikle mizansen üzerinden ilerleyen kimi espriler (örneğin Isa ve Bahar'ın yaptıkları kritik bir konuşmanın, içinde oturdukları aracın kapıları yabancı kişiler tarafından açıldıkça bölünmesi) en beklenmedik anlarda gelir ve seyirciyi şaşırtır. Ancak, yarattıkları şaşkınlığa rağmen, bu mizahi anlar filmin gerçekçiliğini pekiştiren bir diğer unsurdur.   Yönetmenin sinemasını başka bir açıdan iki bölüme ayıracak olursak, "İklimler" bu sefer bir dönemi kapatan değil, açan film oluyor. Nuri Bilge Ceylan, ilk kez bu filmde dijital formatta çalışmayı denemiş ve tercihi o dönemde epey tartışılmıştı. Oysa filmin geçtiği üç mevsimin dokusunu bu kadar başarıyla yakalaması dijital çekilmiş olmasıyla doğrudan ilişkiliydi. "Uzak"ın tüm dünyada kazandığı inanılmaz başarı ertesinde "iklimler" en başta pek heyecan yaratmamıştı. Belki de kendisinin başrolde olduğu bir kadın/erkek ilişkileri filmini kimse beklemiyordu Ceylan'dan. Yine de Cannes'da FIPRESCI ödülü kazanan film, yavaş yavaş büyüyen bir ilgiyle karşılandı. Antalya'da En iyi Yönetmen, İstanbul'daysa En İyi Film ödüllerine layık görüldü. (E.E.)  Sinema En İyi Yüz Film Filmin öyküsü, üniversitede ders veren 40 yaşlarındaki fotoğrafçı İsa ile televizyon dizilerinde çalışan eşi Bahar’ın etrafında şekilleniyor. İkisi de ilişkilerinde heyecanı yitirmiş, tükenişin kıyısında uzatmaları oynamaktadırlar. Bu duruma biraz da, geçmişte yaşadıkları bir olay sebep olmuş gibidir. Sonunda ayrılmaya karar verdiklerinde, yürek yakan gerçekle de yüzleşirler. Acaba ayrılığa ikisi de hazır mıdır? Dahası eski günlere geri dönmek mümkün müdür? İsa’nın saklı tutmaya çalıştığı Serap’la olan ilişkisinin yinelenmesi de, bu savruluşu hızlandırır.  Nuri Bilge Ceylan’ın yüksek çözünürlüklü (HD) dijital kamerayla çektiği ve mucizevi bir şekilde bunu asla hissettirmediği, tam bir görsel şölen olan film, seyredildikten sonra damakta farklı tatlar bırakan yapıtlardan... Fotoğrafçı Arif Aşçı’nın yanı sıra, bu sezonun en iyi filmlerinden “Kader”le parlayan Ufuk Bayraktar’ın da (Ağrı Doğubeyazıt’taki taksi şoförü) rol aldığı “İklimler”, hem doğanın hem de insanın farklı iklimlerini başarıyla yansıtıyor.  

  ÖDÜLLER

43. Antalya Altın Portakal Film Festivali (2006)
 ►İsmail Karadaşi “ En iyi ses tasarımı” Ayhan Ergürsel “En İyi Kurgu”
 ►Nazan Kırılmış “En iyi yardımcı oyuncu” Nuri Bilge Ceylan “En iyi yönetmen”
►“En iyi laboratuar”(2006) 
59. Cannes Film Festivali
 ►Nur Bilge Ceylan “Fibresci Ödülü”
 2006 Norveç Film Festivali
►Fibresci Ödülü
 ►Oslo Sinema Ödülü
  (2006) Tayland Dünya Film Festivali

►İklimler “ En İyi Film”
 (2006) Bastia Film Festivali (Korsika)
 ►Jüri Özel Ödülü
  Siyah Gece Film Festivali (Estonya) 
. BileCeylan “En İyi Yönetmen”
►Don Kişot Ödülü
   2007 Japonya Film Festival
İklimler “en iyi film”
  2007 Makedonya Sinema Günleri 
N. Bilge Ceylan “ En iyi Yönetmen”
  İstanbul Teknik Üniversite seçiminde (2007)
►20o6 yılının en iyi yönetmeni “N. Bilge Ceylan”
  26 İstanbul Film Festivali (2007)  

 & Le Monde gazetesinin sinema eki,  Nuri Bilge Ceylan'ın Cannes Film Festivalinde geçen yıl yarışan ve bu hafta Fransa’da vizyona giren "İklimler" adlı filmine geniş yer ayırdı ve filmden övgüyle bahsetti.Ceylan ile yapılan bir röportaja da yer verilen haberde, son yıllarda Cannes Film Festivalinin müdavimi olan Türk yönetmenin, ilk defa bir filmde eşiyle birlikte rol aldığına dikkati çekildi. 

Ceylan’ın filmlerini dijital kamerayla çektiğine ve bu tekniğin ona "kendini ifade etmede daha fazla özgürlük sağladığına" ilişkin görüşlerine yer veren gazete, yönetmenin fotoğraf sanatçısı özelliklerinin bu filmle yine etkisini gösterdiğini yazdı.  (17 Ocak 2007 Çarşamba Milliyet) 

& “İklimler” Cannes 2006’da genel bir hayranlık yarattı, dünya eleştirmenlerinin gözde birkaç filminden biri oldu, bir de FİPRESCİ ödülü aldı. Bu filmi daha ayrıntılı biçimde yazmak için birkaç kez, en azından bir ikinci kez görmeyi dilerdim. Ama olmadı. Yazacaklarım, bir ilk izlenime dayanıyor.    “İklimler”, artık nerdeyse bir dönüm, hatta keskin bir ayrılık noktasına gelmiş olan günümüz sinemasında, bir tür sinemayı kusursuz biçimde temsil ediyor. Bir yanda kitle sineması var tabii. Öte yandaysa, kitle taleplerine, genel seyirci beklentilerine aldırış etmeksizin kendibildiğini yapan, kendi estetik kurallarını koyan, sanatsallığı özgünlükle anlamdaş sayan bir sinema. “İklimler” işte bu sinemanın en iyi örneklerinden biri. Ticari sinemanın yanında çok cılız kalan, ama tüm dünyada yandaşları bulunan, saygın, ayni ölçüde de cesur ve meşakkatli bir sinema yapma biçimi.    Çünkü “İklimler”, her gerçek sanat filmi gibi, film yapmış olmak için değil, bir gereklilik sonucu yapılmış gibi duruyor. Adeta yüreği saran ve sanki fışkırmak isteyen kimi duygulara tercüman almak için yapılmış...İsa ve Bahar, ilişkileri kopma noktasına gelmiş ve artık birbirlerine acı sözlerden başka söyleyecekleri kalmamış bu küçük burjuva çift, Nuri Bilge’yle eşi Ebru’nun bizzat kendileri mi? Olabilir, çünkü gerçek sanatçı ayni zamanda teşhircidir, yüreğini tümüyle açmaktan çekinmez. Ama aslında ne önemi var? Onlar Nuri Bilge’nin sineması sayesinde, evlilikleri, ilişkileri bitme noktasına gelmiş her çifti temsil ediyorlar sanki. Her kadınerkek beraberliğinin gelip saplanacağı, dönüşü olmayan noktaya…  Film, biçim olarak da sanatsal bir sinemayı temsil ediyor. Yine Angelopoulos, Taviani veya Tarkovsky’den miras kalmış uzun çekimler, kamera cambazlıklarını ortadan kaldırarak bize hayatın gerçek panoramalarını sunuyor. Kamera her an, her çekimde tam olması gerektiği yerde. Öyle ki, örneğin o İshak Paşa Sarayı çekiminde, seyirci sarayla kendisi arasında duran kameraya adeta kızıyor, ona “biraz kenara çekil!” deme ihtiyacını hissediyor. Çünkü Ceylan o harika görüntülerle turistik bir tanıtım filmi yapmı

yor elbette. En güzel şeyleri gösterdiği, eşsiz arkeolojik hazineleri dijital kamerasıyla enfes biçimde saptadığı zaman bile, asıl amacı kuşkusuz ki insan ruhu, kahramanlarının iç dünyası. Ancak yer yer kullandığı  klasik müzik de onun minimalist anlatımını bütünlüyor. Ama bir sorun var: senaryo. Ceylan görselliğe aşırı biçimde güveniyor, kamerasını “cihanın tek hakimi” sanıyor. Oysa konuşmalı bir film bu, kadınerkek hesaplaşması üzerine bir film. İnsan bekliyor ki o çiftin çok özel anları, çok özel esprileri olsun, paylaştıkları, başka çiftlerinkine hiç benzemeyen özel sözcükleri olsun. Bu yok. Tersine, her kadınerkeğin edebileceği en klasik sözler var. Bu durum, o zengin görselliğin içini biraz boşaltıyor, yaşanmışlığı biraz azaltıyor. Ve filmin muhteşem ambalajına sanki yakışmıyor. (Atilla Dorsay) 

& Nuri Bilge Ceylan'm sinemasını, şu ana kadar çekmiş olduğu filmler üzerinden, iki bölüme ayırmak mümkün olabilir: "Üç Maymun"dan öncesi ve sonrası... "Üç Maymun" ile beraber ağırlıklı olarak profesyonel oyuncularla çalışmaya başlamış ve önceki filmlerindeki 'ayrıntı'lara ve 'an'a yönelik takıntısını görece hikayeye kaydırmıştı Ceylan. "Üç Maymun" öncesindeyse daha kişisel, hatta yer yer otobiyografik filmlere imza atıyordu. Genellikle kendi ailesini veya akrabalarını kamera önüne geçirmesi de filmlerin otobiyografik bir boyutu olduğuna dair inancı kuvvetlendiriyordu. "İklimler"deyse Ceylan, başrolü gerçek hayattaki eşiyle birlikte üstlenmişti. Belki de bu yüzden "İklimler"in yönetmenin sinemasında belirli bir dönemi kapatıyor olması özellikle anlamlı.     Film bir çiftin, tsa ve Bahar'ın ilişkisini üç mevsim boyunca takip eder. Yaz tatillerinin sonunda ayrılır, sonbaharı ayrı geçirir ve kışm tekrar biraraya gelmeyi denerler. Ceylan, bu süreci detaylarla zenginleşen uzun sekanslarla anlatır. Müthiş bir ses tasarımına sahip olan filmde gündelik hayattan objeleri veya doğanın kendisini duymak, hissetmek mümkündür. Böylece îsa veBahar'ın belli belirsiz ilişkisine daha çok çekilir, kendi kişisel deneyimlerimizden parçaları orada bulmaya başlarız.  " İklimler"in belki en şaşırtıcı yönüyse, Ceylan'ın önceki filmlerinde görece geri planda kalan kimi mizahi unsurların burada öne çıkmasıdır. Özellikle mizansen üzerinden ilerleyen kimi espriler (örneğin Isa ve Bahar'ın yaptıkları kritik bir konuşmanın, içinde oturdukları aracın kapıları yabancı kişiler tarafından açıldıkça bölünmesi) en beklenmedik anlarda gelir ve seyirciyi şaşırtır. Ancak, yarattıkları şaşkınlığa rağmen, bu mizahi anlar filmin gerçekçiliğini pekiştiren bir diğer unsurdur.  Yönetmenin sinemasını başka bir açıdan iki bölüme ayıracak olursak, "İklimler" bu sefer bir dönemi kapatan değil, açan film oluyor. Nuri Bilge Ceylan, ilk kez bu filmde dijital formatta çalışmayı denemiş ve tercihi o dönemde epey tartışılmıştı. Oysa filmin geçtiği üç mevsimin dokusunu bu kadar başarıyla yakalaması dijital çekilmiş olmasıyla doğrudan ilişkiliydi. "Uzak"m tüm dünyada kazandığı inanılmaz başarı ertesinde "iklimler" en başta pek heyecan yaratmamıştı. Belki de kendisinin başrolde olduğu bir kadın/erkek ilişkileri filmini kimse beklemiyordu Ceylan'dan. Yine de Cannes'da FIPRESCI ödülü kazanan film, yavaş yavaş büyüyen bir ilgiyle karşılandı. Antalya'da En iyi Yönetmen, İstanbul'daysa En İyi Film ödüllerine layık görüldü. {Sinema “En iyi 100 film” (E.E.)


 

İKİ SÜPER FİLM  BİRDEN (2006) 

Yönetmen:  Murat Şeker,   Senaryo:  Murat Şeker, Erol Adilçe,   Görüntü Yönetmeni:  Emre Erkmen,  Müzik:  Serhat Ersöz,  Ortak Yapımcılar:  Orkun Tekin, Uğur Şeker ,  Uyarlama:  Erol Adilçe,    Yapım:  Sugarworkz, Murat Şeker,  Erol Adilçe, Ansı Elagöz    Sesleri Alan: Serter Alkaya, Boom Operatörü: Yekta Danabaş, Işık Şefi: Hatip Karabudak, Işık Asistanları: Ümit Durmuş, Murat Kaygusuz, Yapım Sorumlusu: Koray Şahin, Prodülksiyon Amiri: Aslı Özbilen, Prodüksiyon Asistanları: Çiğdem Oygur, Selami Genli, Onur Koçal, Reji Asistanı: Toygun Başıdinç, 2. Reji asistanı: Irmak Sueri, Devamlılık: Emel Bulut, Focus Puller: Türksoy Gölebeyi, 2. Kamera Asisitanı: Yalçın Savcı, 3. kamera Asistanı: Meryem Yavuz, Sanat Yönetmeni: Murat Çelebi, Sanat Asistanları: Arzu Koç, Zeren Bayer, Kostüm Sorumlusu: Nadide Argun, Kostüm Asistanı: Sinem Oygur, Set: Cosmin Sauka, Ses Tasarım: Umut Şenyol, Hanns Schumann, Negatif Renk Düzenleme: Erol Şahin, Kopya Baskı:Zekeriya Şahin, Osman Yıldız, Çağlar Özek, Laboratuar: Yahya Öztürk, M. Mustafa Oruç, Mustafa Şahin,  

Oyuncular: Tim Seyfi (Necati), Murat Akkoyunlu   (Selami), Uğur Polat (Abdullah),Beste Bereket  (Arzu), Cahit Berkay   (Newton) Yasemin Öztürk   (Seda), Nejat İşler (Refik Bey), Atilla Saral  (Osman Bey), Suzan Aksoy (Ulviye Teyze), Orhan Kocataş  (Ayı Orhan), Feridun Düzağaç (Feridun), Zerrin Sümer (Selami’nin Annesi), Hikmet Yiğit   (Hiko), Hakan Altun  

 Konu: Necati 33 yaşında sinema tutkunu bir adamdır. Annesini, doğduktan hemen sonra kaybetmiştir.Babası Mustafa ise Newton lakaplı egzantrik bir balıkçıdır. Necati'nin en büyük hayali video kamerayla çekmeye çalıştığı 'Yer çekimi Sıfır' isimli filmi tamamlayıp sinema perdesinde insanlara gösterebilmektir. Geçimini, şöhret olma hevesindeki genç şarkıcı  türkücülere klipler, kanına girdiği mahalle esnafına saçma sapan reklamlar çekerek, çok zorda kaldığı zamanlarda da düğün kameramanlığı yaparak sağlamak

tadır.  Söz konusu sinema olunca tam bir Don Kişot olan Necati 'Avrupa'yı sarsacak deneysel bir film' olarak tanıttığı filmine karısı Arzu ve yardımcısı Selami dışında hiç bir yapımcıdan maddi destek sağlayamaz. Çünkü filmini herhangi bir senaryoya bağlı kalmadan ve profesyonel oyuncular kullanmadan çekmektedir. Projesini hayata geçirirken meydana gelen beklenmedik gelişmeler, Necati’yi bir mafya hesaplaşmasının ortasına düşürdüğü gibi yaşamındaki tüm insanları etkileyecek sonuçlar doğuracaktır. 

& Film yapamamanın öyküsü: Usta müzisyen Cahit Berkay'ın yaşlı bilge rolündeki görüntüsüyle açılıp kapanan bu filmbir tür sinema yapma hevesine, giderek tutkusuna adanmış gibi duruyor. Ama bence öylesine cılız bir mizahı var ki, bu tür filmlerin üst üste yapılacağını ve bizlerin bunları görmek zorunda kalacağımızı düşünmek bir kabus gibi duruyor! Necati Tüfek'le kafadarı Selami, illa da bir 'uzun metraj film' çekmek niyetindedirler (kısa metrajla başlasalar daha iyi olmaz mı?). "Dünyanın her yerinde geçerli olan yasa: yerçekim yasası" deyip duran ve arada "gerçeğin sonsuza dek sıfırlandığı tek an vardır: ölüm anı" cinsinden vecizeler yumurtlayan Necati, dini bütün bir annenin sevgili oğlu arkadaşı Selami'yle birlikte türlü çeşitli serüvenler yaşar. Günümüzden birkaç (kötü) filmin afişinin, rap müziğin, mor bir valkswagen'in ve başka türlü çeşitli zevksizliklerin eşlik ettiği bu macera, Galata köprüsü üzerinde bir adamın canlı canlı yanma sahnesi, bir Mafya çetesi liderinin tehditleri, sözüm ona komik seks filmi çekme çabaları gibi sahnelerle sürer gider. Bu alabildiğine naif komediye yer yer de de olsa gülmek, hiç kolay gözükmüyor. Ancak çekenlerin çocuksuluğu düzeyine inebilenler ya da "uçuk komedi olsun da ne olursa olsun" diyenler için, belki... (Atilla Dorsay, Sabah G. 30.9.2006)


FİLMİ İZLE 



 

HOKKABAZ  (2006)  

Yönetmen:  Cem Yılmaz,  Ali Taner  Baltacı,   Senaryo:  Cem Yılmaz,   Görüntü Yönetmeni:  Uğur İçbak,   Müzik:  Ozan  Çolako Yapım:  Kenda Film/Necati Akpınar Sanat Yönetmeni: Yaşar Kutoğlu, Ses: Levent İntepe, Kostüm Tasarım: Gülümser Gürtunca, Kurgu: Engin Öztürk, Genel Koordinatör: Seyhan Kaya, Saç Makyaj: Suzan Kardeş, Uyarlama: Engin Öztürk, 

  Oyuncular: Cem Yılmaz (İskender Tünaydın), Mazhar Alanson (Sait Tünaydın), Özlem Tekin  (Fatma Nur Gaye Türksönmez), Tuna Orhan (Maradona, Tuncer Salman (Aslan), Kemal İnci (Cemal Aga), Gürgen Öz, (Erkut), Caner Aklaya (Samidin), Sennur Kaya (İskender 8 Yaş), Bahtiyar Engin, Bahtiyar Engin (Gazenfer Denizgünü), Ayça Abana (Nuran Denizgünü), Selim Erdoğan (Emlakçı),  Ünal Silver, İlker Sönmez   (Maradona 11 Yaş)  

 Konu: Konusu şöyle Hokkabaz’ın: “İskender hokkabazdır. Yani aslında sihirbazdır. Ama onun ve çocukluk arkadaşı Maradona’nın dışında herkes onun hokkabaz olduğunu düşünmektedir. İstanbul’dan hızla kaçmak zorunda kalan ikili, turne programına Sait’i de dahil ederek büyük risk alırlar. Baba Sait, İskender’i takdir etmeyi uzun yıllar evvel bırakmıştır. Turne üçlünün kaynaşmasına sebep olurken, aynı zamanda görkemli bir dağılmaya sebep olur. İskender, Maradona ve Sait, yol arkadaşları Fatma ile bir dağılıp bir toparlanırlar. Acı ama gerçek, hayatları devam ederken izleyenler bir gülüp bir ağlamaktadır.”

Cem Yılmaz, senaryosunu yazdığı ve başrolünde oynadığı Gora'dan sonra, yönetmenliğe iyiden iyiye ısınma turları atmaya başlamış görünüyor. Cem Yılmaz, ilk yönetmenlik denemesi Hokkabaz'ın, en azından güçlü medya desteğiyle keyfini çıkaramadan, deneyimli gazeteci ve televizyoncu Savaş Ay'ın filmine ve kendisine yönelik suçlamalarına maruz kaldı. Savaş Ay, senaryonun kendisine ait olduğunu ve bu durumdan yakın çevresinin ve pek çok kişinin haberi olduğunu söyleyerek Cem Yılmaz hakkında dava açacağını söyledi, Şeker Bayramı'na denk gelen bu suçlamalar karşısında Cem Yılmaz, Savaş Ay için "herhalde bayram şakası yapıyor" derken bir daha kendisiyle bir işinin olamayacağını söyledi ve hırsızlıkla suçlandığı iddialarına ise manevi tazminat davası açmayı düşündüğünü ekledi.

Şüphesiz her film için büyük emek harcanır, özveride bulunulur. Sanat alanlarında esinlenme sık gündeme gelebilir, esinlenmenin sınırlarını doğru çizmek koşuluyla. Bir sanat yapıtının yaratıcı bir ürün olması ve sanatçısının kendini özgün bir biçimle ifade etmesine olanak sağlaması öncelikli özelliği olmalıdır. Cem Yılmaz'ın yönetmenliğini yapmak dışında her şeyi olduğu Gora ve ilk yönettiği filmi Hokkabaz da temiz çalışmalar. Ama sanat alanına giren ve sanat olma iddiasıyla yapılan bir çalışmanın salt temiz iş olması yeterli mi? Bu sorunun yanıtı, ilgili çalışmanın hangi kategori içinde değerlendirildiğiyle de ilgili. Konu sinema olduğunda, "ana akım sinema" dediğimiz sinema, ticari sinema olarak da bilinir, sinema sanatı açısından öncelikli olarak öne çıkar. Bir sinema yapıtının üretilmesi son derece zorlu süreçlere bağlıdır. Sinema öncelikle endüstriyel bir sanat dalıdır ve teknolojiye bağımlıdır. Ayrıca ekip çalışmasıyla gerçekleştirilmek zorunda olduğu için yaratıcısı açısından da üretim süreci kolay değildir. Diğer yandan salt sanat sineması örnekleriyle de sinema sanatının yaşaması olanaklı değildir. "Gora", bariz bir ticari sinema yapıtı olarak öne çıkarken, "Hokkabaz" sinemayı ilgilendiren kulvarlarda gezinme iddiasında görünüyor. Cem Yılmaz, ülkemizin bütün zamanlarının en komik ve yetenekli sanatçılarının başında geliyor. O, öncelikle bir standup sanatçısı. Ama aynı zamanda başarılı bir oyuncu da. Cem Yılmaz da, Yılmaz Erdoğan gibi salt oyunculukla yetinen biri değil. Yılmaz, Hokkabaz filmiyle bir auteur sineması örneği gerçekleştiriyor. Senaryo ona ait, yönetmen kendisi ve başrolde de o oynuyor. Gerçi yönetmenliği Ali Taner Baltacı ile paylaşmış olsa da, bu durum onun bu filme yönetmen olarak da katkıda bulunma çabasını önemsizleştirmiyor.  

 Hokkabaz, öncelikle Cem Yılmaz'ın toplumsal bilinçaltında yarattığı tiplemenin beklentisiyle filme giden seyirci açısından tatmin edici gelmeyebilir. Çünkü film baştan aşağıya Cem Yılmaz esprileriyle süslenerek devam eden bir yapım değil. Böylesi bir beklentiye göre yapılmamış olması da Hokkabaz'ın önemini arttırıyor. Film, dört kişinin ekseninde gelişiyor. Şanssız illüzyonist İskender Tünaydın, yardımcısı Maradona ile birlikte bir çıkış aramaktadır. Çalıştığı kulüpten kovulur. Maradona ile birlikte tek çıkış yolu olarak turneye çıkmaktan başka şansları olmadığını düşünmektedirler. Bu arada en büyük hayalleri, ikisinin de ileri derecede bozuk olan gözlerini, turneden elde edecekleri para aracılığıyla tedavi ettirmektir. Turneye çıkmak içineniştesinden karavanını ödünç almak isteyen İskender'e eniştesi, karavanda yaşamaya başlayan babası Sait Tünaydın'ı götürmesi koşuluyla karavanını vermeyi kabul eder. Bu ilginç üçlünün yolu, eski bir asker olan Sait Tünaydın'ın, Çanakkale Şehitleri Abidesi'nin bulunduğu bölgede gömülmek isteğinden dolayı Trakya'ya düşer. Sait Tünaydın, yolculuk öncesi mezar taşını bile hazırlatmış ve yanına almıştır. Araba arıza yapınca bir köyde durmak zorunda kalırlar. Bu arada babasının üstelemeleriyle, kasabanın eşrafından Cemal Ağa'nın düğününde sahneye çıkmak için anlaşırlar. Fakat diğer yandan gelin adayı Fatma Nur Gaye Türksönmez'in, evlenmeye niyeti yoktur ve İskender'in insan kaybetme gösterisi sırasında gerçekten de kaybolur. Şirinlik yaparak ve becerisini sergileyerek para kazanmaya çalışan İskender için, artık bir kabus başlamıştır. İskender, babası ve Maradona, bin bir zorlukla ayrıldıkları kasabadan istemediği bir adamla evlendirilmek istenen Fatma'yı da yoldan aralarına alarak yolculuklarına devam ederler. Fakat bu yolculuk Fatma'dan hoşlanan ve ona yardımcı olmak için çabalayan İskender' in, Fatma tarafından dolandırılmasıyla sonuçlanır.  Hokkabaz, Cem Yılmaz'ın yarattığı aura bağlamında ondan beklentisi olanlar için kısmen hayal kırıklığı yaratabilecek bir film. Cem Yılmaz, seyircinin ondan beklediği zincirleme esprilerini patlatarak filmi sürüklemiyor. Yılmaz, Türk sinemasının (Yeşilçam sineması) çok sevdiği "gariban ama dürüst" tiplemesinin yeni bir versiyonunu, bir Sihirbazın ya da Hokkabazın postundan yeniden yaratmaya çalışıyor. Melodramatik denilebilecek sahnelere de yer verirken, esprili bir anlatım tutturarak seyirciyi yakalıyor. Ama seyircinin filmi izlerken beklentisi doğrultusunda tebessüm ettiği ve bir yandan  damuhtemele kendisine bu nasıl Cem Yılmaz filmi diye sorduğu düşünülebilir. Cem Yılmaz, açıktan ilk yönetmenlik denemesinde, kendi bildiği ve ifade etmek istediği bir dünyayı, öyküyü anlatmaya soyunuyor. Belli alanlarda başarıyı yakalamış insanların sinema yapma tutkusuyla yönetmenliğe soyunması sık rastlanan bir şey. Ama bir karekteri veya tipi yansıtmaya çalışmakla, bütün bir sanat yapıtı yaratmak arasında farklar var şüphesiz. Hokkabaz her ikisi açısından ele alındığında karakter yaratma, diğer bir deyişle oyunculuk başarısının daha öne çıktığı bir film. Sinematografik anlatım ve anlatılan öykünün katmanlarının ele alınışı açılarından düşünüldüğünde ise aynı başarıyı yakalayabildiğini söyleyebilmek zor.      Hokkabaz'ın film müzikleri, oluşturulmak istenilen dünyaya başarıyla karşılık oluştururken,  özellikle fon müziğinin kullanımı açısından Türk sinemasında nadiren rastlanılan bir seviye yakalıyor. Uğur İçbak'ın risksiz ve başarılı görüntü yönetimi çalışması filmin artılarından. Cem Yılmaz'ı salt bir şovmen ya da oyuncu olarak sevmenin ötesinde, yönetmenlik açısından merak edenler için de ilgi çekici bir çalışma Hakkabaz. (Bülent Vardar) “Sinematürk Aylık Sinema Dergisi Şubat 2007, sayı 4”)     Filmin, sepya görüntülerle başlayan jeneriği daha ilk saniyelerde "sihrini" gösterdi. Bir baktım ki koltuğumda değilim. Cem Yılmaz ilk mucizesini göstermiş, beni sinemada kaybedip,  çocukluğuma; babamın bizlere "Zati Sungur" numaraları yaptığı Ankara'daki, evimize göndermiş. Babamın yaptığı "hokkabaz oyunundaki" topu bulup da, sinemaya döndüğümde jenerik de benim bıraktığım yerden hareketlendi. Bu da ayrı bir sihir olsa gerek ... Çocukluğumun en müstesna köşesini, filmde de bir zaman kaybı yaşamadan ziyaret etmiştim. Filmi, gala gecesi 9 numaralı salonda izliyorum. Jeneriğin, biraz bulanık olan görüntülerinin, projeksiyon hatası olup olmadığını düşünürken, yanımdaki arkadaşım, "şimdi çocukluğunu anlatıyor, geçmiş biraz flu olur tabi" diyerek durumu kendince çözünce sustum. Jenerik bitip de görüntüdeki , fluluk devam edince, bu kez filmle "empati"yi kurma başarısını ben gösterdim. Yönetmen "izleyicinin" İskender ile Maradona'nın ileri derecede bozuk gözleri ile bir yakınlık kurmasını sağlamak için filmin görüntülerine bilinçli bir fluluk/hoşluk katmıştı. Neyse ki uzun sürmedi... Çünkü bu hoşluğu sadece 9 numaralı salondaki izleyicilere Projeksiyonist yapmıştı. Hokkabaz'ı, baştan sona net olarak vizyonda ikinci kez seyrettim ... Hokkabaz' ın, "sihirbaz"  Cem Yılmaz bu kez sadece senaryo yazarı ve oyuncu olarak değil, yarattığı temadaki naif müzisyenliği ve yönetmenlikteki payı ile "bir kez daha" izlenmeyi hak ediyor... Ama, M.Ö. 3000'li yıllarda yaşayan Mısırlı büyücülerin, toplumdaki yerlerini korumak için "yanılsama ve yanıltma" tekniklerini kullanarak halka yaptıkları "hokkabazlıklar" türünden davranış biçimlerini hak etmiyor. Filmi beğenelim ya da beğenmeyelim, Antik Yunan ve Roma'nın gezgin sihirbazlarının, "büyücü" sanılarak, "yaratıcılıklarının" cezalandırılması gibi, "yaratıcılığını" pelikül üzerine de kazıyan "yeni bir yönetmenin" sihrinin cezalandırılmasını gerçekten hak etmiyor.Ayrıca hepimiz biliriz ki sinemada asıl önemli olan yönetmenin "hikayeyi nasıl anlattığı" üzerine kilitlenir. Çünkü "Sihirbazlık" teması üzerine daha pek çok sinemacının çekmecesinde çekmek istediği bir hikaye, yazmak istediği bir fikir, ya da tamamlanmış bir senaryo olabilir. Sinemanın Hokkabaz'larının elindeki bu "cevherler" eğer iyi bir film olursa, onu yapanlar da müthiş sihirbazlıklarını kanıtlamış olurlar diye düşünüyorum. Yoksa çekildi ği zamanlardadillendirilmeyip, vizyona girip, izleyicilerin sevgisi ile buluştuğunda, "şapkadan çıkan tavşanlar"ın, gerçek sihirbazların saçtığı ışıkta, araba farlarının önünde donup kalan orman tavşanları kadar "yalnız ve ürkek" kalacaklarını görmek de içimizi acıtmıyor değil. Çünkü onları da geçmişte başarılı oldukları kendi uzmanlık alanlarında alkışladık, gerektiğinde de yine alkışlarız ... Yeter ki sinemanın "hokkabazları", sinemanın "sihirbazlarının" başarısını gölgelemesin.  Filmde de sık sık bu iki "kelime" arasındaki ince çizgi için yapılmış çabaya duyduğum saygıyla, galaya filmi izlemeye gelen ünlü sihirbaz Mandrake'nin, bu ayrım için söylediklerini alıntılayıp, ona da uzaktan bir "sihir" yapıp kulaklarını çınlatmayı denemek istiyorum:

"Hokkabazlar biraz yardakçıdır; Yaptıkları ile insanları "şaşırtmayı" değil güldürmeyi hedeflerler. Bizim dilimize de "Hokkabazlık yapma" sözü bu yüzden yerleşmiştir. Oysa sihirbazlar için "sihir yapmak" ciddi iştir." Kahkaha ve dramı içiçe işleyebilmek belki de görsel dünyanın ve yazın edebiyatının en zorlu türlerinden biri ... Ve yine belki de bu yüzden, yaptığı filmlerle benim için "sinemanın sihirbazı" mertebesine ulaşmış olan Almodovar da, "hayatın bütün dramanın aslında "komedi"; bütün komedilerinin de gerçek bir "dram" olduğunu söylüyor. Sinemanın en büyük illüzyon olduğunu düşünen biri olarak, "Hokkabaz" filminde, Sheakspare'in dediği gibi "dünyayı bir kahkaha"nın ucuna asmayı becerebilen sinemanın ender "sihirbazları ndan biri olduğunu keşfediyorsunuz Cem Yılmaz'ı ve yol arkadaşı Ali Taner Baltacı'yı... Hokkabaz'ın sihirbaz ekibine ve BKM'ye eline sağlık diyoruz. (Sevinç Baloğlu) “Sinematürk Aylık Sinema Dergisi 2006, sayı 2”

& Palyaçoların yüreği duygu yüklüdür. Komedi sanatı aslında dramın öteki yüzüdür. Ve Charlie Chaplin’in en güzel filmi, bir dram olan “Sahne Işıkları”dır. 

   “Türkiye’nin en komik adamı” (bazıları buna “en zeki adamı” da diyor) Cem Yılmaz’ın ilk yönetmenlik denemesinin aslında dramatik bir film olmasına şaşılır mı? Yılmaz bir yerde “4 milyon değil, aklı başında 4 bin seyirci istiyorum” demiş. Haksızlık etmiş: filmin, hem de aklı başında çok daha fazla seyircisi olacak. Ama 4 milyonu da bulamayacak.  Çünkü film beklenen film değil: her dakika kahkaha bekleyenler, klasik Cem Yılmaz skeçlerinin ucuca eklendiği dev bir “standup” umanlar, avuçlarını yalayacak. Marifetli hokkabaz (ya da sihirbaz) İskender’in yol arkadaşı Maradona Orhan, Kore gazisi, hafif üşütük babası Sait ve kaderin karşılarına çıkardığı fettan üçkağıtçı Fatma ile yaşadıkları, nerdeyse kahkahadan çok gözyaşı içeriyor.   Ve Cem Yılmaz, hemen tüm komedyenlerin fırsat bulur bulmaz yaptığı gibi, karşımıza duygusal bir öykü getiriyor. Anadolu’dan Çanakkale’ye uzanan bir yolculukta, İskender ilk kez sihirli sandığa soktuğu kadını kaybediyor ve belki ilk kez aşık oluyor, Sait baba ölüm saplantısından vazgeçip yanında taşıdığı mezar taşını Çanakkale şehitliğine bırakıyor, şaşkın Maradona arkadaş katili olmaktan kıl payı kurtuluyor.     Yılmaz, yumuşacık bir anlatımla, müziğin tül gibi sardığı (hatta biraz fazla sardığı!) bir dille, bizlere eski Yeşilçam’dan da izler taşıyan bir gönül hikayesi anlatıyor. Komiklikten vazgeçip, komple bir karakter yaratmaya sıvanıyor. Aslında birkaç karakter: filmin hemen tüm kişileri oya gibi işlenip sunulmuş. Bu açıdan, özellikle dört baş oyuncu birlikte çalan bir kuartet gibi uyumlu bir takım oyunculuğu sunuyorlar. Ve film, “Türkiye’nin en komik adamının ayni zamanda iyi bir yönetmen olmaya da aday olduğunu  gösteriyor. Hoş geldin, yönetmen Cem... (Atilla Dorsay)