Powered By Blogger

5 Nisan 2018 Perşembe

SIRALARDAKİ HEYECAN (1976)


Yönetmen: Orhan Aksoy
Senaryo: Erdoğan Tünaş, Fuat Özlüer
Müzik: Metin Bükey
Foto Direktörü: Çetin Gürtop
Yapım: Erler Film/Türker İnanoğlu

Oyuncular: Bülent Ersoy (Bülent), Gülşen Bubikoğlu (Gülşen), Şemsi İnkaya (Rıza), Hulusi Kentmen (Gülşen’in babası), Turgut Boralı (Okul müdürü), Cevat Kurtuluş (Öğretmen), Mürüvvet Sim (öğretmen), Nubar Terziyan (Bülent’in öğretmeni), Feridun Çmlgeçen (öğretmen), Kayhan Yıldızoğlu (öğretmen), Saadet Gürses (öğrenci), Bülent Avcı (öğrenci), Birtane Güngör, Sami Hazinses

Konu: Düğünlerde şarkı söyleyerek yaşamını sürdüren, fakir ve kimsesiz bir lise öğrencisidir Bülent (Bülent Ersoy). Okul arkadaşlarının çoğu ise zengin, şımarık, akılları bir karış havada, her şeyi hafife alan ve eğitimlerini ciddiye almayan öğrencilerdir. Aksine olgun ve çalışkan bir kişiliğe sahip Bülent, giderek sınıf arkadaşlarının hedefi olur. Düzmece bir oyunla onu aralarından Gülşen’e (Gülşen Bubikoğlu) aşık ederler. Amaçları sevdadan başını döndürüp derslerden soğutarak okulda başarısız olmasını sağlamaktır. Bülent tuzağa düşer, tembelleşir, dersleri kötüye gider. Fakat bir gün rastlantı olarak bu aşkın aslında bir oyun olduğunu, salt kendisini küçük düşürmek için düzenlendiğini anlar.
Yıkılmıştır. Okulu bırakır, bir saz salonunda şarkıcı olarak çalışmaya başlar. Gülşen ise pişmandır. Bülent’e karşı güçlü duygular beslediğini fark eder. Bülent’i çalıştığı gazinoda bulur, ondan af diler ve onu gerçekten sevdiğini itiraf eder. Onu ikna ederek okula dönmesini sağlar. İki sevgili bir süre sonra evlenme karar verirler. Gülşen’in babasının karşı çıkması ve suç olduğu için okuldan kovulma riski bile sevdalıları durduramaz. İşler kötü gider, geçim sıkıntısı çekerlerken Gülşen’in yumuşayan babasının duyurmadan büyük bir gazinoda Bülent’e iş bulması mutlu bir gelişme olur. Tüm dostları gazinoya hücum ederler. Konserin yarısında Gülşen birden fenala-şıp hastaneye kaldırılır. Bülent, Gülşen’in kan kanseri olduğunu, çok az bir ömrü kaldığını ve babasının da bunu bildiği için evlenmelerine karşı çıktığını öğrenir. Kısa bir süre sonra Gülşen ölür. Bülent, tam mutluluğu yakaladıklarını sandığı anda Gülşen’in sevgi dolu genç yaşamının avuçlarından kayıp gittiği gerçeğiyle; üzgün, çaresiz ve yapayalnız kalmıştır...

► Gazinoların yeni "prensi" Bülent Ersoy da ilk filmiyle sinemada ... Önceleri, Zeki Müren'in 20 küsur yıl önceki ilk filmi "Beklenen Şarkı’ının yeni bir uyarlamasıy-la sinemaya geçmesi tasarlanan Ersoy, sonunda vazgeçilen projenin yerine özgün bir senaryoyla sinemaya girişini yapıyor. "Ozgün" kuşkusuz, sözgelimi... Yoksa, önemli bölümü "Hababam" serisinden olmak üzere, senaryo, Türk sinemasının bütün bilinen trüklerini, numaralarını 'antolojik biçimde ortaya getirmekten öte bir yenilik taşımıyor ...

Şimdi, "Sıralardaki Heyecan" gibi bir filmi nasıl eleştireceğiz? Her ne kadar sine-madan asıl beklenen kitlelere bir mesaj, bir bildiri vermesi, bir düşünce iletmesi ise de, sinema yalnız bunun için yapılmaz ve sinemaya yalnız bunun için gidilmez. Sinemaya bazen sürükleyici bir film sey-redip vakit geçirmek, sevilen bir oyuncuyu görmek, ünlü bir şarkıcıyı dinlemek için de gidilir. Bu tür bir oyalayıcı sinema vardır ve ne denirse densin, daha çok uzun süre de var olacaktır. O zaman, bu tür bir sinemayı da kendi kuralları ve kalıpları içinde ele almak gerekmez mi?

Öyle yapalım. Ve iki örnekle bu filmi eleştirelim. Bir "Çağlayan Saz" sahnesi var filmde ... Bir de "Maksim" de konser bölümü ... Şimdi soralım bu filmi yapanlara: Bir "saz salonu" öyle mi olur? Bir saz salonunda, tıpkı bir konser salonu gibi seyirci oturmuş sahneyi mi seyreder? Orada bin bir dert taşıyan insan vardır; içmeye, unutmaya gelmiş insan vardır... Herkes kendi alemindedir... İçeri girildi-ği zaman (hem de filmdeki gibi 20 kişi birden!) kapıdan insanı karşılayıp kuşkulu bir gözle süzen, yer gösteren bir garson takımı vardır. Filmi hazırlayanlar, hiç saz salonu
görmemişler mi? Bu da inanılır gibi değil, çünkü Yeşilçam tam bu tür yerlerin göbeğinde.Ya Maksim veya benzeri bir gazinoda öyle bir atmosfer mi vardır? En ön sıra-ları (hem de bir gala gecesi) yalnızca liseli öğrencilerin tutması ve gazinoda (bizim görebildiğimiz kadarıyla) okulun kadrosundan başka hiç kimsenin olma-ması nasıl mümkün olur? Babanın 300.000 lirasıyla Bülent'i gazinosuna assolist olarak almaya karar veren kimse, bir kez gelip de çocuğu görmez, sesini dinlemez mi? Bu konularda Fahrettin Arslan'a da mı danışılamazdı?

İşte sorun burada... Yoksa, Bülent Ersoy'u merak etmek, gidip bir filmini seyret-mek isteyebilir herkes (bizim gibi)... Bu tür bir filmden bir baş yapıt çıkmaz elbet; ama kurallarına, müzikal bir vakit geçirme filminin kurallarına, uygun bir yapım çıkabilir. Ancak onun için, önce Çağlayan Saz'ın, Çağlayan Saz'a, Maksim'in de Maksim'e benzemesi gereklidir. Sinema, bir gerçeği yansıt-ma sanatıdır çünkü... En basit, gündelik, sıradan gerçekleri, gerçeklikleri ek-rana yansıtmayı bilmeyenler sinemanın başında oldukça, yapımcısı, yönetme-ni. senaryocusuyla bu takım bu işi aynı kafayla ve seyirciyi çocuk yerine koyarak sürdürdükçe, bu işi böyle gider. Önce gerçeğe benzer sinema yapacağız. Sinemanın diğer sorunları, ancak bu aşamaya eriştikten sonra çözüm yoluna girebilecektir. Atilla Dorsay, “Sinemamızın Umut Yılları” syf, 182


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder