Öykü, Senaryo: Osman Şahin
Görüntü Yönetmeni: Aytekin Çakmakçı
Müzik: Zülfü Livaneli
Yapım: Film-Pop/İsmet Kazancıoğlu
Oyuncular: Tarık Akan, Hakan Balamir, Serpil Çakmaklı,
Muazzez Kurtoğlu, Alev Sayın, Necmettin Çobanoğlu, Filiz Küçüktepe, Osman Ateş,
Konu: Kan davası bir at kuyruğunun
kesilmesiyle başlar. Seyit Ağa, davetsiz olarak geldiği düğünde atının
kuyruğunun kesilmiş olduğunu görünce çılgına döner. Çünkü, Doğu Anadolu’nun
namus anlayışına göre “atın kuyruğuna, erkeğin bıyığına, kadının saçına
dokunulmaz”. Dokunulursa sonuç ölümdür. İşte bir ruh hastası olan Seyit Ağa,
düğün sahibi Mahmut Ağa’yı gözünü kırpmadan vurup öldürür. Böylece aşiretler
arasında ölümler birbirini kovalar. Bu arada Seyit Ağa da öldürülür. Bu kez kan
davasını ağa oğullan sürdürür. Seyit Ağa’nın oğlu Haydar Ali (Tarık Akan)
karısı Besra ile (Serpil Çakmaklı) kaçıp dağlara çıkar. Ölüm korkusuyla bir
ma-ğarada gizlenirler. Çünkü Mahmut Ağa’nın iz süren oğlu Battal (Hakan Balamir),
babasının intikamını almak için peşlerine düşmüştür, Haydar Ali, elinde silah,
gece gündüz uyumadan bekler. Bu ölüm bekleyişi içinde birgün mağara kovuğunda
bir kefene sarılı bir kalıp sabun bulurlar. Bu bir ölüm işaretidir... Ve bir
süre sonra Haydar Ali paniğe kapılıp kaçarken, Battal onu yakalayıp öldürür.
Ama bu bir son değildir. Çünkü kan davası kaçınılmaz biçimde, sıra kime
gelmişse bu kara yazgıya boyun eğecektir. Ve sıra şimdi de Battal’dadır...
Ödül:
23. Antalya Altın Portakal
Film Şenllği’nde (1986)
► Aytekin Çakmakçı “en iyi
görüntü yönetmen’
►Kültür ve Turizm Bakanlığı
sinema ödülü olan 4 milyon TL. ile değerlen dirildi
* Kan" gerçekten de görkemli bir
sinema örneği olarak başlıyor. Güneydoğu Anadolu'nun insanıyla, töresiyle, gelenekleriyle,
mimarisiyle son derece ilginç dünyasında buluveriyorsunuz kendinizi... Arap
etkisini sürdüren giysiler, sıcağa karşı başı koruma biçimleri, bembeyaz
evlerin düz damları, yüzlerini ve inanılmaz güzellikteki gözlerini bu erkek
dünyasında mağrur biçimde gezdiren kadınlar... Uzun, upuzun bir mekân oluşturan
bir taraçada, Mahmut Ağanın küçük oğlunun sünnet düğünü için toplanmış çevrenin
ünlü ağaları…
Kameranın
usta bir geriye kayışla taradığı bu büyük şölende, elden ele gezen, narlarla
süslü kızarmış kuzu, tepeleme pilav dolu tepsiler... Çifte minderlerin üstüne
bağdaş kurup oturan konukların, içi bıçakla oyulmuş elmadan kadehler-de rakıyı
yudumladıktan sonra, bardağı meze yapıp yemeleri... "Lorke" oynayan,
halay çeken yeni yetme delikanlılar.,. Ve küçük Hasan'in çevreye bakan korkulu
gözleri... Bu şölen ve tören havası, Seyyit Ağa'nın silah sesleriyle bozuluyor.
Düğüne çağrılı olmayan, adı kavgacıya, sinirliye çıkmış, gerçekten de bir ruh
hastası olan Seyyit Ağa, şölene katılıyor. Ama olay çıkarmakta, huzuru
kaçırmakta gecikmiyor. Sonra "tekin olmayan üç kıl"dan (kadının
saçı, erkeğin bıyığı, atın kuyruğu) birine dokunulduğu, atının kuyruğu
kesildiği için davet sahibi Mahmut Ağa'yı herkesin gözü önünde vuruyor, çekip gidiyor...
Bu, doğunun bitmez tükenmez kan davalarından birini daha başlatacak, Seyyit'in
oğlu Kâzo, sonunda kendini, peşindeki ölümün korkusuyla bir dağ başında
karısıyla birlikte kapanmış bulacaktır... "Kan"ın ilk bölümleri,
insana Kurosawa'nın filmlerini ve biraz da İtalyan westernini anımsatan biçimde
başlıyor. Sinemada "egzotizm"! ve "Batı için" egzotik film
yapmayı elbette savunmuyoruz. Ama sonuçta sinemacı kişiliği bir yana Kurosawa
da biraz bunu yapmadı mı, yapmıyor mu, "Raşomon"dan "Ran"a
Japon tarihinin, folklorunun öğelerini Batı için yabancılaştırıcı bir öğe
olarak kullanmadı mı diye düşünüyorsunuz.
Ne var ki bu "yerli
Kurosawa" düşü fazla sürmüyor, film baştaki görkemini koruyamıyor,
oldukça üslupçu, ama içi boş bir kaçıp kovalamaca Öyküsüne ve daha baştan
sezilen "spagettiwestern" klişelerine saplanmaktan kurtulamıyor...
Oysa "Kan" in ilgi çekici bir hikâyesi ve ön plana çıkardığı temel
bir tema var: ölüm korkusu, yaklaşan, kapının önüne dek gelen, adım seslerine
dönüşen bir ölüm korkusu... Filmin 2. yarısı da aslında, bu korkuyu duyurma
yönünde gelişiyor... Ama Özellikle finalde Hakan Balamir'in yüz ifadesinde
adeta somutlaşan bu korkuyu, bu evrensel temayı gereğince du-yuramıyor,
dokusuna sindiremiyor film...
Belki de, gösterişli ve görkemli bir
başlangıçtan, destansı, "epik" bir filmi duyuran bir açılıştan sonra
filmin, onu da çok iyi başaramadığı bir psikolojik irdelemeye dönüşme tavrı,
seyircide önlenemez bir düş kırıklığı yaratıyor. Senaryonun filmin bu
dengesizliği, belki de "Kan"ın başarıya erişmesini önlüyor... Ama
yine de "Kan" görülecek bir film... Şerif Gören'in özellikle ilk
yarım saatte tutturduğu anlatım ustalığı olsun, baştan sona kendim duyuran
mekân seçme ve kullanma özellikleri olsun, filmi oldukça ilginç kılıyor. Buna
hemen tüm oyuncuların ve özellikle ikili bir rolde (baba-oğul) Tarık Akan'ın
oyununu, hele sinemamız içinde bir doruk noktası sayılabilecek nörotik Seyyit
Ağa kompozisyonunu ve de Zülfü Livaneli'nin o nefis müziğini de katmak
gerekir. "Kan" beklenen düzeye ulaşamasa da (hele Batı için son
derece ilginç bir film olma fırsatını heba etse de), seyri zevkli ilgiye değer
bir film...”Atilla Dorsay, “12 Eylül Yılları ve Sinemamız”
* Kan’ın asıl önemi ise, kan davasına
yaklaşımından geliyor. Gören, kan davasını yalnızca ilkel bir öldürme, öç alma
eylemi olarak değil, onun da ötelerinde töreler nedeniyle, o yöre insanları
için gerekli olabilen bir savaşım olarak yorumluyor. Kan davasının
kurallarını, iyi-kötü biçimlendirmesine düşmeden her iki tarafın açısından da yaklaşıyor.
Ve en önemlisi, kaçınılmaz ölümün beklentisinden kaynaklanan korkuyu,
umutsuzluğu ve fimdeki tanımlamasıyla kara yazgıyı adeta haykırırcasına en
çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriyor. Bu nedenle Kan, geleneksel bir
sorundan da öte, bir korkunun, umutsuz bir bekleyişin, yitirilmek zorunda olan
bir yaşamın, gelenek-göreneklerle daha da acılaştırılan, kara yazgıya boyun
eğişin bir filmi. (Burçak Evren, Kan ya da at, avrat, silah üçlemesi, Güneş, 5
Aralık 1986)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder