SOĞUKTU VE YAĞMUR ÇİSELİYORDU (1990)
Senaryo ve Yönetmen: Engin
Ayça Görüntü Yönetmeni: Ertunç Şenkay Müzik: Melih Kibar Yapım:
Erka Film/Erhan Erzurumlu, Sanat Yönetmeni: Suna Çiftçi,
Şarkılar: Semra İnanç, Ekrem Bora, Söz Yazarı: Gülsen Tuncer, (Fono
Film Laboratuarında hazırlnmıştır).
Oyuncular: Türkân
Şoray, Ekrem Bora, Gülsen Tuncer, Alev Koral, Tunca Yönder, Bülent Ufuk, Yılmaz
Uyar, Erol Özkök, Sevim Çalışgir, Nejat Çetinok, Şahine Hatipoğlu, Yılmaz Uğur,
Mehmet Atak, Murat Ersan, Ayten Uncuoğlu, Lâle Ulutepe, Selim İleri, Hami
Çağdaş, A. Metin Yönder,
Konu: Cemal Bey da sevgisini her geçen
gün' büyütür de karşısındakine söyleyemez. Bir musiki grubunun assolisti Leyla,
yıllardır kendisini gizliden seven Cemal Bey'in ölümünden sonra onun bu sırrını
öğrenir. Leyla ölümle birlikte Cemal Bey'in tarihe, sanata, topluma karşı
duyarlı zengin dünyası ve derin aşkıyla tanışır. O andan itibaren geçmişe
dönerek Cemal Bey'le yaşadıklarını düşünmeye başlar. Cemal Bey'le onun
düşüncelerini bilmeden geçirdiği günlerin acısını hisseder. Cemal bey zamanın
onlar için artık çok geç olduğunu düşündüğü için aşkını açıklayamamıştır. Cemal
Bey'in zengin kişiliğini tek anlayan ise ölümden sonra onu anlamaya çalışan
Leyla olmuştur, Sonuçta açıklanmayan sevgi önce Cemal Bey'i sonra Leyla hanımı
derinden yaralamıştır. “Soner Derse, “Türk Sinemasında Aşk”
& Türk sinemasının salon sorunu tüm ciddiyetiyle sürüyor. En ünlü
yıldızların oynadığı en iddialı kimi filmler bile salon bulamıyor. Ve
yapımcının bekleme direnci azaldığı ölçüde, video piyasasında çıkış artıyor.
Bez Bebek'in yönetmeni Engin Ayça'nın yeni filmi için de öyle oldu. Ve Türkan
Şoray'ın bu son filmi, sinema bulamadığından videoya verildi. Kaseti şu
günlerde videoculara dağıtılan bu filmi, daha önce özel bir gösteride izlemiş
olduğumuzdan eleştirisini veriyoruz. Bu durumda, eleştiri mekanizmasının ve
çabasının da kendisine yeni yollar araması gerekiyor sanıyorum.
Engin Ayça, o belki de "Yeşilçam
romantizmi" denebilecek şeye hep ilgiyle, yakınlıkla baka gelmiştir. Türk
sinemasının bir dönemde geniş seyirci kitleleriyle kura geldiği ilişki,
filmlerimizin sanatın genelde önemsenmediği, giderek dışlandığı bir toplumda
seyirciye ulaşmaaki benzersiz başarıları, birçok kişi için olduğu gibi,
yazar/yönetmen Engin Ayça için de üzerinde durulması araştırılması, incelenmesi
gereken bir olgudur. Ve Bez Bebek'ten sonraki ikinci filmi Soğuktu ve Yağmur
Çiseliyordu'da yönetmen, o eski duyarlılıklara sanki bir selam yollamakta ve
sanki bilinçli bir melodram, hüzünle örülmüş bir "imkansız aşk"
öyküsü anlatmaktadır bize ..Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu ya da diğer adıyla
Udi, Leyla adlı ünlü bir "ses yıldızı"nın öyküsüdür. Bu ünlü gazino
sanatçısı, tanınmış "assolist", şimdilerde TV aracılığıyla da ülke
çapında yaygınlaşan ünü içinde aslında yalnız, mutsuz bir insandır. Hep ve
sürekli "neşeli bebek" maskesiyle dolaşan, apaçık bir boyutsuzluğu,
yüzeyselliği sanki doğal davranışlarının kaçınılmaz bir gereği gibi benimsemiş,
varlıklı bir erkekle "birlikte olan" (ama evlilik ve çolukçocuk
yoktur ortalarda)... Ve sonra birden bir gün Leyla'nın yıllardır baş müzisyeni,
"udisi" olan Cemal Bey'in ölüm haberi gelir.
O Cemal Bey ki gazinodan turnelerdeki
sefil otel odalarına, Leyla'nın hep yanı başında olmuştur: pek önemsenmeden,
ciddiye alınmadan, yerliyersiz şakalarla diyalog kurulmaya çalışılan, varlığı
sadık bir gölgeden ileri geçmemiş... O Cemal Bey'dir ki hem "alaturka
musikimiz hakkındaki fikirleri, hem de eski İstanbul’dan antika eşya üzerine
görüşleri, tam bir alçakgönüllülük duvarının bile saklayamadığı bir değer ve
bilgi hazinesinden süzülüp gelmiştir… Leyla, geç de olsa birden ona ilgi duyacak,
onun kişiliğiyle, çevresiyle, meraklarıyla daha yakından tanışmaya çalışacaktır
...
Udi, bizim sinemamızda pek görülmemiş bir
tür "yaşanmamış aşk" öyküsünü, kahramanları illa da genç ve güzel
kişiler olmayan bir tür yaşanmamış aşk serüvenini anlatıyor. Engin Ayça, eski
Yeşilçam'dan, yalnız ondan mı, alaturkadan, geçmiş müzik, kültür ve
yaşamımızdan izler taşıyan, sanki bize özgü tüm duyarlılıkların bir bileşkesini
oluşturan bu filmde, eski Yeşilçam'a yolladığı selamı, öte yandan bilinçli bir
sinemayla, sağlam bir görsellik tabanına oturtuyor. Filmin hızlı kurgu,
gereksiz kamera hareketleri, "zoom" vb. numaralardan tümüyle
arındırılmış, uzun planlara ve plan sekanslara dayalı olgun bir sinema dili
var. Çekimleri uzattığı, oyuncuları yorduğu kesin olan bu yöntem, fimin birçok
bölümüne açık bir "devamlılık" ve yaşanmışlık/yaşanırlık duygusu
katıyor. Ayça'nın filmle ilgili belki temel kusuru, sinemamızın hep ele alır
gibi gözüküp aslında hiç ele alamadığı "gazino" olayına, bir "assolist"in
sahneye çıkışıyla birlikte yaşanan toplu histeriye benzer olaya, o garip ve
alışılmadık sanatçı/seyirci ilişkisine değinme fırsatını elden kaçırmış olması.
Ancak tümüyle hüzünle örülü bu içedönük film, bu tür bir amacın ötesinde,
sağlam sineması ve incelikli yapısıyla gönüllerimize seslenen bir semai, bir
hüzzam peşrev, bir eski İstanbul sokağı, bir eski ve güzel biblo gibi geliyor
karşımıza... Ve kim bilir, belki de kimi "genç" yazar veya seyircinin
"uyuşukluk" diye niteleyebileceği bir duygusallığı, özellikle bizim
gibi, yönetmenin anlattıklarını yaşamış ve paylaşmış olanlarca izlenmesi
gerekli bir deneyim haline getiriyor.
Filmin görüntü çalışmasını,
müziğini ve başta Türkan Şoray, Gülsen Tuncer ve perdeye bu "olgun"
dönüşü gerçek bir kazanç olan Ekrem Bora olmak üzere tüm oyuncu kadrosunu da bu
ilginç filme olan katkıları nedeniyle övmek gerekir. “Atilla Dorsay,
“Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf, 136”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder