KARDAN ADAMLAR (2006)
Yönetmen: M. Aytan Gönülşen, Senaryo: Osman Dikiciler, Onur Güven, M. Aytan Gönülşen, Müzik: Sinan Zarakolu, Onur Güven Görüntü Yönetmeni: Levent Vural, Yapım: Şenol Gülbudak, M. Aytan Gönülşen, Levent
Vural Sanat Yönetmeni: Melih
Boragan, Işık Şefi: Şenol Gülbudak, Efekt: Hasan Baran,
Oyuncular: Hazım Körmükçü,
Ogün Altıparmak
Konu: İş ortağı olan Levent (Hazım
Körmükçü) ve Can (Ogün Kaptanoğlu), kaybetmek üzere oldukları önemli bir
müşterilerini tekrar kendileriyle çalışmaya ikna etmek amacıyla, soğuk bir kış
günü, şehirlerarası bir yolculuğa çıkarlar. Yolculuğu küçük bir hafta sonu
kaçamağına dönüştürmek isteyen Can, Levent’in uyuyakalmasını fırsat bilerek
otoyoldan sapar ve dağ yoluna girer. Beyazın hakim olduğu muhteşem bir manzara
eşliğinde dağ yollarında ilerleyen cip, bir süre sonra Can’ın eğlence
tutkusuyla kara saplanır. Ortağının sorumsuzca davranışlar sergilediğini
düşünen Levent, ona sinirlenip bulundukları yerden uzaklaşınca birbirilerini
kaybederler. Tekrar bir araya geldiklerinde, aniden bastıran tipi nedeniyle bu
kez yönlerini kaybettiklerinden, ev sahipliğini yemyeşil ağaçlarla bezenmiş
karlı dağların yaptığı, hiç bilmedikleri bir dünyada bulurlar kendilerini.
Levent ve Can, bir yandan şiddetini gittikçe artıran doğanın karşısında hayatta
kalmaya çalışırken, diğer yandan da birbirilerini ve yaşamla ilişkilerini sorgulamaya
başlarlar. Bu mücadele onlara, zamanın hüküm sürmediği bir dünyada kendileriyle
yüzleşmenin kapılarını da aralayacaktır.
&
Bir bardak suda veya bir karış karda ölüm!..
Macera tutkusu nedeniyle karlı bir doğanın içinde kaybolan iki
arkadaşınöyküsünü anlatan kar Adamları, inandırıcı olmaktan uzak olsa da
oyunculuklar başarılı.... Levent ve Can, rüzgâr, kar, tipi, soğuk ve ıssızlığa
karşı. Bir diğer deyişle, iki kafadar doğaya karşı!.. Bir müşterilerini bulmak
için Anadolu'ya açılan iki genç ve ortak işadamı, Can'ın macara tutkusu
nedeniyle yollarını kaybeder ve karlı bir doğanın içinde şaşkına dönerler.
Herhalde daha önce hiç kar görmemişlerdir ve ülkemizde kilometreler boyu hiç
eve ve insana rastlanmayan böyle 'bakir' yerler hâlâ vardır!.. İnsanoğlunun
doğaya karşı verdiği savaşım üzerine tüm bir edebiyat ve gençlik anlatısı inşa
etmiş Batı kültürüne karşı, gizemi, korkuyu ve yenilgiyi yeğleyen bir Doğu
bakışı.. Uludağ, Abant veya Palandöken iklimindeki bu ölüm kalım mücadelesi hiç
de inandırmıyor. Evet, her şey simgesel düzeyde elbette. Tüm bu sözüm ona
macera, iki kahramanın birbirleriyle ve kendileriyle baş başa kalmak ve birçok
şey üzerinde kafa yormak için yönetmen tarafından içine düşürüldükleri bir
sembolik tuzak. Ama inandırmıyor, doyurmuyor. 'İki gün mahsur kalınca' ölüme
yaklaşma düşüncesi, hele o yaşlarda hangi felsefeyi yansıtıyor? 'Bir bardak
suda fırtına' ya da 'bir karış karda ölüm' temasını mı? Genelde eliyüzü düzgün
bir yönetmenlik çabası ve iki başarılı oyunculuk gösterisi, bu temel sorunu ne
yazı ki unutturmaya yetmiyor. (Atilla Dorsay, Sabah Gazetesi 15.10.2006)
&
Türk sinemasının 'mahsur kalma' hikayelerini pek beceremediğini biliriz.
Yeşilçam'da karakterlerin iradeleri dışında gerçekleşen 'mekana kısılıp kalma'
durumu genellikle sadomazoşist bir ruh haliyle geçiştirilirdi. Bu alanda
unutulmaz iki örnek Metin Erksan'ın Kuyusu ve Şerif Gören'in Deprem'inde bile
toplumsal kuralların dışına çıktığında 'yola girsin' diye boyunduruk altına
vurulan karakterler, top yekün bir hesaplaşma sürecine giremezlerdi. Zira o
zamanlar Türk filmlerinde 'hayatta kalabilmek' fiziki bir eylemden ibaretti.
Derken 90'larla beraber sinemamızda geç kalmış bir muhasebe sürecine girildi.
Artık hayatından duyduğu şikayeti yerli yersiz ifade eden, kentli ahlak anlayışının
yozlaştırdığı, sadece günah çıkarma derdinde olan yeni bir insan vardı. Ama bu
insanın derdini anlamak imkansızdı. Nitekim, Sezen Aksu ve Ferhan Şensoy'un
fırsat bulsalar kariyerlerinden tamamen silecekleri Yavuz Özkan filmi Büyük
Yalnızlk'ta, boşanma arifesinde yağmura yakalanmış ve bu yüzden de bir evde
sıkışıp kalmış karı kocanın hesaplaşmasından tek satır bir şey anlayamadık.
Mustafa Altıoklar'ın Asansöründe ise iş medya muhasebesinden başlayıp cinsel
paradokslara nasıl döndü çözemedik. Aytan Gönülşen'In benzer virajlarda kayan
ilk uzun metrajı Kardan Adamlar için de aynı değerlendirme yapılabilir. Film,
nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan 'kişiisel hesaplaşmalar' arasında
boğulup gidiyor. Oysa ki yönetmenin geçtiğimiz kış çok kısa sürede yazdığı
senaryosu hiç de karmaşık değil. işleri pek de iyi gitmeyen Levent (Körmükçü)
ve Can (Kaptanoğlu), kaybetmek üzere oldukları bir müşterilerini ikna etmek
için şehirler arası bir yolculuğa çıkıyorlar. Daha yolun başında birbirilerine
sataşmalarından aralarındaki meselenin zıt karakterlere sahip olmaktan ibaret
olmadığını, aynı zamanda bacanak da olan bu iki adamın birbirlerinin hayatları
üzerinde söz sahibi olduklarını anlıyoruz. ilk önce birinin eşi diğerinin
ablası, ikisinin de hayatında olan bir kadın hakkında tartışıyorlar. Sonra da
her boş buldukları anda birbirlerinin yaşam şekillerini tasvip etmediklerini
dile getiriyorlar. Can'ın 'zıpırlığı' sonucunda arabaları kara saplanınca ne
yapacaklarını bilemeyen veo kafa karışıklığında yollarını da kaybeden ikili, bu
noktadan sonra yaşamları hakkında bitmek bilmeyen bir şikayet sürecine
giriyorlar. Ancak bu serzeniş hallerinde ikisinin de meselin özüne indikleri
söylenemez. Bazen birbirlerine haksızlık ettiklerini itiraf edip kendi
benlikleriyle hesaplaşmaya çabalıyorlar ama o halleri de teatral replikler
söylemekten ibaret. Donma tehlikesiyle karşı karşıya kaldıkları anda
vasiyetlerini beyan etmek üzere ceplerinde 'kalıvermiş' video kameraya
sarılıyorlar. O kadar yavan bir sahneden sonra da artık, senkronizasyon yoksunu
etnik soundlara ve 'araf'ımsı dünyada çekilen monologlara gösterdiğiniz sabır
tükeniveriyor. Artık yönetmen, ister filme tempo katmak amacıyla kurgu
numaraları göstersin, İsterse tüm filmin özetini akıtsın nafile. Zaten
"Kaybetmek bazen kendini bulmaktır" sloganlı filmdeki monologlu
sahnelerin neye hizmet ettiği de açık değil. Yönetmen bu hesaplaşma halini
mistik müzikler, süzme ışıklar, bonzailerle destekleyerek 'iki dünya arasında
bir yere' yormuş gibi görünüyor. Zira karakterler kendilerini buldukları bu
mekanda ilk önce kendilerinden vazgeçmiş olarak geliyorlar. Nihayetinde bu
sahneler filmdeki o klostrofobik havayı daha da sıkıntılı bir ruh haline
çevirmekten başka bir işe yaramıyor. Yoksa yönetmenin sağlamaya çalıştığı gibi
bir içe dönüş ve idrak bizde de oluşmuş değil.
Tüm bunlardan sonra karlı dağlardan
kurtarılış sahnelerinin ayrıntılı gösterilmemesi doğru bir tercih olmuş. Filmin
bu tip zaaflarının yanında, mektepli oyuncu Hazım Körmükçü ve alaylı taze kan
Ogün Kaptanoğlu'nun soğuğa rağmen performanslarını sabit tutmaya gayret
göstermeleri ve atıştıkları zamanlarda oldukça inandırıcı bir oyunculuk
sergilemeleri takdir edilmeli. Yönetmenin bu iki karekter arasındaki zıtlığı
iyi vurguladığı da söylenebilir. Sonuç
olarak, ilk uzun metraj denemesinde 'kendini bulmaya çalışan' şehir insanının
sorunlarına eğilen Aytan Gönülşen, kısa sürede kotardığı filmiyle manasız bir
arayışa girdiği gibi, Türk sinemasına da bir katkı sağlamıyor. (Film+ 2006/10)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder