ANLAT İSTANBUL (2004)
Yönetmen: Ümit
Ünal, Kudret Sabancı, Selim Demirdelen, Yücel Yolcu, Ömür Atay, Senaryo: Ümit
Ünal, Görüntü Yönetmeni: Mehmet Aksın, Müzik: Gökhan Kırdar Yapım:
TMC Film/Erol Avcı Yönetmen Yardımcısı: Kenan Erbaş, Iraz Uzun
Sanders, Ses: Levent İntepe, Sanat Yönetmeni: Veli Kahraman, Yapım
Koordinatörü: Sevil Demirci, Yapım Asistanı: Burcu Ongan, Fatih
Tekşal, Set Fotoğrafı: Murat Akay, Magnum Operatörü: Hamza Şahin,
Işık Şefi: Kenan Kolla, Işık Asistanları: Halil Demir, Fatih
Özçelik, Sanat Asistanı: Erkan Özdem, Ses Tasarım: Hasan Şakacı, Ses
Kayıt: Levent İntepe,
Oyuncular: Yalçın Dümer (Selman),
Ceren Öztürk (Merve), Kenan Bal (Abdi Bey), Kaan Girgin (Musa), Mahmut
Hekimoğlu (Cemal Bey), Fatih Hürkan (Ayhan), Gafur Uzuner (Dilsiz Osman), Rahmi
Dilligil Emin Efendi), H. Cansu Şahin (Zeynep), Aysun Güven (İclal), Kazım
Eryüksel, Ünsal Emre, Esrin Özgüler, Turan Turgut, Talha Er, Gökçe Bozbağ,
Oktay Korunan,
Zenginler, yoksullar, güzeller, çirkinler,
suçlular, masumlar, marjinaller, güç sahipleri, her yaştan her cinsten
İstanbullu... ya da yolu buradan geçen yabancılar... Beyoğlu’ndan Aksaray’a,
Boğaziçi’nden yer altına, tüm İstanbul’u kucaklayan bir panoramada masal
kahramanlarına dönüşürler...
Bu masallar hep birbirine
bağlıdır. Hayat hikayeleri kesişir, birbirini etkiler. Mesela bir cinayet
sadece katille maktulun değil, pek çok insanın hayatını sonsuza kadar
değiştirebilir. Herkesin en küçük bir eylemi, farkına varmadan çok büyük
sonuçlara yol açabilir. Bir masalın baş kahramanı bir diğerinin figüranı
olabilir.
İki kıtayı birleştiren bu
şehirde, batının en doğusunda, doğunun en batısında yer alan bu büyük şehirde,
batının en ünlü masalları bir kez daha hayat bulur. Bize Batı diye Doğu diye
bir ayrım olmadığını, insanın gerçek masalının dünyanın her yerinde aynı
olduğunu anlatır.
İstanbul dünyanın en güzel
şehirlerinden biridir… Kyn: TMC Film Müzik Üretim ve Pazarlama A.Ş (www.tmc.com.tr)}
&Alejandro
Gonzalez Inarritu 2000'in hemen başında "Amores perros/
Paramparça Aşklar Köpekler" ile adeta
bir efsane yarattıktan sonra kesişen hayatlar teması popüler bir anlatım
şekline dönüştü sinemada. "Anlat istanbul", yaratıcı müdahalelerle bu
temayı sinemamızda başarıyla uygulayan ender yapımların başında geliyor. Filmin
yaratıcısı, uzun süre senaristlik yaptıktan sonra "9" ile
yönetmenliğe adım atan Ümit Ünal... İkinci sinema projesinde hayli cesur bir
girişimde bulunan Ünal, beş bölümden oluşan "Anlat lstanbul"da
yönetmenliği 4 farklı isimle paylaştı. Film, hepsi de tek bir gecede
İstanbul'da geçen ve klasik masallardan esinlenerek yazılan 5 hikayeden
oluşmakta: Fareli Köyün Kavalcısı (Ümit Ünal), Pamuk Prenses (Kudret Sabancı),
Külkedisi (Selim Demirdelen), Uyuyan Güzel (Yücel Yolcu) ve Kırmızı Başlıklı
Kız (Ömür Atay).
Borges'in "Kader tekrarlara,
çeşitlemelere, simetriye düşkündür" sözüyle başlayan filmde Ümit Ünal,
dünyaca ünlü masal kahramanlarına yerel kimlik verir, hatta işi bir adım daha
öteye götürür; onları kahraman değil kaybeden olarak resmeder. Fareli Köyün
Kavalcısı, Çingene klarnetçiye; Külkedisi, fahişelik yapan bir dönmeye; Kırmızı
Şapkalı Kız ise uyuşturucu kuryesine dönüşmüştür. Askerden terhis olmuş ve
Türkçe'yi askerde öğrenmiş Kürt genci, tesadüfen Uyuyan Güzel ile tanışırken,
öldürülmekten son anda kurtulan günahsız bir güzel de 8. Cüce'nin yardımıyla
kaçar. Tabii ki masallar şehri İstanbul da bu hüzünlü öykülere tüm güzelliğiyle
şahitlik eder. 5 ayrı bölümden oluşmasına ve 5 yönetmenin imzasını taşımasına
rağmen "Anlat İstanbul", genel bir bütünlük içerir; yönetmenler kendi
atmosferlerini kurmaktan ziyade Ünal'ın vizyonunu hayata geçirmeye gayret etmiş
gibidir. Dolayısıyla birinin uçuk kaçık (Uyuyan Güzel), diğerinin ise hayli
gerçekçi (Külkedisi) hikayesi aynı düzlemde buluşmayı başarır ve birbirine
tezat görünmez.
Kolay kolay biraraya gelmeyecek, zengin
bir oyuncu kadrosuna sahip olan; Adana ve İstanbul Film Festivali'nde En İyi
Film seçilen "Anlat İstanbul" hâlâ sinemamızdaki özel yerini koruyor.
Zira onun izinden giden cesur ve yaratıcı yapımlar gelmedi arkasından. Hatta
Ümit Ünal ve Selim Demirdelen dışında diğer üç yönetmen bir daha bir sinema
projesinde yer almadı. "Anlat lstanbul"un o hüzünlü masallarının gerçek
hayattaki tezahürü de bu olsa gerek... (M.I.)Sinema En İyi 100 Film
Anlat İstanbul Ümit Oğuz’un
yazmış olduğu 5 öykülü senaryodan 5 ayrı yönetmen tarafından sinemaya aktarılan
bir film. Bu filmler ve yönetmenler sırasıyla şöyle:
1.
Fareli Köyün Kavalcısı
2.
Pamuk Prenses
3.
Külkedisi
4.
Uyuyan Güzel
5.
Kırmızı Başlıklı Kız
1)
Fareli Köyün Kavalcısı “Altan Erkekli”
Altan
Erkekli (Hilmi), Özgü Namal (Şenay), Mehmet Günsur (Rıfkı), Erkan Can
(Darbukacı)
Klarnetçi
Hilmi kayıpları için İstanbul’u suçlar
Film,
Fareli Köyün Kavalcısı’na gönderme yapan hikayeyle başlıyor. Altan Erkekli’nin
canlandırdığı karakterin adı Klarnetçi Hilmi. TRT radyosunda çalışıyor,
ekstralara gidiyor. Ahırkapı’da yaşıyor. Ama Çingene değil! Senarist Ümit Ünal
‘Her aşçı şişman olmak zorunda olmadığı gibi, her klarnetçi de çingene olmak
zorunda değil’ diye düşünüyor. Erkekli’nin rolü kilit bir rol. Film onunla
başlıyor, onunla bitiyor. Hilmi karakteri diğer öykülerle iç içe giriyor. Bu
bölümü bizzat yöneten, senarist Ümit Ünal hikayeyi şöyle özetliyor: ‘Fareli
Köyün Kavalcısı, temelde bir intikam hikayesidir. Köyün bütün farelerini
kavalıyla büyüleyip götüren kavalcı, parasını alamayınca bu sefer köyün
çocuklarını peşine takıp götürür. Hilmi karakteri de hayatındaki tüm kayıplar
için İstanbul’u suçluyor ve ‘herkesi’ peşine takıp götürmek istiyor.’
Masalı anımsıyalım:
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman
içinde, kalbur zaman içinde develer tellalken, pireler berberken, ben annemin
beşiğini tıngır mıngır sallarken; ülkenin birinde bir köy varmış. Halkı
mutluluk içinde yaşarmış. Günlerden bir gün köyün bütün evlerine fareler
dolmuş. Binlerce fare köyün sokaklarında, evlerde dolaşıyorlarmış. Yatak
odasına gitseler, mutfağa girseler farelerden geçilmiyormuş. Ne bulurlarsa
yiyorlarmış. Halk ne yapacağını şaşırıp kalmış. Köy muhtarından bu işe bir çare
bulmasını istemişler. Muhtarın da elinden bir şey gelmiyormuş. Böylece köyün
adına fareli köy denmiş. Fareli köyün çocukları da, bu pis yaratıklarda
bıkmışlar.
Bir gün fareli köye bir
çalgıcı gelmiş. Muhtara: "Eğer bana bir kese altın verirseniz, köyü
farelerden temizlerim." demiş. Bütün köy halkı bu habere sevinmişler.
Aralarında hemen çalgıcının istediği bir kese altını toparlamışlar ve muhtara
teslim etmişler. Halkın tek istediği bu farelerden kurtulmakmış.
Çalgıcı isteğinin kabul
edildiğini öğrenince başlamış kavalını çalmaya. Kavaldan öyle tatlı, öyle güzel
sesler çıkıyormuş ki, fareler saklandıkları yerlerden akın akın çıkarak
çalgıcının yanına geliyorlarmış. Kısa bir sürede çalgıcının etrafı binlerce fare
ile dolmuş. Köydeki bütün farelerin çalgıcının etrafında toplandığı sırada
çalgıcı yürümeye başlamış. Köye gelirken gördüğü dereye doğru yürümüşler.
Çalgıcı önde kavalını üflüyor, fareler peşinden geliyormuş. Çalgıcı dere
kenarına gelince suyun içine yürümüş. Derede o kadar çok su varmış ki ama
çalgıcı karşı kıyıya geçmiş. Farelerde peşinden gelmek isteyince dereye düşen
fare suda boğulup ölmüş. Bütün fareler ölünceye kadar çalgıcı kavalını
öttürmeye devam etmiş. Çalgıcı bütün farelerin öldüğünü görünce ödülü olan bir
kese altını almak için hemen köye geri dönmüş.
Fareleri yok eden başarısından sevinç
duyduğu için, emin adımlarla yürüyormuş. Sonunda köye varınca: "Bir kese
altınımı alırım. Bu altınlarla şehre gider, işimi kurarım. Bende zengin
insanlar arasına katılır ve rahat yaşamaya başlarım diye düşünmüş. Bu
düşüncelerle muhtarın yanına varan çalgıcı muhtardan ödülünü istemiş. Muhtar
oyun bozanlık yapmış. "Nasıl olsa farelerden kurtulduk, bir kese altını
vermesem olur" diye düşünmüş. Çalgıcıya çeşitli nedenler göstererek
altınlarını vermemiş. Çalgıcı kandırıldığını anlayınca: "Ben size bir oyun
oynayayım da görün" demiş. Başlamış kavalını çalmaya. Kavalın sesini duyan
bütün çoçuklar çalgıcının yanına koşmuş. Çalgıcıda hem kavalını üflüyor, hem de
yürümeye başlamış. Köyün bütün çocukları da kavalcının peşinden gitmişler.
Köyde hiç çocuk kalmamış. Analar babalar kara kara düşünmeye başlamışlar.
Köylüler muhtara gidip:
"Ne yapacağız, ne edeceğiz. Sen çalgıcının hakkı olan bir kese altını
vermeliydin. Bak şimdi çocuklarımızı aldı öldürdü" demişler. Kavalcı
kızgın kızgın, peşinde çocuklarla birlikte ormana varmışlar. Ormanda bir ağacın
altında dinlenirken aklına tekrar muhtara gitmek altınlarını bir daha istemek
gelmiş. O sırada telaşla yerinden kalkınca kavalını almayı unutmuş. Sihirli
kavalı bulan bir çocuk, arkadaşlarının yanına gelmesi için başlamış çalmaya.
Kavalın sesini duyan çocuklar hemen ormanda toplanmışlar. Hemen köye,
annelerinin babalarının yanına dönmeyi düşünmüşler. Kavalı bulan çocuk köyün yolunu
biliyormuş. Kavalı çalan çoçuk önde diğerleri arkasında köye geri dönmüşler.
Anneleri, babaları çok sevinmişler. Şenlikler düzenlemişler. Kırk gün kırk gece
bayram etmişler.
2) Pamuk
Prenses “Azra Akın”
Çetin Tekindor (İhsan), Azra
Akın (İdil), Nejat İşler (Ramazan), Vahide Gördüm (Hürrem), Hilal Arslan (B.
Cüce)
Modern prenses İdil, sokakta sekizinci
cüceyle tanışır, Anlat İstanbul, dünya güzeli Azra Akın’ın ilk sinema denemesi.
Filmde onun hikayesi babasının ölmesiyle başlıyor. Kötü haberi alan İdil eğitim
için gittiği Amerika’dan apar topar İstanbul’a dönüyor. Kötü bir üvey annesi
var. Kendini dünyanın en güzel kadını zannediyor ve İdil’i eroinle öldürmeye
çalışıyor. Ondan kaçan güzel kız, İstanbul’da sekizinci cüceyle karşılaşıyor.
Azra Akın bu projeye nasıl girdiğini şöyle anlatıyor: ‘Geçen sene Türkiye’ye
geldim ve ‘ben hayatta ne yapmak istiyorum’ diye düşündüm. Oyunculuğu denemeye
karar verdim, ders almaya başladım. Üç ay sonra Yapımcı Erol Avcı, Anlat
İstanbul filminden bahsetti. Daha hazır olmamama rağmen kabul ettim. Çünkü rol
benim karakterime çok yakındı.’
Azra Akın çocukluğunda masal
bağımlısıymış. Evde, okulda, yolda kimi bulsa sürekli masal anlattırırmış. En
sevdiği üç masal Pamuk Prenses, Rapunzel ve Külkedisi.,
Masalı anımsayalım:
Her yerin karla kaplı olduğu bir kış
günüymüş. Bir kraliçe, sarayının pencerelerinden birinin arkasında bir yandan
nakış işliyor, bir yandan da hayal kuruyormuş. Derken birden parmağına iğne
batmış ve gergefin üstüne üç damla kan akmış. Kraliçe kan damlalarına bakar
bakmaz, “Çocuğum kız olursa, teni kar gibi ak, yanakları kan gibi al, saçları
da pencerenin çerçevesi gibi kapkara olsun,” diye geçirmiş içinden. Bu olaydan
kısa bir süre sonra bir kız çocuğu getirmiş dünyaya. Kızı tıpkı içinden
geçirdiği gibi bir kızmış. Ona Pamuk Prenses adını vermişler. Ne yazık ki
kraliçe doğumdan birkaç saat sonra ölmüş.
Bir yıl sonra Kral yeniden
evlenmiş. Yeni Kraliçe çok güzel bir kadınmış. Güzelliğine güzelmiş, ama bir o
kadar da kibirliymiş, kendisinden daha güzel birinin olabileceğini düşüncesine
bile tahammül edemezmiş. Odasında sihirli bir aynası varmış. Her gün o aynanın
karşısına geçer, saatlerce kendisini seyreder ve sonunda,
Ayna,
ayna söyle bana
En
güzel kim bu dünyada,”
Diye
sorarmış. Ayna da hiç duralamadan, “Sizsiniz Kraliçem,” dermiş.
Fakat,
Pamuk Prenses on dört yaşına geldiğinde, bir gün ayna şöyle demiş:
Güzelsiniz
Kraliçem, güzel olmasına,
Ama
Pamuk Prenses sizden daha güzel.”
Kraliçe
bunu duyunca çok kızmış, öfkesinden ne uyku girmiş gözüne, ne de bir lokma
yemek yiyebilmiş. ‘Ne yapmalı, ne etmeli?’ diye düşünüp durmuş günlerce. Sonra
kararını vermiş ve sarayın avcısını çağırmış huzuruna.
“Pamuk Prenses’i ormana götür
ve orada öldür. Öldürdüğüne kanıt olarak da kalbiyle ciğerini sök, bana getir.”
Avcı Pamuk Prenses’i ormana götürmüş,
bıçağını çekmiş. Fakat Pamuk Prenses’in ağladığını görünce onu öldürmeye
kıyamamış. Pamuk Prenses ağaçların arasına dalıp gözden kaybolurken, “Ben
yapamadım, ama hava kararıncaya kadar bir ayı veya bir kurt benim yapamadığımı
yapar nasıl olsa,” demiş. Yolda genç bir yabandomuzu çıkmış avcının karşısına.
O da hayvanı oracıkta öldürmüş, kalbiyle ciğerini söküp Kraliçe’ye götürmüş.
Ama Pamuk Prenses’i avcının
düşündüğü gibi ne bir ayı ne de bir kurt yemiş. Akşam olup hava kararınca
dağların ardında küçük bir eve gelmiş. Kapısını çalmış, açan olmamış.
Cesaretini toplayıp içeri girmiş.
İçeride
üzeri yenmeye hazır yiyeceklerle dolu yedi küçük tabağın bulunduğu yedi küçük
sandalyeli uzun bir masa varmış, duvar dibinde de yedi yatak diziliymiş.
Beklemiş, beklemiş, ama kimsecikler gelmemiş. Çok aç ve çok yorgun olduğu için
daha fazla bekleyememiş ve her tabaktan bir kaşık yemek almış, yedi yataktan
yedincisine yatıp uykuya dalmış. Biraz sonra evin sahipleri eve dönmüşler. Dağların
derinliklerinde bulunan bir gümüş madeninde çalışan yedi cücelermiş bunlar.
“Pamuk
Prenses’i görünce, “Ne kadar güzel bir kız!” demişler Sabah olup uyandığında
Pamuk Prenses cüceleri görünce önce çok korkmuş, ama kısa bir süre sonra
onlardan bir kötülük gelmeyeceğini, onların çok iyi insanlar olduklarını
anlamış. Yedi cüceler Pamuk Prenses’ten evlerini çekip çevirmesini istemişler,
o da hemen kabul etmiş.
Hoşça
kal,” demişler yedi cüceler işe giderlerken. “Kapıyı kimseye açma. Eğer üvey
annen burada olduğunu öğrenirse seni tekrar öldürmeye kalkar sonra.”
Bir gün Kraliçe tekrar
aynasının karşısına geçmiş. Aynadan şu cevabı alınca suratının aldığı şekli
varın siz düşünün artık:Güzelsin Kraliçem, buraların en güzeli sizsiniz Ama ne
var ki, yüksek dağların ardında Cücelerin küçük, şirin evindeki
Pamuk Prenses dünyalar güzeli.” Bunu duyar
duymaz Kraliçe hemen kolları sıvamış. Yaşlı bir satıcı kadın kılığına bürünmüş
ve elinde içi kurdele dolu bir tablayla dağlara doğru çıkmış yola.
Cücelerin evine varınca,
“Kurdelelerim var, harika kurdeleler!” diye seslenerek kapıyı çalmış. Kimin
geldiğine bakmak için pencereye çıkan Pamuk Prenses kurdeleleri görünce içi
gitmiş. ‘Bunda ne kötülük olabilir ki!’ diye düşünerek kapıyı açmış.
“Bunu
mu beğendin güzelim?” demiş Kraliçe kurdeleyi Pamuk Prenses’in boynuna
takarken. Sonra kurdeleyi sıktıkça sıkmış, ta ki Pamuk Prenses ölü gibi boylu
boyunca yere uzanana kadar.
O gece
yedi cüceler Pamuk Prenses’i o halde bulmuşlar. Kurdeleyi kesmişler ve Pamuk
Prenses hayata dönmüş tekrar. Böylece Kraliçe’nin elinden ikinci kez kurtulmuş
Pamuk Prenses.
Ertesi
sabah Kraliçe anasının karşısına geçmiş yeniden. Aynadan Pamuk Prenses’in hâlâ
yaşadığı haberini alır almaz hemen kılık değiştirmiş ve bir kez daha dağların
yolunu tutmuş. “Taraklarım var, harika taraklar!” diye seslenmiş cücelerin
evinin kapısında. Pamuk Prenses yaşlı kadının elinde tuttuğu tarafı görünce
başına gelenleri unutuvermiş. Kapıyı açmış.
“Saçların
ne güzel, bırak ben tarayayım,” demiş Kraliçe. Ama tarak zehirliymiş, başına
değer değmez Pamuk Prenses ölü gibi yere uzanmış. O gece yedi cüceler saçından
tarağı almışlar ve Pamuk Prenses yeniden hayata dönmüş. Böylece Kraliçe’nin
elinden üçüncü kez kurtulmuş Pamuk Prenses.
Ertesi gün Kraliçe aynasının
karşısına geçince, Pamuk Prenses’in hâlâ yaşadığını öğrenmiş. Öfkesi burnunda,
bu kez en büyülü iksirini hazırlayıp bir elmanın yarısına sürmüş. Sonra da
yaşlı bir dilenci kılığına girip yola koyulmuş.
“Güzel kızıma tatlı bir elma benden,
armağan,” demiş Kraliçe, pencereden bakan Pamuk Prenses’e. “Pencerede de
verebilirim, kapıyı açmana gerek yok.”
“Kötü diye mi almıyorsun
yoksa,” demiş Kraliçe, Pamuk Prenses’in kararsız olduğunu görünce. Sonra da
zehirsiz tarafından ısırmış ve, “Al bak harika!” diyerek uzatmış, yanakları
gibi al al elmayı Pamuk Prenses’e.
Pamuk
Prenses elmayı zehirli tarafından ısırır ısırmaz cansız yere uzanmış.
Kraliçe
pencereden içeri, Pamuk Prenses’e bakmış. “Nihayet senden kurtuldum, artık
dünyanın en güzeli benim,” demiş. Oradan doğruca saraya gitmiş. Erkesi gün
aynaya kimin en güzel olduğunu sorduğunda ayna, “Sizsiniz Kraliçem,” deyince
dünyalar onun olmuş.
Bu
sefer cücelerden hiçbiri Pamuk Prenses’i uyandıramamış ölüm uykusundan. Aradan
üç gün geçmiş, bütün umutlarını kaybetmişler. Fakat nedense Pamuk Prenses hiç
de ölü gibi durmuyormuş. O yüzden yedi cüceler onu gömmemişler ve camdan bir
tabut içine koymuşlar, tabutu da yüksek bir tepenin en tepesine
yerleştirmişler.
Günlerden
bir gün cüceleri ziyarete gelen bir Prens oradan geçerken camdan tabutun içinde
Pamuk Prenses’i görmüş ve hemen ona âşık olmuş.
“Onu
sarayıma götürmeme izin verin,” diye yalvarmış Prens.
Balo
akşı, üvey kardeşleri gittikten sonra Külkedisi mutfakta oturmuş ve içn için
ağlamaya başlamış. "Neyin var, neden ağlıyorsun Külkedisi?" diye
sormuş bir kadın sesi.
"Ben
de baloya gitmek istiyordum.." demiş hıçkırarak Külkedisi.
"Gideceksin
öyleyse.." demiş ses. Külkedisi duyduğu sese doğru dönüp bakmış,
şaşkınlıktan donakalmış.
Güzel bir kadın duruyormuş
yanı başında.
"Ben senin peri annenim.." demiş
kadın. "Şimdi kaybedecek zamanımız yok! Bana bir balkabağı getir
hemen!" Külkedisi bir balkabağı getirmiş. Peri annesi sihirli değneğiyle
dokununca, balkabağı birdenbire altından bir fayton oluvermiş.
"Şimdi de altı
fare..." Külkedisi altı fare bulup getirmiş, peri annesi onları hemen ata
dönüştürmüş. "Bir sıçan..." Onu da arabacı yapmış.
"Ve
altı kertenkele..." Onları da faytonun arkasında koşacak altı uşağa
çevirivermiş.
Nihayet
Külkedisi'ne gelmiş sıra. Peri değneğiyle bir dokununca Külkedisi'nin yırtık,
pırtık giysileri nefesleri kesecek harika bir elbiseye dönmüşmüş. Ayaklarında
bir çift camdan ayakkabı pırıl p ırıl parlıyormuş. "Bir şey var
yalnız," demiş Peri. "Gece yarısına kadar eve dönmelisin. Saat on
ikide elbisen tekrar eski giysilerine, faytonun balkabağına, atların fareye
dönüşecek. Prens'in bunu görmesini istemezsin herhalde? Şimdi git, dilediğince
eğlen." O gece Külkedisi balonun yıldızı olmuş. Baloya katılan hanımlar
(özellikle de iki üvey kız kardeşi) onun elbisesini çok beğenmişler ve
terzisinin adını öğrenmek için ona yalvarmışlar. Beyefendilerin hepsi onunla
dans etmek için birbirleriyle yarışmışlar.
Prens
ise götür görmez ona âşık olmuş! Ve o andan sonra hiç kimseye bu kızla dans
etmek için izin verilmemiş.
Saatler
saatleri, dakikalar dakikaları kovalamış ve Külkedisi saat tam on ikiyi
vuracağı sırada evde olması gerektiğini hatırlamış.
"Gitme!" diye
seslenmiş Prens arkasından, ama Külkedisi bir an bile durmadan koşup oradan
uzaklaşmış. Sokağa çaktığında elbisesi tekrar eski elbiselerine dönüşmüş.
Geriye kala kala camdan ayakkabıların bir teki kalmış. Diğer tekini nerede
kaybettiğini bilmiyormuş.
O gece Külkedisi uyuyana kadar ağlamış.
Hayatının bir daha asla o geceki kadar harika olamayacağını düşünüyormuş. Ama
bu doğru değilmiş. Ayakkabının diğer tekini sarayın merdivenlerinde bulmuşlar.
Ertesi sabah Prens ev ev dolaşıp ayakkabıyı tek tek bütün genç kızlara
denetmiş. "Bu ayakkabının dün gece karşılaştığım güzel sahibini bulamazsam
yaşayamam," demiş. Derken Külkedisi'nin evine gelmiş. Üvey kardeşleri
ayakkabıyı denemişler. Olmamış. Ayaklarına girmemiş bile.
Prens çok üzgünmüş, çünkü
uğramadığı sadece birkaç ev kalmış. Tam oradan ayrılacakken evin hizmetçisi
dikkatini çekmiş.
"Hanımefendi,"
demiş Prens Külkedisi'ne, "bir de siz deneseniz?"
"O
mu deneyecek? Ne münasebet!" diye haykırmış üvey kardeşler.
Fakat
Prens ısrar etmiş. Külkedisi'nin ne kadar güzel bir kız olduğu gözünden
kaçmamış. Tabii ayakkabı Külkedisi'nin ayağına kalıp gibi oturmuş. Prens diz
çöküp Külkedisi'ne evlenme teklif ederken iki üvey kardeşe de öfke ve
kıskançlıkla olanları seyretmek kalmış. Külkedisi Prens'in teklifini tabii ki
kabul etmiş.)
4)
Uyuyan Güzel “Nurgül Yeşilçay”
Nurgül
Yeşilçay (Saliha), Selim Akgül (Musa), Erdem Akakçe (Recai), Mazlum Çimen
(Şehmuz)
Saliha
100 yıl sonra uyandığında kendisini babaannesi zanneder.
Nurgül Yeşilçay projeye ilk
dahil olan isimlerden. Yapımcı Erol Avcı senaryoyu göndermiş. ‘Önceleri oynamak
istemedim. Çünkü filmi sırtlanacağım roller istiyordum, Eğreti Gelin’deki gibi.
Ama senaryodan da çok etkilendim. Bütün kahramanları ben kendim oynamak istedim
ama olmaz dediler!’
Filmde Uyuyan Güzel komik bir karakter:
‘Saliha kendini babaannesi sanıyor. 100 yıl uyuduğunu düşünüyor. Uyanıyor, eve
gelen hırsızı paşa dedesi zannediyor, aynı zamanda da kocası gibi görüyor.
Kadın sıyırmış yani. O yüzden bu rolü oynamak çok zevkliydi.’
Nurgül Yeşilçay, Saliha
karakteri için çok çalışmış, defalarca Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları
Hastanesi’ne gidip hastaları uzaktan gözlemlemiş, psikologlarla konuşmuş.
Masalı
Anımsayalım:
Bir
zamanlar bir Kral ile Kraliçe bir kız çocukları olunca bu mutlu günün şerefine
bir ziyafet vermişler. Ziyafetten sonra Kral çevresindeki insanlara baba
olmanın kendisini nasıl mutlu
ettiğini
anlatmış, zira yıllar yılı karısıyla birlikte hep bir çocuk sahibi olmayı
beklemiş durmuş. Sonra bebeğin altını değiştirmeyi yeni öğrendiği sıralarda
başına gelenleri anlatırken konukların hepsini güldürmüş. Derken konukların
bebek Prenses’e hediyelerini verme zamanı gelmiş.
Herkes
hediyelerini verdikten sonra sıra on ki periye gelmiş. “Benim Prenses’e hediyem
Mutluluk,” demiş birinci peri. Konuklar sevinçle alkışlamışlar, Kral’ın ağzı
kulaklarına varmış
“Benim
hediyem Güzellik,” demiş ikinci peki. “Benim hediyem Akıl,” demiş üçüncüsü.
Böylece on bir peri hediyelerini tek tek vermişler.
On
ikinci peri tam hediyesini vermek üzereymiş ki, bir gök gürültüsüyle sarsılmış
bütün saray. Kapılar ardına kadar açılmış, içeriye yaşlı bir kadın girmiş
ayaklarını sürüye sürüye. Onu gören herkes korkudan gözlerini kapatmış.
“On
üçüncü peri!” diye bağırmışlar hep bir ağızdan.
“Bana davetiye yok mu Kral?”
demiş on üçüncü peri korkun sesiyle kapı ağzından.
“Sana davetiye yollamayı unutmuş
olmalılar,” demiş Kral kem küm ederek. “Hizmetkârlar! Sofrada hemen bir yer
daha açın! Çabuk!” Aslında Kral onu bile bile davet etmemiş, çünkü sarayda
periler için sadece on iki altın tabak varmış. O da düşünmüş taşınmış, çareyi
birini davet etmemekte bulmuş.
On üçüncü peri minik
Prenses’in kundağının yanına gitmiş. Bebek agu deyip minik elini ona doğru
uzatmış. Derken peri birden, “Benim de prensese hediyem, on beşinci yaş gününde
parmağına iğ batar batmaz ölmesi,” demiş iğrenç bir kahkaha atarak.
Yine
bir gök gürültüsüyle, kötü peri kaybolup gitmiş. Sarayın kapıları gürültüyle
kapanmış ardından. Korkunç bir sessizlik kalmış geriye. Sonra Kraliçe ağlamaya
başlamış.
On
ikinci peri öne atılmış. “Ben hediyemi vermedim daha,” demiş yumuşak bir
sesle. Kötü büyüyü bozamam belki, ama onu değiştirebilirim. Benim hediyem de
büyüyü, Prenses’in parmağına iğ battığında ölmesi yerine, yüz yıl uyuması
şeklinde değiştirmek olsun o zaman.”
Yıllar
geçmiş aradan. Bebek büyümüş, sağlıklı, güzel, mutlu ve akıllı bir genç kız
olmuş. Kral’la Kraliçe kötü büyüyü çoktan unutmuşlar. Zaten ülke içinde ne
kadar iğ varsa, daha Prenses bebekken yok edilmiş. Prenses uzun yıllar
güvendeymiş.
Fakat tam da on beşinci yaşına
bastığı gün Prenses daha önce hiç fark etmediği bir kapı keşfetmiş. Kapıyı
açmış, kıvrıla kıvrıla yukarı çıkan bir merdivenle karşılaşmış. Merdiveni
çıkınca üzerinde altın bir anahtar bulunan bir kapıya varmış. Kapıyı açınca,
içerdeki küçük odada tekerlekli bir şeyi çalıştıran yaşlı bir kadın görmüş. “Ne
yapıyorsunuz öyle?” diye sormuş prenses. Yaşlı kadın gülümsemiş. “İplik
eğiriyorum!” demiş. “Orada öyle bakıp durma. Gel, bir de sen dene, hadi.” İği
Prenses’e doğru uzatmış.
O anda olanlar olmuş. İğin sivri ucu
Prenses’in parmağına batmış, Prenses hemen yere yığılıp kalmış. Dışarıda,
avluda tavuklar gıdaklamayı kesmiş. Prenses’in köpeği, aşçının kedisini
kovalamaz olmuş. Çalışma odasında kızının doğum günü davetiyesini yazmakta olan
Kral’ın elinden kalem düşmüş. Mutfaktaki ocaklar yanmaz olmuş. Tüm saray uykuya
dalmış.
Yıllar yavaş yavaş akıp
geçmiş. Saray unutulmuş. Ama olaydan yüz yıl kadar sonra bir gün yakışıklı bir
Prens o civardan geçiyormuş. Uzaklarda dikenli çalılarla kaplı bir yer gözüne
ilişmiş. Adamları gülerek bu büyülenmiş sarayla içindeki uyuyan güzel hakkında
duydukları bir hikâyeyi aktarmışlar ona. ‘Ya doğruysa,’ diye düşünmüş prens ve
atını dikenli çalılarla kaplı yola sürmüş.
Önce
çalılardan geçilecek hiç yol bulamamış. Çalılar hem çok sıkmış ve hem de üstüne
tırmanılamayacak kadar dikenliymiş. Bakmış olacak gibi değil, çekmiş kılıcını
ve yolunu açmak için çalıları kesmeye başlamış. Çalılıkları aşan Prens
gördüklerine inanamamış. Her yer bir heykel gibi kıpırdamadan duran hayvanlar
ve insanlarla doluymuş. Sarayın içinde dolaşmış. Güneşle aydınlanan
pencerelerde tek bir sinek bile vızıldamıyormuş. Hiç kimse kımıldamıyor, hiç
kimse cevap vermiyormuş sorularına.
Derken kapısı yarı açık bir
kuleye varmış. İçeri girmiş, kıvrıla kıvrıla yukarı doğru uzanan bir merdivenle
karşılaşmış. Prens, merdivenlerin bittiği yerde, tepede altına benzer bir şeyin
parladığını görür gibi olmuş. Merdivenleri çıkmış ve kendini Prenses’in önünde
bulmuş. “Uyuyan Güzel,” demiş fısıltılı bir sesle. Kızın güzelliğine
dayanamamış, eğilip dudaklarından öpmüş.
Prens onu öper öpmez Prenses gözlerini
açmış. Onun uyanmasıyla birlikte sarayın mutfağında ocak tekrar yanmaya
başlamış. Çalışma odasında Kral elinden düşürdüğü kalemi almış ve kızının doğum
günü davetiyesini yazmaya devam etmiş. Tavuklar yerdeki buğday tanelerini
gagalamaya başlamış.
Kulenin en üst katındaki odada
Prenses karşısında Prensi görmüş. Yüz yıldan sonra ilk defa dudaklarında bir
tebessüm belirmiş. “Benimle evlenir misin?” diye sormuş Prens fısıltıyla.
“Evet!” demiş Prenses ve Prensi öpmüş. Kral bu güzel haberi alınca muazzam bir
ziyafet hazırlatmış. Prens ile Prenses evlenmişler ve ömür boyu mutluluk içinde
yaşamışlar
5) Kırmızı
Başlıklı Kız “İdil Üner”
İdil
Üner (Melek), Fikret Kuşkan (Rafet), Ahmet Mümtaz Taylan (Mahir), Ece Hakim
(Küçük Kız), Serkan Ercan (Takipçi)
Melek,
hain kurtla havaalanında karşılaşır. İstanbul’un kurtlarıyla mücadele etmek
zorunda kalan Kırmızı Başlıklı Kız’ı İdil Üner oynuyor. Onu Fatih Akın
filmlerinden özellikle ‘Temmuzda’dan hatırlayabilirsiniz. O filmdeki karakterinin
adı Melek’ti. Bu filmde de öyle. Bu projeye 5 yıl önce dahil olmuş. ‘Melek,
Almancı bir kız olduğu için role beni düşünmüşlerdi. Ama Türkiye’de kriz
patladı, film çekilmedi. Geçen sene Ümit Ünal tekrar teklif etti. Çok sevindim
çünkü hayatımda okuduğum en güzel beş senaryodan biriydi.’
Hikaye
Üner’in sabah saatlerinde hapisten çıkmasıyla başlıyor. Sevgilisi için
uyuşturucu kuryeliği yaptığını ve o yüzden hapse girdiğini öğreniyoruz.
Üner,
12 yıldır Almanya’da tanınan bir oyuncu. Bundan sonra teklif geldikçe
İstanbul’a geleceğini söylüyor ama taşınmayı düşünmüyor. ‘Benim evim Berlin’
diyor. “Sibel Arna, “Avrupa masallarının İstanbullu kahramanları” Hürriyet
Pazar 5 Mart 2005
Maasalı Anımsyalım
Kırmızı şapkalı kız, her zamanki gibi
büyükannesini ziyarete gidiyordu.O büyükannesine yemesi için annesinin
hazırladığı yemekleri götürüyordu..Derken Kırmızı Şapkalı Kız bir ormana
girdi…Bu ormana girmesi gerekiyordu çünkü, büyükannesinin evi ordaydı.Kırmızı
Şapkalı Kız şarkılar söyleyerek, oynayarak, koşturarak ormanda yoluna devam
ediyordu..
Kırmızı Şapkalı Kız’ı izleyen
biri vardı… Hain gözlerini o kızın üzerine dikmiş, onu yemenin planlarını yapan
büyükçe bir kurttu bu.. Kurt planını yapmıştı büyükanneyi yiyecekti ve onun
yerine geçerek küçük kızı da “ham” diye yutacaktı.. Sinsi sinsi yürüyerek bu
yaşlı kadının evinin bahçesine girdi.. Büyükanne hiçbir şeyden habersiz, yeşil
seccadesini uzatmış namazını kılıyordu.. Kurt, pencereden büyükanneyi sinsi
sinsi izliyordu.. Şimdiden ağzı sulanmaya başlamıştı. Kurt bu sefer masalı
değiştirmeye karar verdi.. O, masalda hep büyükanneyi yiyor, sonra da küçük
kızı gereksiz yere yemek için bekliyordu.
Fakat sonunda ikisini de
kaybediyordu.. Oysa sadece büyükanneyi yeseydi ve oradan hemen uzaklaşsaydı
kendisi için hiçbir tehlike olmayacak, üstelik bu hain kurdun karnı da
doyacaktı.
Kurt namaz kılarken büyükanneye dokunmak
istemiyordu.. Onun namazını bitirmesini bekledi.. Ama bu namazın biteceği
yoktu.. “Nine herhalde kaza namazlarını da kılıyor” diye geçirdi içinden.. Bu
arada Kırmızı Şapkalı Kız da yoluna devam ediyordu. Eve iyice yaklaşmıştı..
Heyecan doruktaydı… Kurt, büyükanne selam verdikten sonra üzerine çullanıvere
cekti hemen.. Namaz kılarken bir insana
saldırmak hain de olsa bizim kurta yakışmazdı.. Ne de olsa masallardan gelen
bir itibarı vardı.. Her masalda karnı deşilmek zorunda kaldığından, karnı dikiş
izleriyle dolu olan bu koca göbekli kurt kötü niyetlerinin sonucunda hep aç
kalıyordu.. Halbuki böyle hırs göstermese ve bitkiler, bebekler tevekkül etse Allah
ona rızkını kolayca verecekti.. Kurt bu masalı değiştirmeye kararlıydı.
İradesine hakim olacak, bu tatlı kadını yemeyecekti.. Muhakkak Allah ona güzel
bir yemek gönderecekti..
Bir de bunu denemeliydi..Evet
evet o artık büyükanneyi de, Kırmızı Şapkalı Kızı da yemeyecekti.. Bu onun için
çok zor bir şeydi ama böyle yapmalıydı.. Herkesin iyiliği için bu böyle
olmalıydı.. Kurt evin bahçesinde bir köşeye uzandı.. Beklemeye başladı.. Bir
yandan bekliyor, bir yandan da gözleri kapalı bir şekilde huşu içinde dua
ediyordu.. Büyükannenin ihlaslı ibadeti onu çok etkilemişti. O artık iyi bir
kurt olacaktı.
Kırmızı
şapkalı kız masallardan alışık olduğu manzarayı değiştirmek için bir göz
yaşartıcı sprey almıştı yanına.. Kurt kendisini yemeye çalıştığında bunu onun
hain gözlerine sıkıverecekti.. Böylelikle kurdu önlemiş olacaktı.. Üstelik
yanına keskin bir de ameliyat makası almış, böylelikle büyükannesini kurdun
karnından çok rahat çıkarabileceğini düşünmüştü..
İşte ev gözüküyordu.. Acaba
neler olmuştu, hain kurt büyükanneyi yemiş miydi? Biraz sonra evin bahçesinden
girecek ve o meşum manzarayla karşılaşacaktı.. Büyükanne de namazına devam
ediyor, kurdun ve diğer kurtların şerrinden Allah’a sığınıyordu. Allah’tan bu
kurt için hidayet nasip etmesini istiyordu.. Onun dışarıda olanlardan hiç de
haberi yoktu. Ama emindi ki Allah onun dualarını kabul edecekti.. Küçük Kız
bahçenin kapısından içeri girmişti.. Gördükleri karşısında gözlerine
inanamadı..
Kurt, gözleri yaşlar içinde bugüne kadar
yaptıkları için tövbe ediyor, böyle kötülükleri bir daha yapmayacağına söz
veriyordu. Kırmızı Şapkalı Kız bunun bir oyun olabileceğini düşündü.. Kurdu
dikkatlice izledi ve kurdun samimi olduğuna karar verdi. Kırk yıldır değişmeyen
kurt şimdi değişmişti.. O hain kurttan eser kalmamıştı.. Yerine halim selim
efendi bir kurt gelmişti.. Kırmızı Şapkalı Kız artık kurttan korkmuyordu. Ona
usulca yaklaştı. Kız sarı sepetinden büyükannesine yemesi için getirdiği tas
kebabını kurda uzattı.. Kurt gözlerine inanamıyordu.. Kırmızı Şapkalı Kız ona
bir tabak yemek veriyordu.. Hem de tas kebabı.. Duaları kabul olmuştu kurdun.
Yüz yıllık masal değişiyordu.. Kurt, Kırmızı Şapkalı kıza teşekkür ederek
elinden yemek dolu tabağı aldı ve bir köşede yemeği yemeye koyuldu. O şimdi bu
lezzetli yemeği hem yiyor, hem de dualarını kabul eden Allah’a teşekkür
ediyordu.
Küçük kız yaptığı iyiliğin neşesiyle evin
kapısına “tık” “tık” diye vurdu.. Büyük anne de namazını bitirmiş torununu
bekliyordu. “İşte” dedi “hain kurt geldi”.. Bu sefer o da hazırlıklıydı.. Evin
duvarına astığı çifteliyi eline aldı ve kapıya doğru yöneldi.. “Kim o?” Diye
bağırdı ince sesiyle. Küçük kız kendisinin geldiğini büyükanneye söyledi.
Gerçekten de gelen Kırmızı Şapkalı Kızdı.. Büyükanne sevinçle kapıyı açtı..
Hemen torununa sarıldı.. Kırmızı Şapkalı Kız, hain kurdun hidayete geldiğini,
doğru yolu bulduğunu ninesine anlattı. Büyükanne bu olay karşısında oldukça
şaşırdı. Dışarı çıktı ve kurdu yemeğini yerken gördü. Sonunda hain kurt iyi kurt
olmuştu.. Hırsı ve kötü düşünceleri bırakmış, tevekkül sahibi, iyi bir kurt
olmuştu. Kurdun bu asil davranışı herkes için de örnekti. (Oğuz DÜZGÜN)
ÖDÜL:
25. Uluslar arası İstanbul
Film Festivali’nde (116 Nisan 2005) “En İyi Film”
► En İyi Kadın Oyuncu “Yelda Reynauld”
2005 Adana Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Film”
► “Mehmet Aksin” En İyi
Görüntü Yönetmeni”
2005
Med Film Jüri Ödülü,
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder