EŞKIYA (1996) "Bandid"
Senaryo ve Yönetmen: Yavuz Turgul, Görüntü Yönetmeni: Uğur İçbak, Müzik : Erkan Oğur Yapım FilmaCass /Mine Vargı, Montaj: Hakan Akol, Yabancı Ortak Yapım Şirketleri: ARTCAM (Fransa), GEOPOLY (Bulgaristan) , Sanat Yönetmeni: M. Ziya Ülkenciler, Yardımcı Yönetmen: Tolgay Ziyal, Sorumlu Yapımcı: Ömer Vargı, Ortak Yapımcılar: Yavuz Turgul, Şener Şen, Uğur Yücel, Yabancı Ortak Yapımcılar: Eliane Stutterheim, Pavlina Jeleva, G.Tcholakov Kamera Asistanları: Zekeriya Kurtuluş, Feza Çaldıran İkinci Asistan: Selim Demirdelen, Üçüncü Asistan: Cankay Ergin, Avid Montaj Asistanı: Adnan Elial, Avıd Audiovision Montaj: Onur Tan, Sanat Yönetmen Yardımcıları: Selda Çiçek, İdil Akçıl, "Karanlığın İçinden" Beste: Aşkın Arsunan, Urfa Türküleri: Kazancı Bedih ve Ekibi, Yapım Koordinatörü: Gülengül Arliel, Yapım Amiri: Abdullah Baykal, Yapım Yardımcıları: İnci Özsoy, Tolunay Türköz, Burak Bakkalbaşoğlu, Arda Erkman, Tamer Başaran, Oğuz Peri, Mehmet Sepken, Meltem Tuna, Berent Baytekin, Emrah Gamsızoğlu, Elif Bleda,
Oyuncular : Şener Şen (Baran),
Uğur Yücel (Cumali), Sermin Hürmeriç (Keje), Yeşim Salkım (Emel),
Kamuran Usluer (Berfo/Mahmut Şahoğlu), Ülkü Duru (Emel'in annesi), Özkan
Uğur (Sedat), Necdet Mahfi Ayral (Andrey Mişkin), Kayhan
Yıldızoğlu (Artist Kemal), Güven Hokna (Sevim Abla), Kemal İnci (Mustafa),
Melih Çardak (Demircan), Settar Tanrıöğen (Laz Naci), Celal Perk
(Deli Selim), Ümit Çırak (Cimbom), Rıza Sönmez (Avarel),
Kezban Altuğ (Fatma), Romina (Sekine), Kurtcebe Turgul (Jilet
Cemal), Can Yılmaz (Hakan), Yurdan Edgü (Cumali'nin babası),
Zübeyde Erden (Ceran ana), Cevat Çapan (Sokaktaki adam), Selim Erdoğan,
Hakan Kiremitçi, Hakan Bilgin (Polisler), Yaşar Uzel, Yosi Mizrahi,
Konuarlp Sualp (Sivil Polisler), Nazım Sütlüoğlu , Erkan Kara, Erdal
Atık, Suat Tuk, Mahmut Güngör, Ahmet Erciyes, Tarkan Oğuz Yaşlı (Demircan'ın
adamları), Hakan Sütlüoğlu (DJ), Burç Bakan (Bodyguard) (Bu film
Avrupa Konseyi Eurımages Fonu'nun desteği ile gerçekleştirilmiştir.)
Konu: 35 yıl önce Cudi dağlarında bir grup eşkıya jandarma tarafından yakalanır. Mahkeme bu eşkıyaları en ağır şekilde cezalandırır. Geçen 35 yıl içinde, eşkıyalardan biri hariç hepsi, ya hastalıktan ya da kendi iç hesaplaşmalarından dolayı ölürler. Sağ kalan eşkıya Baran (Şener Şen), hapisten çıktıktan sonra köyüne döner. Ama doğduğu topraklar baraj suları altındadır. Geçmişin izlerini sürmeye başlayan Baran, yıllardır bilmediği bir gerçeği, hapse girmeden önce en yakın arkadaşının (Kamuran Usluer), hapse düşmesine neden olduğunu öğrenir. Bu en yakın arkadaş Eşkıyanın çocukluk aşkı Keje'yi (Sermin Şen) satın alarak İstanbul'a kaçmıştır. Eşkıya İstanbul'a doğru yola çıkar ve trende, Beyoğlu’un arka sokaklarında büyümüş, Pavyon, kumarhane, uyuşturucu muhabbetinin içinde yaşayan Cumali'yle (Uğur Yücel) tanşır. Bu iki insan, birbirilerine sığınırlar. Ve şiddetin, ihanetin, tutkunun, sınırsız aşkların nefretin kol gezdiği bu dünyada ayakta kalmaya çalışırlar. Baran, politikacıların ve milletvekillerinin karşısında geleneği, bozulmamışlığı ve mertliği temsil ediyor.
Ancak değişen bir dönemde eşkiyaların
soyunun tükendiğini vurgulayan film, modern dünyaya ayak uydurabilmenin tek
yolunun eşkiyalıktan mafyalığa, oradan da devletin içine nüfuz etmek olduğunu
ima ediyor. Bu yolu izleyen ve iktidarsızlığı düzgün nefes alamadığı için
burnuna yerleştirilen aygıtla hiçbir şüpheye yer vermeyecek kadar altı çizilen
Baran’ın eski arkadaşı, her ikisinin de gençliğinde aşık olduğu Keje’yi evlenmeye
zorluyor. Eşkıya’da tutsak alınan Keje dışında iki kadın daha var. Bunlardan
biri kaldığı otelde Eşkıya’yı baştan çıkarmayı deneyen ve Eşkıya’nın saf bir
Eşkıya kalabilmesini tehdit eden, kirlenmenin ve çürümenin simgesi bir femme
fatale. Diğeri ise Eşkiya’ya başından beri arkadaşlık eden ve babasının Yılmaz
Güney’e olan hayranlığı yüzünden Cumali adı verilen modern şehir eşkıyasının
sevgilisi Eşkıya intihar etmek pahasına değişime karşı direnirken, Keje de
suskun kalarak aşksız evliliğini protesto ediyor. Baran bir kamikaze
savaşçısını temsil ederken, Keje yalnızca günden güne solan bir çiçek misali
susturulmuş kadın rolünü seçiyor. Eğer Keje, Yunan Mitolojisindeki Penolepe
gibi taktikler değiştirerek direnen bir kadın olsaydı memleket meteforu
oluşturmayacaktı. Çünkü Keje ancak erkeklerin mücadelesinde kazananın sahip
olacağı bir kadın tipini canlandırıyor. Bu bağlamda ilk aşamada bir metonimi
oluşturuyor, ardından da metafora dönüşüyor.
Subject: 35 years ago, a group of bandits were caught by the gendarme
in the mountains of Cudi. The court punishes these bandits in the most severe
way. In the past 35 years, all but one of the bandits have died, either from
disease or from their own internal reckoning. The surviving bandit Baran (Şener
Şen) returns to his village after he is released from prison. But the land
where he was born is under dam waters. Starting to follow the traces of the
past, Baran learns a fact that he did not know for years, that his best friend
(Kamuran Usluer) was imprisoned before he went to jail. This best friend bought
Keje (Sermin Şen), the bandit's childhood sweetheart, and fled to Istanbul. The
bandit sets off for Istanbul and on the train, he meets Cumali (Uğur Yücel),
who grew up in the back streets of Beyoğlu and lives in a pavilion, casino, and
drug addiction. These two people take shelter in each other. And they try to
survive in this world where violence, betrayal, passion, unlimited love and
hatred are rampant. Baran represents tradition, integrity and bravery before
politicians and deputies.
Emphasizing that the bandits are extinct in a changing era,
however, the film implies that the only way to keep up with the modern world is
to penetrate from banditry to mafia and then into the state. Baran's old
friend, who follows this path and whose impotence is underlined beyond any
doubt by the device placed in his nose because he cannot breathe properly,
forces Keje, whom they both fell in love with in their youth, to marry. Apart
from Keje, who was taken prisoner in Bandit, there are two more women. One of
them is a femme fatale, a symbol of contamination and corruption, who tries to
seduce the Bandit at the hotel where he is staying and threatens the Bandit's
ability to remain a pure Bandit. The other is the lover of the modern city
bandit named Cumali because of his father's admiration for Yılmaz Güney, who
has been a friend of Bandid since the beginning, while the other is resisting
change at the cost of committing suicide, while Keje remains silent and
protests her loveless marriage. While Baran represents a kamikaze warrior, Keje
chooses only the role of a woman who is silenced like a flower that fades day
by day. If Keje were a woman who resisted by changing tactics like Penolepe in
Greek Mythology, she wouldn't be a hometown metaphor. Because Keje portrays a
type of woman who can only be the winner in the struggle of men. In this
context, it first creates a metonymy and then turns into a metaphor.
ÖDÜL:
SİYAD (Sinema Yazarları seçiminde (1997)
►"En İyi Film".
►“En İyi Senaryo", "
►En İyi Müzik"
► Melih Çardak "En İyi Yardımcı Oyuncu
(Jüri üyeleri: Mehmet
Açar, Tunca Arslan, Okan Arpaç, Tamer Baran, Sungu Çapan, Ersan Çongar, Coşkun
Çokuiğit, Atilla Dorsay, Sevin Okyay, Murat Özer, Agah Özgüç, Kami Suveren,
Necati Sönmez, Uygar Şirin, Alin Taşçıyan, Ali Ulvi Uyanık, Uğur Vardar, Saim
Yavuz, Artun Yeres).
& Eşkıya" 1996 yılında gösterime girdiğinde çok
büyük oranda kadın seyirciyi sinema salonlarına çekti; özellikle de uzun
yıllardır sinema salonlarında görülmeyen ev hanımlarını. Öyle ki ev hanımları
toplaşıp bir araya gelerek gruplar halinde filmi izlemek için sinema
salonlarına koşuyorlardı. Bir taraftan evden getirdikleri yiyecekleri tüketip
bir taraftan da ekran da olup bitene heyecanla tepki veren ev hanımları filmi
sanki kendi evlerinde televizyon izliyormuş gibi seyrediyorlardı. Sinemanın bu
seyirci grubunu kaybetmesinden uzun yıllar sonra, bir anlamda filmin gişede
başarılı olmasının yolunu açan farklı yelpazeden seyircileri filmin kendine
çekebilmesi bir beceriydi. Film ayrıca uluslararası arenada da seyircileri
kendine çekebilme başarısını gösterdi; film sadece Avrupa ve Amerika'da yaşayan
Türk Diasporası'nı eğlendirmedi aynı zamanda filme en uzak ya da en ilgisiz
seyirciler arasında da ilgi uyandırdı. Peki, bu durum, eleştirmenlerinin ve
yazarlarının seyircilerin filmi anlamaları için yardımcı olacak uygun araçları
onlara sağlayabildikleri anlamına mı geliyor?
Film için yazılanlara
baktığımızda, filmi bir kurmaca olarak değil de Türkiye'nin sert gerçeklerini
yansıtan bir ayna olarak sunma eğiliminin olduğunu görüyoruz. Bu, Batılı
eleştirmenlerin Türk filmlerinin gündemde olan konuları işleyen, gerçek (Eğer
yeterice egzotikseler), ya da gösterişli (Eğer kendi ölçülerinde çağdaşsalar)
filmler olmalarını beklemelerinin belirtileridir. Hatta bu filmler fantastik
türünün temel unsurlarını kullansalar bile bu filmlerin kendi ülkelerinde olup
biten hadiselerin gerçek şeklini göstermesi beklenmektedir. Mesela, yazdığı
yazılardan Türkiye'de bir süre yaşadığı anlaşılan Stephen Knitzer, New York
Times'da ki yazısında "Eşkıya"nın gerçek bir siyasi yolsuzluğa işaret
eden skandal ile ilgili olduğunu yazdı.
Açıkçası
bu tür yazılarda eksik olan şey filmi kendi gerçekliği içinde görmemek ve onu
sinema ile ilgili deneyimlerin genel çerçevesi ile ilişkilendirme
kabiliyetinden yoksun olmalarıdır. Bu yazının amacı, filmi Batı'da ki
seyircilerin mevcut algı kalıplarına uydurmak yerine, sinema ile ilgili
terimleri Türk Film Tarihi ve Kültürü bağlamı içine yerleştirerek, filmi
özellikle sinema ile ilgili terimlere göre okuyabilmek için gerekli bir takım
ipuçlarını sağlamaktır. Bunun yanında, "Eşkıya", 1990'ların
ortalarında yönetmenlerin endüstrinin zorlukları ile başa çıkabilmelerini
sağlayan yöntemlere atıfta bulunmak açısından da önemlidir. Başka bir deyişle,
Bu film, bir türlü sona ermeyen krizleriyle yani doğru dürüst bir endüstrinin
ve düzenli bir seyirci kitlesinin olmayışıylabaşa çıkabilmek için Türk
Sineması'nın yoğun çaba harcadığı bir dönemde hayati bir rol oynamıştır.
"Eşkıya"nın başarısı, Türk Sinema Endüstrisi'nin 20 yıl kadar önce
hem televizyonlara he de Hollywood filmlerine kaptırdığı seyircileri geri
kazanmasını sağladı. Gösterime girdiği yıl Türkiye'de gişede en çok gelir
getiren film olarak "Cesur Yürek" i (Braveheart) geride bıraktı.
198o'lerin ortasında sinema salonlarının sayısındaki şiddetli düşüşü göz önüne
alındığında bu oldukça önemlidir. Eşkiya'nın çektiği ilgi yerli filmlere
yönelik artan ilginin de habercisi oldu. Bunun yanında, Eşkiya sadece yerli bir
film değildir. Filmin uluslararası arenada Türk Diasporası dışında da sağladığı
başarı önemlidir. Mesela, ilk önce Londra'da Türklerin yoğun olarak yaşadığı
muhitteki bir sinema salonunda, ardından da şehir merkezindeki iki sinema
salonunda gösterildi. Bu, filmin yapımcılarının ve Kültür Bakanlığı'nın En iyi
Yabancı Film ödülü için Akademi Ödülleri'ne başvurmalarını teşvik etti. Bu
başvuru hararetli tartışmaları da beraberinde getirdi. Fakat film hiç de
şaşırtıcı olmayan bir şekilde bir tane Akademi
Ödülü için bile aday
gösterilmedi, çünkü film yabancı bir film (yani, egzotik), kendi kültürel kimliğine
ve sinema biçemine daha yakından bakışı teşvik eden bir gözlem gibi
gözükmüyordu .
Eşkıya", 35 yıllık bir mahpusluktan
sonra hapisten çıkan Baran'ın (Yine Şener Şen) hikayesini anlatıyor. Doğduğu
köye döndüğünde Baran, birçok Kürt köyünü ve tarihi kasabayı yıkan tartışmalı
Ilısu barajının Dicle nehri üzerindeki inşaatı nedeniyle köyünün sular altında
kaldığını görür. Köyde hafiften kafayı üşütmüş ve görünüşe göre doğaüstü
güçlere sahip olan yalnız bir kadına rastlar. Kadın, onu bekleyen tehlikelerden
Baran'ı koruyabilmek için ona bir muska verir (Baran'ın sınavının (ordea!)
henüz bitmediğinin bir belirtisi). Baran, yakın arkadaşı Berfo'nun (Kamuran
Usluer) 35 yıl önce onu yüz üstü bırakıp aşığı Keje'yi (Şermin Hürmeriç)
çaldığını öğrenir. Baran öcünü almak için istanbul'a doğru yola çıkar. Trende,
Büyükşehir'de çarkını döndürmeye çalışan genç uyuşturucu satıcısı Cumali ile
(Uğur Yücel) tanışır. Tanışmalarının ertesinde baba oğul ilişkisi benzeri bir
dostça ilişki oluşur aralarında. İstanbul'da, Baran, Berfo'nun başarılı bir iş
adamı olduğunu ve şimdi Mahmut Şahoğlu adını kullandığını öğrenir. Baran,
sonunda Keje ile karşılaşır ama Keje, Berfo ile evlendiği için konuşmayı
reddeder ve birlikte İstanbul'dan ayrılmaya karar verirler. Cumali'nin kız
arkadaşı hapiste ölüm tehditleri almakta olan kardeşini koruması için ona
yalvarır. Cumali, kız arkadaşının kardeşim dediği kişinin aslında onun erkek
arkadaşı olduğunu öğrenmesiyle yıkılır. Cumali ikisini yatakta basar ve ikisini
de öldürür. Cumali'nin patronu Demircan, Cumali'nin ondan gizlice para
çaldığını öğrenir ve onu cezalandırmaya karar verir. Diğer taraftan, Baran,
Cumali'nin başının dertte olduğunu öğrenir. Keje'nin de rızasıyla Berfo ile
banlaşma yapar. Keje, Berfo'nun Cumali'yi katil Demircan'dan korumak için
parayı ödemesi karşılığında Berfo ile kalacaktır. Berfo sözünü tutmaz ve
Demircan, Cumali'yi öldürtür. Baran Demircan'ı, adamlarını ve son olarak da
Berfo'yu öldürerek öcünü alır. Ardından da polis Baran'ın peşine takılır. 35
yıl önce dağlarda gizlendiği gibi şimdi şehirde evlerin çatılarında gizlenir.
Baran yaşlı kadının köyde ona verdiği muskayı kaybeder. Bir binanın çatısında
vurulur ve çatıdan aşağıya düşer. Yaşlı kadın Baran'ın ölümünü hisseder ve
acıyla dağlara bakar.
"Eşkıya", modern Hollywood'un güncelliği ile Türk Sinema
geleneğini birleştiren biçem ve anlatı unsurlarıyla dikkate değer bir filmdir.
Filmin Türk Popüler Sineması'nın mirasını ilerletmeye çalıştığını ve geçiş
halindeki Dünya'dan anlam çıkarabilmek için sinema ile ilgili yöntemleri
araştırmaya teşebbüs ederek sessiz sakin bir şekilde yeni öykü anlatım
biçimleri aradığını anlamak önemlidir. "Eşkıya" bütün bunların
hepsini gerçekleştirebilir mi?
Eşkıya", Türkiye'nin Güneydoğusunu
gösteren sahnelerle açılıyor ve hemen ardından da hızla İstanbul'a geçiyor.
Film'in gösterdiği topografik resim akıcıdır. Aslında Turgul'un kafasında
İstanbul'un çatılarında bir film yapma düşüncesi vardı. Baran köyüne döndüğü
zaman inşaat edilmekte olan bir baraj nedeniyle köyün sular altında kaldığını öğrenir.
Baran ve Cumali kaldıkları otelin çatısında tanışırlar. Cumali silahını çatıda
sizler ve Baran bu çatıdan istanbul'u kuşbakışı görür. Eşkiya'nın bedeni
dağlardan şehrin karmaşasına ortamın, beden'in şekillenişinin şartlarının
değiştiğinin farkındadır. Baran, her gün pejmürde otelinden ayrılıp
kalabalıklara dalarak mutsuzca yıllardır göremediği aşığı Keje'yi arar. Tıpkı
35 yıl öncesinde oluğu gibi yanında bir dürbünle gezmektedir Dağlardayken
etrafı nasıl inceden inceye gözden geçiriyorsa şimdi de kent'i aynı şekilde
incelemektedir. Bu yabancı çevrede bedenin ilk tedirginliği seyircilerin
bedenin aslında ne kadar kararlı bir şekilde hareket ettiğinin farkına
varmasını önlemiyor. Bu hareket biçimi Baran'ın 35 yıllık mahpusluğun
zorluklarına karşı hayatta kalmasını sağlamış güçlü iradesine yardımcı olan bir
hareket biçimidir.
Diğer birçok ulusal sinema'da olduğu gibi, Türk Popüler
sineması'nın melodram mirasını dikkatli bir şekilde kullanan film ilahi aşka
açıkça göndermelerde bulunarak dünyevi aşktaki, korumacı aşka ve fedakarlığa
yol açan hüsran ve mahrumiyeti ön plana çıkarıyor. Bunu da tutku ve arzu'yu
kullanarak başarıyor. Cumali'nin başı derttedir. Baran da umutsuz bir şekilde
Keje'yi aramaktadır. Her ikisi de hayat mücadelelerinde ihanete uğramış, terk
edilmiş ve çaresizdirler. Her ikisinin de bir arzusu vardır: Cumali'nin arzusu
başarılı olmak, Baran'ın arzusu ise Keje'ye kavuşmaktır. Ve her ikisi de
arzularının imkansızlığının farkındadırlar. Cumali, Baran'a isminin hikayesini
anlatır Cumali'nin babası bir Yılmaz Güney hayranıdır, bu yüzden Yımaz Güney'in
oynadığı en önemli karakterlerden birininismi verilir ona. Cumali hikayeyi eğer
babası ölmeseydi şimdi Baran'ın yaşında olacağını ekleyerek bitirir. Baran'da
eğer evlenseydi şimdi Cumali'nin yaşlarında bir çocuğu olacağını söyler. Bu
hüsran ve mahrumiyet ikisinin aralarında bir baba/oğul ilişkisinin doğmasını
sağlar. Bu bağ Baran'ın Keje'ye olan arzusundan daha kuvvetlidir.
Bu, melodram'ın duygusal yapıda
işlemesidir: cinsel arzu doğadaki daha tinsel bir şey için geri plana itilir.
Film, melodrama dayanan biçemiyle Yeşilçam'a saygısını gösterirken, daha güncel
ifade biçimlerinin de peşinden g:tmektedir. Aynı zamanda filmin senaryosunu da
yazan Yavuz Turgul'un Baran ve Berfo arasındaki kin ve düşmanlığı
sorunsallaştırması etmesi on yılını almıştır. Birçok örnekte, melodrama ait
uzlaşımlar birbirlerine düşman olarak temsil edilen ana karakterlerin oynadığı
iyi ve kötü'nün çatışmasını gerektirir. Thomas Elsaesser, tipik bir melodram'da
karakterlerin olmadığını; karakterlerin daha ziyade psikolojik derinlikten
yoksun birer tip olarak kabul edilmesi gerektiği ve bu tiplerin ancak diğer
tipleri göz önünde tutarak anlam kazandığını ve böylelikle daha karmaşık bir
gösterge sistemi oluşturduklarını söylemektedir.
"Eşkıya" nın farklılığını genel olarak sadece geleneğe
göre değil genel terimlere göre de ürettiği noktadır. Baran sonunda Berfo'yu
izleyerek bulur ve birbirleriyle sert bir şekilde tartışmaya başlarlar. Berfo,
Baran'a ihanet ettiğini, en iyi arkadaşını ispiyonladığını kabul ederek ona
meydan okur. Berfo, en iyi arkadaşının aşığını ondan almıştır ve yaptığı şey
için cehennemde yanmaya hazırdır. Diğer taraftan, asla pişman olmamıştır çünkü
aşık bir adamdır. Berfo'da herhangi bir pişmanlık belirtisi görmeyiz, aksine
Keje'yi elde etmek için yaptığı şeyle gurur duymaktadır. Berfo, bu kadar saf
olduğu için Baran'ı küçümser. Bu noktada melodrama türünün uzlaşımlarında Lars
von Trier'in "Karanlıkta Dans"da (Dancer in the Dark, 2000) türle
oynamasına benzeyen bir dönüşüme şahit oluruz. Eşinin sonu gelmez isteklerini
karşılamak ve acısını dindirmek için kendini öldürtmek için Selma'nın (Björk)
parasını çalan Bill (Masum bir yüz ifadesine sahip aktör David Morse) gibi,
Berfo'da tipik bir 'kötü adam' değildir.
Daha ziyade, Berfo karakteri Cumali'nin
babası rolünü takınıp Keje'den vazgeçen ve buna uygun bir şekilde davranmaya
karar veren Baran'dan daha karmaşık bir karakterdir. Burada Baran karakteri
birbirine karşıt kodlar üzerinden işleyip melodram mirasını temsil ederken,
Baran'ın aksine Berfo, klişe bir karakterden arzu dolu, ne iyi ne kötü gerçek
bir karaktere dönüşerek bu kodlarla bağı koparır. Böylece, "Eşkıya",
düzgün bir karakter sokup bir de bu karakter üzerinden metafiziksel imkanlarından
mahrum edilmiş bir alternatif arzu oluşumunu göstererek melodramda paradigmatik
bir değişimi teşvik eder. Ayrıca tinsel bir yön de var. Baran, Cumali'nin
hayatını kurtarmak için Keje'den vazgeçtiğinde yaptığı basit bir şekilde
aşığını çaresiz bir sokak serserisi değiş tokuş etmek değildir. Berfo, Keje ile
baskı yaparak evlenmiştir, fakat Keje'nin ağzından evlendiği günden beri tek
bir kelime çıkmamıştır. Bedenini ona vermiş midir? Berfo, bir kez bile
yatmadıklarını ima etmesine rağmen, artık bunun bir önemi yoktur, çünkü
Keje'nin bedeni sesinden yoksun bir bedendir. Burada film Türk Popüler
Sineması'nın beden/ruh karşıtlığını kullanışından yararlanmaktadır. Ruh,
genellikle sinemada ses vasıtasıyla sunulurken, beden görsel olarak temsil
edilebilir. Berfo'nun elde ettiği bir ruhsuz/artık bir bedenden başka bir şey
değildir. Keje sadece Baran'la karşılaştığında konuşur. Baran, Keje'nin
karşısına çıktığında Keje bir gül bahçesinin içindedir. Zaman ikiye bölünür:
şimdiki ve gelecek zaman: zamanın dışındaki bir zaman. Bir bakıma burası Cennet
Bahçesi'dir. Birbirlerini görmemek üzere ayrı kalacak olmalarına rağmen şimdi
tekrar bir araya gelmişlerdir. Türk Melodram geleneğine uygun bir şekilde,
Ölüm, aşıkların sadece ahiret'te yeniden bir araya gelebilecekleri ima edilerek
çekilebilir hale getirilir.
Eleştirmenler, Turgul'u Kürt Meselesi'ni
görmezlikten gelmekle suçlamışlardır. Film, Güneydoğu 'da başlamaktadır.
Karakterler Kürttürler, fakat etnik kökenlere açık, belirgin bir gönderme
görülmez film'de. Fakat bu mesele başka bir şekilde, metaforik yönden ele
alınmalıdır. Topografinin temsili filmi bu bakış aşısından okuyabilmemiz için
bize ipuçları vermektedir. Kent/Kırsal ve Çatı/Dağ terimlerinin kullanılış
biçimi istanbul'un Güneydoğu'dan farklı olmadığını \Le Baran'm nihayetinde bir
şehir eşkiyasına dönüşeceğini gösteriyor. Baskıyı az gelişmiş bir bölge ile
sınırlı olarak göstermek bu bakımdan yanıltıcı olacaktır. Baskı bütün ülkeye
yayılmıştır.
Kültürel kimlik olarak,
"Eşkıya", ilk Önce Türk, ardından da uluslararası ve son olarak da
bir Hollywood filmi olarak gözükmektedir. Birçok Türk eleştirmen, filmin
teknolojik seviyesini övmüştür. "Eşkıya", son elli yılda sesli
çekilen ilk filmlerden biridir. Filmin başlamasından hemen önce, iki ticari
markanın logoları görülür: Dolby firmasının önceki logosu görülür. Bu bir
bakıma teknolojik gelişime işaret eder; ardından da bu filmin uluslararası
standartlara uygun olduğunu biz seyircilere gösteren Fransız ve Bulgar ortaklı
bir Eurimages filmi olduğunu belirten bir başlık geliyor. Gerçekten, filmin
görüntüsü teknik mükemmelliği ortaya seriyor. Filmin banyosu, ses miksajı ve
ışık kullanımının yanında, filtrelerin kullanımı ve kamera hareketleri ve kurgu
da "Eşkıya"nın bir Hollywood filminden hiç de aşağı kalmadığını belirten
eleştirmenleri oldukça etkiledi. Aslında, film Amerikan Sineması'na da açık
açık göndermelerde bulunuyor. Cumali'nin kız arkadaşını ve aşığını yatakta
yakalayıp her ikisini de öldürdüğü sahne Quentin Taratino'yu hatırlatan bir
biçemle çekilmiş ve final sahnesinde, Baran, polis'ten kaçmaya çalışırken,
aniden bir helikopter gökyüzünde belirir: nerdeyse Hollywood'un her kovalamaca
sekansında görülebilecek klasik bir görüntüdür bu. (Prof. Dr. Nezih Erdoğan)
“Cinamascope, sayı 12
4
Uğur
İçbak'ın görüntüleri, Erkan Oğur’un müziğiyle, Şener Şen Uğur Yücel’in başı
çektiği oyuncu kadrosunun çabası, zaten "komik ve dokunaklı olanı
yakalamadaki yeteneğini çoktan kanıtlamış yazaryönetmenin iyi bir öykü anlatıcı
olduğunu bir kez daha örnekleyen siir dili, güncelden de yararlanarak ülkenin
doğusu ve batısından 2 antihero karekteri biraraya getiren, akıcı diyaloglarla
örülü lehçe ve ağız farklarının hiç rahatsız etmediği, bir çeşit büyüleyici
gerçekçilik uzantısı, masalsı bir boyut da içeren senaryosu ve belirgin teknik
becerisiyle seçkinleşen "Eşkıya", Atıf Yılmaz'ın "Selvi Boylu Al
Yazmalım"daki aşkemek sorunsalını getirircesine, Keje'ye karşı Baran'ın
duyduğu aşkın mı, yoksa Berfo'nun kötülüğe başvuran, karşılıksız sevdasını daha
büyük ve insancıl sayılacağını sorguluyor ayrıca. Erkek dostluğu ekseninde
gelişip Güneydoğu bozlaklarından Tarlabaşı damlarına uzanarak, renkli, lumpen
karakterler çizerek, sinemamızda pek görülmemiş bir coşkuya sahip, yıldızların
kaydığı, estetik ve dramatik bir finale çıkan "Eşkıya"da, belli belirsiz
bir Tarantino esintisi de hissediliyor hissedilmesine, ancak bu özümsenmiş,
bizden kılınmış bir etkilenme bizce. (Sungu Çapan, "Eşkıya ölünce yıldız
kayarmış", Cumhuriyet g., 6 Aralık 1996)
4
Yavuz
Turgul ve Şener Şen, eşkıya Baran tipiyle, unutulması olanaksız bir sinema
(roman) kahramanı yaratmıtır ... O bizim saflığımız, çocukluğumuz, doğruluğa,
sadakate olan gülünesi ve ağlanası inancımız ve aynı zamanda da sıradan
sapasağlam duruşunun simgesidir 'Şaki', mutsuz kişi anlamına da geliyor
'Eşkıya'nın kahraman mutsuz bir kişi mi? Bence o, filmin sonunda havai
fişeklere ve yıldızlara karışırken de en sağlam insanca değerlere sonuna kadar
bağlı kalmayı başarabilmiş mutlu bir insandır. (Ataol Behramoğlu Cumartesi
Yazıları Eşkıya", Cumhuriyet g., 4
Ocak 1997)
4 Büyük
bir sabırsızlıkla hemen söyleyeyim: Eşkıya filmini öyle beğendim ki,
anlatacak söz bulamıyorum. Yıllardır ilk kez hemen hiçbir şeyi sarkmayan,
sarkmak ne kelime, tümüyle başarılı, büyük bir keyifle izlenen, izlendikten
sonra unutulmayan ve geçen günlerle birlikte insanı yeni düşüncelere,
açılımlara ve değerlendirmelere çağıran bir Türk filmiyle karşı karşıyayız.
Gerçekten çok sevindiğimi, onun ötesinde heyecanlandığımı söylemeliyim…
Oysa
pek umut verici biçimde haşlamıyor film... Fazla ışık almış bir planla (filmin
tek kötü çekilmiş planı) Anadolu'daki bir cezaevinden çıkan yaşlı Kürt mahkûm
Baran'ı tanıyoruz. Baran tam 35 yıl önce dağda eşkıyalık yaparken bir ihbarla
tutuklanıp içeri düşmüş, orada da hayatına kasteden üç kişiyi
"şişlediğinden" mahkûmiyeti bunca uzamıştır. Bu yaşlı adam, 35 yılın
ötesinden kendisini ihbar edeni bulmak ve eski yavuklusu Keje'yi aramak için
köyüne gelir.
Ama köy barajın suları altında
kalmıştır, halkı göç etmiştir, asıl ihbarcısı ise sandığı kişi değil, eski can
dostu Mahmut'tur. Eşkıya Baran, Mahmut'u bulmak için kalkıp İstanbul'a gelir.
Trende karşılaştığı, babasının Yılmaz Güney hayranlığı nedeniyle verdiği Cumali
adını taşıyan ve bir uyuşturucu çetesinin taşımacılığını yapan hayatı kaymış
bir genç adamı polisten kurtarır. Eşkıya Baran ile mafya fedaisi Cumali
arasındaki olanaksız dostluk giderek gelişecek ve İstanbul denen kentin
göbeğinde inanılmaz bir serüvene yol açacaktır,,,
Türk sinemasının kuşku yok ki en iyi
senaryocusu olan Yavuz Turgul, bu filmle en iyi yönetmenlerinden biri de
olduğunu gösteriyor. Turgul, öyküsünü/filmini giderek açılan temalarla
zenginleştiriyor, sanki kat kat yayıyor. 35 yılın ardından halâ direnen bir
aşk, servetini çıkarcılık ve ihanetin üzerine inşa etmiş bir büyük işadamının
duygusuzluğu, Tarlabaşı semtinin ortasında yeşeren küçük çetelerin arasındaki
hesaplaşmalar, toplumu bir çığ gibi saran ve uyuşturucu kaçakçılığından
beslenen yasadışı para kazanma yöntemleri, en küçüğünden en büyüğüne dek uzanan
yeraltı kazançlarıyla yeni ve zalim sermaye baronları yaratıp duran hasta bir
toplum.,.
Ama hepsinin üzerinde 35 yılın
gerisinde kalmış ve çağa ayak uydurması olanaksız bir onur ve görev duygusu...
Ne var ki yaşından giysilerine, onur anlayışından dürüstlüğüne her şeyiyle
çağdışı olan eşkıya Baran, Muhsin Bey tiplemesinin bu çağdaş yasa yasadışı
ikilemi ve mafya dünyasına taşınmış ikiz kardeşi, son tahlilde yine haklı ve
güçlü çıkıyor: Cumali’nin yaşamını savunmak da, gerçek kötülere cezalarını
vermek de ona kalıyor…
Yavuz Turgul'un bir tür büyük fantastik masal
gibi anlatılmış olan filmine getirilebilecek olan bir eleştiri, özellikle tüm
orta bölümde öykünün akışını biraz kontrolden kaçırması ve tempoyu dağıtması
olabilir. Ama ben kendi adıma bunu bile sempatik buldum: çünkü bu sayede film,
bir Amerikan filminin milimetrik biçimde hesaplanmış aşırı dengesinden
kurtuluyor, biraz daha özgür ve serbest bir soluk alıyor. Ama Turgul'un
filminin erdemleri öylesine çok ki... Bir Tarlabaşı sokağını sanki doğal bir
sete dönüştürüp en rahat ve özgür biçimde kullanmak, tüm kişiliklerine
incelikle, ayrıntı zenginlikleriyle yaklaşmak, kimi kalabalık ve sinemamız için
bela sayılan sahneleri oldukça ustalıkla çözümlemek gibi…
Ama en çok, o saf sinemasal anlara bittim
ben... örneğin yaşlı bir oyuncuyu canlandıran Kayhan Yıdizoğlu’nun intiharının,
binayı alttan üste tarayan "yükselme" çekimiyle, gösterilmesi,
Cumali’nin vurulmasının uzaktan ve yavaşlatılmış bir çekimle verilmesi, kimilerine
belki aşırı duygusal gelse de kahramanımızın 35 yıllık sevgilisine düşsel
kavuşmasıyla noktalanan tüm o görkemli, unutulmaz final... Evet, bu sahnelerden
söz ederken hâlâ tüylerim ürperiyor ve bana verdikleri sinemasal lezzeti halâ
duyumsuyorum.
Yavuz Turgul belki biraz fazla
duygusal, belki biraz fazla 'melal' içeren bir film yapmış, O 'melali
anlamayanlar' ve filme bir 'Şener Şen komedisi' görmeye gelenler belki düş
kırıklığına uğrayabilir. Ama Eşkıya'nın dört dörtlük ve mutlaka
izlenmesi gereken sayılı filmlerinden olduğunu düşünüyorum ben... Uğur İçbak'ın
kusursuz görüntüleri (hele o gece sahneleri!), tüm, ama tüm oyuncuların son
derece başarılı oyunları ile diğer Öğelere dikkat çekmeyi de bir görev
sayıyorum. “Atilla Dorsay, “Sinemamızda Çöküş ve Rönesans Yılları” syf: 67”
4
Eşkıya"nın
Doğulu insanı ele alması, seyirciyi bir iç hesaplaşmaya, özeleştiri sürecine
çağırmasının dışında bir öneme sahip kuşkusuz, 80'li yıllardan beri sinemamız,
birkaç ayrıksı örnek dışında hep batılı form ve temaları öne çıkardı. Türkiye
insanının, hemen yalnızca büyük kentte oturan kesimini, yani en çok Batılı
görünenini ele aldı, köy ve kasaba ortamına girdiğinde ve Doğulu kimliği ya hiç
sorgulamadı, ya da yalnızca ilk bakışta görünen biçimleriyle ele aldı. Şimdi
"Eşkıya" bir çığır "açıyor, tüm bu yılların açığının kapatılması
gerektiğini, "Türk filmi" kavramına yeniden ulaşmak zorunluluğunu
yalnızca karakterleriyle değil, temaları ve bunlara yaklaşımıyla da bizden olan
filmler yapılmasının önemini anımsatıyor. Ele aldığı tema ve karakterleriyle
Doğulu, sinematografisiyle evrensel olan "Eşkıya" tarihe, "yerli
film" tanımını, yıllar sonra yeniden "kuran film olarak da geçecek
Kendi temaları bakımından yakaladığı geniş perspektif, toplumumuza çok geniş
bir açıdan bakılabilmesi, seyirciye ayna tutması, yitirilen değerleri
anımsatması, "yerli film" tanımını yeniden kurması.
"Eşkıya"nın sanıldığından çok daha önemli bir film olduğunu ortaya
koyuyor. Bu yanlarıyla "Eşkiya" , etkisi çok kalıcı olacak bir eser.
Bu filmi yaratan Yavuz Turgul ise, hem bir auteur olarak temaları ve yaklaşımı,
hem de tipik bir auteur filmi yaptığı halde ulaştığı gişe başarısıyla, yalnız
bizde değil, tüm dünya sinemasında özel bir yere oturmuş durumda. Fakat... Tüm
bunlar, filmi yeterince sorgulamadan bağrımıza basmamıza hele sinema
tarihimizin en iyi filmi olduğunu savunmamıza yetmemeli. (Tamer Baran,
"Eşkıya" bize bizi anımsatıyor", (Antrakt d., s: 62, Mayıs 1997)
4Yönetmen
Turgul'un iyi bir öykü anlatıcısı olduğunu bir kez daha örnekleyen sinema dili
güncelden de yararlanarak ülkenin doğusu ve batısından iki antitez karekteri
bir araya getiren, akıcı diyaloglarla örülü lehçe ve ağız farklarının hiç
rahatsız etmediği bir çeşit büyüleyici gerçekçilik uzantısı çabalar, bir boyut
da içeren senaryosu ve belirgin teknik becerisiyle seçkinleşen "Eşkiya,
Atıf Yılmaz'ın Selvi Boylum Boylum Al Yazmalım'daki aşkemek sorunsalını akla
getirircesine, Keje’ye karşı Baran'ın duyduğu aşkın mı, yoksa Berfo'nun her
kötülüğe başvuran, karşılıksız sevdasının mı daha büyük ve insancıl
sayılacağını da sorguluyor ayrıca. Erkek dostluğu ekseninde gelişip Güneydoğu
bozlaklarından Tarlabaşı. damlarına uzanarak, renkli lümpen karakterler
çizerek, sinemamızda pek görülmemiş bir coşkuya sahip, yıldızların kaydığı,
estetik ve dramatik bir finale çıkan Eşkiya'da, belli belirsiz bir Tarantino
esintisi de hissediliyor hissedilmesine, ancak bu özümsenmiş, bizden kılınmış
bir etkilenme bizce" (Çapan, Cumhuriyet 6.12.1996). “Prof.Dr. Alim Şerif
Onaran “Doç.Dr.Bülent Vardar, “20 Yüzyılın Türk Sineması”
4 Böylesine güzel bir öyküye, çok özenli görüntülere, Şener Şen ve
Uğur Yücel'in karizmalarına, Tarlabaşı'ndan insan, sokak ve çatı manzaralarına,
Necdet Mahfi Ayral ve Kayhan Yıldızoğlu'nun canlandırdıkları yaşlı aktörlerin
trajik öykülerine karşın bu filmi sevmedim. Eşkiya'da öylesine baskın bir
Hollywood aksiyon filmi havası (parodisi değil) var ki! Kaçma, kovalama,
silahlı çatışma ve diyaloglar Tarantino, Woo vb. bir yönetmenin filmini
izlediğiniz sanısına kapılmanıza yol açıyor... Doğrusu bu da hiç ironik değil,
bunaltıcı. Yavuz Turrgul her filmini sevdiğim bir yönetmen. Ancak filmografisi
'Muhsin Bey'den bu yana düşen bir eğri çiziyor" (Taşçıyan, Milliyet,
29.11ı. 1 996).
4
Son
yıllarda sinema severlerin gönlünde taht kurmuş filmlerin yaratıcısı Yavuz
Turgul, yönettiği 'Muhsin Bey' ve senaryosunu yazdığı 'Züğürt Ağa'yla tema
benzerliği içinde işlemiş 'Eşkiya'yı. Yine türünün son temsilcisi bir anti
kahraman ve onun değişen dünya, yıpranan insani değerler, yozlaşan kent kültürü
içinde çırpınmasını izliyoruz. Eşkiya'nın İstanbul dekorundaki serüveninin
yanında farklı öykücüklerde akıyor. Mafya gerçeği ve tüysüz delikanlıların kısa
yoldan köşe dönme özlemi... uyuşturucu ticareti... Yaşlı figüranın hüzünlü
soluk dünyası. .. Ahı gitmiş vahı kalmış yaşlı fahişenin başını dayayacak omuz
hasreti. Mahalle kızları... Kirlenen büyük sermaye... Keje'nin suskunluğu ...
Tüm bunlar, bir söylencenin son demlerinin, günümüzün sert gerçeğine çarpışıyla
birleşiyor aslında" (Arslan, Radikal, 04.12:1996). “ Prof.Dr. Alim Şerif
Onaran “Doç.Dr.Bülent Varda, “20 Yüzyılın Türk Sineması”
4 Film yer yer yoruluyor ve bu noktalarda görüntülerin güzelliği
yetersiz kalıyor. Özellikle finale doğru kimi sahnelerdeki mantık hataları ve
zorlamalar, 'Eşkiya'yı Yavuz Turgul'un filmografisindeki mutena yerinden
kopartıyor ve sıradanlaştırıyor. Clint Eastwood'un 'Unforgiven'ını çağrıştıran
ama onun kadar inandırıcı olmayan hesaplaşma sahnesi, reji hanesine yazılan
olumlu puanları da tersine çeviriyor" (Vardan, Aktüel, 0511.12.1996).
4Eşkiya"
vizyona gireli 12 sene olmuş. Filmin yönetmen ve senaristi Yavuz Turgul'un bu
12 sene içinde, Güneydoğu'dan gelip İstanbul'da dikiş tutturmaya çalışanların
öykülerini anlattığı TV dizisi "İkinci Bahar" ve "Gönül
Yarası" ile "Kabadayı" filmleri var. Ondan öncekileri sayarsak
"Muhsin Bey" var, "Züğürt Ağa" var. Turgul, birincisinin
senarist/yönetmeni, diğerinin ise senaristi. Acaba bu tema Turgul'un takıntısı
nu? Yoksa bu çizgiden ayrılarak yaptığı, "Aşk Filmlerinin Unutulmaz
Yönetmeni" ve "Gölge Oyunu" gibi filmlerin gişe barısızlığı onu
benzer öyküler üretmeye mi yöneltti? Her ne kadar filmleri birbirine benzer
gözükse de, Turgul aynı öyküyü anlatmıyor aslında.
Güneydoğu'dan İstanbul'a göç eden insan
tipi bunda Yılmaz Güney'in de payı var onu etkilemiş. Yönetmen, sinemasında, bu
ana karakterin üzerine kurduğu öyküleri bir kalıp olarak kullanıyor. Söylemek
istediğini göçün şekillendirdiği hayatlar üzerinden aktarıyor. Hani senaryonun
ticari formülü vardır ya, ana karakterin değişimi, gelişimi üzerine kurulan.
Başına bir olay gelir de onun sonucunda karakter, türlü maceralardan geçip bir
hedefe yönelir ve filmin sonunda da bir değişim geçirmiştir artık. Ana
karakter, badireler atlatıp değişim geçirirken statükoya ve temsil ettiği
karakterlere meydan okur ve bir de alt ederse onları, izleyicinin daha da
hoşuna gider. Bu, ticari başarıya davetiye bile olabilir. Çünkü izleyici
hayatında alt edemediği ağasıyla, patronuyla, filmde bir biçimde hesaplaşmanın
rahatlığını yaşamış olur iki saatliğine de olsa. Turgul, bu formülün
çerçevesini iyice daraltarak ülkemize uygun bir kalıp oluşturmuş. Tema: Göç.
İnsanın sadece coğrafyasını değil, içinde yaşadığı toplumsal ve ekonomik yapıyı
kökten değiştirme pahasına çıktığı yolculuk. Böylelikle Şener Şen'in oynadığı
ana karakterin değişimine müsait ortam hazırlanmış oluyor. Rakip de belli:
Büyük şehirde oluşan kapitalist yapının şekillendirdiği değerler ve bu yeni
değerlerin ürünü yeni kabadayılar, yeni ağalar, yeni patronlar. İşte bu kalıbın
gişede rüştünü ispat ettiği film de "Eşkıya" oluyor, diğerleri arkadan
geliyor. "Eşkiya"nın Türk sinemasındaki önemi ise başka: 70'lerin
sonunda başlayıp 90'ların başına kadar süren sinemamızdaki gerileme ve
durgunluk dönemine noktayı koyan film olmasıyla önemli. yıllardaki yerli
filmlerle kıyaslandığında prodüksiyonu, sinematografisi ve oyunculuğuyla eli
yüzü düzgün bir iş olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ancak senaryodaki bazı
detaylara hele bir de bugünden bakınca filmin zayıflıklarına takılmamak elde
değil; özellikle inandırıcılığı sorgulandığında. Şener Şen'in oynadığı Baran'ın
İstanbul sokaklarındaki şaşkın hali Züğürt Ağa karakterini andırıyor filmin
bazı sahnelerinde, ama Baran "Züğürt Ağa" değil, bir eşkıya. Bir de
yan hikaye var: Tarlabaşı'nda öyle bir mahalle düşünün ki herkes birbirini tanıyor,
yıllara dayanan komşuluk ilişkileri var. Böyle bir ortamda Cumali (Uğur Yücel)
mahallenin kızı Emel'e (Yeşim Salkım) aşık. Kız annesiyle yaşııyor, arada
çocuğu eve de alıyor, böyle bir samimiyet mevcut. Kız ağabeyinin (Özkan Uğur)
hapiste olduğunu söylüyor ve çocuk da öyle biliyor. Ama tek bir mahalleli bile
bilmiyor Emel'in ağabeyi olmadığını, ağabey denen kişinin aslında Emel'in
sevgilisi olduğunu; hatta aynı adamın daha önce de annesinin sevgilisi
olduğunu. Sanki bu tür ilişkiler doğaldır mahallelerimizde ve hiç dedikodusu
yapılmaz gibi.
Yıllar önce Baran'ı ihbar
eden, sevgilisini elinden alan eski dostu Berfo (Kamuran Usluer) ise
İstanbul'da zengin olmuş. Öyle bir malikanede yaşıyor ki, güvenlik, polis,
etrafında kuş uçurtmuyor. Arabasıyla evinin bahçe kapısından çıkarken Berfo'nun
Baran ve Cumali'yi 30 saniye görmesi yetiyor, hemen sivil polisler bitiveriyor
ve götürüyorlar merkeze. filmin sonlarında ise aynı Baran'ın bu zırhlı evin
bahçesinde ve odasında aniden belirdiğini görüyoruz. Nasıl girdiğini yönetmen
hayal gücümüze havale etmiş.
Farkındayım, detaylara fazla takıldım.
Ancak derdim 'bilmiş eleştirmen' refleksiyle baarılı olmuş bir filmin ayrıntıda
kalan ufak tefek hatalarını ortaya çıkarmak değil. Aksine 'mükemmel' olmayan
bir filmin hem gişede hem de eleştirmenler nezdinde başarılı olmasının mümkün
olduğunu ortaya koymak ve bunun nedenlerine göz atmak. "Eşkıya"yı
bazılarının yaptığı gibi başyapıt mertebesine çıkarmasam da öneminin
farkındayım. "Eşkıya" bize ticari sinemayla ilgili bilinen bir
gerçeği hatırlatıyor. izleyici, beyazperdede güçlünün alaşağı edildiği gerçek
dışı bir dünyayı görmekten hoşlanıyor. Ancak bu tip öyküleri anlatırken
Turgnl'un kullandığı ana karakterler hep büyük kente göç eden taşralılar
oluyor. Demek ki izleyici daha çok bu tipIerde kendini buluyor. Buradan
hareketle, toplumbilimcilerin sıkça dile getirdiği ülke gerçeğimizi özelde
"Eşkıya" ama genelde Yavuz Turgul sineması biraz olsun açığa
çıkarmıyor'mu? ülkenin ortak kimliğinin göçebeliğe dayalı bir kültürle
yoğrulduğunu ve ülke bireylerinin ister zengin olsun, ister fakir, bir türlü
kentli olamadan, yarı şehirli yarı taşralı yaşamlar sürdürdüğünü
vurgulamıyor'mu? Turgul'un filmlerinde güçsüzün güçlüye açtığı savaşın yanında
hatta ondan da çok taşralının kentliye açtığı bir sav söz konusu değil mi? Bu
çatışmada ne kadar kentli olursak olalım kendimizi taşralı ana karaktere daha
yakın hisetmiyor muyuz? Yavuz Turgul içimizdeki taşralıyı bulup çıkarmasını iyi
biliyor. (Ahmet Ilgaz) “” SİYAD, 40 Yılın Mucizesi”
___________________________________
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder