Yönetmen: Metin Erksan
Senaryo : Metin Erksan, İsmet Soydan,
Kemal İnci (Necati Cumalı'nın aynı isimli hikayesinden)
Görüntü Yönetmeni : Ali Uğur
Müzik: Manos Hadjidakis, Ahmet Yamaç, Fecri Ebcioğlu
Yapım : Erksan Film/Metin Erksan - Doğan Film/Ulvi Doğan Hitit Film
Kurgu: Turgut İnangiray, Stuart Gellman, Yönetmen Yardımcısı: Kemal İnci, Kamera Asistanı: Kaya Ererez, Hüseyin Karındoyuran, Ses Kayıt: Yorgo İlyadis,
Oyuncular: Hülya Koçyiğit (Bahar), Ulvi Doğan (Hasan), Erol Taş (Kocabaş Osman), Hakkı Haktan (Veli Sarı), Yavuz Yalınkılıç, Zeki Tüney (Köylü), Alaattin Altıok, Niyzazi Er (Ağır Ceza Üyersi), Erecan Yazgan (Mahkum),
Sansür kurulunun tümüyle reddetmiş olduğu “Susuz Yaz”ın yurt içinde gösterimine izin verilmiş, ancak Berlin Film Festivali’ne katılması gündeme geldiğinde ise, İçişleri Bakanı Selçuk Subaşı başkanlığındaki Turizm Tanıtma ve İçişleri Bakanlığı temsilcilerinden oluşan “Özel İnceleme Kurulu” Film Türkiye’yi temsil etmek niteliğinden yoksun” gerekçesiyle yasaklanmıştı. Ancak film devlet denetimi dışında festivale katılıp Altın Ayı ödülü aldığında ise Turizm ve Tanıtma Bakanı Ali İhsan Göğüş tarafından ödüllendirilmiştir. “Artun Yeres, “Sakıncalı 100 film””
ÖDÜL:
Berlin Film Festivali (1964)
► “Altın Ayı” Büyük Ödülü
Sinema Ekspres Dergisinin Yazarları ara-sında (1964)
► Yılın en iyi 5 filmi arasında yer aldı
► Hülya Koçyiğit “Yılın Kadın Oyuncusu
Konu: Urla’nın Bademler köyünün kuzeyinde, Ovacık’tan İzmir-Seferihisar şosesine kadar, hafif dalgalarla uzanan toprakları sulayan üç dereden ikisi, yaz ayları gelince kurur, kalın kumlu, çakıllı yataklarıyla kuraklıktan gün günden yanan, kavrulan ovanınyüzüne atılmış iki eski ustura izi gibi kalır. Artık o yörede, ilk güz yağmurları düşünceye kadar, akan tek su sesi işitilir.
Tekebaşı’nda, Kocabaş’ların küçük zeytinliğinin eteğinden kaynayan pazu kalınlığında bir su damarı, bir kulaç çapındaki yatağında, önce hızla kabarır, taşar sonra yer yer aralıkları harçla sıvalı taş döşeme bir oluktan, beş altı yüz adım aşağılarda kalan bir havuza doğru akmaya başlar.
Suyun geçtiği topraklar, küçük ekiciler arasında bölüşülmüştür. Kocabaş’ların zeytinliğinin alt başında gene Kocabaş’ların sekiz dönümlük sebze bahçesi vardır. Su, zeytinlikten bu sebze bahçesine girer, komşu iki bahçenin sınırları boyunca ilerler, oradan havuza dökülür. Bu havuz o çevrenin can noktasıdır. …
Suyu zamansız bahçelerine çeviren komşu-lar arasında sık sık ağız dalaşları çıkar. Fakat bütün bu patırtılar, havada ilk yağmur belirtilerinin görünmesiyle unutulur gider.
Daha doğrusu bir vakitler unutulur giderdi. Suyun sahibini sorup araştırmak, suya sahip çıkmak, o çevrede kimsenin aklından geçmezdi. Ama 1947 yazında Kocabaş’lar, kendi bahçelerine yeni bir havuz yaptırdılar. Suyu, yatağından kendi havuzlarına çevir-diler. O geceden sonra olanlar unutulmadı.Hasan Kocabaş, Günün başlangıcından akşamın alacakaranlığına kadar üçü, yani o, kardeşi, Bahar, damın çevresinde birlikte çalışırlardı. Akşam yemeğinden sonra, Osman ile Bahar’ın davranışlarında bir telaş başlardı. İkisi, ne kadar ellerinden gelirse o kadar çabuk, bölmelerine çekilirler, kapılarını kapamaları ile birlikte, içerden onun uykusunu kaçıran solumaları duyulmaya başlardı.
O gece, bitişik bölmede, Osman’la Bahar’ın solumaları kesildi. İkisinin yorgun, uykuya daldıklarını belli eden düzgün soluk alışları duyulmaya başladı. Hasan Kocabaş, dışarıya kulak verdi. Su, yeni yaptırdıkları havuzu dolduruyordu…
Su onun toprağından çıkıyor. Kendi toprağından çıkan suyu sebil edecek kadar zengin değildi ya! O, aşılarını, fidanlarını sular, artarsa suyu aşağıdaki havuza salar!.. Veli ile öbürleri, bahçe yetiştirmek istiyorlarsa, kuyu kazsınlar, dolap kursunlar; bahçelerinin çaresine baksınlar…
O gece, havuzun alt başında kalan ilk bahçenin sahibi Veli Sarı, bahçesinin orta-sındaki çardağında, yatağına girince, dışarıda yıllardır alışık olduğu bir sesin yokluğunun ayrımına vardı. Havuzun suyu akmıyordu. Yatağının içinde bir süre dışarıya kulak verdi, bekledi, su sesi kesilmişti. Ağustos böceklerinin, çekirgelerin, kurbağaların. Fakat o beklediği ses, Kocabaş’ların bahçesinden gelen, oluktan, önce havuzun yalağına, sonra havuza dökülen suyun çıkardığı, her gece uykularını rahatlatan, o altın ses, başlamıyordu!
Veli Sarı’nın bütün uykusu dağıldı. Çardağın, açık kapısından, aralıklardan sızan gecenin aydınlığında, yanı başında yatan karısına bakacak oldu, karısının da gözleri açıktı. Gün daha yeni doğuyordu. Hava şimdiden sıcaktı. Havuzun başında komşusu Hüseyin Şengül’ü gördü. Adam üzgün yüzünü havuzun suyuna eğmişti. Veli’yle keyifsiz selâmlaştılar.Veli, havuzun suyuna baktı. Bir karış ya vardı, ya yoktu. Bu sabah bahçelerini sulayamayacaklar demekti bu! Akşama kadar havuzun dolmasını bekleyeceklerdi. Birkaç dakika konuşmadılar. Havuzun suyuna bak-tılar, başlarını sudan kaldırıp bahçelerine baktılar. Tekrar suya, tekrar bahçelerine baktılar. Karşıdan Ethem ile Musa’nın yak-laştığını gördüler.
Susuzluk, doğudaki dağların eteklerinden iniyor, şoseyi geçtikten sonra bahçelerinin sınırlarına kadar gelip dayanıyordu. İkisi de gördüler ki, havuzun suyu set çekmese, kuraklık bahçelerini ezip geçecekti.
Ethem ile Musa geldiler. Havuzun suyuna baktılar, öncekileri keyifsiz keyifsiz selamladılar.
Muhtar; Hasan Kocabaş’a suyu kendi havuzuna çevirmekle haksızlık ettiğini, salmasını söyledi. Hasan suyun tapulu malı olduğunu, kendi bahçesi içinden çıktığını anlattı. Muhtar bu açıklamayı kabul etmek istemedi. Aşağı yukarı önceki tartışmada Veli’nin dediklerini tekrarladı. Hasan, dediğinden dönmedi. Muhtara bu ise karışamayacağını, bu ise karışmanın görevi olmadığını söyledi. Muhtar daha da ısrar edince, “Ortada muhtarın, bekçinin karışacağı ne var?” dedi. “Bizim hayvanlarımız başkasının malına girip zarar mı verdi? Biz başkalarının bahçesine girip malını mı çaldık? Bu ise hâkim karışır. Su benim malım. Hakları varsa mahkemeye gitsinler.”
Ertesi sabah Veli, yanında arkadaşlarıyla Urla’ya indi. İşi bir dava vekiline açtılar. Dava vekilinin kırk yıla yaklaşan bir meslek hayatı vardı. Hiçbir davaya olur ya da olmaz diyemiyordu artık. Kanunlar, yüksek mahkemelerin kararları ne yolda olursa olsun, deneyleri her davada mahkemeden çıkacak kararı önceden kimsenin kestiremeyeceğine inandırmıştı kendisini.
Veli ile arkadaşlarının anlattıklarını dinledi. Köylülerin mantığına uygun konuşmayı doğru buldu. Anlatılanlara hak verdi. Biliyordu ki, ortada kaçınılmaz bir dava konusuvardı. Kendisi “olmaz, kazanamazsınız” diyecek olsa, Veli ile arkadaştan başka bir dava vekilinin kapısını çalacaklar, mutlaka bu davayı açacaklardı. Onlar için bu davada tek hak ölçüsü vardı: Suya olan ihtiyaçları! Kocabaş’ların suya ne kadar ihtiyaçları varsa onların da suya o kadar ihtiyaçları vardı. Sonunda bu dava kaybedilecek bile olsa, köylüler haklı olduklarına inanmaktan vazgeçmeyecekler, kabahati hakime ya da başka bir sebebe yükleyeceklerdi. Pazarlık ettiler. Veli ile arkadaşları dava vekiline ortaklaşa elli lira ödeyebildiler. “Hele şu is halledilsin” bu iyiliğin altında kalmayacaklarını söylediler. Ağustos ortasına doğru, bir gün Hasan Kocabaş, Osman’ı köye bakkaldan öteberi almaya gönderdi. Osman, büyük havuzun üst başından geçen yoldan köye doğru ilerlediği sırada, oralarda dolaşan sığırtmaç çocukları gördü. Çocuklardan biri yerden bir taş aldı. Yayılan hayvanlara fırlatıyormuş gibi, Osman’a doğru savurdu. Taş, Osman’ın başı üstünden geçip iki üç adım ötesine düştü. Hemen onun arkasından atılan ikinci bir taş, Osman’ın yanından geçip bir erguvan kümesinin dallarını sarstı.
Osman duraladı, çocuklara doğru baktı, sonra bir şey demeden yoluna devam etti. Çocukların Osman’a sataşmaları bu kadarla kaldı. Bu küçük olay gösteriyordu ki, komşularıyla aralarında başlayan husumet çocuklara kadar yayılmıştı. Ovada kış yaz, gündüzleri büyük havuza akan suyun sesi artık duyulmuyordu. Komşularının husumeti, bu sesin yokluğunun yarattığı boşluk içinde pusuya sinmiş, gittikçe büyüyerek öç alacağı günü bekliyordu. Karşıdan gözüne çarpan komşuların bahçelerinin görünüşü berbattı.
Köye yaklaştığı sırada, köyden dönen Musa Öztürk’le karşılaştı. Osman sıkıldı. Çaresi olsa Musa ile göz göze gelmemek için yolunu değiştirecekti. Musa yanından kendisini selamlamadan geçti. Köyde kimi görsekendisine soğuk davranıyor gibi geldi. Alış veriş ettiği bakkal:
- Ülen Osman, dedi, konu komşu aranızda anlaşsanız olmaz mıydı? Böyle mahkemelere gidecek ne vardı?
Bakkala ne karşılık vereceğini bilemedi Mahkemeye giden, suyu bırakmak istemiyen kendisi değildi. Düşmanlarının önünde ağabeyini yalnız bırakmak, tek başına kendisini temize çıkarmak da istemiyordu. Kızara bozara:
- Mahkemeye giden onlar oldu, diyebildi.
Dönüşte, kimse ile karşılaşmadan havuzun üst başına gedebilmek için adımlarını hızlandırdı. Ama o daha bahçelerin hizasına gelmeden Etmem Ölmez’in anası, çardağından fırladı, bağıra çağıra üstüne gelmeye başladı.
-Ulan Osman, sizde hiç vicdan, hiç hicap kalmadı mı? Bak, su bahçeleri ne hale getirdiğinizi bir gör! Komşuluk hakkı nedirOsman, başı önünde, bakmadan, karşılık vermeden kadının önünden geçti. Ardından onun ilenmeler yağdırarak bağırdığını, söylendiğini duydu. Dama dönünce, elindeki tuzu, pirinci karısına verdi. Ağabeyi damdan iki yüz adim ötede, cebelde çalışıyordu. Bahçelerine, asılıklara baktı. Fidanları, sebzeleri hep yeşilinden gülüyor, havuzları şarki söylüyordu. Az ötede duran arık çapasını kaptı. Su yolunu aşağıya giden oluğa bağladı. Havuzun ağzını kapayan dayağı kavrayıp yukarı kaldırdı. Kaynaktan gelen suyu da oluğa çevirdi...
Az sonra suyun kış aylarındaki hızıyla aşağıdaki havuza vardığı duyuldu. Sığırtmaç çocuklar, “Su! Su!” diye bağrıştılar. Ellerindeki değnekleri savura, sıçrayıp bağrışarak havuza doğru koşuştular. Bahçelerindeki çardaklarda kim varsa kopup, geldi, havuzun basında toplandı. Kalabalık, kısa bir süre şaşkın şaşkın, oluktan havuza akan suyu seyretti. Birkaç dakika sonra suyun hızı hafifledi, gittikçe hafiflediYukarıda, Osman’ın açtığı havuz boşalınca, su kaynaktan çıktığı gücüyle akmaya başladı, parmak kalınlığına indi.
Havuzun basında toplananlar aralarında bakıştılar. Birbirlerine söylemeseler de hepsinin aklından geçen düşünce birdi: “Bu kadar mi? Bu kadarı önce kime?”
Havuza dolan suyun yüksekliği bir karisi asmıyordu. Onu da, havuzun kuruyan çamuru emecekti. Kalabalığın şaşkınlığı çabuk geçti. Kısa bir an akıllarından geçen düşünce dağıldı. Suyun hızına bakarak kimsenin Kocabaş’lara hak vermeye niyeti yoktu. Aralarında Hasan’ın kötülüğü, Osman’ın iyiliği üstüne bir iki konuşma geçti. Derken, o parmak kalınlığında suyun da. yukardan kesildiğini gördüler.
Osman’ın köyden döndüğünü, damın yanında dolaştığını karsıdan gören Hasan, isini bıraktı. Osman söyle böyle beş dakikadır ortada yoktu. Ne yapıyordu? Kendisi cebelde ter dökerken, o karısıyla belki de dama kapanmıştı yine! Geceleri neyse ama, issu kaynaktan çıktığı gücüyle akmaya başladı, parmak kalınlığına indi.
Havuzun basında toplananlar aralarında bakıştılar. Birbirlerine söylemeseler de hepsinin aklından geçen düşünce birdi: “Bu kadar mi? Bu kadarı önce kime?”
Havuza dolan suyun yüksekliği bir karisi asmıyordu. Onu da, havuzun kuruyan çamuru emecekti. Kalabalığın şaşkınlığı çabuk geçti. Kısa bir an akıllarından geçen düşünce dağıldı. Suyun hızına bakarak kimsenin Kocabaş’lara hak vermeye niyeti yoktu. Aralarında Hasan’ın kötülüğü, Osman’ın iyiliği üstüne bir iki konuşma geçti. Derken, o parmak kalınlığında suyun da. yukardan kesil-diğini gördüler.
Osman’ın köyden döndüğünü, damın yanında dolaştığını karsıdan gören Hasan, isini bıraktı. Osman söyle böyle beş dakikadır ortada yoktu. Ne yapıyordu? Kendisi cebelde ter dökerken, o karısıyla belki de dama kapanmıştı yine! Geceleri neyse ama, is zamanı... Kıskançlığını yenemeyerek dama doğru ilerledi.
Osman’ı elinde çapa, damın önünde dikilir gördü. Küçük havuzları bostu. Bu kadarı da öfkesini boşaltmasına yetti:
- Ne yaptın?
Osman oralı olmadı: - Varsın bir günlük de onlar bahçelerini sulasın...
- Nasıl? Sen bana sormadan bu isi nasıl yaparsın? Su değil, ben onlara günahımı vermem! Bu kadar vekil, mahkeme masrafı ödedim. Ben neciyim burada? Eşek bası mi?
Osman alttan aldı, ağabeyini yumuşatmak istedi. Komşularını düşman etmektense, yağmurlar gelinceye kadar, gün aşırı suyu aşağıya salmalarının daha hayırlı olacağını anlatmaya çalıştı. Bahar, az ötede, söze karışmadan tartışmalarını dinliyordu.
Hasan köpürdükçe köpürdü. Bağırıyor, çağırıyor, farkında olmadan bu bahaneile karisinin önünde kendisinin kardeşine üstünlüğünü açıklamak istiyordu:
- Sen kimsin bana sormadan suyu aşağıya salacak? Sen bana akil verecek kadar oldun mu? Küçük gibi küçüklüğünü bil! Komşular düşman olurlarsa bana olsunlar! Sen isine bak, o kadar. Sen, ben ne dersem onu yap! Ötesine karışma! Ağzımı açtırıp kötü kötü söyletme beni...
Arık çapasını kardeşinin elinden kaptı. Suyu aşağıya giden oluğa bağlayan arığı bozdu. Kaynaktan çıkan suyu da kendi havuzlarına çevirdi. Bu aşırı öfke, Osman’ın sabrını taşıracak duruma geldi. Ağabeyi hâlâ söyleniyordu. Gürültüyü duyan çocuklar, tarlalarının alt basında birikmişti. Bu bahçe, bu asılıklarda ağabeyi kadar onun da hakki vardı. Karisi-nin önünde azarlanmak gittikçe onuruna dokunmaya başladı.
Hasan, havuzun basında doğrulmuş, bu kez çocuklara çıkışıyordu:
- Koşun, analarınıza, babalarınıza selâm söyleyin! Burada Osman’ın değil, benim sözüm geçer! Suya ihtiyaçları varsa Osman’a değil, gelip bana yalvarsınlar...
Ağabeyine doğru yürüdü. Bahar, kendisini önlemek istedi:
- Bırak, deliyle uğraşma!
Bir el hareketiyle Bahar’dan kurtuldu:
- Ağa, dedi, benden su isteyen olmadı! Suyu ben istedim, ben saldım. Önüne gele-ne sataşıp durma!.
.
Hasan bu karşılığı beklemiyordu. Durakladı:gözü pek, atılgan olurdu. kardeşinin onurunu az önce nasıl bile yaralamak yolunu tutmuşsa, simdi de bile bile okşamak yolu-nu tuttu. Önce, bahçelerinin alt basında toplanan çocuklara doğru yürüdü:
- Ne dikiliyorsunuz orada be?.. Canına yandığımın veletleri, karsınızda seyir mi var?
Çocukları uzaklaştıracak kadar zaman kazandıktan sonra geri döndü. aralarında hiçbir kötü söz geçmemiş gibi Osman’a:
- Ben senin ağanım, dedi, benim sözüm seni incitmesin! Benim tecrübem elbette ki senden fazla! Böyle öfkelendiysem senin benim menfaatimiz için...
Havuzun alt basında toplanan kalabalık, Kocabaş ‘ladin kavgasını çocukların getirdiği haberden öğrendiler. Suyu beklemekten ümitlerini kesince dağılmaya başladılar. Ehem’in anası, çocukların anlattıklarını duydukça öfkelendi. Kadın, basları önünde, tarlalarına doğru ilerleyen erkeklerin önüne geçti:
- Siz de erkek olacaksınız sözüm ona! Bu is erkek isi! O bodurun yanına bunu bıraktıktan sonra yazık sizin erkekliğinize! Çoluk çocuğunuzun nafakasını korumasını bilsenize!..
Erkekler aralarında konuştular. Veli Sari:- Onun da sırası var... dedi, sustu.
Ağustosun ikinci yarısı, Veli ile komşuları için, mihnet öfke günleri oldu. Bahçelerindeki sebzeler, saplarina varıncaya kadar kurudu. Başka zaman bir tavuk girse koşup kovaladıkları bahçelerinde, simdi bası bos bıraktıkları sağmalları, binekleri dolaşıyorduHavuzun çevresindeki narlar, susuzluktan çatlayıp yarıldı. Hayıtların nemi çekildi. Dereye inen küçük ördek sürüleri, bos yere uzun süre su arandıktan sonra, derenin üstünü örten yabanıl sarmaşık kümelerinin gölgelerine sığınıyor, günesin hızı geçinceyse kadar gölgeliklerde kalıyordu.
Veli, bahçesini karsısında yanar kavrulur gördükçe daha az konuşur oldu. Sabahtan aksama, ağzı dili kenetli, bir ağacın dibinde düşünüyor, düşünüyor, geceleri kolay kolay gözüne uyku girmiyordu.
Hasan Kocabaş, bütün bir yıllık emeğini kurutuyordu. Sofrasının bereketini kurutuyordu.
Çoluk çocuğu ile belleri üstüne eğilip yetiştirdikleri, emek verdikleri ne varsa kurutuyordu. Hasan Kocabaş’ın ona ettiğini, o da Hasan Kocabaş’a edecekti. sırası gelsin, Kocabaş’ların hâlâ bahar ortasındaymış gibi yeşil duran bahçesini kurutacaktı!
Hüseyin’le, Musa’yla, Ehem’le bir araya geldiklerinde, onları da basları önünde düşünceli görüyordu. Her biri, karsılaştıkça, üzgün, keyifsiz, gözünün içine bakıyor, ne diyeceğini bekliyor, sonra, bir şey demeden susuyorlardı.
Eylül ortalarında ovaya ilk yağmur düştü. Hafta gedmeden ikinci yağmur düştü. Kuraklık sözleri unutuldu. Yeniden çiftler koşuldu. Nadaslar hazırlandı.
Veli ile arkadaşları, bahçelerinin ortasındaki çardaklarından, derenin alt basında, birbirine komşu damlarına tasındılar. artık geceleri yataklarında gök gürültüleri işitiyorlardı. Dereler su tutmaya başlamıştı. Yanından geçenler büyük havuzu her zaman dolu görüyordu.
Güz ayları boyunca, bu anlaşmazlık unutulmuş gibiydi. Ocak baslarında bir sabah, Veli Sari, gün dogmadan eşeğine binmiş, oduna gidiyordu. Çiftesi omuzundaydı. Zağar kırması dişi köpeği eşeğinin arkası
- Sen ne demek istiyorsun? Büyüğüne karsı mi geliyorsun?
- Büyük gibi büyüklüğünü bil! Sen büyüksen ben de küçük değilim! Evli barklı adamım! Karimin önünde ettiğin lâfı kulağın duysun...
- Ben sana ne dedim ki?
- Ne dedinse dedin, artık sesini kes!
Kardeşi kendisinden güçlü kuvvetliydi. Huyuna gidildiği zaman yumuşak baslı, alçak-gönüllü olduğu ölçüde, kızdığı zaman dasıra geliyordu. Veli, Kocabaş’ların bahçesinin yanından geçtiği sırada, Kocabaş’ların gündüz bağlayıp gece başıboş bıraktıkları iri çoban köpeği, üç beş sıçrayışta bahçeden yola çıktı, zağarın kuyruğuna takıldı.
Veli, Kocabaş’ların damına doğru baktı. Görünürlerde kimse yoktu. Daha uyuyor olmalıydılar. Hemen verdiği bir kararla topuklarını hayvanin karnına indirdi, zağarını çağırdı. Hayvan, yürüyüşünü hızlandırdı.
Kocabaş’ların köpeği ile oynaşmaya başlayan zağar, sahibinin çağırdığını duyunca koştu, hayvanin peşine takıldı. Kocabaş’la-rın köpeği zağarın ardına düştü.
Böyle bir çeyrek, yirmi dakika gittiler. Tekebaşı’nin gerisine düsen boğazı dolandılar. Boğazın sonunda, Veli eşeğinden indi. Çiftesini omuzladı. Durmadan zağarına asmaya çalışan köpeğin basına nişanladı, boşalttı. Köpek, ulumaya sıra kalmadan yere yıkıldı, bir iki debelendi, cansız kaldı.
Veli, oyalanmadan hayvanına bindi. İki saat sonra, geldiği yönün tam tersinden, Bademlerdin gerilerine çıktı. Oralardan yaptığı bir yük odunla ikindiye doğru damına döndü.O gün, kuşluğa doğru, Hasan’ın, Osman’ın, Bahar’ın tarlalar, bahçeler arasında dolaştıkları, “Arap, Arap!” diye ünleyip köpeklerini aramaya çıktıkları görüldü. Karsılaştıkları kimseler, onların aramalarıyla ilgilenmiyor, onlar da kimseye Rab’i görüp görmediğini soramıyorlardı. O günün aksamına kadar, Kocabaş’lar köpeklerini aramadık yer bırakmadılar. Tekebaşı’ndan, kuzeyde Ayran dere’ye, batıda Seferihisar şosesine kadar, bütün damların çevrelerine dolandılar, geri döndüler, yine aşağılara yayıldılar, fayda etmedi.
O gün, bütün ova öğrendi ki, Kocabaş’ların bahçesinin bekçisi, bahçelerine kimseyi yaklaştırmayan o ünlü çoban köpeği kaybolmuştu. Ertesi gün öğleden sonra, Tekebaşı’ndaki cebelin gerisinde, havalarda kuzgunların dolaştığını gören Hasan, Arabi’n izini buldu. Sırtlanlar, kuzgunlar Arabi’n leşini didik didik etmişti.
Haber duyuldu. Ovanın, Arabi’n gücüne hayran çocuklar, aralarında, hayvanin kurt, sırtlan sürüleriyle boğuştuğunu, kurtları, sırtlanları ta öldüğü yere kadar kovaladığını, oralarda kıstırılıp boğazlandığını konuştular. Ama büyükler bu yoruma inanmadı.
Daha leşini bulamadan, köpeğini düşmanlarının öldürdüğü Hasan Kocabaş’ın içine doğdu. leşini bulduğu zaman, hayvanin kafa kemiklerinin paramparça olduğunu gördü. Bu işaret Hasan Kocabaş’a yetti. Düşmanları damına yaklaşıp öç almak istiyorlardı. köpeğini ortadan sırada, döndü, damın diş kapısı ardında duran griyi kavradı. Grenin fişeklerini çıkın ettiği mendili kaptı, dışarı fırladı. Griyi karaltılara doğru boşalttı. Silâh sesi, tepelere çarptı. Vuramamıştı.
Karaltıların sindiğini gördü. Daha aşağıya nisan alarak ikinci bir el ateş etti. Karanlıktan, damlarına doğru çevrilen bir çifte pat-ladı. Patlama, damın duvarında tok bir ses çıkardı. Duvardan bir parça sıva koptu, yere düştü. Osman, pantolonunu ayağına çeker çekmez, kendisine kalan çifte ile fişekliğini kaptı, ağasının yanına koştu. Karaltılar, eğilerek asılıkların gerisine doğru kaçıyordu.
Susuz Yaz her bakımdan Türk sineması tarihi açısından bir kilometre taşıdır. Bir yanıyla öğretici bir tarafı vardır. Ulusalla evrenselin ne ölçüde içiçe geçebileceğinin en önemli göstergesidir. Ayrıca Türk sinemasının sanatsal anlamda dünya ölçeğinde girişim yapma cesaretinin öncüsü olmuştur. Türk sinemasına bir güven sağlamıştır. Özellikle konusu açısından da üzerinde durmak gerek-mektedir.
Susuz Yaz'ın anlattığı konu evrensel bir sorundur. Suda mülkiyet konusu üzerinde odaklaşmıştır. Suda mülkiyetin kamunun olması gerektiğine dair bir yönetmenin yaklaşımının açımlanması amaçlanmıştır. Bunun yannda Habil / Kabil kavgası kadar eski ve genel bir konuyu evrensel boyutları çerçeve-sinde ve orijinal bir tarzda işlemek sözkonusudur. Bu nedenle de Türkiye coğrafyası ve Türk kültürü dışında da ciddiye alınıp ilgiyle seyredilebilecek bir filmdir. Susuz Yaz 1964 yılında Berlin Film Festivali'nde Büyük Ödül'ü aldı.
Bu Türk sinemasının uluslararası alanda kazandığı ilk büyük ödüldür
Yurtdışında ödül almasının sinemasal açıdan tam tekmil bütün şartları vardır. Türk sinemasında bu ölçüde evrensel özellikleri belirgin bir başka film yoktur.
Filmin bu evrensel özelliği yanında ulusal renk de bütünüyle bulunmaktadır. Ulusal rengin varlığı filmin evrensel boyutlarıyla anlatılmasının başarılmasında da büyük katkı sağlamıştır. Filmin bütününe Türkiye resminin başarılı bir biçimde sinmesi iki kardeş arasındaki kavganın yerli renkler çerçevesinde resmedilmesinin de bariz bir göstergesidir. Belki de daha Türkiye'de düşünce olarak yaygınlaşmadan ulusaldan evrensele yönelmenin, ulusal olmadan evrensel olunamaz anlayışının en öğretici bir şekilde ifadelendirilmesi söz konusudur. Zaten Sevmek Zamanı filminden bahsederken de Metin Erksan konunun sadece doğu masal geleneğinde olmadığını, batı masal geleneğinde de bulunduğunu söylemektedir. Daha çok doğu masal geleneğinde olduğunu belirtmesine rağmen temelde ev-rensel bir temayı anlattığını ima ettirmektedir.
Türkiye'deki etkileri ve filme yönelik tepki-er açısından Susuz Yaz sadece sinemasal bir olay değil aynı zamanda sosyolojik bir olaydır. (Kurtuluş Kayalı)
Bademler ve Erol Taş… Hülya Koçyiğit’le beraber filmin kahramanları. 300 kişilik tiyatrosu olan bir köy. Muhtar Halil Oral ve köyden birçok kişinin filmde rolü var. İlk gösterim de burada oluyor. ‘Otobüs Yolcuları’ndaki (1961) Nevin için önce Tijen Par’ın düşünülmesi gibi Bahar için başlangıçta Türkan Şoray’a öneri yapılmış…
‘Toprak-su’ ve ‘insan-cinsellik’; Gereksinim iyi kötü karşılandığında sorun yok gibi ama eksiklik şiddeti ortaya çıkartıyor. İkinci çevrimde (1973) belki Hamiyet Yankı, İrfan Atasoy’un eşi olduğu için veya belki dünya daha pa-ragöz olmaya başladığı için cinsellik önemsizleşmiş. Bu kez ağabey’in en büyük amacı ‘tüm köyün sahibi olmak’… Necati Cumalı, avukatlık yıllarındaki gerçek bir olaydan kaleme aldığı bu öykünün başrol/yapımcı ile yönetmen arasındaki arkadaşlığı bitireceğini düşünebilir miydi? Çok çarpıcı bir sahnede Osman, Bahar’ı düşleyerek korkulukla konuşuyor; “Güzel Bahar acı bana. Senin için yandığımı görmüyor musun? Bu böyle gitmez kınalı keklik. Malım, suyum, evim-barkım, tarlalarım hep senin olsun. Yeter ki sen bir yol ‘he’ deyiver..(Korkuluğu öperek) Yumuşacık ellerini sıcak sudan soğuk suya sokturmam. Kumrular gibi bakarım sana. Kuş sütüyle beslerim seni. ‘He’ değil mi Bahar? ‘He’ diyorsun değil mi?” Ama bu sözler sanki suya yazılmış yazı gibi.
Amacına ulaştıktan sonra yaptığı ilk iş; Ayağını yıkatmak. Ses tonu da önceki konuşmalarından çok farklı; “İyi yıka kız. Öyle angaryadan iş yapma bana. Cenabı Mevlam kadın kısmını erkeğin bir küçük kemiğinden yaratmış derler.” İkinci çevrimdeki kadar olmasa da ağabey ‘işini biliyor’. Bahar’ın (Nezihe Becerikli’nin sesiyle konuşan) annesi evlilik için “Mahsulden sonra”diyormuş. Oysa Osman’a kendi tarlalarında hem de bedavaya çalışacak insan gerekli. Kardeşine akıl verir; “Hem nişan tak hem başlık ver hem de mahsulden sonraya kadar bekle. Bu iş olmaz aslanım. Anası kızın posasını çıkardıktan sonra bize verecek. Verdiğimiz başlık da cabası..Çare var. Hem de bir güzel var. Bahar’ı kaçır.”… Hasan suyu köylülerle bölüşmekten yana. Ama ‘toprak işleyenin su kullananın’ diye gürleyen başbakanların bile sonradan tırstığı bir dünyada o ne yapsın… Hasan ve Bahar ayna tutarak işaretleşiyorlar. Osman, hep olduğu gibi, çok incelikli; “Senin yavuklu gene kuyruk sallamaya başladı.” İkinci çevrimde koyunların boynuna asılan çıngırağı kullanıyorlar… Mahkeme sahnesinde Talia Salta, Bahar’ın arkasında ve 2-3 saniye görünüyor. Bu kadar kısa sürede nasıl bu denli etkili olabiliyor… Öyküdeki ağabeyin okuma yazması yok. Kardeşinin mektuplarını komşuları Tahtacı Safi’nin oğluna okutuyor. Bahar, Hasan’dan haber diye telgraf direğine sarılmıştı… Kitapta yok ama Osman’la ilk yakınlaşması ayağını bir yılan ısırınca olur. Kayınbiraderi büyük bir iştahla zehri emip tükürür… Niğde Hapishanesindeki Hasan, ne yapsın, ‘Karnaval’ adlı erotik dergideki resimlere bakıyor… Hükümet, filmin 13. Berlin Film Festivaline katılmasını ‘rejisörün ideolojisinden duyulan endişe’ nedeniyle istememiş. Ama ödülden sonra bunlar unutulur. Turizm ve Tanıtma Bakanı sanatçılara ve Yönetmene ödül veriyor.
►Metin Erksan, Mülkiyet meselesiyle çok yakından ilgilenen Metin Erksan filmin önemi konusunda şunları söylemektedir:
O sıralarda cari kanun vardı. 'Türkiye'de göller, karasuları ve akarsular kamunun, yalnız kaynaklar kimin tapulu arazisinden çıkıyorsa onun malı' diye. Bazı şeyler görüyordum. Bir toprağın etrafını çitle çevirip 'Bu benimdir' diyebiliyorsunuz ama, suya sahip olamıyorsunuz. Filme şöyle başlamak ister-dim, tutun ki avucunuza toprak aldınız.
O toprağı gücünüz yettiği sürece avucunuzla tutabilirsiniz ama, avucunuza su aldığınız vakit aynı şeyi yapamazsınız. Su parmaklarınızı istediğiniz kadar sıkın, akıp gidecektir. Kaynaktan çıkan bir su. Kaynak devamlı kaynıyor. Nasıl sahip olabilirsiniz buna? Mülk sahibi baraj da yapsa gene tutamaz suyu. Su muhakkak bir yere gidecek. Suyun, mülkiyet sınırlarını tanımayan bu öğesi beni çok ilgilendirdi. Ben o tarihte bir başka hikâye üzerinde düşünüyordum. Onu bıraktım, tuttum Necati Cumalı'nın bir hikayesini aldım. "Susuz Yaz"ı çektik, film bitti. Ne zaman? 1964 yılında. 1969 yılında hükümet bir kanun çıkardı, bu da es geçilmiştir. 'Türkiye'de kimin tapulu mülkünden kaynak çıkıyorsa o kamunundur' dendi. Ancak devlet arazi sahibine ilk kullanma hakkı tanıdı. Peki benim 'Susuz Yaz'ın mülkiyet sisteminin içinde aşamalar gösteren, bu büyük kanunun çıkmasına hiç mi etkisi olmadı? Burası üzerinde hiç durmadılar. O kanun belki çıkacaktı günün birinde ancak, o tarihlerde çıktıysa buna "Susuz Yaz" ve ben neden oldum.
Metin Erksan, festivalin büyük ödülü olan "Altın Ayı"yı kazanan filminin yurtdışına kaçırılması ve ödül alması üzerine şunları söylüyor: “Filmin Berlin'e gidişi üzerine hala bir laf vardır. 'Kaçırdılar' diye. Hayır, hiç kaçırılıp götürülmedi, alakası yok. 'Susuz Yaz' Berlin'e festivalden gelen davet üzerine, son derece yasal yollardan gitti.
Berlin Film Festivali'ne ister devlet olarak, isterseniz de bağımsız olarak iştirak edersiniz. Biz götürürken devlete dedik ki; 'Acaba siz de bizimle beraber misiniz? ' O zaman filmi bir kurul seyretti, 3 kişilik bir kurul ve 'Film Türkiye'yi temsil edemez' dedi. O kurulun adamları da dehşet adamlar oldular sonra. Bir tanesi yaman sinemacı oldu. Müthiş... filmler yaptı. 'Peki o zaman, biz de kendimiz götürürüz' dedik ve götürdük. Bildiğiniz gibi 'Susuz Yaz' Berlin'de büyük armağanı aldı. O sıra büyük bir çatışma ve yarışma vardı Berlin'de. En hızlı zamanlarıydı. Bilhassa Amerikan ve Fransız sineması fazla zorluyorlardı.Berlin Film Festivali, ödülü veriş gerekçesini, "Dünyanın en eski konularından birini çağ-daş bir düşünce ve çarpıcı bir anlatımla veriyor" diyerek tanımlar. jüri, "Susuz Yaz"ın mülkiyetle ilgili bölümüne, kadın tutkusuna bakmaz bile. Onlar filmi, başka bir bakış açısıyla değerlendirirler. Filmi, dünyanın en eski hikayesi olarak bilinen Adem ile Havva'nın büyük ve küçük oğulları Habil ile Kabil hikayesinin çağdaş bir versiyonu olarak tanımlarlar. Bu filmde de Habil ve Kabil hikâyesinde olduğu gibi iki kardeş ve bir de kız var. Habil ve Kabil'de kadın kız kardeşleri, burada ise kardeşlerden birinin karısı. jüri, "Muhteva çok eski, yorum çok yeni" derken, böylesi eski bir hikayeyi çağdaş bir düşünce içinde vermesi nedeniyle yönetmeni ödüllendirir. jüri üyeleri de hiç kuşkusuz, ne kadar batılı olurlarsa olsunlar, kardeşiyle yatan bir kadının hiçbir toplum içinde rağbet göremeyeceği düşüncesindedir. Dünyanın her yerinde ister batıda, ister doğuda olsun kardeşiyle yatan bir kadını hiçbir erkek hoş göremez. Kadın her ne kadar masum olsa bile, kamu ahlakı buna karşı çıkar. İşte "Susuz Yaz"ın çağdaşlığı buradan geliyor. Metin Erksan, 18 Şubat 1994 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde, o yıl yapılan Uluslararası Berlin Film Festivali'ne ilişkin çıkan bir yazıyla ilgili olarak aynı gazetede bir açıklama yazısı yapma gereği duyar ve bu yazıda "Susuz Yaz"ın kendi adı verilmeden anılmasını yanlış bulduğunu; film isimlerinin yalın ve tekil olarak yazılmasının sinema bilim kural-larına, sinema yazını ilkelerine ve sinema yazısı törelerine aykırı bir davranış olduğunu söyler. Metin Erksan bu yazısında Nurullah Ataç'ın sinemanın 50. doğum yılında söylediği "Doğrusunu isterseniz insanlığı sinemadan önceki sinemadan sonraki diye ikiye ayı rab iiliriz." düşüncesinin "Susuz az'ın Türk sineması içindeki işlevi için de geçerli olduğunu, Türk sinemasının "Susuz Yaz'dan Önce" ve "Susuz Yaz'dan Sonra" diye ikiye ayırmak gerektiğini yazar:Çünkü 'Susuz Yaz', Türk sinemasının dünya görüşünü, içerik ve biçimini değiştirdi. 'Susuz Yaz'ın Türk sinemasına kattığı siyasal, top-lumsal, ekonomik, kültürel, sanatsal, sinemasal, akıl, bilgi, düşünce, yetenek, oluşum ve birikim, Türk sinemasının; akıl, bilgi, düşünce, yetenek, oluşum ve birikim yapısını değiştirdi.
"Susuz Yaz" aynı zamanda star sistemine de karşı çıkmış bir filmdir. Metin Erksan bu filminde hiç tanınmamış üç oyuncuya yer vererek o sıralar star sistemiyle veya başka bir deyimle yıldızcılık sistemiyle çalışan Türk sinemasına oldukça büyük bir farklılık getirmiştir. Gerçi yönetmen, filmin başrollerini Hülya Koçyiğit, Erol Taş ve Ulvi Doğan'a vermeden önce "Acı Hayat"ta birlikte çalıştığı Ayhan Işık ve Türkan Şoray'a bu filmi teklif ettiğini; onların "Biz köylü olmayız, köylü elbiseleri giymeyiz" gerekçesiyle teklifini kabul etmediğini söylüyor. Star sisteminin yıkılmasında kendisi kadar Ayhan Işık ve Türkan Şoray'ın da etkisi olduğunu dile getiriyor. Türkan Şoray, film Berlin'de Altın Ayı'yı aldıktan sonra, "Rejisör Metin Ersan 'Susuz Yaz'! benim oynamamı istemişti. Şimdi teklifini kabul etmediğim için üzülüyorum. Filmini festivale götüren Ulvi Doğan'! ve filmi yapanları tebrik ederim" demecini Ses Dergisi muhabirine verirken pişmanlığını dile getiriyordu. Film gösterime girdikten hemen sonra pek çok sinema yazarından olumlu eleştiriler almıştır. Utanç duymadan, başımı önüme eğmeden, ellerimi yüzüme kapamadan bir yerli film seyrettim: 'Susuz Yaz'. Sordum, başkalarında da oluyormuş, bir filmi, bir oyunu seyrederken çok bayağı, çok saçma sapan yerleri oldu mu, onları ben yapmışım da, ayıbımı görüyormuşum gibi oluyor. Hiç olmazsa gözüm görmesin diye ellerimi yüzüme kaparım. Baştan sona 'Susuz Yaz'ın hiçbir yerinde böyle olmadım.
Bu güne dek görebildiğim elliyi aşkın yerli film içinde beğendiğim üç beşten biri oldu 'Susuz Yaz''Susuz Yaz'da uygun bir üslup ve bu üslubun aynlmaz bir parçası olan bir oyun var. Star sisteminin kalıplaşmış konuları, özsüz şeritlerin film piyasamızı düzensizliğe sevketmeye devam ettikleri bir zamanda, fosilleşmiş kurallara karşı gelmekle, iyi niyetin temsilciliğini yapmakla da 'Susuz Yaz' yılın sayılı yerli yapıtları arasında özel bir yer kazanmaktadır. Birsen Altıner, “Metin Erksan Sineması” syf, 56 ”
Senaryo : Metin Erksan, İsmet Soydan,
Kemal İnci (Necati Cumalı'nın aynı isimli hikayesinden)
Görüntü Yönetmeni : Ali Uğur
Müzik: Manos Hadjidakis, Ahmet Yamaç, Fecri Ebcioğlu
Yapım : Erksan Film/Metin Erksan - Doğan Film/Ulvi Doğan Hitit Film
Kurgu: Turgut İnangiray, Stuart Gellman, Yönetmen Yardımcısı: Kemal İnci, Kamera Asistanı: Kaya Ererez, Hüseyin Karındoyuran, Ses Kayıt: Yorgo İlyadis,
Oyuncular: Hülya Koçyiğit (Bahar), Ulvi Doğan (Hasan), Erol Taş (Kocabaş Osman), Hakkı Haktan (Veli Sarı), Yavuz Yalınkılıç, Zeki Tüney (Köylü), Alaattin Altıok, Niyzazi Er (Ağır Ceza Üyersi), Erecan Yazgan (Mahkum),
Sansür kurulunun tümüyle reddetmiş olduğu “Susuz Yaz”ın yurt içinde gösterimine izin verilmiş, ancak Berlin Film Festivali’ne katılması gündeme geldiğinde ise, İçişleri Bakanı Selçuk Subaşı başkanlığındaki Turizm Tanıtma ve İçişleri Bakanlığı temsilcilerinden oluşan “Özel İnceleme Kurulu” Film Türkiye’yi temsil etmek niteliğinden yoksun” gerekçesiyle yasaklanmıştı. Ancak film devlet denetimi dışında festivale katılıp Altın Ayı ödülü aldığında ise Turizm ve Tanıtma Bakanı Ali İhsan Göğüş tarafından ödüllendirilmiştir. “Artun Yeres, “Sakıncalı 100 film””
ÖDÜL:
Berlin Film Festivali (1964)
► “Altın Ayı” Büyük Ödülü
Sinema Ekspres Dergisinin Yazarları ara-sında (1964)
► Yılın en iyi 5 filmi arasında yer aldı
► Hülya Koçyiğit “Yılın Kadın Oyuncusu
Konu: Urla’nın Bademler köyünün kuzeyinde, Ovacık’tan İzmir-Seferihisar şosesine kadar, hafif dalgalarla uzanan toprakları sulayan üç dereden ikisi, yaz ayları gelince kurur, kalın kumlu, çakıllı yataklarıyla kuraklıktan gün günden yanan, kavrulan ovanınyüzüne atılmış iki eski ustura izi gibi kalır. Artık o yörede, ilk güz yağmurları düşünceye kadar, akan tek su sesi işitilir.
Tekebaşı’nda, Kocabaş’ların küçük zeytinliğinin eteğinden kaynayan pazu kalınlığında bir su damarı, bir kulaç çapındaki yatağında, önce hızla kabarır, taşar sonra yer yer aralıkları harçla sıvalı taş döşeme bir oluktan, beş altı yüz adım aşağılarda kalan bir havuza doğru akmaya başlar.
Suyun geçtiği topraklar, küçük ekiciler arasında bölüşülmüştür. Kocabaş’ların zeytinliğinin alt başında gene Kocabaş’ların sekiz dönümlük sebze bahçesi vardır. Su, zeytinlikten bu sebze bahçesine girer, komşu iki bahçenin sınırları boyunca ilerler, oradan havuza dökülür. Bu havuz o çevrenin can noktasıdır. …
Suyu zamansız bahçelerine çeviren komşu-lar arasında sık sık ağız dalaşları çıkar. Fakat bütün bu patırtılar, havada ilk yağmur belirtilerinin görünmesiyle unutulur gider.
Daha doğrusu bir vakitler unutulur giderdi. Suyun sahibini sorup araştırmak, suya sahip çıkmak, o çevrede kimsenin aklından geçmezdi. Ama 1947 yazında Kocabaş’lar, kendi bahçelerine yeni bir havuz yaptırdılar. Suyu, yatağından kendi havuzlarına çevir-diler. O geceden sonra olanlar unutulmadı.Hasan Kocabaş, Günün başlangıcından akşamın alacakaranlığına kadar üçü, yani o, kardeşi, Bahar, damın çevresinde birlikte çalışırlardı. Akşam yemeğinden sonra, Osman ile Bahar’ın davranışlarında bir telaş başlardı. İkisi, ne kadar ellerinden gelirse o kadar çabuk, bölmelerine çekilirler, kapılarını kapamaları ile birlikte, içerden onun uykusunu kaçıran solumaları duyulmaya başlardı.
O gece, bitişik bölmede, Osman’la Bahar’ın solumaları kesildi. İkisinin yorgun, uykuya daldıklarını belli eden düzgün soluk alışları duyulmaya başladı. Hasan Kocabaş, dışarıya kulak verdi. Su, yeni yaptırdıkları havuzu dolduruyordu…
Su onun toprağından çıkıyor. Kendi toprağından çıkan suyu sebil edecek kadar zengin değildi ya! O, aşılarını, fidanlarını sular, artarsa suyu aşağıdaki havuza salar!.. Veli ile öbürleri, bahçe yetiştirmek istiyorlarsa, kuyu kazsınlar, dolap kursunlar; bahçelerinin çaresine baksınlar…
O gece, havuzun alt başında kalan ilk bahçenin sahibi Veli Sarı, bahçesinin orta-sındaki çardağında, yatağına girince, dışarıda yıllardır alışık olduğu bir sesin yokluğunun ayrımına vardı. Havuzun suyu akmıyordu. Yatağının içinde bir süre dışarıya kulak verdi, bekledi, su sesi kesilmişti. Ağustos böceklerinin, çekirgelerin, kurbağaların. Fakat o beklediği ses, Kocabaş’ların bahçesinden gelen, oluktan, önce havuzun yalağına, sonra havuza dökülen suyun çıkardığı, her gece uykularını rahatlatan, o altın ses, başlamıyordu!
Veli Sarı’nın bütün uykusu dağıldı. Çardağın, açık kapısından, aralıklardan sızan gecenin aydınlığında, yanı başında yatan karısına bakacak oldu, karısının da gözleri açıktı. Gün daha yeni doğuyordu. Hava şimdiden sıcaktı. Havuzun başında komşusu Hüseyin Şengül’ü gördü. Adam üzgün yüzünü havuzun suyuna eğmişti. Veli’yle keyifsiz selâmlaştılar.Veli, havuzun suyuna baktı. Bir karış ya vardı, ya yoktu. Bu sabah bahçelerini sulayamayacaklar demekti bu! Akşama kadar havuzun dolmasını bekleyeceklerdi. Birkaç dakika konuşmadılar. Havuzun suyuna bak-tılar, başlarını sudan kaldırıp bahçelerine baktılar. Tekrar suya, tekrar bahçelerine baktılar. Karşıdan Ethem ile Musa’nın yak-laştığını gördüler.
Susuzluk, doğudaki dağların eteklerinden iniyor, şoseyi geçtikten sonra bahçelerinin sınırlarına kadar gelip dayanıyordu. İkisi de gördüler ki, havuzun suyu set çekmese, kuraklık bahçelerini ezip geçecekti.
Ethem ile Musa geldiler. Havuzun suyuna baktılar, öncekileri keyifsiz keyifsiz selamladılar.
Muhtar; Hasan Kocabaş’a suyu kendi havuzuna çevirmekle haksızlık ettiğini, salmasını söyledi. Hasan suyun tapulu malı olduğunu, kendi bahçesi içinden çıktığını anlattı. Muhtar bu açıklamayı kabul etmek istemedi. Aşağı yukarı önceki tartışmada Veli’nin dediklerini tekrarladı. Hasan, dediğinden dönmedi. Muhtara bu ise karışamayacağını, bu ise karışmanın görevi olmadığını söyledi. Muhtar daha da ısrar edince, “Ortada muhtarın, bekçinin karışacağı ne var?” dedi. “Bizim hayvanlarımız başkasının malına girip zarar mı verdi? Biz başkalarının bahçesine girip malını mı çaldık? Bu ise hâkim karışır. Su benim malım. Hakları varsa mahkemeye gitsinler.”
Ertesi sabah Veli, yanında arkadaşlarıyla Urla’ya indi. İşi bir dava vekiline açtılar. Dava vekilinin kırk yıla yaklaşan bir meslek hayatı vardı. Hiçbir davaya olur ya da olmaz diyemiyordu artık. Kanunlar, yüksek mahkemelerin kararları ne yolda olursa olsun, deneyleri her davada mahkemeden çıkacak kararı önceden kimsenin kestiremeyeceğine inandırmıştı kendisini.
Veli ile arkadaşlarının anlattıklarını dinledi. Köylülerin mantığına uygun konuşmayı doğru buldu. Anlatılanlara hak verdi. Biliyordu ki, ortada kaçınılmaz bir dava konusuvardı. Kendisi “olmaz, kazanamazsınız” diyecek olsa, Veli ile arkadaştan başka bir dava vekilinin kapısını çalacaklar, mutlaka bu davayı açacaklardı. Onlar için bu davada tek hak ölçüsü vardı: Suya olan ihtiyaçları! Kocabaş’ların suya ne kadar ihtiyaçları varsa onların da suya o kadar ihtiyaçları vardı. Sonunda bu dava kaybedilecek bile olsa, köylüler haklı olduklarına inanmaktan vazgeçmeyecekler, kabahati hakime ya da başka bir sebebe yükleyeceklerdi. Pazarlık ettiler. Veli ile arkadaşları dava vekiline ortaklaşa elli lira ödeyebildiler. “Hele şu is halledilsin” bu iyiliğin altında kalmayacaklarını söylediler. Ağustos ortasına doğru, bir gün Hasan Kocabaş, Osman’ı köye bakkaldan öteberi almaya gönderdi. Osman, büyük havuzun üst başından geçen yoldan köye doğru ilerlediği sırada, oralarda dolaşan sığırtmaç çocukları gördü. Çocuklardan biri yerden bir taş aldı. Yayılan hayvanlara fırlatıyormuş gibi, Osman’a doğru savurdu. Taş, Osman’ın başı üstünden geçip iki üç adım ötesine düştü. Hemen onun arkasından atılan ikinci bir taş, Osman’ın yanından geçip bir erguvan kümesinin dallarını sarstı.
Osman duraladı, çocuklara doğru baktı, sonra bir şey demeden yoluna devam etti. Çocukların Osman’a sataşmaları bu kadarla kaldı. Bu küçük olay gösteriyordu ki, komşularıyla aralarında başlayan husumet çocuklara kadar yayılmıştı. Ovada kış yaz, gündüzleri büyük havuza akan suyun sesi artık duyulmuyordu. Komşularının husumeti, bu sesin yokluğunun yarattığı boşluk içinde pusuya sinmiş, gittikçe büyüyerek öç alacağı günü bekliyordu. Karşıdan gözüne çarpan komşuların bahçelerinin görünüşü berbattı.
Köye yaklaştığı sırada, köyden dönen Musa Öztürk’le karşılaştı. Osman sıkıldı. Çaresi olsa Musa ile göz göze gelmemek için yolunu değiştirecekti. Musa yanından kendisini selamlamadan geçti. Köyde kimi görsekendisine soğuk davranıyor gibi geldi. Alış veriş ettiği bakkal:
- Ülen Osman, dedi, konu komşu aranızda anlaşsanız olmaz mıydı? Böyle mahkemelere gidecek ne vardı?
Bakkala ne karşılık vereceğini bilemedi Mahkemeye giden, suyu bırakmak istemiyen kendisi değildi. Düşmanlarının önünde ağabeyini yalnız bırakmak, tek başına kendisini temize çıkarmak da istemiyordu. Kızara bozara:
- Mahkemeye giden onlar oldu, diyebildi.
Dönüşte, kimse ile karşılaşmadan havuzun üst başına gedebilmek için adımlarını hızlandırdı. Ama o daha bahçelerin hizasına gelmeden Etmem Ölmez’in anası, çardağından fırladı, bağıra çağıra üstüne gelmeye başladı.
-Ulan Osman, sizde hiç vicdan, hiç hicap kalmadı mı? Bak, su bahçeleri ne hale getirdiğinizi bir gör! Komşuluk hakkı nedirOsman, başı önünde, bakmadan, karşılık vermeden kadının önünden geçti. Ardından onun ilenmeler yağdırarak bağırdığını, söylendiğini duydu. Dama dönünce, elindeki tuzu, pirinci karısına verdi. Ağabeyi damdan iki yüz adim ötede, cebelde çalışıyordu. Bahçelerine, asılıklara baktı. Fidanları, sebzeleri hep yeşilinden gülüyor, havuzları şarki söylüyordu. Az ötede duran arık çapasını kaptı. Su yolunu aşağıya giden oluğa bağladı. Havuzun ağzını kapayan dayağı kavrayıp yukarı kaldırdı. Kaynaktan gelen suyu da oluğa çevirdi...
Az sonra suyun kış aylarındaki hızıyla aşağıdaki havuza vardığı duyuldu. Sığırtmaç çocuklar, “Su! Su!” diye bağrıştılar. Ellerindeki değnekleri savura, sıçrayıp bağrışarak havuza doğru koşuştular. Bahçelerindeki çardaklarda kim varsa kopup, geldi, havuzun basında toplandı. Kalabalık, kısa bir süre şaşkın şaşkın, oluktan havuza akan suyu seyretti. Birkaç dakika sonra suyun hızı hafifledi, gittikçe hafiflediYukarıda, Osman’ın açtığı havuz boşalınca, su kaynaktan çıktığı gücüyle akmaya başladı, parmak kalınlığına indi.
Havuzun basında toplananlar aralarında bakıştılar. Birbirlerine söylemeseler de hepsinin aklından geçen düşünce birdi: “Bu kadar mi? Bu kadarı önce kime?”
Havuza dolan suyun yüksekliği bir karisi asmıyordu. Onu da, havuzun kuruyan çamuru emecekti. Kalabalığın şaşkınlığı çabuk geçti. Kısa bir an akıllarından geçen düşünce dağıldı. Suyun hızına bakarak kimsenin Kocabaş’lara hak vermeye niyeti yoktu. Aralarında Hasan’ın kötülüğü, Osman’ın iyiliği üstüne bir iki konuşma geçti. Derken, o parmak kalınlığında suyun da. yukardan kesildiğini gördüler.
Osman’ın köyden döndüğünü, damın yanında dolaştığını karsıdan gören Hasan, isini bıraktı. Osman söyle böyle beş dakikadır ortada yoktu. Ne yapıyordu? Kendisi cebelde ter dökerken, o karısıyla belki de dama kapanmıştı yine! Geceleri neyse ama, issu kaynaktan çıktığı gücüyle akmaya başladı, parmak kalınlığına indi.
Havuzun basında toplananlar aralarında bakıştılar. Birbirlerine söylemeseler de hepsinin aklından geçen düşünce birdi: “Bu kadar mi? Bu kadarı önce kime?”
Havuza dolan suyun yüksekliği bir karisi asmıyordu. Onu da, havuzun kuruyan çamuru emecekti. Kalabalığın şaşkınlığı çabuk geçti. Kısa bir an akıllarından geçen düşünce dağıldı. Suyun hızına bakarak kimsenin Kocabaş’lara hak vermeye niyeti yoktu. Aralarında Hasan’ın kötülüğü, Osman’ın iyiliği üstüne bir iki konuşma geçti. Derken, o parmak kalınlığında suyun da. yukardan kesil-diğini gördüler.
Osman’ın köyden döndüğünü, damın yanında dolaştığını karsıdan gören Hasan, isini bıraktı. Osman söyle böyle beş dakikadır ortada yoktu. Ne yapıyordu? Kendisi cebelde ter dökerken, o karısıyla belki de dama kapanmıştı yine! Geceleri neyse ama, is zamanı... Kıskançlığını yenemeyerek dama doğru ilerledi.
Osman’ı elinde çapa, damın önünde dikilir gördü. Küçük havuzları bostu. Bu kadarı da öfkesini boşaltmasına yetti:
- Ne yaptın?
Osman oralı olmadı: - Varsın bir günlük de onlar bahçelerini sulasın...
- Nasıl? Sen bana sormadan bu isi nasıl yaparsın? Su değil, ben onlara günahımı vermem! Bu kadar vekil, mahkeme masrafı ödedim. Ben neciyim burada? Eşek bası mi?
Osman alttan aldı, ağabeyini yumuşatmak istedi. Komşularını düşman etmektense, yağmurlar gelinceye kadar, gün aşırı suyu aşağıya salmalarının daha hayırlı olacağını anlatmaya çalıştı. Bahar, az ötede, söze karışmadan tartışmalarını dinliyordu.
Hasan köpürdükçe köpürdü. Bağırıyor, çağırıyor, farkında olmadan bu bahaneile karisinin önünde kendisinin kardeşine üstünlüğünü açıklamak istiyordu:
- Sen kimsin bana sormadan suyu aşağıya salacak? Sen bana akil verecek kadar oldun mu? Küçük gibi küçüklüğünü bil! Komşular düşman olurlarsa bana olsunlar! Sen isine bak, o kadar. Sen, ben ne dersem onu yap! Ötesine karışma! Ağzımı açtırıp kötü kötü söyletme beni...
Arık çapasını kardeşinin elinden kaptı. Suyu aşağıya giden oluğa bağlayan arığı bozdu. Kaynaktan çıkan suyu da kendi havuzlarına çevirdi. Bu aşırı öfke, Osman’ın sabrını taşıracak duruma geldi. Ağabeyi hâlâ söyleniyordu. Gürültüyü duyan çocuklar, tarlalarının alt basında birikmişti. Bu bahçe, bu asılıklarda ağabeyi kadar onun da hakki vardı. Karisi-nin önünde azarlanmak gittikçe onuruna dokunmaya başladı.
Hasan, havuzun basında doğrulmuş, bu kez çocuklara çıkışıyordu:
- Koşun, analarınıza, babalarınıza selâm söyleyin! Burada Osman’ın değil, benim sözüm geçer! Suya ihtiyaçları varsa Osman’a değil, gelip bana yalvarsınlar...
Ağabeyine doğru yürüdü. Bahar, kendisini önlemek istedi:
- Bırak, deliyle uğraşma!
Bir el hareketiyle Bahar’dan kurtuldu:
- Ağa, dedi, benden su isteyen olmadı! Suyu ben istedim, ben saldım. Önüne gele-ne sataşıp durma!.
.
Hasan bu karşılığı beklemiyordu. Durakladı:gözü pek, atılgan olurdu. kardeşinin onurunu az önce nasıl bile yaralamak yolunu tutmuşsa, simdi de bile bile okşamak yolu-nu tuttu. Önce, bahçelerinin alt basında toplanan çocuklara doğru yürüdü:
- Ne dikiliyorsunuz orada be?.. Canına yandığımın veletleri, karsınızda seyir mi var?
Çocukları uzaklaştıracak kadar zaman kazandıktan sonra geri döndü. aralarında hiçbir kötü söz geçmemiş gibi Osman’a:
- Ben senin ağanım, dedi, benim sözüm seni incitmesin! Benim tecrübem elbette ki senden fazla! Böyle öfkelendiysem senin benim menfaatimiz için...
Havuzun alt basında toplanan kalabalık, Kocabaş ‘ladin kavgasını çocukların getirdiği haberden öğrendiler. Suyu beklemekten ümitlerini kesince dağılmaya başladılar. Ehem’in anası, çocukların anlattıklarını duydukça öfkelendi. Kadın, basları önünde, tarlalarına doğru ilerleyen erkeklerin önüne geçti:
- Siz de erkek olacaksınız sözüm ona! Bu is erkek isi! O bodurun yanına bunu bıraktıktan sonra yazık sizin erkekliğinize! Çoluk çocuğunuzun nafakasını korumasını bilsenize!..
Erkekler aralarında konuştular. Veli Sari:- Onun da sırası var... dedi, sustu.
Ağustosun ikinci yarısı, Veli ile komşuları için, mihnet öfke günleri oldu. Bahçelerindeki sebzeler, saplarina varıncaya kadar kurudu. Başka zaman bir tavuk girse koşup kovaladıkları bahçelerinde, simdi bası bos bıraktıkları sağmalları, binekleri dolaşıyorduHavuzun çevresindeki narlar, susuzluktan çatlayıp yarıldı. Hayıtların nemi çekildi. Dereye inen küçük ördek sürüleri, bos yere uzun süre su arandıktan sonra, derenin üstünü örten yabanıl sarmaşık kümelerinin gölgelerine sığınıyor, günesin hızı geçinceyse kadar gölgeliklerde kalıyordu.
Veli, bahçesini karsısında yanar kavrulur gördükçe daha az konuşur oldu. Sabahtan aksama, ağzı dili kenetli, bir ağacın dibinde düşünüyor, düşünüyor, geceleri kolay kolay gözüne uyku girmiyordu.
Hasan Kocabaş, bütün bir yıllık emeğini kurutuyordu. Sofrasının bereketini kurutuyordu.
Çoluk çocuğu ile belleri üstüne eğilip yetiştirdikleri, emek verdikleri ne varsa kurutuyordu. Hasan Kocabaş’ın ona ettiğini, o da Hasan Kocabaş’a edecekti. sırası gelsin, Kocabaş’ların hâlâ bahar ortasındaymış gibi yeşil duran bahçesini kurutacaktı!
Hüseyin’le, Musa’yla, Ehem’le bir araya geldiklerinde, onları da basları önünde düşünceli görüyordu. Her biri, karsılaştıkça, üzgün, keyifsiz, gözünün içine bakıyor, ne diyeceğini bekliyor, sonra, bir şey demeden susuyorlardı.
Eylül ortalarında ovaya ilk yağmur düştü. Hafta gedmeden ikinci yağmur düştü. Kuraklık sözleri unutuldu. Yeniden çiftler koşuldu. Nadaslar hazırlandı.
Veli ile arkadaşları, bahçelerinin ortasındaki çardaklarından, derenin alt basında, birbirine komşu damlarına tasındılar. artık geceleri yataklarında gök gürültüleri işitiyorlardı. Dereler su tutmaya başlamıştı. Yanından geçenler büyük havuzu her zaman dolu görüyordu.
Güz ayları boyunca, bu anlaşmazlık unutulmuş gibiydi. Ocak baslarında bir sabah, Veli Sari, gün dogmadan eşeğine binmiş, oduna gidiyordu. Çiftesi omuzundaydı. Zağar kırması dişi köpeği eşeğinin arkası
- Sen ne demek istiyorsun? Büyüğüne karsı mi geliyorsun?
- Büyük gibi büyüklüğünü bil! Sen büyüksen ben de küçük değilim! Evli barklı adamım! Karimin önünde ettiğin lâfı kulağın duysun...
- Ben sana ne dedim ki?
- Ne dedinse dedin, artık sesini kes!
Kardeşi kendisinden güçlü kuvvetliydi. Huyuna gidildiği zaman yumuşak baslı, alçak-gönüllü olduğu ölçüde, kızdığı zaman dasıra geliyordu. Veli, Kocabaş’ların bahçesinin yanından geçtiği sırada, Kocabaş’ların gündüz bağlayıp gece başıboş bıraktıkları iri çoban köpeği, üç beş sıçrayışta bahçeden yola çıktı, zağarın kuyruğuna takıldı.
Veli, Kocabaş’ların damına doğru baktı. Görünürlerde kimse yoktu. Daha uyuyor olmalıydılar. Hemen verdiği bir kararla topuklarını hayvanin karnına indirdi, zağarını çağırdı. Hayvan, yürüyüşünü hızlandırdı.
Kocabaş’ların köpeği ile oynaşmaya başlayan zağar, sahibinin çağırdığını duyunca koştu, hayvanin peşine takıldı. Kocabaş’la-rın köpeği zağarın ardına düştü.
Böyle bir çeyrek, yirmi dakika gittiler. Tekebaşı’nin gerisine düsen boğazı dolandılar. Boğazın sonunda, Veli eşeğinden indi. Çiftesini omuzladı. Durmadan zağarına asmaya çalışan köpeğin basına nişanladı, boşalttı. Köpek, ulumaya sıra kalmadan yere yıkıldı, bir iki debelendi, cansız kaldı.
Veli, oyalanmadan hayvanına bindi. İki saat sonra, geldiği yönün tam tersinden, Bademlerdin gerilerine çıktı. Oralardan yaptığı bir yük odunla ikindiye doğru damına döndü.O gün, kuşluğa doğru, Hasan’ın, Osman’ın, Bahar’ın tarlalar, bahçeler arasında dolaştıkları, “Arap, Arap!” diye ünleyip köpeklerini aramaya çıktıkları görüldü. Karsılaştıkları kimseler, onların aramalarıyla ilgilenmiyor, onlar da kimseye Rab’i görüp görmediğini soramıyorlardı. O günün aksamına kadar, Kocabaş’lar köpeklerini aramadık yer bırakmadılar. Tekebaşı’ndan, kuzeyde Ayran dere’ye, batıda Seferihisar şosesine kadar, bütün damların çevrelerine dolandılar, geri döndüler, yine aşağılara yayıldılar, fayda etmedi.
O gün, bütün ova öğrendi ki, Kocabaş’ların bahçesinin bekçisi, bahçelerine kimseyi yaklaştırmayan o ünlü çoban köpeği kaybolmuştu. Ertesi gün öğleden sonra, Tekebaşı’ndaki cebelin gerisinde, havalarda kuzgunların dolaştığını gören Hasan, Arabi’n izini buldu. Sırtlanlar, kuzgunlar Arabi’n leşini didik didik etmişti.
Haber duyuldu. Ovanın, Arabi’n gücüne hayran çocuklar, aralarında, hayvanin kurt, sırtlan sürüleriyle boğuştuğunu, kurtları, sırtlanları ta öldüğü yere kadar kovaladığını, oralarda kıstırılıp boğazlandığını konuştular. Ama büyükler bu yoruma inanmadı.
Daha leşini bulamadan, köpeğini düşmanlarının öldürdüğü Hasan Kocabaş’ın içine doğdu. leşini bulduğu zaman, hayvanin kafa kemiklerinin paramparça olduğunu gördü. Bu işaret Hasan Kocabaş’a yetti. Düşmanları damına yaklaşıp öç almak istiyorlardı. köpeğini ortadan sırada, döndü, damın diş kapısı ardında duran griyi kavradı. Grenin fişeklerini çıkın ettiği mendili kaptı, dışarı fırladı. Griyi karaltılara doğru boşalttı. Silâh sesi, tepelere çarptı. Vuramamıştı.
Karaltıların sindiğini gördü. Daha aşağıya nisan alarak ikinci bir el ateş etti. Karanlıktan, damlarına doğru çevrilen bir çifte pat-ladı. Patlama, damın duvarında tok bir ses çıkardı. Duvardan bir parça sıva koptu, yere düştü. Osman, pantolonunu ayağına çeker çekmez, kendisine kalan çifte ile fişekliğini kaptı, ağasının yanına koştu. Karaltılar, eğilerek asılıkların gerisine doğru kaçıyordu.
Susuz Yaz her bakımdan Türk sineması tarihi açısından bir kilometre taşıdır. Bir yanıyla öğretici bir tarafı vardır. Ulusalla evrenselin ne ölçüde içiçe geçebileceğinin en önemli göstergesidir. Ayrıca Türk sinemasının sanatsal anlamda dünya ölçeğinde girişim yapma cesaretinin öncüsü olmuştur. Türk sinemasına bir güven sağlamıştır. Özellikle konusu açısından da üzerinde durmak gerek-mektedir.
Susuz Yaz'ın anlattığı konu evrensel bir sorundur. Suda mülkiyet konusu üzerinde odaklaşmıştır. Suda mülkiyetin kamunun olması gerektiğine dair bir yönetmenin yaklaşımının açımlanması amaçlanmıştır. Bunun yannda Habil / Kabil kavgası kadar eski ve genel bir konuyu evrensel boyutları çerçeve-sinde ve orijinal bir tarzda işlemek sözkonusudur. Bu nedenle de Türkiye coğrafyası ve Türk kültürü dışında da ciddiye alınıp ilgiyle seyredilebilecek bir filmdir. Susuz Yaz 1964 yılında Berlin Film Festivali'nde Büyük Ödül'ü aldı.
Bu Türk sinemasının uluslararası alanda kazandığı ilk büyük ödüldür
Yurtdışında ödül almasının sinemasal açıdan tam tekmil bütün şartları vardır. Türk sinemasında bu ölçüde evrensel özellikleri belirgin bir başka film yoktur.
Filmin bu evrensel özelliği yanında ulusal renk de bütünüyle bulunmaktadır. Ulusal rengin varlığı filmin evrensel boyutlarıyla anlatılmasının başarılmasında da büyük katkı sağlamıştır. Filmin bütününe Türkiye resminin başarılı bir biçimde sinmesi iki kardeş arasındaki kavganın yerli renkler çerçevesinde resmedilmesinin de bariz bir göstergesidir. Belki de daha Türkiye'de düşünce olarak yaygınlaşmadan ulusaldan evrensele yönelmenin, ulusal olmadan evrensel olunamaz anlayışının en öğretici bir şekilde ifadelendirilmesi söz konusudur. Zaten Sevmek Zamanı filminden bahsederken de Metin Erksan konunun sadece doğu masal geleneğinde olmadığını, batı masal geleneğinde de bulunduğunu söylemektedir. Daha çok doğu masal geleneğinde olduğunu belirtmesine rağmen temelde ev-rensel bir temayı anlattığını ima ettirmektedir.
Türkiye'deki etkileri ve filme yönelik tepki-er açısından Susuz Yaz sadece sinemasal bir olay değil aynı zamanda sosyolojik bir olaydır. (Kurtuluş Kayalı)
Bademler ve Erol Taş… Hülya Koçyiğit’le beraber filmin kahramanları. 300 kişilik tiyatrosu olan bir köy. Muhtar Halil Oral ve köyden birçok kişinin filmde rolü var. İlk gösterim de burada oluyor. ‘Otobüs Yolcuları’ndaki (1961) Nevin için önce Tijen Par’ın düşünülmesi gibi Bahar için başlangıçta Türkan Şoray’a öneri yapılmış…
‘Toprak-su’ ve ‘insan-cinsellik’; Gereksinim iyi kötü karşılandığında sorun yok gibi ama eksiklik şiddeti ortaya çıkartıyor. İkinci çevrimde (1973) belki Hamiyet Yankı, İrfan Atasoy’un eşi olduğu için veya belki dünya daha pa-ragöz olmaya başladığı için cinsellik önemsizleşmiş. Bu kez ağabey’in en büyük amacı ‘tüm köyün sahibi olmak’… Necati Cumalı, avukatlık yıllarındaki gerçek bir olaydan kaleme aldığı bu öykünün başrol/yapımcı ile yönetmen arasındaki arkadaşlığı bitireceğini düşünebilir miydi? Çok çarpıcı bir sahnede Osman, Bahar’ı düşleyerek korkulukla konuşuyor; “Güzel Bahar acı bana. Senin için yandığımı görmüyor musun? Bu böyle gitmez kınalı keklik. Malım, suyum, evim-barkım, tarlalarım hep senin olsun. Yeter ki sen bir yol ‘he’ deyiver..(Korkuluğu öperek) Yumuşacık ellerini sıcak sudan soğuk suya sokturmam. Kumrular gibi bakarım sana. Kuş sütüyle beslerim seni. ‘He’ değil mi Bahar? ‘He’ diyorsun değil mi?” Ama bu sözler sanki suya yazılmış yazı gibi.
Amacına ulaştıktan sonra yaptığı ilk iş; Ayağını yıkatmak. Ses tonu da önceki konuşmalarından çok farklı; “İyi yıka kız. Öyle angaryadan iş yapma bana. Cenabı Mevlam kadın kısmını erkeğin bir küçük kemiğinden yaratmış derler.” İkinci çevrimdeki kadar olmasa da ağabey ‘işini biliyor’. Bahar’ın (Nezihe Becerikli’nin sesiyle konuşan) annesi evlilik için “Mahsulden sonra”diyormuş. Oysa Osman’a kendi tarlalarında hem de bedavaya çalışacak insan gerekli. Kardeşine akıl verir; “Hem nişan tak hem başlık ver hem de mahsulden sonraya kadar bekle. Bu iş olmaz aslanım. Anası kızın posasını çıkardıktan sonra bize verecek. Verdiğimiz başlık da cabası..Çare var. Hem de bir güzel var. Bahar’ı kaçır.”… Hasan suyu köylülerle bölüşmekten yana. Ama ‘toprak işleyenin su kullananın’ diye gürleyen başbakanların bile sonradan tırstığı bir dünyada o ne yapsın… Hasan ve Bahar ayna tutarak işaretleşiyorlar. Osman, hep olduğu gibi, çok incelikli; “Senin yavuklu gene kuyruk sallamaya başladı.” İkinci çevrimde koyunların boynuna asılan çıngırağı kullanıyorlar… Mahkeme sahnesinde Talia Salta, Bahar’ın arkasında ve 2-3 saniye görünüyor. Bu kadar kısa sürede nasıl bu denli etkili olabiliyor… Öyküdeki ağabeyin okuma yazması yok. Kardeşinin mektuplarını komşuları Tahtacı Safi’nin oğluna okutuyor. Bahar, Hasan’dan haber diye telgraf direğine sarılmıştı… Kitapta yok ama Osman’la ilk yakınlaşması ayağını bir yılan ısırınca olur. Kayınbiraderi büyük bir iştahla zehri emip tükürür… Niğde Hapishanesindeki Hasan, ne yapsın, ‘Karnaval’ adlı erotik dergideki resimlere bakıyor… Hükümet, filmin 13. Berlin Film Festivaline katılmasını ‘rejisörün ideolojisinden duyulan endişe’ nedeniyle istememiş. Ama ödülden sonra bunlar unutulur. Turizm ve Tanıtma Bakanı sanatçılara ve Yönetmene ödül veriyor.
►Metin Erksan, Mülkiyet meselesiyle çok yakından ilgilenen Metin Erksan filmin önemi konusunda şunları söylemektedir:
O sıralarda cari kanun vardı. 'Türkiye'de göller, karasuları ve akarsular kamunun, yalnız kaynaklar kimin tapulu arazisinden çıkıyorsa onun malı' diye. Bazı şeyler görüyordum. Bir toprağın etrafını çitle çevirip 'Bu benimdir' diyebiliyorsunuz ama, suya sahip olamıyorsunuz. Filme şöyle başlamak ister-dim, tutun ki avucunuza toprak aldınız.
O toprağı gücünüz yettiği sürece avucunuzla tutabilirsiniz ama, avucunuza su aldığınız vakit aynı şeyi yapamazsınız. Su parmaklarınızı istediğiniz kadar sıkın, akıp gidecektir. Kaynaktan çıkan bir su. Kaynak devamlı kaynıyor. Nasıl sahip olabilirsiniz buna? Mülk sahibi baraj da yapsa gene tutamaz suyu. Su muhakkak bir yere gidecek. Suyun, mülkiyet sınırlarını tanımayan bu öğesi beni çok ilgilendirdi. Ben o tarihte bir başka hikâye üzerinde düşünüyordum. Onu bıraktım, tuttum Necati Cumalı'nın bir hikayesini aldım. "Susuz Yaz"ı çektik, film bitti. Ne zaman? 1964 yılında. 1969 yılında hükümet bir kanun çıkardı, bu da es geçilmiştir. 'Türkiye'de kimin tapulu mülkünden kaynak çıkıyorsa o kamunundur' dendi. Ancak devlet arazi sahibine ilk kullanma hakkı tanıdı. Peki benim 'Susuz Yaz'ın mülkiyet sisteminin içinde aşamalar gösteren, bu büyük kanunun çıkmasına hiç mi etkisi olmadı? Burası üzerinde hiç durmadılar. O kanun belki çıkacaktı günün birinde ancak, o tarihlerde çıktıysa buna "Susuz Yaz" ve ben neden oldum.
Metin Erksan, festivalin büyük ödülü olan "Altın Ayı"yı kazanan filminin yurtdışına kaçırılması ve ödül alması üzerine şunları söylüyor: “Filmin Berlin'e gidişi üzerine hala bir laf vardır. 'Kaçırdılar' diye. Hayır, hiç kaçırılıp götürülmedi, alakası yok. 'Susuz Yaz' Berlin'e festivalden gelen davet üzerine, son derece yasal yollardan gitti.
Berlin Film Festivali'ne ister devlet olarak, isterseniz de bağımsız olarak iştirak edersiniz. Biz götürürken devlete dedik ki; 'Acaba siz de bizimle beraber misiniz? ' O zaman filmi bir kurul seyretti, 3 kişilik bir kurul ve 'Film Türkiye'yi temsil edemez' dedi. O kurulun adamları da dehşet adamlar oldular sonra. Bir tanesi yaman sinemacı oldu. Müthiş... filmler yaptı. 'Peki o zaman, biz de kendimiz götürürüz' dedik ve götürdük. Bildiğiniz gibi 'Susuz Yaz' Berlin'de büyük armağanı aldı. O sıra büyük bir çatışma ve yarışma vardı Berlin'de. En hızlı zamanlarıydı. Bilhassa Amerikan ve Fransız sineması fazla zorluyorlardı.Berlin Film Festivali, ödülü veriş gerekçesini, "Dünyanın en eski konularından birini çağ-daş bir düşünce ve çarpıcı bir anlatımla veriyor" diyerek tanımlar. jüri, "Susuz Yaz"ın mülkiyetle ilgili bölümüne, kadın tutkusuna bakmaz bile. Onlar filmi, başka bir bakış açısıyla değerlendirirler. Filmi, dünyanın en eski hikayesi olarak bilinen Adem ile Havva'nın büyük ve küçük oğulları Habil ile Kabil hikayesinin çağdaş bir versiyonu olarak tanımlarlar. Bu filmde de Habil ve Kabil hikâyesinde olduğu gibi iki kardeş ve bir de kız var. Habil ve Kabil'de kadın kız kardeşleri, burada ise kardeşlerden birinin karısı. jüri, "Muhteva çok eski, yorum çok yeni" derken, böylesi eski bir hikayeyi çağdaş bir düşünce içinde vermesi nedeniyle yönetmeni ödüllendirir. jüri üyeleri de hiç kuşkusuz, ne kadar batılı olurlarsa olsunlar, kardeşiyle yatan bir kadının hiçbir toplum içinde rağbet göremeyeceği düşüncesindedir. Dünyanın her yerinde ister batıda, ister doğuda olsun kardeşiyle yatan bir kadını hiçbir erkek hoş göremez. Kadın her ne kadar masum olsa bile, kamu ahlakı buna karşı çıkar. İşte "Susuz Yaz"ın çağdaşlığı buradan geliyor. Metin Erksan, 18 Şubat 1994 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde, o yıl yapılan Uluslararası Berlin Film Festivali'ne ilişkin çıkan bir yazıyla ilgili olarak aynı gazetede bir açıklama yazısı yapma gereği duyar ve bu yazıda "Susuz Yaz"ın kendi adı verilmeden anılmasını yanlış bulduğunu; film isimlerinin yalın ve tekil olarak yazılmasının sinema bilim kural-larına, sinema yazını ilkelerine ve sinema yazısı törelerine aykırı bir davranış olduğunu söyler. Metin Erksan bu yazısında Nurullah Ataç'ın sinemanın 50. doğum yılında söylediği "Doğrusunu isterseniz insanlığı sinemadan önceki sinemadan sonraki diye ikiye ayı rab iiliriz." düşüncesinin "Susuz az'ın Türk sineması içindeki işlevi için de geçerli olduğunu, Türk sinemasının "Susuz Yaz'dan Önce" ve "Susuz Yaz'dan Sonra" diye ikiye ayırmak gerektiğini yazar:Çünkü 'Susuz Yaz', Türk sinemasının dünya görüşünü, içerik ve biçimini değiştirdi. 'Susuz Yaz'ın Türk sinemasına kattığı siyasal, top-lumsal, ekonomik, kültürel, sanatsal, sinemasal, akıl, bilgi, düşünce, yetenek, oluşum ve birikim, Türk sinemasının; akıl, bilgi, düşünce, yetenek, oluşum ve birikim yapısını değiştirdi.
"Susuz Yaz" aynı zamanda star sistemine de karşı çıkmış bir filmdir. Metin Erksan bu filminde hiç tanınmamış üç oyuncuya yer vererek o sıralar star sistemiyle veya başka bir deyimle yıldızcılık sistemiyle çalışan Türk sinemasına oldukça büyük bir farklılık getirmiştir. Gerçi yönetmen, filmin başrollerini Hülya Koçyiğit, Erol Taş ve Ulvi Doğan'a vermeden önce "Acı Hayat"ta birlikte çalıştığı Ayhan Işık ve Türkan Şoray'a bu filmi teklif ettiğini; onların "Biz köylü olmayız, köylü elbiseleri giymeyiz" gerekçesiyle teklifini kabul etmediğini söylüyor. Star sisteminin yıkılmasında kendisi kadar Ayhan Işık ve Türkan Şoray'ın da etkisi olduğunu dile getiriyor. Türkan Şoray, film Berlin'de Altın Ayı'yı aldıktan sonra, "Rejisör Metin Ersan 'Susuz Yaz'! benim oynamamı istemişti. Şimdi teklifini kabul etmediğim için üzülüyorum. Filmini festivale götüren Ulvi Doğan'! ve filmi yapanları tebrik ederim" demecini Ses Dergisi muhabirine verirken pişmanlığını dile getiriyordu. Film gösterime girdikten hemen sonra pek çok sinema yazarından olumlu eleştiriler almıştır. Utanç duymadan, başımı önüme eğmeden, ellerimi yüzüme kapamadan bir yerli film seyrettim: 'Susuz Yaz'. Sordum, başkalarında da oluyormuş, bir filmi, bir oyunu seyrederken çok bayağı, çok saçma sapan yerleri oldu mu, onları ben yapmışım da, ayıbımı görüyormuşum gibi oluyor. Hiç olmazsa gözüm görmesin diye ellerimi yüzüme kaparım. Baştan sona 'Susuz Yaz'ın hiçbir yerinde böyle olmadım.
Bu güne dek görebildiğim elliyi aşkın yerli film içinde beğendiğim üç beşten biri oldu 'Susuz Yaz''Susuz Yaz'da uygun bir üslup ve bu üslubun aynlmaz bir parçası olan bir oyun var. Star sisteminin kalıplaşmış konuları, özsüz şeritlerin film piyasamızı düzensizliğe sevketmeye devam ettikleri bir zamanda, fosilleşmiş kurallara karşı gelmekle, iyi niyetin temsilciliğini yapmakla da 'Susuz Yaz' yılın sayılı yerli yapıtları arasında özel bir yer kazanmaktadır. Birsen Altıner, “Metin Erksan Sineması” syf, 56 ”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder