Powered By Blogger

19 Aralık 2022 Pazartesi

 

ANLAT İSTANBUL (2004)

Yönetmen: Ümit Ünal, Kudret Sabancı, Selim Demirdelen, Yücel Yolcu, Ömür Atay, Senaryo: Ümit Ünal, Görüntü Yönetmeni: Mehmet Aksın, Müzik: Gökhan Kırdar Yapım: TMC Film/Erol Avcı Yönetmen Yardımcısı: Kenan Erbaş, Iraz Uzun Sanders, Ses: Levent İntepe, Sanat Yönetmeni: Veli Kahraman, Yapım Koordinatörü: Sevil Demirci, Yapım Asistanı: Burcu Ongan, Fatih Tekşal, Set Fotoğrafı: Murat Akay, Magnum Operatörü: Hamza Şahin, Işık Şefi: Kenan Kolla, Işık Asistanları: Halil Demir, Fatih Özçelik, Sanat Asistanı: Erkan Özdem, Ses Tasarım: Hasan Şakacı, Ses Kayıt: Levent İntepe,

Oyuncular: Yalçın Dümer (Selman), Ceren Öztürk (Merve), Kenan Bal (Abdi Bey), Kaan Girgin (Musa), Mahmut Hekimoğlu (Cemal Bey), Fatih Hürkan (Ayhan), Gafur Uzuner (Dilsiz Osman), Rahmi Dilligil Emin Efendi), H. Cansu Şahin (Zeynep), Aysun Güven (İclal), Kazım Eryüksel, Ünsal Emre, Esrin Özgüler, Turan Turgut, Talha Er, Gökçe Bozbağ, Oktay Korunan,

 Konu: İstanbul dünyanın en güzel şehirlerinden biridir… İstanbul masallar şehridir...Burada en sıradan hayatların bile içinde masal pırıltıları yanar söner…Biz bu filmde bir gece içinde İstanbul’da geçen beş masal anlatılmaktadır.…

Zenginler, yoksullar, güzeller, çirkinler, suçlular, masumlar, marjinaller, güç sahipleri, her yaştan her cinsten İstanbullu... ya da yolu buradan geçen yabancılar... Beyoğlu’ndan Aksaray’a, Boğaziçi’nden yer altına, tüm İstanbul’u kucaklayan bir panoramada masal kahramanlarına dönüşürler...

Bu masallar hep birbirine bağlıdır. Hayat hikayeleri kesişir, birbirini etkiler. Mesela bir cinayet sadece katille maktulun değil, pek çok insanın hayatını sonsuza kadar değiştirebilir. Herkesin en küçük bir eylemi, farkına varmadan çok büyük sonuçlara yol açabilir. Bir masalın baş kahramanı bir diğerinin figüranı olabilir.

İki kıtayı birleştiren bu şehirde, batının en doğusunda, doğunun en batısında yer alan bu büyük şehirde, batının en ünlü masalları bir kez daha hayat bulur. Bize Batı diye Doğu diye bir ayrım olmadığını, insanın gerçek masalının dünyanın her yerinde aynı olduğunu anlatır.

İstanbul dünyanın en güzel şehirlerinden biridir… Kyn: TMC Film Müzik Üretim ve Pazarlama A.Ş (www.tmc.com.tr)}

&Alejandro Gonzalez Inarritu 2000'in hemen başında "Amores perros/

Paramparça Aşklar Köpekler" ile adeta bir efsane yarattıktan sonra kesişen hayatlar teması popüler bir anlatım şekline dönüştü sinemada. "Anlat istanbul", yaratıcı müdahalelerle bu temayı sinemamızda başarıyla uygulayan ender yapımların başında geliyor. Filmin yaratıcısı, uzun süre senaristlik yaptıktan sonra "9" ile yönetmenliğe adım atan Ümit Ünal... İkinci sinema projesinde hayli cesur bir girişimde bulunan Ünal, beş bölümden oluşan "Anlat lstanbul"da yönetmenliği 4 farklı isimle paylaştı. Film, hepsi de tek bir gecede İstanbul'da geçen ve klasik masallardan esinlenerek yazılan 5 hikayeden oluşmakta: Fareli Köyün Kavalcısı (Ümit Ünal), Pamuk Prenses (Kudret Sabancı), Külkedisi (Selim Demirdelen), Uyuyan Güzel (Yücel Yolcu) ve Kırmızı Başlıklı Kız (Ömür Atay).

Borges'in "Kader tekrarlara, çeşitlemelere, simetriye düşkündür" sözüyle başlayan filmde Ümit Ünal, dünyaca ünlü masal kahramanlarına yerel kimlik verir, hatta işi bir adım daha öteye götürür; onları kahraman değil kaybeden olarak resmeder. Fareli Köyün Kavalcısı, Çingene klarnetçiye; Külkedisi, fahişelik yapan bir dönmeye; Kırmızı Şapkalı Kız ise uyuşturucu kuryesine dönüşmüştür. Askerden terhis olmuş ve Türkçe'yi askerde öğrenmiş Kürt genci, tesadüfen Uyuyan Güzel ile tanışırken, öldürülmekten son anda kurtulan günahsız bir güzel de 8. Cüce'nin yardımıyla kaçar. Tabii ki masallar şehri İstanbul da bu hüzünlü öykülere tüm güzelliğiyle şahitlik eder. 5 ayrı bölümden oluşmasına ve 5 yönetmenin imzasını taşımasına rağmen "Anlat İstanbul", genel bir bütünlük içerir; yönetmenler kendi atmosferlerini kurmaktan ziyade Ünal'ın vizyonunu hayata geçirmeye gayret etmiş gibidir. Dolayısıyla birinin uçuk kaçık (Uyuyan Güzel), diğerinin ise hayli gerçekçi (Külkedisi) hikayesi aynı düzlemde buluşmayı başarır ve birbirine tezat görünmez.

Kolay kolay biraraya gelmeyecek, zengin bir oyuncu kadrosuna sahip olan; Adana ve İstanbul Film Festivali'nde En İyi Film seçilen "Anlat İstanbul" hâlâ sinemamızdaki özel yerini koruyor. Zira onun izinden giden cesur ve yaratıcı yapımlar gelmedi arkasından. Hatta Ümit Ünal ve Selim Demirdelen dışında diğer üç yönetmen bir daha bir sinema projesinde yer almadı. "Anlat lstanbul"un o hüzünlü masallarının gerçek hayattaki tezahürü de bu olsa gerek... (M.I.)Sinema En İyi 100 Film

Anlat İstanbul Ümit Oğuz’un yazmış olduğu 5 öykülü senaryodan 5 ayrı yönetmen tarafından sinemaya aktarılan bir film. Bu filmler ve yönetmenler sırasıyla şöyle:


1. Fareli Köyün Kavalcısı

2. Pamuk Prenses

3. Külkedisi

4. Uyuyan Güzel

5. Kırmızı Başlıklı Kız

 

1) Fareli Köyün Kavalcısı “Altan Erkekli”

Altan Erkekli (Hilmi), Özgü Namal (Şenay), Mehmet Günsur (Rıfkı), Erkan Can (Darbukacı)

Klarnetçi Hilmi kayıpları için İstanbul’u suçlar

Film, Fareli Köyün Kavalcısı’na gönderme yapan hikayeyle başlıyor. Altan Erkekli’nin canlandırdığı karakterin adı Klarnetçi Hilmi. TRT radyosunda çalışıyor, ekstralara gidiyor. Ahırkapı’da yaşıyor. Ama Çingene değil! Senarist Ümit Ünal ‘Her aşçı şişman olmak zorunda olmadığı gibi, her klarnetçi de çingene olmak zorunda değil’ diye düşünüyor. Erkekli’nin rolü kilit bir rol. Film onunla başlıyor, onunla bitiyor. Hilmi karakteri diğer öykülerle iç içe giriyor. Bu bölümü bizzat yöneten, senarist Ümit Ünal hikayeyi şöyle özetliyor: ‘Fareli Köyün Kavalcısı, temelde bir intikam hikayesidir. Köyün bütün farelerini kavalıyla büyüleyip götüren kavalcı, parasını alamayınca bu sefer köyün çocuklarını peşine takıp götürür. Hilmi karakteri de hayatındaki tüm kayıplar için İstanbul’u suçluyor ve ‘herkesi’ peşine takıp götürmek istiyor.’

 

Masalı anımsıyalım:

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde develer tellalken, pireler berberken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallarken; ülkenin birinde bir köy varmış. Halkı mutluluk içinde yaşarmış. Günlerden bir gün köyün bütün evlerine fareler dolmuş. Binlerce fare köyün sokaklarında, evlerde dolaşıyorlarmış. Yatak odasına gitseler, mutfağa girseler farelerden geçilmiyormuş. Ne bulurlarsa yiyorlarmış. Halk ne yapacağını şaşırıp kalmış. Köy muhtarından bu işe bir çare bulmasını istemişler. Muhtarın da elinden bir şey gelmiyormuş. Böylece köyün adına fareli köy denmiş. Fareli köyün çocukları da, bu pis yaratıklarda bıkmışlar.

Bir gün fareli köye bir çalgıcı gelmiş. Muhtara: "Eğer bana bir kese altın verirseniz, köyü farelerden temizlerim." demiş. Bütün köy halkı bu habere sevinmişler. Aralarında hemen çalgıcının istediği bir kese altını toparlamışlar ve muhtara teslim etmişler. Halkın tek istediği bu farelerden kurtulmakmış.

 

Çalgıcı isteğinin kabul edildiğini öğrenince başlamış kavalını çalmaya. Kavaldan öyle tatlı, öyle güzel sesler çıkıyormuş ki, fareler saklandıkları yerlerden akın akın çıkarak çalgıcının yanına geliyorlarmış. Kısa bir sürede çalgıcının etrafı binlerce fare ile dolmuş. Köydeki bütün farelerin çalgıcının etrafında toplandığı sırada çalgıcı yürümeye başlamış. Köye gelirken gördüğü dereye doğru yürümüşler. Çalgıcı önde kavalını üflüyor, fareler peşinden geliyormuş. Çalgıcı dere kenarına gelince suyun içine yürümüş. Derede o kadar çok su varmış ki ama çalgıcı karşı kıyıya geçmiş. Farelerde peşinden gelmek isteyince dereye düşen fare suda boğulup ölmüş. Bütün fareler ölünceye kadar çalgıcı kavalını öttürmeye devam etmiş. Çalgıcı bütün farelerin öldüğünü görünce ödülü olan bir kese altını almak için hemen köye geri dönmüş.

Fareleri yok eden başarısından sevinç duyduğu için, emin adımlarla yürüyormuş. Sonunda köye varınca: "Bir kese altınımı alırım. Bu altınlarla şehre gider, işimi kurarım. Bende zengin insanlar arasına katılır ve rahat yaşamaya başlarım diye düşünmüş. Bu düşüncelerle muhtarın yanına varan çalgıcı muhtardan ödülünü istemiş. Muhtar oyun bozanlık yapmış. "Nasıl olsa farelerden kurtulduk, bir kese altını vermesem olur" diye düşünmüş. Çalgıcıya çeşitli nedenler göstererek altınlarını vermemiş. Çalgıcı kandırıldığını anlayınca: "Ben size bir oyun oynayayım da görün" demiş. Başlamış kavalını çalmaya. Kavalın sesini duyan bütün çoçuklar çalgıcının yanına koşmuş. Çalgıcıda hem kavalını üflüyor, hem de yürümeye başlamış. Köyün bütün çocukları da kavalcının peşinden gitmişler. Köyde hiç çocuk kalmamış. Analar babalar kara kara düşünmeye başlamışlar.

Köylüler muhtara gidip: "Ne yapacağız, ne edeceğiz. Sen çalgıcının hakkı olan bir kese altını vermeliydin. Bak şimdi çocuklarımızı aldı öldürdü" demişler. Kavalcı kızgın kızgın, peşinde çocuklarla birlikte ormana varmışlar. Ormanda bir ağacın altında dinlenirken aklına tekrar muhtara gitmek altınlarını bir daha istemek gelmiş. O sırada telaşla yerinden kalkınca kavalını almayı unutmuş. Sihirli kavalı bulan bir çocuk, arkadaşlarının yanına gelmesi için başlamış çalmaya. Kavalın sesini duyan çocuklar hemen ormanda toplanmışlar. Hemen köye, annelerinin babalarının yanına dönmeyi düşünmüşler. Kavalı bulan çocuk köyün yolunu biliyormuş. Kavalı çalan çoçuk önde diğerleri arkasında köye geri dönmüşler. Anneleri, babaları çok sevinmişler. Şenlikler düzenlemişler. Kırk gün kırk gece bayram etmişler.

 

2) Pamuk Prenses “Azra Akın”

Çetin Tekindor (İhsan), Azra Akın (İdil), Nejat İşler (Ramazan), Vahide Gördüm (Hürrem), Hilal Arslan (B. Cüce)

Modern prenses İdil, sokakta sekizinci cüceyle tanışır, Anlat İstanbul, dünya güzeli Azra Akın’ın ilk sinema denemesi. Filmde onun hikayesi babasının ölmesiyle başlıyor. Kötü haberi alan İdil eğitim için gittiği Amerika’dan apar topar İstanbul’a dönüyor. Kötü bir üvey annesi var. Kendini dünyanın en güzel kadını zannediyor ve İdil’i eroinle öldürmeye çalışıyor. Ondan kaçan güzel kız, İstanbul’da sekizinci cüceyle karşılaşıyor. Azra Akın bu projeye nasıl girdiğini şöyle anlatıyor: ‘Geçen sene Türkiye’ye geldim ve ‘ben hayatta ne yapmak istiyorum’ diye düşündüm. Oyunculuğu denemeye karar verdim, ders almaya başladım. Üç ay sonra Yapımcı Erol Avcı, Anlat İstanbul filminden bahsetti. Daha hazır olmamama rağmen kabul ettim. Çünkü rol benim karakterime çok yakındı.’

Azra Akın çocukluğunda masal bağımlısıymış. Evde, okulda, yolda kimi bulsa sürekli masal anlattırırmış. En sevdiği üç masal Pamuk Prenses, Rapunzel ve Külkedisi.,

 

Masalı anımsayalım:

Her yerin karla kaplı olduğu bir kış günüymüş. Bir kraliçe, sarayının pencerelerinden birinin arkasında bir yandan nakış işliyor, bir yandan da hayal kuruyormuş. Derken birden parmağına iğne batmış ve gergefin üstüne üç damla kan akmış. Kraliçe kan damlalarına bakar bakmaz, “Çocuğum kız olursa, teni kar gibi ak, yanakları kan gibi al, saçları da pencerenin çerçevesi gibi kapkara olsun,” diye geçirmiş içinden. Bu olaydan kısa bir süre sonra bir kız çocuğu getirmiş dünyaya. Kızı tıpkı içinden geçirdiği gibi bir kızmış. Ona Pamuk Prenses adını vermişler. Ne yazık ki kraliçe doğumdan birkaç saat sonra ölmüş.

Bir yıl sonra Kral yeniden evlenmiş. Yeni Kraliçe çok güzel bir kadınmış. Güzelliğine güzelmiş, ama bir o kadar da kibirliymiş, kendisinden daha güzel birinin olabileceğini düşüncesine bile tahammül edemezmiş. Odasında sihirli bir aynası varmış. Her gün o aynanın karşısına geçer, saatlerce kendisini seyreder ve sonunda,

Ayna, ayna söyle bana

En güzel kim bu dünyada,”

Diye sorarmış. Ayna da hiç duralamadan, “Sizsiniz Kraliçem,” dermiş.

 

Fakat, Pamuk Prenses on dört yaşına geldiğinde, bir gün ayna şöyle demiş:

Güzelsiniz Kraliçem, güzel olmasına,

Ama Pamuk Prenses sizden daha güzel.”

Kraliçe bunu duyunca çok kızmış, öfkesinden ne uyku girmiş gözüne, ne de bir lokma yemek yiyebilmiş. ‘Ne yapmalı, ne etmeli?’ diye düşünüp durmuş günlerce. Sonra kararını vermiş ve sarayın avcısını çağırmış huzuruna.

“Pamuk Prenses’i ormana götür ve orada öldür. Öldürdüğüne kanıt olarak da kalbiyle ciğerini sök, bana getir.”

Avcı Pamuk Prenses’i ormana götürmüş, bıçağını çekmiş. Fakat Pamuk Prenses’in ağladığını görünce onu öldürmeye kıyamamış. Pamuk Prenses ağaçların arasına dalıp gözden kaybolurken, “Ben yapamadım, ama hava kararıncaya kadar bir ayı veya bir kurt benim yapamadığımı yapar nasıl olsa,” demiş. Yolda genç bir yabandomuzu çıkmış avcının karşısına. O da hayvanı oracıkta öldürmüş, kalbiyle ciğerini söküp Kraliçe’ye götürmüş.

Ama Pamuk Prenses’i avcının düşündüğü gibi ne bir ayı ne de bir kurt yemiş. Akşam olup hava kararınca dağların ardında küçük bir eve gelmiş. Kapısını çalmış, açan olmamış. Cesaretini toplayıp içeri girmiş.

İçeride üzeri yenmeye hazır yiyeceklerle dolu yedi küçük tabağın bulunduğu yedi küçük sandalyeli uzun bir masa varmış, duvar dibinde de yedi yatak diziliymiş. Beklemiş, beklemiş, ama kimsecikler gelmemiş. Çok aç ve çok yorgun olduğu için daha fazla bekleyememiş ve her tabaktan bir kaşık yemek almış, yedi yataktan yedincisine yatıp uykuya dalmış. Biraz sonra evin sahipleri eve dönmüşler. Dağların derinliklerinde bulunan bir gümüş madeninde çalışan yedi cücelermiş bunlar.

“Pamuk Prenses’i görünce, “Ne kadar güzel bir kız!” demişler Sabah olup uyandığında Pamuk Prenses cüceleri görünce önce çok korkmuş, ama kısa bir süre sonra onlardan bir kötülük gelmeyeceğini, onların çok iyi insanlar olduklarını anlamış. Yedi cüceler Pamuk Prenses’ten evlerini çekip çevirmesini istemişler, o da hemen kabul etmiş.

Hoşça kal,” demişler yedi cüceler işe giderlerken. “Kapıyı kimseye açma. Eğer üvey annen burada olduğunu öğrenirse seni tekrar öldürmeye kalkar sonra.”

Bir gün Kraliçe tekrar aynasının karşısına geçmiş. Aynadan şu cevabı alınca suratının aldığı şekli varın siz düşünün artık:Güzelsin Kraliçem, buraların en güzeli sizsiniz Ama ne var ki, yüksek dağların ardında Cücelerin küçük, şirin evindeki

Pamuk Prenses dünyalar güzeli.” Bunu duyar duymaz Kraliçe hemen kolları sıvamış. Yaşlı bir satıcı kadın kılığına bürünmüş ve elinde içi kurdele dolu bir tablayla dağlara doğru çıkmış yola.

Cücelerin evine varınca, “Kurdelelerim var, harika kurdeleler!” diye seslenerek kapıyı çalmış. Kimin geldiğine bakmak için pencereye çıkan Pamuk Prenses kurdeleleri görünce içi gitmiş. ‘Bunda ne kötülük olabilir ki!’ diye düşünerek kapıyı açmış.

“Bunu mu beğendin güzelim?” demiş Kraliçe kurdeleyi Pamuk Prenses’in boynuna takarken. Sonra kurdeleyi sıktıkça sıkmış, ta ki Pamuk Prenses ölü gibi boylu boyunca yere uzanana kadar.

O gece yedi cüceler Pamuk Prenses’i o halde bulmuşlar. Kurdeleyi kesmişler ve Pamuk Prenses hayata dönmüş tekrar. Böylece Kraliçe’nin elinden ikinci kez kurtulmuş Pamuk Prenses.

Ertesi sabah Kraliçe anasının karşısına geçmiş yeniden. Aynadan Pamuk Prenses’in hâlâ yaşadığı haberini alır almaz hemen kılık değiştirmiş ve bir kez daha dağların yolunu tutmuş. “Taraklarım var, harika taraklar!” diye seslenmiş cücelerin evinin kapısında. Pamuk Prenses yaşlı kadının elinde tuttuğu tarafı görünce başına gelenleri unutuvermiş. Kapıyı açmış.

“Saçların ne güzel, bırak ben tarayayım,” demiş Kraliçe. Ama tarak zehirliymiş, başına değer değmez Pamuk Prenses ölü gibi yere uzanmış. O gece yedi cüceler saçından tarağı almışlar ve Pamuk Prenses yeniden hayata dönmüş. Böylece Kraliçe’nin elinden üçüncü kez kurtulmuş Pamuk Prenses.

Ertesi gün Kraliçe aynasının karşısına geçince, Pamuk Prenses’in hâlâ yaşadığını öğrenmiş. Öfkesi burnunda, bu kez en büyülü iksirini hazırlayıp bir elmanın yarısına sürmüş. Sonra da yaşlı bir dilenci kılığına girip yola koyulmuş.

“Güzel kızıma tatlı bir elma benden, armağan,” demiş Kraliçe, pencereden bakan Pamuk Prenses’e. “Pencerede de verebilirim, kapıyı açmana gerek yok.”

“Kötü diye mi almıyorsun yoksa,” demiş Kraliçe, Pamuk Prenses’in kararsız olduğunu görünce. Sonra da zehirsiz tarafından ısırmış ve, “Al bak harika!” diyerek uzatmış, yanakları gibi al al elmayı Pamuk Prenses’e.

Pamuk Prenses elmayı zehirli tarafından ısırır ısırmaz cansız yere uzanmış.

Kraliçe pencereden içeri, Pamuk Prenses’e bakmış. “Nihayet senden kurtuldum, artık dünyanın en güzeli benim,” demiş. Oradan doğruca saraya gitmiş. Erkesi gün aynaya kimin en güzel olduğunu sorduğunda ayna, “Sizsiniz Kraliçem,” deyince dünyalar onun olmuş.

Bu sefer cücelerden hiçbiri Pamuk Prenses’i uyandıramamış ölüm uykusundan. Aradan üç gün geçmiş, bütün umutlarını kaybetmişler. Fakat nedense Pamuk Prenses hiç de ölü gibi durmuyormuş. O yüzden yedi cüceler onu gömmemişler ve camdan bir tabut içine koymuşlar, tabutu da yüksek bir tepenin en tepesine yerleştirmişler.

Günlerden bir gün cüceleri ziyarete gelen bir Prens oradan geçerken camdan tabutun içinde Pamuk Prenses’i görmüş ve hemen ona âşık olmuş.

“Onu sarayıma götürmeme izin verin,” diye yalvarmış Prens.

Balo akşı, üvey kardeşleri gittikten sonra Külkedisi mutfakta oturmuş ve içn için ağlamaya başlamış. "Neyin var, neden ağlıyorsun Külkedisi?" diye sormuş bir kadın sesi.

"Ben de baloya gitmek istiyordum.." demiş hıçkırarak Külkedisi.

"Gideceksin öyleyse.." demiş ses. Külkedisi duyduğu sese doğru dönüp bakmış, şaşkınlıktan donakalmış.

Güzel bir kadın duruyormuş yanı başında.

"Ben senin peri annenim.." demiş kadın. "Şimdi kaybedecek zamanımız yok! Bana bir balkabağı getir hemen!" Külkedisi bir balkabağı getirmiş. Peri annesi sihirli değneğiyle dokununca, balkabağı birdenbire altından bir fayton oluvermiş.

"Şimdi de altı fare..." Külkedisi altı fare bulup getirmiş, peri annesi onları hemen ata dönüştürmüş. "Bir sıçan..." Onu da arabacı yapmış.

"Ve altı kertenkele..." Onları da faytonun arkasında koşacak altı uşağa çevirivermiş.

Nihayet Külkedisi'ne gelmiş sıra. Peri değneğiyle bir dokununca Külkedisi'nin yırtık, pırtık giysileri nefesleri kesecek harika bir elbiseye dönmüşmüş. Ayaklarında bir çift camdan ayakkabı pırıl p ırıl parlıyormuş. "Bir şey var yalnız," demiş Peri. "Gece yarısına kadar eve dönmelisin. Saat on ikide elbisen tekrar eski giysilerine, faytonun balkabağına, atların fareye dönüşecek. Prens'in bunu görmesini istemezsin herhalde? Şimdi git, dilediğince eğlen." O gece Külkedisi balonun yıldızı olmuş. Baloya katılan hanımlar (özellikle de iki üvey kız kardeşi) onun elbisesini çok beğenmişler ve terzisinin adını öğrenmek için ona yalvarmışlar. Beyefendilerin hepsi onunla dans etmek için birbirleriyle yarışmışlar.

Prens ise götür görmez ona âşık olmuş! Ve o andan sonra hiç kimseye bu kızla dans etmek için izin verilmemiş.

Saatler saatleri, dakikalar dakikaları kovalamış ve Külkedisi saat tam on ikiyi vuracağı sırada evde olması gerektiğini hatırlamış.

"Gitme!" diye seslenmiş Prens arkasından, ama Külkedisi bir an bile durmadan koşup oradan uzaklaşmış. Sokağa çaktığında elbisesi tekrar eski elbiselerine dönüşmüş. Geriye kala kala camdan ayakkabıların bir teki kalmış. Diğer tekini nerede kaybettiğini bilmiyormuş.

O gece Külkedisi uyuyana kadar ağlamış. Hayatının bir daha asla o geceki kadar harika olamayacağını düşünüyormuş. Ama bu doğru değilmiş. Ayakkabının diğer tekini sarayın merdivenlerinde bulmuşlar. Ertesi sabah Prens ev ev dolaşıp ayakkabıyı tek tek bütün genç kızlara denetmiş. "Bu ayakkabının dün gece karşılaştığım güzel sahibini bulamazsam yaşayamam," demiş. Derken Külkedisi'nin evine gelmiş. Üvey kardeşleri ayakkabıyı denemişler. Olmamış. Ayaklarına girmemiş bile.

Prens çok üzgünmüş, çünkü uğramadığı sadece birkaç ev kalmış. Tam oradan ayrılacakken evin hizmetçisi dikkatini çekmiş.

"Hanımefendi," demiş Prens Külkedisi'ne, "bir de siz deneseniz?"

"O mu deneyecek? Ne münasebet!" diye haykırmış üvey kardeşler.

Fakat Prens ısrar etmiş. Külkedisi'nin ne kadar güzel bir kız olduğu gözünden kaçmamış. Tabii ayakkabı Külkedisi'nin ayağına kalıp gibi oturmuş. Prens diz çöküp Külkedisi'ne evlenme teklif ederken iki üvey kardeşe de öfke ve kıskançlıkla olanları seyretmek kalmış. Külkedisi Prens'in teklifini tabii ki kabul etmiş.)

 

4) Uyuyan Güzel “Nurgül Yeşilçay”

Nurgül Yeşilçay (Saliha), Selim Akgül (Musa), Erdem Akakçe (Recai), Mazlum Çimen (Şehmuz)

Saliha 100 yıl sonra uyandığında kendisini babaannesi zanneder.

Nurgül Yeşilçay projeye ilk dahil olan isimlerden. Yapımcı Erol Avcı senaryoyu göndermiş. ‘Önceleri oynamak istemedim. Çünkü filmi sırtlanacağım roller istiyordum, Eğreti Gelin’deki gibi. Ama senaryodan da çok etkilendim. Bütün kahramanları ben kendim oynamak istedim ama olmaz dediler!’

Filmde Uyuyan Güzel komik bir karakter: ‘Saliha kendini babaannesi sanıyor. 100 yıl uyuduğunu düşünüyor. Uyanıyor, eve gelen hırsızı paşa dedesi zannediyor, aynı zamanda da kocası gibi görüyor. Kadın sıyırmış yani. O yüzden bu rolü oynamak çok zevkliydi.’

Nurgül Yeşilçay, Saliha karakteri için çok çalışmış, defalarca Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne gidip hastaları uzaktan gözlemlemiş, psikologlarla konuşmuş.

 

Masalı Anımsayalım:

Bir zamanlar bir Kral ile Kraliçe bir kız çocukları olunca bu mutlu günün şerefine bir ziyafet vermişler. Ziyafetten sonra Kral çevresindeki insanlara baba olmanın kendisini nasıl mutlu

ettiğini anlatmış, zira yıllar yılı karısıyla birlikte hep bir çocuk sahibi olmayı beklemiş durmuş. Sonra bebeğin altını değiştirmeyi yeni öğrendiği sıralarda başına gelenleri anlatırken konukların hepsini güldürmüş. Derken konukların bebek Prenses’e hediyelerini verme zamanı gelmiş.

Herkes hediyelerini verdikten sonra sıra on ki periye gelmiş. “Benim Prenses’e hediyem Mutluluk,” demiş birinci peri. Konuklar sevinçle alkışlamışlar, Kral’ın ağzı kulaklarına varmış

“Benim hediyem Güzellik,” demiş ikinci peki. “Benim hediyem Akıl,” demiş üçüncüsü. Böylece on bir peri hediyelerini tek tek vermişler.

On ikinci peri tam hediyesini vermek üzereymiş ki, bir gök gürültüsüyle sarsılmış bütün saray. Kapılar ardına kadar açılmış, içeriye yaşlı bir kadın girmiş ayaklarını sürüye sürüye. Onu gören herkes korkudan gözlerini kapatmış.

“On üçüncü peri!” diye bağırmışlar hep bir ağızdan.

“Bana davetiye yok mu Kral?” demiş on üçüncü peri korkun sesiyle kapı ağzından.

“Sana davetiye yollamayı unutmuş olmalılar,” demiş Kral kem küm ederek. “Hizmetkârlar! Sofrada hemen bir yer daha açın! Çabuk!” Aslında Kral onu bile bile davet etmemiş, çünkü sarayda periler için sadece on iki altın tabak varmış. O da düşünmüş taşınmış, çareyi birini davet etmemekte bulmuş.

On üçüncü peri minik Prenses’in kundağının yanına gitmiş. Bebek agu deyip minik elini ona doğru uzatmış. Derken peri birden, “Benim de prensese hediyem, on beşinci yaş gününde parmağına iğ batar batmaz ölmesi,” demiş iğrenç bir kahkaha atarak.

Yine bir gök gürültüsüyle, kötü peri kaybolup gitmiş. Sarayın kapıları gürültüyle kapanmış ardından. Korkunç bir sessizlik kalmış geriye. Sonra Kraliçe ağlamaya başlamış.


On ikinci peri öne atılmış. “Ben hediyemi vermedim daha,” demiş yumuşak bir sesle. Kötü büyüyü bozamam belki, ama onu değiştirebilirim. Benim hediyem de büyüyü, Prenses’in parmağına iğ battığında ölmesi yerine, yüz yıl uyuması şeklinde değiştirmek olsun o zaman.”

Yıllar geçmiş aradan. Bebek büyümüş, sağlıklı, güzel, mutlu ve akıllı bir genç kız olmuş. Kral’la Kraliçe kötü büyüyü çoktan unutmuşlar. Zaten ülke içinde ne kadar iğ varsa, daha Prenses bebekken yok edilmiş. Prenses uzun yıllar güvendeymiş.

Fakat tam da on beşinci yaşına bastığı gün Prenses daha önce hiç fark etmediği bir kapı keşfetmiş. Kapıyı açmış, kıvrıla kıvrıla yukarı çıkan bir merdivenle karşılaşmış. Merdiveni çıkınca üzerinde altın bir anahtar bulunan bir kapıya varmış. Kapıyı açınca, içerdeki küçük odada tekerlekli bir şeyi çalıştıran yaşlı bir kadın görmüş. “Ne yapıyorsunuz öyle?” diye sormuş prenses. Yaşlı kadın gülümsemiş. “İplik eğiriyorum!” demiş. “Orada öyle bakıp durma. Gel, bir de sen dene, hadi.” İği Prenses’e doğru uzatmış.

O anda olanlar olmuş. İğin sivri ucu Prenses’in parmağına batmış, Prenses hemen yere yığılıp kalmış. Dışarıda, avluda tavuklar gıdaklamayı kesmiş. Prenses’in köpeği, aşçının kedisini kovalamaz olmuş. Çalışma odasında kızının doğum günü davetiyesini yazmakta olan Kral’ın elinden kalem düşmüş. Mutfaktaki ocaklar yanmaz olmuş. Tüm saray uykuya dalmış.

Yıllar yavaş yavaş akıp geçmiş. Saray unutulmuş. Ama olaydan yüz yıl kadar sonra bir gün yakışıklı bir Prens o civardan geçiyormuş. Uzaklarda dikenli çalılarla kaplı bir yer gözüne ilişmiş. Adamları gülerek bu büyülenmiş sarayla içindeki uyuyan güzel hakkında duydukları bir hikâyeyi aktarmışlar ona. ‘Ya doğruysa,’ diye düşünmüş prens ve atını dikenli çalılarla kaplı yola sürmüş.

Önce çalılardan geçilecek hiç yol bulamamış. Çalılar hem çok sıkmış ve hem de üstüne tırmanılamayacak kadar dikenliymiş. Bakmış olacak gibi değil, çekmiş kılıcını ve yolunu açmak için çalıları kesmeye başlamış. Çalılıkları aşan Prens gördüklerine inanamamış. Her yer bir heykel gibi kıpırdamadan duran hayvanlar ve insanlarla doluymuş. Sarayın içinde dolaşmış. Güneşle aydınlanan pencerelerde tek bir sinek bile vızıldamıyormuş. Hiç kimse kımıldamıyor, hiç kimse cevap vermiyormuş sorularına.

Derken kapısı yarı açık bir kuleye varmış. İçeri girmiş, kıvrıla kıvrıla yukarı doğru uzanan bir merdivenle karşılaşmış. Prens, merdivenlerin bittiği yerde, tepede altına benzer bir şeyin parladığını görür gibi olmuş. Merdivenleri çıkmış ve kendini Prenses’in önünde bulmuş. “Uyuyan Güzel,” demiş fısıltılı bir sesle. Kızın güzelliğine dayanamamış, eğilip dudaklarından öpmüş.

Prens onu öper öpmez Prenses gözlerini açmış. Onun uyanmasıyla birlikte sarayın mutfağında ocak tekrar yanmaya başlamış. Çalışma odasında Kral elinden düşürdüğü kalemi almış ve kızının doğum günü davetiyesini yazmaya devam etmiş. Tavuklar yerdeki buğday tanelerini gagalamaya başlamış.

Kulenin en üst katındaki odada Prenses karşısında Prensi görmüş. Yüz yıldan sonra ilk defa dudaklarında bir tebessüm belirmiş. “Benimle evlenir misin?” diye sormuş Prens fısıltıyla. “Evet!” demiş Prenses ve Prensi öpmüş. Kral bu güzel haberi alınca muazzam bir ziyafet hazırlatmış. Prens ile Prenses evlenmişler ve ömür boyu mutluluk içinde yaşamışlar

 

5) Kırmızı Başlıklı Kız “İdil Üner”

İdil Üner (Melek), Fikret Kuşkan (Rafet), Ahmet Mümtaz Taylan (Mahir), Ece Hakim (Küçük Kız), Serkan Ercan (Takipçi)

Melek, hain kurtla havaalanında karşılaşır. İstanbul’un kurtlarıyla mücadele etmek zorunda kalan Kırmızı Başlıklı Kız’ı İdil Üner oynuyor. Onu Fatih Akın filmlerinden özellikle ‘Temmuzda’dan hatırlayabilirsiniz. O filmdeki karakterinin adı Melek’ti. Bu filmde de öyle. Bu projeye 5 yıl önce dahil olmuş. ‘Melek, Almancı bir kız olduğu için role beni düşünmüşlerdi. Ama Türkiye’de kriz patladı, film çekilmedi. Geçen sene Ümit Ünal tekrar teklif etti. Çok sevindim çünkü hayatımda okuduğum en güzel beş senaryodan biriydi.’

Hikaye Üner’in sabah saatlerinde hapisten çıkmasıyla başlıyor. Sevgilisi için uyuşturucu kuryeliği yaptığını ve o yüzden hapse girdiğini öğreniyoruz.

Üner, 12 yıldır Almanya’da tanınan bir oyuncu. Bundan sonra teklif geldikçe İstanbul’a geleceğini söylüyor ama taşınmayı düşünmüyor. ‘Benim evim Berlin’ diyor. “Sibel Arna, “Avrupa masallarının İstanbullu kahramanları” Hürriyet Pazar 5 Mart 2005

 

Maasalı Anımsyalım

Kırmızı şapkalı kız, her zamanki gibi büyükannesini ziyarete gidiyordu.O büyükannesine yemesi için annesinin hazırladığı yemekleri götürüyordu..Derken Kırmızı Şapkalı Kız bir ormana girdi…Bu ormana girmesi gerekiyordu çünkü, büyükannesinin evi ordaydı.Kırmızı Şapkalı Kız şarkılar söyleyerek, oynayarak, koşturarak ormanda yoluna devam ediyordu..

Kırmızı Şapkalı Kız’ı izleyen biri vardı… Hain gözlerini o kızın üzerine dikmiş, onu yemenin planlarını yapan büyükçe bir kurttu bu.. Kurt planını yapmıştı büyükanneyi yiyecekti ve onun yerine geçerek küçük kızı da “ham” diye yutacaktı.. Sinsi sinsi yürüyerek bu yaşlı kadının evinin bahçesine girdi.. Büyükanne hiçbir şeyden habersiz, yeşil seccadesini uzatmış namazını kılıyordu.. Kurt, pencereden büyükanneyi sinsi sinsi izliyordu.. Şimdiden ağzı sulanmaya başlamıştı. Kurt bu sefer masalı değiştirmeye karar verdi.. O, masalda hep büyükanneyi yiyor, sonra da küçük kızı gereksiz yere yemek için bekliyordu.

Fakat sonunda ikisini de kaybediyordu.. Oysa sadece büyükanneyi yeseydi ve oradan hemen uzaklaşsaydı kendisi için hiçbir tehlike olmayacak, üstelik bu hain kurdun karnı da doyacaktı.

Kurt namaz kılarken büyükanneye dokunmak istemiyordu.. Onun namazını bitirmesini bekledi.. Ama bu namazın biteceği yoktu.. “Nine herhalde kaza namazlarını da kılıyor” diye geçirdi içinden.. Bu arada Kırmızı Şapkalı Kız da yoluna devam ediyordu. Eve iyice yaklaşmıştı.. Heyecan doruktaydı… Kurt, büyükanne selam verdikten sonra üzerine çullanıvere

cekti hemen.. Namaz kılarken bir insana saldırmak hain de olsa bizim kurta yakışmazdı.. Ne de olsa masallardan gelen bir itibarı vardı.. Her masalda karnı deşilmek zorunda kaldığından, karnı dikiş izleriyle dolu olan bu koca göbekli kurt kötü niyetlerinin sonucunda hep aç kalıyordu.. Halbuki böyle hırs göstermese ve bitkiler, bebekler tevekkül etse Allah ona rızkını kolayca verecekti.. Kurt bu masalı değiştirmeye kararlıydı. İradesine hakim olacak, bu tatlı kadını yemeyecekti.. Muhakkak Allah ona güzel bir yemek gönderecekti..

Bir de bunu denemeliydi..Evet evet o artık büyükanneyi de, Kırmızı Şapkalı Kızı da yemeyecekti.. Bu onun için çok zor bir şeydi ama böyle yapmalıydı.. Herkesin iyiliği için bu böyle olmalıydı.. Kurt evin bahçesinde bir köşeye uzandı.. Beklemeye başladı.. Bir yandan bekliyor, bir yandan da gözleri kapalı bir şekilde huşu içinde dua ediyordu.. Büyükannenin ihlaslı ibadeti onu çok etkilemişti. O artık iyi bir kurt olacaktı.

Kırmızı şapkalı kız masallardan alışık olduğu manzarayı değiştirmek için bir göz yaşartıcı sprey almıştı yanına.. Kurt kendisini yemeye çalıştığında bunu onun hain gözlerine sıkıverecekti.. Böylelikle kurdu önlemiş olacaktı.. Üstelik yanına keskin bir de ameliyat makası almış, böylelikle büyükannesini kurdun karnından çok rahat çıkarabileceğini düşünmüştü..

İşte ev gözüküyordu.. Acaba neler olmuştu, hain kurt büyükanneyi yemiş miydi? Biraz sonra evin bahçesinden girecek ve o meşum manzarayla karşılaşacaktı.. Büyükanne de namazına devam ediyor, kurdun ve diğer kurtların şerrinden Allah’a sığınıyordu. Allah’tan bu kurt için hidayet nasip etmesini istiyordu.. Onun dışarıda olanlardan hiç de haberi yoktu. Ama emindi ki Allah onun dualarını kabul edecekti.. Küçük Kız bahçenin kapısından içeri girmişti.. Gördükleri karşısında gözlerine inanamadı..

Kurt, gözleri yaşlar içinde bugüne kadar yaptıkları için tövbe ediyor, böyle kötülükleri bir daha yapmayacağına söz veriyordu. Kırmızı Şapkalı Kız bunun bir oyun olabileceğini düşündü.. Kurdu dikkatlice izledi ve kurdun samimi olduğuna karar verdi. Kırk yıldır değişmeyen kurt şimdi değişmişti.. O hain kurttan eser kalmamıştı.. Yerine halim selim efendi bir kurt gelmişti.. Kırmızı Şapkalı Kız artık kurttan korkmuyordu. Ona usulca yaklaştı. Kız sarı sepetinden büyükannesine yemesi için getirdiği tas kebabını kurda uzattı.. Kurt gözlerine inanamıyordu.. Kırmızı Şapkalı Kız ona bir tabak yemek veriyordu.. Hem de tas kebabı.. Duaları kabul olmuştu kurdun. Yüz yıllık masal değişiyordu.. Kurt, Kırmızı Şapkalı kıza teşekkür ederek elinden yemek dolu tabağı aldı ve bir köşede yemeği yemeye koyuldu. O şimdi bu lezzetli yemeği hem yiyor, hem de dualarını kabul eden Allah’a teşekkür ediyordu.

 Küçük kız yaptığı iyiliğin neşesiyle evin kapısına “tık” “tık” diye vurdu.. Büyük anne de namazını bitirmiş torununu bekliyordu. “İşte” dedi “hain kurt geldi”.. Bu sefer o da hazırlıklıydı.. Evin duvarına astığı çifteliyi eline aldı ve kapıya doğru yöneldi.. “Kim o?” Diye bağırdı ince sesiyle. Küçük kız kendisinin geldiğini büyükanneye söyledi. Gerçekten de gelen Kırmızı Şapkalı Kızdı.. Büyükanne sevinçle kapıyı açtı.. Hemen torununa sarıldı.. Kırmızı Şapkalı Kız, hain kurdun hidayete geldiğini, doğru yolu bulduğunu ninesine anlattı. Büyükanne bu olay karşısında oldukça şaşırdı. Dışarı çıktı ve kurdu yemeğini yerken gördü. Sonunda hain kurt iyi kurt olmuştu.. Hırsı ve kötü düşünceleri bırakmış, tevekkül sahibi, iyi bir kurt olmuştu. Kurdun bu asil davranışı herkes için de örnekti. (Oğuz DÜZGÜN)

 

ÖDÜL:

25. Uluslar arası İstanbul Film Festivali’nde (116 Nisan 2005) “En İyi Film”

► En İyi Kadın Oyuncu “Yelda Reynauld” 2005 Adana Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Film”

► “Mehmet Aksin” En İyi Görüntü Yönetmeni”

2005 Med Film Jüri Ödülü,

 

 

 

ANKA KUŞU (2004)

Senaryo ve Yönetmen: Mesut Uçakan, Görüntü Yönetmeni: Mehmet Gün, Müzik: Serkan Akgün, Yapım: Sinema Ajans Sanat Yönetmeni: Çiğdem Altınada, Tonmaister: Mert Subaşıoğlu, Sesli Çekim Sorumlusu: Mevlüt Ünal, Işık Operatörü: Hasan Ali Şahin, Kurgu: Taki Akbulut, Erdinç Dinçer, Yapım Danışmanı: Mehmet Gün, Yapım Koordinatörü: Necati Mesut Özen, Yapım Danışmanı: Hüseyin Öztürk,

Oyuncular: Yalçın Dümer (Selman), Ceren Öztürk (Merve), Kenan Bal (Abdi Bey), Kaan Girgin (Musa), Mahmut Hekimoğlu (Cemal Bey), Fatih Hürkan (Ayhan), Gafur Uzuner (Dilsiz Osman), Rahmi Dilligil Emin Efendi), H. Cansu Şahin (Zeynep), Aysun Güven (İclal), Kazım Eryüksel, Ünsal Emre, Esrin Özgüler, Turan Turgut, Talha Er, Gökçe Bozbağ, Oktay Korunan,

Konu: Senaryo, idealist bir film yönetmeni olan Selman’ın gerçek aşka ve aşkın gerçeğine ulaşma çabası üzerine kuruludur. Hayatın arka planına bir ışık tutma iddiasındadır. Selman, filmde içindeki ve dışındaki haksızlıklara, kuşatılmışlıklara başkaldıran çağdaş bir kahraman olarak yer alır.

Selman, bir taraftan kendisiyle savaşma pahasına içindeki çarpıklıkları sorgular, ölümsüzlük sırrını arar, “imkansız”ı aşmaya çalışır; diğer taraftan da çağdaş “Bolu beyleriyle” savaşma pahasına darbeler üzerine film çeker, 12 Eylül ve 28 Şubat darbelerini, toplumdaki başörtüsü sorununu gündeme taşır.


Öykü, 12 Eylül öncesi Türkiye’nin ekonomik ve siyasal renklerini yansıtan bir Anadolu yöresi olan, Köroğlu’nun yaşadığı Bolu ve Göynük’te başlar, İstanbul’da biter. Küçükken bu kasabada ulusal kültürünün yaşatıldığı, saf temiz bir dergah cemaati içinde yetişen Selman, zamanla bu cemaate ters düşer. Yönetmen olma tutkusu içindedir. Sevdiği kızın peşinden kasabayı terk eder, İstanbul’a gelir. Kendi kültürüne yabancılaşmış bir ortama sürüklenir. Ancak, kendini büyük maceraların önüne atmıştır: Yıllar önce izini kaybettiği sevgilisini ve 12 Eylül darbe öncesi evinden alınıp götürülen yıllardır haber alamadığı babasını nasıl bulacak, içinde büyük bir anafora dönüşen ölümsüzlük arayışlarını nasıl dindirecektir?

& Ölümsüzlük sırrını elde etmek isteyen Anka Kuşları, sır dağıtıcısı olan Bilge'ye ulaşmak üzere Kaf Dağı'na doğru yola çıkarlar. Derin vadileri geçmeleri gerekmektedir.

Ancak, içlerinden bazıları O Yüce Bilge'ye ulaşabilir. Ve o talihli kuşlar, öğrenirler ki: "Anka ölümsüzlük demekmiş!"

Anka Kuşu/Bana Sırrını Aç, gündemdeki hararetini bugün de koruyan kimi siyasi gelişmelere de gönderme yaparak, bir yönetmenin ölümsüzlük sırrını sorgulamasını anlatıyor. Modern insanın yaşama dair çıkmazlarını ele alan ve "Anka Kuşu" anaforundan yola çıkan film, "kurtuluş" için seyirciye farklı bir reçete sunuyor. Günümüzün vahşi çatışmalarla dolu ortamında, mutluluğu farklı yerlerde aramak yerine, bizi içimizde uzanan sonsuzluğun sakin sularına sürüklüyor.

Anka Kuşu, bütün insanlığın içinde var olan ve en hassas noktasına dokunan bir şiir... Bu filmde, hayatın sonsuz ritmini, hepimizin içinde uzayıp giden derinliği hissettirmeye çalıştım. Sanat, bir duygunun zıpkınlanmasıdır. Kuşkusuz bir film yönetmen olarak filmin tek ana karakteri olan film yönetmeni Selman’ın yaşadığı olayları yaşamadım; onun ama hakikat arayışı çerçevesinde yaşadığı hafakanın her yerinde ben varım. Duygu olarak, atmosfer olarak ifade edilen benim. “Ben” dersem bencil davrandığımı sanılmasın. Gerçekte ne ben varım, ne de bir başkası! Görünen sadece O! Son bilimsel gelişmelerin de açığa çıkarttığı gibi gördüğümüz her şey bir yanılsamadan, bir hayalden ibaret. Tıpkı bir film gibi ; bir ışık vurunca hareketlenen ve yaşayan insanlara dönüşen durgun kareler... Hepimiz sonsuz karelerden oluşan bir filmin içindeyiz. Hayat bir oyun... Maksadım, bu filmde, bu oyunu göstermek! (Mesut Uçakan)

 



2004 YILINDA 

GÖSTERİME GİREN FİLMLER


1929 / 1979
 

 

YILLARDAN SONRA (2003)

Yönetmen: Oğuz Gözen, Senaryo: Nadire Zeybel, Görüntü Yönetmeni: Ferhat Bakır, Müzik: Mahmut Mardinli, Yapım: Anzer Film/Sönmez Yıkılmaz

Oyuncular: Mahmut Mardinli, Meltem Berent, Sevgi Kaya, Cemal Gencer, Oktay Yavuz, Çetin Karadayı, Abdullah Özdemir, Cihan Alp, Cemal Ertokuş, Kemal Sağlam, Yaşar Ürkmez, Reyhan

 

 

VİZONTELE TUUBA (2003) 

Senaryo ve Yönetmen: Yılmaz Erdoğan, Müzik: Rahman Altın, Kardeş Türküler, Görüntü Yönetmeni: Uğur İçbak, Yapım: BKM/Necati Akpınar Kurgu: Egin Öztürk, Sanat Yönetmeni: Yaşar Ziya Kartoğlu, Dekor Tasarım: Yavuz Çelenk, Yapım Koordinatörü: Serpil Güler, Yapım Asistanı: Serkan Akkoyun, Neslihan Ateş, Yardımcı Yönetmen: Ali Taner Baltacı, Yönetmen yardımcısı: İlknur Oğuz, Doğan Ümüt Karaca, Kamera Asistanı: Mehmet Eren Nayır, Bünyamin Durgut, Steadycam Operatörü: Ercan Yılmaz, Post Prodüksiyo Sorumlusu: Ali Taner Baltacı, Işık Asistanı: Ersin Aldemir, Kostüm Uygulama: Suzan Kardeş, Ayçin Tar, Ses Kayıt: Alan O Duffy, Final Miks: Serdar Öngören, Cast Sorumlusu: Rezzan Çankır, Mekân Sorumlusu: Bora Kambay

Oyuncular: Yılmaz Erdoğan (Deli Emin), Demet Akbağ (Siti Ana), Altan Erkekli (Başkan Nazmi), Bican Günalan (Sezgin), İclal Aydın (Reyhan), Tuba Ünsal (Tuba Sernikli) Yaşar Ak, Şener Kökkaya (Basri), Mesut Çakarlı, Tolga Çevik (Nafiz), İdil Fırat (Aysel Sernikli), İdil Fırat (Aysel Sernikli), Şener Kökaya (Basri), Salih Kalyon(Casım), Tuncer Salman (Ahmet), Erdal Tosun (Manav Şehmuz), Bülent İnal (Mahmut Duran), Celal tak (Panayırcı), Nuri Gökaşan (Jan. Kom.), Zerrin Sümer (Vildan Hanım), Caner Alkaya (İso), Cezmi Baskın (Latif), Zeynep Tokuş (Asiye), Selim Erdoğan (Servet), Volkan Demirok (Kino), Bahr, Beyat (Türkçe Öğretmeni), Nejat Uygur (Hacı Zübeyir), Deniz Akkaya (Deniz Kızı), Bahtiyar Engin (Civciv Satıcısı), Ata Demirer (Telekutucu), Selahattin Taşdöğen (Simo), Meral Çetinkaya (Felek), Şenol Ballı (Yılmaz), Şahin yaylı (Musto), Sinan Kılıç (Akut), Nusret Karakuş (Veysi), Deniz Erdoğan (Cevdet), Cahit Taş (Rüstem), Tuna Orhan (Cahit), Derya Oyanay (Fadile), Elif İnci (Fazilet), Yasemin Ergene (Aynur), Atzu Tan Bayraktutan (Zehra), Cengiz Özkan (Bağlamacı), Metin Yıldız (Cazgır)

Konu: Şehre bir güzellik gelir! Türkiye'nin Güneydoğusu'nda, herkesin ve her şeyin "uzağında" küçük bir masal şehrinde geçer hikaye. 1980 yılının yaz ayları... Tüm ülke siyasi bir kaosun içindedir. Siyasi şiddet ülkeye egemendir. Sağda ve solda onlarca değişik fraksiyon türemiştir. Bu anlaşılmaz saçma, acıklı ve komik "anarşik" atmosfer "Vizontele" şehrine çok başka ve kendine özgü biçimde yansımıştır. Bu şehirde hiç sağcı yoktur. Bunun yerine tam hangi konuda anlaşamadığı bilinmeyen iki dernek vardır; DEKD ve DFKD! (Bu isimde iki dernek gerçekte hiçbir zaman olmamıştır. Bu filmdeki kişi ve kurum isimlerinin tümü uydurmadır. Tıpkı orijinalleri gibi..!) Güner Sernikli bu uzak şehre sürgün edilmiş bir devlet memurudur. Her şeyin saçma bir rota izlediği günlerde Sernikli ailesi uzun ve çileli bir yolculuğun sonunda "Vizontele" şehrine gelirler. Kızı Tuba ise belki de o şehre "dışarıdan" gelmiş en güzel "şey"dir... Şehre gelen tüm aykırı şeylerin tanışacağı bir başka "şey" ise Deli Emin'dir elbette…

 Şehrimize hoş geldiniz. Ben Emin.. Bazısı "Deli Emin" diyor, bazısı "Vizontele Emin"..

Sernikli Ailesi, o yaz şehre sanki bir hediye paketi gibi gelir. Güner bilgiyi, Tuba güzelliği, safiyeti ve bizzat aşk'ı getirir... Başkan Nazmi Doğan ve Deli Emin bu "güzel" şeylerin kıymetini bilenlerin safındadır elbette. Ama azınlıktadırlar. Dönem karışıktır.

Her acıklı şey bir komik hadiseye yol açmaktadır; ya da her komik hadise acıklı sonuçlar doğurmaktadır. Zaten "Vizontele" sözünün tam karşılığı da budur; "kesin galiba yani herhalde!!"

Evet o yaz şehre çok güzel şeyler geldi... Ama uzun süre kalamadılar…

& İlk Vizontele, Kıbrıs çıkarması ve televizyonun hayatımıza girmesi gibi iki büyük olayın çerçevesine oturmuştu. Bu yeni film, çorak Anadolu topraklarının kenarındaki bu sevimli, ama unutulmuş kasabanın bu kez 12 Eylül olayıyla tanışması zaman diliminde geçer.


Genç Yılmaz, artık 'çocukluğunun son yılında' dır. Bu yoksul, ama kesinlikle sefalet içinde olmayan ve her olaydan, her mahrumiyetten hınzır bir sonuç çıkarmayı bilen yerde, okul ve sinema gibi iki ortak mekanın yanına bir yenisi eklenir: kütüphane. Çünkü günün birinde karısı ve sakat kızıyla çıkıp gelen sözünü sakınmaz, bu yüzden de yönetimin hışmına uğramış bir er kişi, oraya 'kütüphane müdürü' olarak atanmıştır, ama kasabada kütüphane yoktur ki ...

 Böylece kütüphane hiç yoktan yaratılır. Bunda da 'köyün delisi', ama galiba aslında en akıllısı olan, eli her işe yatkın Deli Emin başı çeker. "Hiç sevgilisi olmamış" Emin, tüm sevgilisi olmayanların panayırdan rüzgar gibi gelip geçen 'deniz kızına aklını taktığı bu ortamda, kütüphane müdürünün bir kaza sonucu tekerlekli koltuğa mahkum olmuş kızına ilgi duyar: "yumuşak g' siz Tuba", yani Tuuba ... Ve genç kızın ısrarla istediği eliyle birlikte, kalbini de ona kaptırır.

O gergin 12 Eylül günlerinde, kasaba sanki Türkiye gibidir: siyasal kutuplaşmalar, Stalin posterli odalarda devrimi tartışan hızlı gençler, eyyamcı başkan, şaşkın bürokrasi, korkak eşraf, kararlı asker ... Hangi ideolojiden oldukları koltuklarının altındaki Cumhuriyet ya da Tercüman gazetesinden belli olanlar ... Kütüphaneye 'müşteri bulmak' için, yıllar önce verilen Kıbrıs şehidinin mezarına gömülmüş olan televizyon bulup çıkarılır ve yine Emin'in katkısıyla hizmete konur!. ..

 

Yılmaz Erdoğan'ın zekası, ortalama Türk zekasından üstündür. Yüreği de bizim ortalama yüreğimizden daha büyük ... O Anadolu bozkırında geçmiş çocukluğunu hatırlar, sanırım daha da hatırlayacaktır. Ve böylece ortaya oyunlar, filmler çıkar.

Vizontele Tuuba, belki her anı insanı güldüren, kahkahalarla izlenen bir film değildir. Ama tıpkı oyunlarında olduğu gibi ve üstelik bu kez sinemanın katkısıyla daha da etkili biçimde, bir büyük ve alaycı Türkiye panoramasıdır bu ... Sanki küçük fırça darbeleriyle oluşturulmuş bir büyük 12 Eylül dönemi tablosu, yer yer güldüren, sürekli gülümseten, oldukça düşündüren, çeşitli inceliklerle donanmış bir film.

Erdoğan işin sinema yanına da asılmıştır. Çekimler hep en düşünülmüş biçimdedir: örneğin başlarda, binanın içindeki hareketi, iniş çıkışları uzaktan tarayan plan ya da oturan dört kişiyi önce yukardan alıp sonra onların hizasına inerek yüzlere dönen kamera hareketi ...

Kısacası, tiyatro adamı Erdoğan, artık bir sinema adamıdır da ... Ve Vizontele Tuuba, onun dünyaya, ülkeye ve bir döneme acıtatlı bakışının olgun bir sinemayla anlatılmış biçimidir. “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 148”

 

& Vizontele Tuuba'yla ilgili bir yazıya, filmin 1999 yapımı Vizontele'ye göre nasıl bir gişe başarısı elde edebileceğine değinen bir paragrafta başlamak gerekiyor; çünkü Yılmaz Erdoğan, çeşitli yerlerde verdiği söyleşilerde, kabul edilir bir yaklaşımla, ikinci filmin Vizontele'yi henüz tamamladığı sırada aklında hazır bulunan öyküsünü ilk filmin başarısı sayesinde filmleştirdiğini; Vizontele Tuuba'nın gişede ilk film gibi başarılı olması durumunda, yeni devam filmleri çekebileceğini söylüyor. Vizontele Tuuba'nın içeriği ve anlatım yapısı da büyük ölçüde Erdoğan'ın bu yaklaşımı tarafından belirlenmiş gibi: Aynı mekanda geçen, karakterlerin büyük çoğunluğunun aynen korunduğu, sadece zamanın beşaltı yıl ileri sarıldığı ve birkaç yeni karakterin eklendiği hikaye, yine daha çok 'anın' içindeki komiklikleri yakalamaya dayanan, fonda dönemin ruhunu yansıtan ayrıntıların da olduğu episodik bir anlatımla perdeye taşınmış. Durum böyle olunca, Vizontele Tuuba’dan ilk filmden aldığınıza çok benzer bir tatla çıkıyor ve ister istemez ikinci filmin size sunduğu bir yenilik olup olmadığını düşünmeye başlıyorsunuz.

Bu noktada, Vizontele Tuuba'nın, öyküsündeki bazı detaylar ve çok iyi hazırlanmış jeneriği dışında pek bir yenilik sunmadığını söylememiz gerekiyor. Üstelik filmde 'yeni' olduğu söylenebilecek şeyler Vizontele Tuuba'nın ilkine göre daha zayıf bir film olmasına yol açan unsurlar olarak göze çarpıyor. 80'lere taşınan ve bu dönemin ruhunu yansıtabilmek için, Hakkari'de bir kasabaya sürülen bir kütüphane memuru ve ailesinin öyküsünü ana izlek olarak takip etmeyi seçen filmde bu izleğin, ilk Vizontele'deki televizyonun kasabaya geliş öyküsü kadar bağlayıcı olduğunu söylemek zor. İlk filmde Erdoğan, 'televizyon'un tıpkı kasabadaki açık hava sineması gibi yaşlısından gencine, politikacısından delisine kadar o kasabada yaşayan herkesin yaşamını değiştiren etkisini çok iyi tespit etmişti. Bu da filmin anlatımına oldukça olumlu bir şekilde yansımış ve tee1evizyonun öyküsü, hem bir renk skalası şeklinde sunulmuş birbirinden oldukça farklı karakterleri bağlayıcı unsur olarak, hem de dönemin ruhunun kristalize olduğu bir öğe olarak işlevsel hale gelmişti. Ancak, benzer bir işleve (bağlayıcı ve kristalize edici) sahip olması amacıyla ikinci filme dahil edilmiş 'kütüphane'nin öyküsü, bu işlevleri yeterince yerine getiremiyor. Kütüphanesi olmayan kasabaya bir kütüphane kurmak ve insanlara kitap sevgisi aşılamak için çabalayan Güner Sernikli karakterinin yer aldığı sahneler böyle bir bağlayıcılığa sahip olmak için filmde nicelik ve nitelik olarak yeterince yer bulmuyor. Bu da, o dönemde yörede yaşayan insanların yaşamlarını, beşon yıl önce tanıştıkları televizyon kadar çok etkileyen 'kütüphane'nin bu etkisinin filme hakkıyla yansıyamamasına, filmin farklı karakterlerini bir arada tutan bir anlatım öğesi olamamasına yol açıyor. Hal böyle olunca, izleyici yine 'televizyon'un filmdeki varlığından medet ummaya çalışıyor; ancak Erdoğan, doğal olarak televizyonun ilk filmdekiyle birebir aynı işlevi yerine getirmesini düşünmediğinden, televizyonu ancak Dallas dizisi, bazı eğlence ve haber programları gibi, dönemin atmosferini yansıtan detayları vermek için kullanmış. Bu noktada, Güner Sernikli'nin kitaplarla pek ilgilenmeyen kasaba halkını kütüphaneye çekmek için çareyi kütüphaneye bir televizyon koymakta bulmasıyla; öyküsünü kütüphane üzerinden toparlayamayan Yılmaz Erdoğan'ın filme televizyonun yer aldığı sahneleri yerleştirmesi arasında bir paralellik olduğunu söylemek mümkün. Sernikli televizyon sayesinde onca karakteri kütüphaneye doldurmayı başarıyor belki, ancak Erdoğan'ın televizyonlu sahnelerle onca karakteri bir arada tutmayı başarabildiğini söylemek çok zor. Filmdeki diğer yeni karakterlerden, Sernikli ailesinin iki üyesinin filmdeki varlığı, kütüphanenin öyküsünün merkezinde yer alan Güner Sernikli 'ninkinden daha da sorunlu; çünkü Erdoğan bu karakterlere birkaç yüzeysel sahneyle, kaldırabileceklerinden çok fazla anlam yüklemeye kalkışıyor. Örneğin, yöredeki kadınlara göre oldukça modern olduğunu söyleyebileceğimiz; eşi sürekli olarak farklı yerlere sürüldüğü için yeterince oturmuş bir hayat kuramamaktan, çocuklarına güvenli bir hayat verememekten muzdarip Aysel sağcılarla sürekli Sernikli'nin, gözyaşlarına boğulduğu sahne dışında bu mutsuzluğunu yansıtacak bir sahneyi filmde bulmak oldukça zor. Hal böyle olunca, bahsettiğimiz bu sahne de anlamsız bir hale geliyor; taşıması düşünülen duyguyu izleyiciye geçiremediği gibi, filmde de bir yere oturmuyor. Aynı durumun filme adını veren Tuuba karakteri için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Tuuba ile Deli Emin arasındaki yakınlaşma da benzer bir şekilde, Erdoğan başka başka şeylerden de bahsetmek istediği için, oldukça yüzeysel bir şekilde geçiştirilmek zorunda kalmış; üstelik bu rolde izlediğimiz, filmin tamamını kapanış jeneriğinde kendisine şarkı adanan o şirin gülümsemesiyle kotarmaya çalışan Tuba Ünsal, hem performansıyla bizi filmden uzaklaştırıyor hem de filmin ağdalı bir mesaj bombardımanıyla bitmesine yol açııyor. Erdoğan, kasabada çatışma halindeki sol grubun örgüt isimlerini bir tepeye yazan Deli Eminin, Tuuba kasabadan ayrılırken ona hoş bir sürpriz için aynı tepeye yazdığı adını, oldukça ağdalı bir kaydırmayla gözümüze soktuğunda, 80'lerde o karamsar dünyaya rağmen hala mutlu olabilen karakterlerin var olabildiğini de zihnimize kazımış oluyor; Tuuba'nın, yani aşkın adının büyüklüğü karşısında dönemin en büyük gücü askerlerin ne yapacaklarını bilemeyen karıncalar gibi kalmalarını hoş bir sahneyle perdeye taşıyan Erdoğan'ın, filmin son bölümüne sıkıştırdığı bu alt metinde de sesi yeterince güçlü çıkmıyor ve ne dediği tam olarak anlaşılamıyor. Yazının şu ana kadar olan bölümünde yalnızca Vizontele Tuuba'ya yeni eklenen karakterlerin ve bu karakterlerin filme dahil olduğu eksen konumundaki kütüphanenin öyküsünün filmde yeterince iyi işlenemediğinden bahsettik. Dikkatimizi bu denli filmin 'yeni' olarak sunduğu noktalara yöneltmemizde, ikinci filmin ilk filmdeki anlatım biçimini birebir tekrar etmesinin etkili olduğunu söylemiştik. Ancak işi yalnızca anlatım biçimiyle sınırlı olmaktan çıkaran, Vizontele Tuuba’yı ilk film Vizontele'yle neredeyse tıpatıp aynı duygularla izlememize yol açan önemli bir unsur da, ilk filmden bu filme taşınan karakterlerle ilgili bu filmde yeni hiçbir şey keşfedemememiz. Siti Ana ve Ceyhan gibi, bu kez öykünün daha geri planında yer alan ilk karakterlere dair böyle bir beklentimiz yok zaten, ancak yükselen AP ruhunun vücut bulduğu Latif ve yardımcısı sezgin karakterlerinin filmde yer aldıkları sahnelerin artmasıyla birlikte bu karakterleri daha iyi tanımak, keşfetmediğimiz yönleri olduğunu görmek gibi bir beklenti içine giriyoruz. Ancak, bu beklentimiz karşılanmadığı gibi, bu karakterlerin yer aldığı, komik olmaktan çok uzak skeçvari sahneler, ilk filmdeki az ama daha öz varlıklarını aramamıza yol açıyor. Bu, filmdeki ağırlığı oldukça abartılmış Deli Emin karakteri için iyice böyle. Deli Emin'in birkaçı dışında gülümsememize bile yol açmayan komikliklerinden sıkıldıkça, eski filmdeki sahneleri zihnimize çağırmaya, onları hatırlayıp gülümsemeye çabalıyoruz. Bu durum, madalyonun bambaşka bir yönünden, Vizontele Tuuba'nın izleyiciyle, genelgeçer devam filmlerinden daha farklı, izleyicinin film izleme sürecinde filmin nostaljisini yapabildiği bir ilişki kurmasını sağlıyor. Örneğin siti Ana'nın gömdüğü televizyonun toprak altından çıkarılıp kütüphaneye konduğu sahnede ilk filmi hatırlamak ve vizontele'nin yeni kötü haberlere gebe olabileceğini düşünmemek içten bile değil (bu anlamda televizyonun topraktan çıkarılışı ilk filmi hatırlatmasıyla 'flashback', olacakları haber vermesiyle 'foreshadowing' etkisi taşıyor.) Ancak, filmin bu 'farklı' nostaljik duruşunda bile ikircikli bir yan var sanki: Bu duygunun film izleme sürecinde izleyiciyi farklı bir noktadan filme bağlayacağını sezen Erdoğan nostalji uğruna ilk filmde tamamlanmış öyküleri boşlukta bırakmıyor:

Oğlunun bedeni yerine koyup mezarına gömdüğü televizyon topraktan çıkarılıyor belki, ama yerine hemen Siti Ana'nın büyük bir özlem duyduğu, onu daha mutlu edeceği aşikar olan bir kavak ağacı yerleştiriliyor. Öte yandan böyle bir ilk film nostaljisinin, Vizontele Tuuba'nın en büyük rakibi olduğunun farkında olan Erdoğan'ın, filmde bu tarz sahneleri mümkün olduğu kadar az tutmaya çalıştığı da hissediliyor. Hatta, filmin hemen başında, inşaatta çalışan işçilerin Deli Emin'in ilk filminde tanıştığımız 'komik' tikinin (karşısında oynanınca oynama tiki) üzerine gittiklerinde, Emin önce oynamaya başlıyor filmin hemen başındaki bu sahnede biz de ilk filmle bir bağ kurup gülümsüyoruz; ardından da hemen toparlanıp işçilerden kurtuluyor ilk filmde Deli Emin'in oynamasını uzun uzun izlediğimiz için, bu sahne adeta ağzımızda yarım kalmış bir tat bırakıyor. Adeta Erdoğan bize, 'yaşayacağınız nostalji bununla sınırlı, daha fazlası için heveslenmeyin' diyor gibi.

Vizontele Tuuba'nın öyküsünde ve karakterlerindeki sorunları bir kenara bırakıp dönem filmi olma iddiasına baktığımızda, filmin basında genelde 80'ler Türkiye'sinin ruhunu taşıyan ilk filmmiş gibi yansıtılmasını anlamak da biraz zor. Yılmaz Erdoğan, bir okul anısıyla başlayan ve o yılların aklımızda çok yer edinen küçük imajlarından oluşan bir kolaj la süren (Mutlu Akü, Sali na Tuz, vs.), oldukça başarılı giriş jeneriğinde, adeta Vizontele Tuuba'nın tam bir 80'ler filmi olacağını vadediyor. Ancak, film, dönemin ruhunu yalnızca havada kalan bir sürgün öyküsü ve televizyona yansıyan birkaç görüntü üzerinden kotarmaya çalışınca, vadettiği tarihselliğin altını dolduramıyor. Dönemin farklı renklerini taşıması düşünülmüş karakterlerin neredeyse tamamı, karikatürize bir bakışla çizilmiş, boş şeyler peşinde koşan, olsa olsa kütüphanede sigara içilmesi gerektiği konusunda anlaşabilen tipler olarak yansıyor filme. Karakterler böyle muğlak bir zeminde bir araya getirilince, ordudaki subayla, sürgün kütüphaneciyi, politikacıyla deliyi ayırmakta güçlük çektiğimiz her . tür farklılığın naiflik zemininde buluşabildiği muğlak bir dönem portresi çıkıyor karşımıza. Bu noktada filmin masalsı anlatısını işaret edip, böyle net bir dönem portresi çizmek zorunda olmadığını iddia etmek mümkün, hatta bu muğlak dönem tasvirinin 1980'in kaotik ruhunu yansıtmak için daha yerinde olduğu söylenebilir. Ancak film son bölümündeki darbe görüntüleriyle bu masalsı anlatımdan oldukça uzaklaşıyor; aslında o yıllara dair ne kadar 'ciddi' şeyler söylemek istediğini ve bu dönemle ilgili ne kadar net bir tavrı olduğunu göstermeye çalışıyor Vizontele Tuuba, tüm bunlara karşın, özellikle teknik açıdan çıtayı yine oldukça yükseğe koyan bir film. Filmin hem görüntü hem de sanat yönetimi anlamında oldukça başarılı olduğunu belirtmek lazım. Her ne kadar gala gecesinde filmi yan salonlardan birinde izlediğimizden diyalogları anlamak için ekstra çaba sarf etmemiz gerektiyse de filmin ses kaydının da iyi olduğunu tahmin ediyoruz. Tüm bu özeni takdir etmekle birlikte, Yılmaz Erdoğan'ın televizyon ve tiyatroda daha başarılı olan skeçlere dayalı anlatım tarzının, tüm bu skeçleri izlenir kılacak espriler ve bağlayıcı temel bir öğe olmadan, sinemada her zaman tutmadığını bir kez daha söylememiz gerekiyor. Vizontele Tuuba, Erdoğan'ın, çocukluk günlerini geçirdiği Hakkari'nin küçük kasabasını farklı bir üslupla sinemalaştırabileceği malzemeyi ilk filmmde tükettiğini gösteren bir film oldu. Yeni projeleriyle Türk sinemasında farklı bir kulvar açma potansiyeli taşıyan Erdoğan'ın, Vizontele serisini sürdürmek yerine farklı hikayelere yönelmesi, kendini tekrar etmekten kurtulması açısından en doğru karar gibi gözüküyor. Vizontele'yi iyi anılarla hatırlamak için hala fırsat var. “Altyazı Aylık Sinema Dergisi sayı, 26”

 

 SEN HİÇ GÜNEŞTE ÜŞÜDÜN MÜ (2003) 

Yönetmen Mehmet Ali Gündoğdu Senaryo Banu Kaptanoğulları  Görüntü Yönetmeni Levent Pelit Yapım Ali Seven Yardımcı Yönetmen Banu Kaptanoğulları

Oyuncular:  İlyas Salman (Fakiro), Meral Zeren, Sırrı Elitaş (Muhtar), Elif Kaptanoğulları

Konu: Karısı ve kızıyla köyde kıt kanaat bir hayat yaşayan fakiro onlara daha iyi bir hayat yaşatmak için muhtardan borç para alır ama bu borcu ödeyemez bundan sonra başına gelmedik kalmaz

 

ÖMERÇİP (2003) 



Yönetmen Zeki Alasya Senaryo Kemal Kenan Ergen Görüntü Yönetmeni Kamil Çetin Yapım Erler Film/Türker İnanoğlu Teknik Sorumlu: Derda Dağlaroğlu, (Ulusal Film), Kurgu: Savaş İnan, Teknik Sorumlu Erkan Aktaş (Fono Film) Yardımcı Yönetmen: Edgü Göktuna Karaadam, Sanat Yönetmeni: Ceysu Koçak, Yapım Koordinatörü: Yılmaz Ekmekçi, Yapım Sorumlusu: Nurcan Kuran, Müzik: Özkan Turgay, Şarkılar: Müslüm Gürses, Aşkın Nur Yengi, Aydınlatma Yönetmeni: Ali Salim Yaşar, (Ulusal Film Stüdyolarında hazırlanmıştır.)

 OYUNCULAR: Mehmet Ali Erbil, Aşkın Nu Yengi, Onur Selimbeyoğlu, Zeki Alasya, Suızan Avcı, Kayhan Yıldizoğlu, Bekir Aksoy, Göksel Kortay, Aykut Oray, Erdal Tosun, Nuri Alço, Buket Dereoğlu, Erol Günaydın, Cengiz Küçükayvaz, Füsün Erbulak, Nezih Tuncay, Kemal Kuruçay, Coşkun Göğen, İlhan Daner, Aylin Kabasakal, Ali Cağaloğlu, Suat Sungur, Civan Canova, Kamil Güler, Barış Hayta, Crem Karakaya, Ali Güney, Handan Karaadam, Erdoğan Tuncel, Serap Gedik, Müslüm Gürses,

 

 

NE DE OLSA ÇOCUK (2003) 

Senaryo ve Yönetmen: Eriş Akman, Görüntü Yönetmeni: Naim Bahadır, Müzik: Aliye Mutlu Kameraman: Banu Demirci, Yapım: Eks Film/Eriş Akman

Oyuncular: Eriş Akman, Altan karındaş, Serap Ogan Eren, Arzu Vandemir, Zeynep Akman, Mehmet Akman, Aliye Mutlu, Ebru Şahin

&Mutlu bir aile tablosu: Büyükanne kazak örüyor, baba kitaba dalmış. Küçük kız fısıltıyla telefonda konuyor. Bu huzurlu tablonun tek eksiği anne! Kapı çalınıyor. Büyükanne kapıya yöneliyor. İşte o an küçük kız 'If you insist on your position, we'll lose the battle' (siz bu kafayla giderseniz biz bu savaşı çoktan kaybederiz') deyip telefonu kapatıyor. Akabinde salona rüküş bir kadın giriyor. Babayı 'Hi Tony' diyerek geçiştiriyor ve hedefine yönelip 'I come to take you' (Seni almaya geldim) diyor küçük kıza...

 Yukarıdaki sahne Türkiye'de çekilen bir filme ait. Ama yabancı bir yönetmenin ülkemizde film çektiği yanılgısına düşmeyin. Tanık olduğumuz sahne, Etiler'de müstakil bir evde çekimleri süren Eriş Akman'ın yönettiği 'Ne de Olsa Çocuk' filminden. Aynı sahne kısa bir süre önce Türkçe olarak çekildi. Akman hem dinlenmek hem de bizimle konuşmak için kısa bir ara veriyor çekimlere. 'İki dilde film çekmek zor olsa gerek' Akman da bize "Zor değil ama zamanımızı alıyor" cevabını veriyor.

Akman'ın çocukları Zeynep Akman ile  Memet Akman'ın dahil olduğu kalabalık  çocuk oyuncu kadrosu eşlik ediyor.

Kameranın önünde ve arkasında olan sadece Akman değil. Ayla karakterini canlandıran diğer başrol oyuncusu Arzu Vandemir de yönetmen yardımcısı görevini üstlenmiş. Vandemir bu durumdan memnun. Çünkü bu sayede işin ne kadar yoğun bir emek gerektirdiğini çok daha iyi anladığını söylüyor.


Vandemir'e göre canlandırdığı Ayla karakteri cesur bir kadın. Çünkü, kocasıyla sevişerek evlenmesine, üç çocuğuna rağmen onun sorumsuzluklarından bıktığı için boşanma kararı alabilmiş ve Engin'le ilişkiye girmeyi göze almış. Tabii çocukları bu durumdan memnun değil. Çocukların haleti ruhiyetini öğrenmek için Vandemir annesi babası ayrı olan birçok insanla konuşmuş. Sonuç çarpıcı. Vandemir "Çocuklar anne ve babaları ayrı olsa bile onları üçüncü kişilerle hayal edemiyorlar. Bir gün tekrar bir araya geleceklerini düşünüyorlar" diyor. Zaten Akman da filmde çocuk yapma kararının önemine dikkat çekiyor.

Çocukların varlığı sete neşe getiriyor. Bıcır bıcır dolaşıyorlar. Film çekmek bir oyun onlar için. Ekipteki herkes "bu bizim filmimiz" diyor. Bunun arkasında tabii ki Eriş Akman var. O filmin yönetmene ait olduğu düşüncesine inanmıyor. Akman'a göre film projeye emeği geçen herkesin yani tüm ekibin. Kendisi, ekibe sürekli bunu hatırlatmış 'bu sizin filminiz'.

Akman çocuklarla istediği iletişimi kurmuş. Onların olağanüstü performans sergilediklerini söylüyor. Ama filmin hem İngilizce hem Türkçe çekilmesi, çekimlerin uzamasına neden olduğu ve okulların açılma vakti yaklaştığı için biraz huzursuz olduğunu vurguluyor. ” O zaman çocuklarla sadece hafta sonu çalışmak zorunda kalacağım" diyen Akman bu ihtimali düşünmek bile istemediğini belirtiyor.

Filmi Altın Portakal'a yetiştirmek isteyen Akman bunun sebebini ekibin, özellikle çocukların festivali görmek, istemesine bağlıyor. Yoksa ödül o kadar önemli değil. “Olkan Özyurt , Radikal 8.9.2003



 

 

METROPOL KABUSU (2003) 


Senaryo ve Yönetmen: Ümit Cin Güven, Görüntü Yönetmeni: Bahadır Eren, Müzik: M. Kaan Ergün, Yapım: MGD Filmcilik Ümit Cin Güven, Murat Baran Kameraman: Vedat Aydın, Kurgu: Yakup Baysal, Sanat Yönetmeni: Halil Küreş, Yardımcı Yönetmen: Selin Kılıçarslan, Prodüksiyon Amiri: Güler Baybora, Yapım Sorumlusu: Murat Baran, Genel Koordinatör: Mesut Gülveren,

Oyuncular: Mine Çayıroğlu, Timur Ölkebaş, Murat Baran, Mustafa Uzunyılmaz, Hasan Mullaoğlu, Ayla Algan, Halil İbrahim Kuzucu, Murat Bayar, Aynur Diz, Mesut Gülveren, Banu Çiçek, Halil Küreş, Aziz İzzet, Döndü Deniz Yılmaz, Begüm Solmaz, Özlem Durmaz, Mustafa Üstündağ, Mesut Gülveren,

Konu: Mazlum, Eşkıya ve Şahin fakirlik içinde büyüyen ve yolları Kapkaççılıkla kesisen 3 arkadaştır. Çocuk yuvasında büyüyen Eşkıya'nın ailesi yoktur. Doğu'dan göç ederek İstanbul'a gelen Mazlum, babasını kaybetmiştir. Ailesini geçindirmek için hırsızlık yapan Mazlum, Kapkaççı çetesinin başı ve babasının hapisteyken yardım ettiği Şahin'le tanışır. Şahin'in babası kendisini aldattığı İçin karısını öldürmüştür. Annesini kaybeden Şahin, babasını da cezaevinde bırakmıştır. Annesi hasta olan Mazlum, onun iyileşmesini ister. Şahin de ona kol kanat gerer.

 ÖDÜL:

14. Orhan Arıburnu Ödülleri

►En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu “Hasan Mullaoğlu”

 &Sır Çocukları filmiyle sinemaya adım atan Ümit Cin Güven, bu kez tek başına yazıp yönettiği filmle, yine toplumun alt kesimlerinde yaşananlara, 'itilmişlerin' dünyasına eğiliyor. Ve de, gerçekten metropollerde bir kabus haline gelen kapkaççı çocukların dünyasına bizi götürüyor. Özellikle bir küçük gurubun beyni olan Şahin ve doğudan yeni göç etmiş bir ailenin çaresiz kalmış saf çocuğu olan Mazlum... Bu ikisi başta bir avuç kıstırılmış genç adamın, bu yolla büyük kentte yaşam mücadelesi verme çabaları

... 80 dakikalık küçük bir film olan Metropol Kabusu'nun iyi yanları var, eksik yanları var. Önce kendimce eksikleri sayayım. Konusuna temiz ve ödünsüz bir yaklaşımı gerçekleştirmekle birlikte, film çokluk yeterince vurucu olamıyor. O kapkaç sahneleri birbirine çok benziyor ve fazla mizansen kokuyor. Bu alt sınıf insanları, bu sokak çocukları, üstelik hiç küfretmiyor ve aşırı düzgün konuşuyorlar. Çok daha üst toplumsal sınıf gençlerini anlatan Okul'daki küfür düzeyine bakınca, bu tavır daha göze batıyor. Elbette Okul'daki küfürler de aşırı, hatta özenti olarak görülebilir. Ama bu film de tam zıt uçta bir örnek! ...

Öte yandan, Mine Çayıroğlu çok iyi oynamış olsa da, o uyuşturucu kuryesi silahlı genç ve güzel kız figürü bana biraz düşsel gözüktü. Sanki Kill Bill'den fırlamış bir Uma Thurman'ın alaturka çeşitlemesi!... Filmin genel gerçekliği içinde sırıtan bir motif ...

Buna karşılık, oyuncular iyi seçilmiş, iyi yönetilmiş. Karşımıza bir düşler İstanbul'u getiren görüntü çalışmasını ve iddiasız, sade, ama filme çok iyi uyan müziği de çok beğendim. Ümit Cin Güven, anlaşılan bildiği bu çevreyi anlatmaya devam edecek. Bu yanına saygı duyuyorum. Ondan elbette bir Türk Tarantino'su olma hevesi de beklemiyorum. Ama yine de sinemasına biraz daha şiddet, enerji ve deyim yerindeyse 'edepsizlik' gerekiyor. “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 120”


FİLMİ İZLE 


 

KIRMIZI ÇİZMELİ (2003) 

Yönetmen: Oğuz Gözen, Senaryo: Nadire Zeybel, Müzik: Bahadır Aklan, Görüntü Yönetmeni: Ferhat Bakır, Yapım: Anzer Film Sönmez Yıkılmaz

Oyuncular: Gamze Tunar, Bahadır Alkan, Songül Beyçe, Sönmez Yıkılmaz, Sevgi Kaya, İncilay Özdemir, Müjdat Saylav, Ömer Korkmaz, Oktay Yavuz, Ekrem Erkek, Hüseyin Kılıç, Nimet Karagöl, Yusuf Peker, Recep Yalçınkaya, Yaşar Ürkmez

 Konu: Barış Manço için yazılan “Beklenmeyen Misafir” adıyla çekilen senaryo. “Köye gelen kiralık katilden nedeniyle köylü halk korku içinde yaşamaktadır. Tam bu sırada ortaya çıkan halk aşığı bir genç duruma el koyar ve tüm yolsuzlukların önünü aldıktan sonra, sıra katil ile olan mücadeleye gelmiştir.

NOT: Film Bolu ilinin Seben ilçesinde çekilmiştir.

 

 

İNŞAAT  (2003) 


Yönetmen: Ömer Vargı, Senaryo: Serdar Tantekin, Ömer Vargı, Müzik: Ömer Özgür, Görüntü Yönetmeni: Frenc Pap, Yapım: Filma Cass/ Ömer Vargı, Mine Vargı Kurgu: Ömer Vargı, Burçin Çınar, Sanat Yönetmen: Zeynep Tercan, Ses: Janos Csaki, Yönetmen Yardımcıs: Tolgay Ziyal, Dağıtımcı Firma: Warner Bros,

Oyuncular: Emre Kınay (Ali), Suna Pekuysal (Yaşlı Kadın), Şevket Çoruh (Sudi), Yeşim Büber (Nazife), Binnur Kaya (Ayşe), Ahmet Mümtaz Taylan (Nizamettin), Nilgün Karababa (Genç Karı), Adnan Tönel (Deprem Mühendisi), Tuncay Beyazıt (Şevket), Resul Okan (Şevket`in Adamı), Hüseyin Baylan (Şevket`in Adamı), Şehsuvar Aktaş (Sedat), Murat Bavli (Koray), Şahin Sekman (Şeref), Ali Yaylı (Celal), Nail Kırmızıgül (Ayhan), Okay Şenol (Tarık), Günay Karacaoğlu (Televizyoncu Kız), Sinan Tuzcu (Cemal), Şeref Umut (Kemal), Yıldız Kaplan (Güzel Kadın), Ferhunde Hürol (Ayşe`nin Annesi), İlhan Kilimci (Sinirli Adam), İskender Bağcılar (Politikacı), Ahmet Demir (Orta Yaşlı Adam), Faruk Savun (Yaşlı Adam), Bahtiyar Engin, Ayşe Nil Şamlıoğlu (Çocuğun Annesi), Gökhan Bozkurt (Televizyoncu Adam), Hasan Gümen (Güzel Kadının Yanındaki Adam),Somer Karvan (İyi Giyimli Adam), Yıldırım Beyazıt (Kısa Boylu Bıyıklı Adam), Sercan Bal (Çocuk), Cihat Mağara (Konuşan Yaşlı Adam), Serkan Akdeniz (Genç Koca), Murat Keleş (Kekeme), Yılmaz Çebi (Pizzacı Çocuk), Ahmet Taşdemir (Bankacı), Kemal Kazandı (İş Adamı), Kaan Öztop (Taraftar), Kamil Atılan (Ceset Getiren), Nilgün Aksalih (Ceset Getiren), Abdürrezzak Elçi (Japon Mühendis), Aziz İzzet Biçici (Asayiş Polisi),

 Konu: Ali ve Sudi İstanbul’un gecekondu semtlerinden birindeki inşaatta çalışan, tek hayalleri yeterli parayı toplayıp, kaçak işçi olarak İtalya’ya gitmek olan amelelerdir. Bir akşam inşaatın sahibi olan , aynı zamanda bir mafya babasının şoförlüğünü yapan Nizamettin’in ceset gömmesi ile faili meçhul mezarlığına dönüşmeye başlayan inşaat , mahallenin güzel kızı Nazife, derdine çare arayan Ayşe, part time şeyhlik ve mahallenin yaşlı teyzesi arasında hedeflerinden sapan Ali ve Sudi, kendilerine bir çıkış yolu ararlar.

1993'teki Amerikalıdan başlayarak Türk sinemasının yeni bir seyirci yaratması olayındaki kilometre taşları olan Eşkıya, Her Şey Çok Güzel Olacak gibi filmlerin yapımcısı Mine Vargı ve bunlardan Her Şey Çok Güzel Olacak'ı yönetmiş olan reklamcı Ömer Vargı'nın yönetmenliğini yaptığı bir filmden umutlu olmamak için bir neden yok. Biz de İnşaat'a bu umutla gittik.

Ve ilk başta filme hayran olduk. Önce benim gibi bir mimar için harika bir açılış: kenti en lüks yerlerinden Boğaz kıyılarından başlayıp toplu konutlardan geçerek en kenar semtlere dek tarayan ve adeta kuşbakışı bir şehircilik yorumu sergileyen nefis bir açılış. O uzak ve üvey evlat konumundaki semtlerden birinde, yarısı bitmiş inşaat. Sonra, tam bir kara mizah konusu: inşaatın sahibi olan bir mafya şefinin adamı aracılığıyla getirilip inşaata gömülen bir ceset. Ve sonra, ardından başka cesetlerin akın etmesi ve iki saf işçimizin bu duruma alışıp giderek yollarını bulmaya başlamaları ...

Bu ilginç konu, uygun bir oyuncu kadrosu ve işlek bir çekimle anlatılıyor. Hemen hepsi sinemayı ilk kez deneyen Emre KınayŞevket Çoruh ikilisi, Yeşim Büber ve Binnur Kaya'yla temsil edilen 'kadınlar cephesi', tüm diğer yardımcı oyuncular. .. Ve elbette, uzun süredir sinemadan uzak kalmış çok değerli Suna Pekuysal .. Hepsi de çok iyiler.

Ne var ki işler aynı parlaklıkta gitmiyor. Yarıya doğru film sanki birden duruyor ve ilk baştaki tüm espriler ve komedi unsurları, anlamsız biçimde birbirini izleyen sahnelerde, hiç yeni bir şeyler getirmeksizin tekrar ediliyor. Gerçi çok hoş bir final, filmi biraz toparlıyor, ama neredeyse çok geç ...

Bir kez daha, sınırlı imkanlardan fışkıran aslında iyi ve canlı bir proje, yeterince çalışılmamış ve sürekli espri, komik durum ve şaka üretmek açısından yeterince işlenmemiş bir senaryoya kurban oluyor. Ön çalışma eksikliğine verilmiş bu kaçıncı kurban, tam başarı yolunda bu kaçıncı tökezleme? Ben de bilmiyorum ... “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 95”

FİLMİ İZLE