Senaryo ve Yönetmen: Tunç Okan
“Kasabın Rüyası Friedrigh
Durrenmatt’ın “Sucuk” adlı öyküsünden kaynaklanmıştır.
Görüntü Yönetmeni: Ramon Suarez
Müzik: Vladimir Cosma
Yapım: Evren Film/Cengiz Ergun
Helios Film: Türk – İsviçre Ortak
yapımı
Yönetmen Yardımcısı: Dominique Athenin Girard, Yönetmen
Sekre-terleri: Gül Dirican, Edith Bleicher Kamera Asistanı: Chedli
Chaquachi, Ses Kayıt: Ercan Okan, Francois Musy, Ses Kaydı Yardımcısı:
Erkan Aktaş, Dekoratör: Alain Poroli, Işık: Felix Meyer, Kurgu:
Tunç Okan, Set Ekibi: Jean Pierre Baillod, Erol Avcı, Danilo
Bonadei, Kurgu Asistanları: Şevket Gözalan, Christian Bonvin,
Seslendirme Yönetmeni: Levent Dönmez, Seslendirme Yardımcısı: Osman
Görgen, Yapım yönetmenleri: Oğuz Ergun, Rose Marie Schneider, Renk
Ayarı: Erhan Aktaş, Yapım Sekreterleri: Ayşegül Manguhan, Marilime
Zanetta, (Fono Film stüdyosunda
seslendirilmiştir.)
OYUNCULAR: Carole Laure, Francis Huster, Jacques Villeret,
Tunç Okan (Çapkın Türk) Erol Günaydın (Kasap Moris), Michel Blanc, Jean-Luc
Bideau Catherine Alric, Theresa Liotard, Zouc, Bedia Ener (Meydandaki kadın),
Sezai Altekin (Şoför Okulu Öğrencisi), Emin K. Usluoğlu (Şöfor Okulu
Öğretmeni), Nil-gün Özhan (yuvadaki bakıcı), Meltem Özpınar (avukat kadın),
Zafer Önen (yaşlı adam), Erdal Özyağcılar (dişçi), Orhan Aykan (Savcı), Zihni
Küçümen (yargıç), Orhan Elçin (aşçı), Levent Dönmez (dedektif), Zihni Göktay
(bulaşıkçı), Kamran Yüce (Cezaevi müdürü), Ünal Gürel (şef kasap), Ersan Uysal
(şişman kasap), Sevtap Toktay (dişçi yardımcısı), Emek Uysal (Stefan), Meriç
Başaran (kadın kasap), Tomris İncer (Anet), Gülgün Ok (kasaptaki müşteri),
Güler Ökten (madam Seydu), Bilge Şen (şişman kadın), Güzin Özyağcılar (güzellik
salonu müşterisi), Vildan Gürelman (kasap müşterisi), Ayşegül Yalçın (makyajcı
kadın), Avni Yalgın (güzellik salonu satıcısı) Filiz Toprak (kadın kasap),
Necdet Yakın (Mösyö Seydu), Kemal Bekir (polis şefi), Vildan Türkbaş (kadın
kasap), Rıza Pekkutsal (garson), Erhan Abir (fotoğraf makinesi satıcısı), Ayton
Sert (kamyon şoförü), Serkan Nalban (yuvadaki ço-cuk), Hale Akınlı (yuvadaki
çocuğun annesi), Osman Görgen (terasın garsonu), Pınar Açar (küçük kız), Türkan
Açar (küçük kızın annesi), Uluer Süer (cezaevi görevlisi),
Konu: Her şeyin düzenli, her yerin
temiz, her işin yolunda gittiği bir ülkede, artık herkesin 'mutlu' olması
gereken bir ülkede insan ruhunun nasıl derinden derine kemirildiğini, bu sakin
ve dengeli görünümün altında bireysel çılgınlıklardan ırkçılık, azınlık
düşmanlığı gibi toplumsal eylemlere, bir çok olumsuz şeyin nasıl
filizlenebileceğini anlamak için herhalde İsviçreli olmak gerekir.
*
'Frederic Durrenmatt gibi uygarlığın altında donup kalmış çılgınlığın su yüzüne
çıkmasının ürkünç öykülerini yazan bir yazar veya bir bölümünü bu yıl Sinema
Günleri'ndeki İsviçre sineması toplu gösterisinde izleyeceğimiz filmleri yaratan
Goretta, Tanner, Soutter, Yersin gibi bir İsviçreli yönetmen olmak gerekir. Ama
gerekmeyebilir de... Bir Türk olmak, ama yıllardır dünyanın bu en gelişmiş
toplumunda yaşayan, dahası orada çalışan, dişçilik yapan, ama tüm düşleri
sinemaya dönük, sürekli film yapmak hayaliyle yaşayan bir Türk olmak, kısaca-sı
Tunç Okan olmak da bu işe girişmek için yeterli olabilir.
Okan, tartışılan
"Otobüs" filminden nerdeyse 10 yıl sonra ortaya çıkan ikinci filmi
"Cumartesi, Cumartesi"nde, bu kez 'İsviçre (veya İsveç)teki Türk
İşçileri' sorununu değil 'bir İsvlçre kasabasının Cumartesi çılgınlığını
anlatmayı seçmiş... Odak noktası olarak orada yerleşmiş bir Türk burjuva
çiftini, Sümer ve Ayşegül Oğuzer'i alması, aslında sanatçının kökenine
bağlılığını ve filminde Türklerden söz etme isteğini simgeliyor. Yoksa bu çift,
herhangi bir ulustan, giderek İsviçreli de olabilirdi. Çünkü Okan'ın filmi, bu
kez, herhangi bir 'uygarlık düzeyi' karşıtlığına, zıtlaşmasına oturmuyor. (Bu
açıdan, "Otobüs" filminin aşırı, kaba bir zıtlıklar çatışmasına,
inceliksiz biçimde ele alınmış bir 'ileri Batı toplumu cahil Türk köylüsü"
çelişkisine dayandığını - biraz da haklı olarak ileri sürenler, "Cumartesi
Cumartesi"nde en azından bu yönden eleştirilecek bir yan bulamayacaklar.
Film, tam
tersine, aynı uygarlık düzeyinden nasibini almış, beş aşağı, beş yukarı aynı
maddi düzeyi, aynı alışkanlıkları, aynı değer ölçülerini ve aynı 'uygar yaşam'
nimetlerini paylaşan insanların arasında oluşan bir öyküyü anlatıyor. Daha
doğrusu bir öykücükler bütününü... Karısını kesip salam yaptığını düşleyen ve
sonunda bir dizi cinayet işlemeye dek giden kasabın (Durenmatt'tan alındığı
bildirilen) öyküsü... Bir afacanla başa çıkamayan dişçi, 'kadın avcısı' gizemli
Türk, beceriksiz şoför kursu öğrencisi ve çaresiz öğretmeni, bir yuvada
ortalığı birbirine katan bir velet, yalnız bir yaşlı adam... Ve tüm bu küçük
serüvenlerin ortasında, kendi Cumartesi'lerini yaşamayı deneyen, kadının yeni
saçı, erkeğin giyimi gibi sudan nedenlerle arada u getiriyor. bir kavga etmekle
birlikte temelde uyumlu bir çift: Sümer ve Ayşegül... Ve onların bir lokantada,
bir büyük mağazada, bir kasap dükkanında veya kasaba meydanında yaşadıkları,
gerçekle sözgelimi Bunu bir fantezi arasında gidip gelen, o güne özgü
serüvenleri...
Tunç Okan'ın
filmi, kendisinin de belirtii gibi, bir güldürü değil. Bir güldürü görmek ve
bol bol gülmek için gidenlerin bu açıdan düş kırıklığına uğraması kaçınılmaz.
Film, Okan'ın gerçek gözlemlerine dayanan, zaten çoğu da hayli 'kabul
edilebilir', 'olabilir' gözüken durumların, bir küçük, sakin İsviçre kasabasının
bir gününe (bir Cumartesi gününe) kurgulanmasıyla oluşuyor. Bu gözlemler, kimi
Batılı sanatçıların zaman zaman yaptıkları türden bir film oluşturuyor:
Gündeliğin içindeki anlamsızlığı, 'absurd'u, hüznü, giderek trajiği yakalamak,
sergilemek... Bu küçücük olaylar, sonuç olarak bir mozayığın parçaları gibi
birleşiyor, bu küçük kasabada da, komiğin veya trajiğin ege-men olduğu insan
serüvenleri, dramları yaşanabileceğini, yaşamın sakin bir nehir gibi akan
görünümü ardında fırtınalar oluşabileceğini duyuruyor. Sonunda Sümer'in bir
büyük mağazadaki kabalığa, aldırmazlığa, 'vahşet' e isyan ederek Ayşegül'ü
kolundan sürükleyip, hafta sonu 'aç kalmak' pahasına özgürlüğe, kuralsızlığa
çağırması ise, filmin alçak gönüllü bir başkaldırı bildirisiyle bitmesi
sonucunda Cumartesi, Cumartesi" Batı'da yaşayan, Batı'da yaşamanın belki
tüm rahatlığından, konforundan yararlanan, ama bu rahatlığın, bu düzenin
getirdiği tedirginliği de duyumsayan bir Türk sanatçısının pek önemli, pek
çarpıcı olmasa da hayli özgün gözlemler içeren ilginç bir yapıtı... Bir tür
İsviçre sinemasıyla koşut-luklar taşıyan, ama bir ölçüde de Türk kalmasını
bilmiş değişik, taze bir ses...
Okan'ın hemen hepsi Avrupa sinemasının önemli
sanatçıları olan Francis Huster, Carole Laure, Jacques Villeret, Jean-Lue
Bideau, Michel Blanc gibi sanatçıları yönetmiş olması, kuşkusuz bizim için de
az övünç nedeni değil... "Cumartesi-Cumartesi'yi kendi türü ve amaçları
içinde saygın ve ilginç bir çaba olarak nitelemek gerekiyor. (Atilla Dorsay,
“12 Eylül Yılları ve Sinemamız”, syf, 260)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder